Etiket arşivi: zaman

Erdoğan’ın karşısına ne zaman çıkacağı belli oldu

Babacan, partisinin kuruluşunun Ocak ayında yapılacağını belirtirken, “Çalışmalar beklediğimizden uzun sürdü, 2020’ye sarkacak ama bu haftalarla ifade edilecek bir sarkma değil” dedi.

AKP’den istifa eden eski Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Ali Babacan, dikkat çeken açıklamalarda bulundu.

T24’ten Şirin Payzın’a konuşan Babacan, yeni parti hazırlıklarıyla ilgili bilgi verdi.

Babacan, partisinin kuruluşunun Ocak ayında yapılacağını belirtirken, “Çalışmalar beklediğimizden uzun sürdü, 2020’ye sarkacak ama bu haftalarla ifade edilecek bir sarkma değil” dedi.

“CUMHURBAŞKANIMIZ BENİ ÇOK İYİ TANIR”

Babacan, Erdoğan’ın sözlerine de bir yanıt verdi. Babacan, Halkbank’ın dolandırıldığı iddiasıyla ilgili olarak, “Cumhurbaşkanımız beni çok iyi tanır. Kızgınlıkla söylenmiş belli… Aksi halde beni 6 ay önce birlikte çalışmaya neden davet etsin. Bana ileride daha ağır şeyler de söylenebilir, biz her şeyi göze aldık. Kararımız tam. Bizi kimse bu yoldan çeviremez. Her şeyin hesabını vermeye hazırız. İftiralar olabilir çamur atanlar olabilir. Çamur atanların da eli pislenir o çamurdan da kolay kolay kurtulamazlar” dedi.

Babacan, “Kanal İstanbul” projesi için ise, “Bir kutuplaştırma projesi. Gündemi değiştirmeye ihtiyaç var. Çünkü gündemde işsizlik var. Katılımcı demokrasi ile bu proje tartışılmalı. Montrö çok önemli, faydasını çok gördük. Bizim kanal projesine değil sanayi ve teknolojiye yatırıma ihtiyacımız var” dedi.

Zuhal Olcay En Güzel Aşk Şarkılarını Mert Fırat İle Söyledi

Birçok hit şarkıya güçlü yorumculuğuyla damgasını vuran Zuhal Olcay “Burada Müzik Var” etkinlikleri kapsamında verdiği konserde seyircilerine sürpriz yaptı. Zuhal Olcay, konserinin bir bölümünde sahneye sinema ve dizilerin başarılı oyuncusu Mert Fırat’ı da alarak birlikte aşk şarkıları söyledi. İlk kez gerçekleşen bu düet, konseri izlemeye gelen yüzlerce müziksever tarafından büyük beğeni ile karşılandı. Zuhal Olcay ve Mert Fırat’ın birlikte söyledikleri bu şarkılar Moda’dan tüm İstanbul’a ‘’aşk rüzgarları’’ estirdi.

ÜÇ SANATÇIDAN ‘’DOSTUM DOSTUM’’ TÜRKÜSÜ

“Burada Müzik Var” etkinliklerinin pazar günkü etkinliklerinde sürprizler yalnızca bu değildi. Yağmura rağmen Moda Kayıkhane’yi dolduranlar alternatif müzik dünyasının dikkat çeken isimlerinden Çiğdem Erken konserinde, film ve tiyatro müziklerini birlikte seslendirdikleri sanatçı dostları Halil Sezai ve Fırat Tanış’ı da dinleme fırsatını buldular. Sanatçının ilk konuğu Fırat Tanış, iki şarkıyı yalnız seslendirirken bir şarkıda da Çiğdem Erken ile düet yaptı. Çiğdem Erken’in sonraki konuğu ise Halil Sezai oldu. Birlikte düet yapan ikilinin ardından bu kez sahneye üç sanatçı birden çıktı. Seyircilerden büyük alkış alan sanatçılar hep birlikte Pir Sultan Abdal’ın ‘’Dostum Dostum’’ türküsünü izleyenlerle birlikte söylediler.

Çiğdem Erken ve orkestrası “Kız Kafası Şarkılar” adını verdikleri konserde, sanatçının “Kız Kafası”, “İstanbul Kızı” ve “Manita” albümlerinden Dünyayı Durduran Şarkı, Soyunma, Öyledir Geçer Zaman, Çakmak, Ölürsen Haber Ver gibi sevilen şarkıları da geceye ayrı bir renk kattı.

GECEDE CAZ DA VARDI

“Burada Müzik Var”etkinliklerinin üçüncü gecesinin bir başka konserinde ise önemli caz piyanistlerimizden Ayşe Tütüncü, dörtlüsü ile birlikte sahne aldı. Ses bireşiminde hem piyano, hem de elektrogitarı barındıran grup, repertuarında ağırlıkla Ayşe Tütüncü’nün bestelerine ve aynı zamanda grup üyeleri Sinan Altıparmak ve Enver Muhamedi’nin parçalarına yer verdi. Piyanoda Ayşe Tütüncü, elektrogitarda Sinan Altıparmak, kontrbasta Enver Muhamedi ve davulda Erdem Göymen’den oluşan grup Michel Petrucciani ve Marcel Khalife gibi ustalardan da parçaları yorumladı.

Burada Müzik Var ile ilkler Yaşanacak

Farklı sanatçıların birlikte sahne alacağı ilk buluşmalar ve uzun aralardan sonra sergilenecek ilk sahne performanslarının da yer alacağı programıyla “Burada Müzik Var”heyecanı 7 Ekime kadar Moda Kayıkhane’de devam edecek.

“Burada Müzik Var” etkinlikleri için biletler biletix.com ve etkinlik günleri kapı girişlerinden temin edilebilecek.

Sertab Erener’den Unutulmaz Aliağa Konseri

Türk pop müziğinin güçlü seslerinden Sertab Erener, Aliağa’da sahne aldı. Sesi ve etkileyici sahne performansıyla dikkat çeken ünlü şarkıcı Aliağalılara unutulmaz bir gece yaşattı.

 

Benzeri olmayan müzik kariyerinde bu güne kadar beş milyona yakın albüm satan, sayısız ödül alan, operadan pop müziğe kadar birçok müzik türünü kapsayan ses yeteneği ile geniş bir hayran kitlesine ulaşan Sertab Erener, Aliağa Belediyesi’nin “Yaz Konserleri” kapsamında sevenleriyle buluştu.

 

Maviyle yeşilin kucaklaştığı 72 dönümlük Avcı Ramadan Çocuk Oyun ve Rekreasyon Alanı’nda sahne alan Sertab Erener, birbirinden güzel şarkılarını Aliağalılar için söyledi. Ünlü şarkıcıyı dinlemek isteyen Aliağalılar konser alanına akın etti.

 

SEVENLERİNİ COŞTURDU

Ünlü şarkıcı yaklaşık iki saat süren konserine “Kime Diyorum” isimli parçası ile başladı. Ardından ise “Hani Kimi Zaman”, “Zor Kadın”, “Bu Böyle”, “Yolun Başı”, “Yanarım” “İstanbul”, “Rengarenk” gibi birbirinden hit şarkılarını seslendirdi. 40 bini aşkın seyirciye konser veren Sertab Erener, sesiyle olduğu kadar sahne hâkimiyetiyle de mest etti. Siyah beyaz bir elbise ile sahne alan Sertab Erener, danslarıyla da sevenlerini coşturdu. 18 parça seslendiren şarkıcıya sahnede beş kişilik orkestra ekibi eşlik etti. Hayranları şarkıcının söylediği her bir şarkıya eşlik etmeyi de ihmal etmedi.

 

ALİAĞA BELEDİYE BAŞKANI SERKAN ACAR: “ANLATMAYA KELİMELER KİFAYETSİZ KALIYOR AMA HEPİNİZİ ÇOK SEVİYORUM”

“Olsun” adlı parçanın ardından sahneye davet edilen Aliağa Belediye Başkanı Serkan Acar, ünlü sanatçıya Aliağa Yaz Konserleri’ne katılımından dolayı çiçek ve hediye takdim etti. Başkan Serkan Acar, katılımcılara hitaben yaptığı konuşmada şu ifadeleri kullandı: “Ülkemizi sesiyle, sanatıyla yurt dışında en iyi şekilde temsil eden çok değerli sanatçımız Sertab Erener’i Aliağamızda ağırlamanın mutluluğunu yaşıyoruz. Aliağa’ya geldiği için kendisine çok teşekkür ediyorum. Bir teşekkürü de seyircilerimize etmek istiyorum. Anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalıyor ama hepinizi çok seviyorum. İyi ki varsınız. Hep birlikte al bayrağımızın gölgesinde, atamızın yolunda daha nice başarılara inşallah. Her şey gönlünüzce olsun”

 

RENK CÜMBÜŞÜ

Son olarak “Rengarenk” ve “Bastırın Kızlar” adlı parçaları seslendiren Sertab Erener, hayranlarının alkışları eşliğinde sahneden ayrıldı. Gecenin sonunda havai fişek gösterileri gökyüzünde renk cümbüşü oluşturdu.

İslâmiyet Müslümanlara Beş Numara Büyük

 

 

80’lerin sonlarına doğru meşhur “Patagonya’nın Sesi Radyosu”nda sorardı ecnebîler Vatandaş Rıza’ya:

—  Sen Müsliman?

—  Eh, zaman zaman..

Mısır’ın fethi Osmanlı için sonun başlangıcı oldu. Zira ardından Kanunî devrinde tavan yaparak yavaş yavaş dibe salınmaya durdu. Çünkü Osmanlı Türkü’nün beynindeki Matûridî çip yerini Eş’arîliğe bıraktı.

Marka Müslümanlığı, menkıbevî Müslümanlık, an’ane Müslümanlığı, kaba  softa / ham yobaz’lık gibi isimlendirmelerden öte merhum Âkif gibi şakakları zonk zonk bir vicdan abidesi bile Avrupa dönüşünde “Dinleri yaşantımız gibi, yaşantıları Dinimiz gibi” demek durumunda kalmıştı.

Bizim hacılar – Allah kabul etsin – ‘Yâ sabır’ yemini ettikleri için uhrevî telezzüzden gayrisini anlatmazlar. Oysa Allah’ın Beyti’nde bile Müslüman Müslümanı omuz – dirsek yara yara geçiyor.

Temizlikten bîhaber hacının yada ehl-i namazın enforme edilmesi için hangi canlı yayına bağlanacağız?

Dünyada rüşvetin en yaygın olduğu ülkeler: Pakistan, Mısır, Azerbaycan, Nijerya, Türkiye.. Hatta gittiğimiz Avrupa ülkelerine bile hile – hurdayı biz öğrettik, iftiharla.

Dinimiz “Oku” der, yatmayı tercih ederiz. “İnsana çalıştığından başkası yoktur” der, Sazanlık Piyangosu’na milyon milyon sarkarız. Dedikoduyu, gıybeti, hasedi yasaklar; dizilerle ailemizin ‘sıfır kilometre’ üyelerine bile tay tay’ı bunlarla öğretiriz.

Çevre bilincimiz katletmek üzerine; sorumluluk anlayışımız Bu dünyada bir tek ben yaşıyorum üzerine. Kitabına uydurmak en sevdiğimiz şey ve padişah dedelerimizden miras.

Müslüman her şeyin en iyisine lâyık teranesiyle çocuklarını dış ülkelere gönderip genç kızlarla tanışsınlar diye yarışan İslâm-cı sosyetemizin makyajları rahmet yağmurunda bile dökülmüyor.

Olumsuz örneklemdeki Bunu yapan birkaç kendini bilmez. Gerçek Kocaelisporlular kesinlikle yapmaz repliği bizim Müslümanlık anlayışımıza sökmüyor birader.

Temel’in ters yol anonsunu duyduğunda dediği gibi: “Biri değil, biri değil,  hepsi!” “Siz onlar görseydiniz deli derdiniz, onlar da sizi görseydi ‘Bunlar Müslüman değil’ derlerdi.” (H)

Filmin en acıklı sahnesi; hastanın hasta olduğunu bilmemesi.. Cuma Hutbesinde gözü açık uyurken ‘ilim farz’ cümlesini ‘filim az’ deyu algılayan, şişeden – zardan düşmeyen ama din-ci’liği de kimseye bırakmayan nesiller yetişti son yıllarda her yaştan.

24 saatinin yarım saatine bile uğramayan dindarlık arkadaşın seçim sandığında gemi çıpası gibi bekliyor. Bir elinde pusula, bir elinde ayna; işkemben yazsın, sen oyna!

Necip Fazıl yaşasaydı; “Bize kalan aziz görev, asırlık zamanlardan  

     Temizlemek tarihi sahte Müslümanlardan” der miydi?

Tek yol; Kur’an ikliminde, Nebevî ahlâkı duyumsaya duyumsaya, Matûridîlik’le Hanefîlik’in akıl bileşkesinde, meâl müdrik bir vaziyette iman inşâsına yeni baştan başlamak.

Sürekli olarak yaptığımız şey neyse biz oyuz. ‘İkra!’ diyoruz.

 

 

YENİ ABANT; KARTEPE ZİRVESİ Mİ?

YENİ ABANT; KARTEPE ZİRVESİ Mİ?

 

süleyman pekinKüçükken “Topu Keltepe’ye dikmek” diye bir tabir vardı ve genelde sınıfta kalanlar için kullanılırdı. Sonradan Keltepe Kartepe oldu, yetmedi 10 yıl kadar önce 10 belde birleşti ve Kartepe İlçesi oluştu.

Geçtiğimiz günlerde Kartepe’nin turizmle anılan tesislerinde “Uluslararası 15 Temmuz ve Darbeler Sempozyumu” düzenlendi ve bazı Hükümet temsilcileri de yer aldı. Kocaeli’nin Tarih Sempozyumu ve Kitap Fuarı’ndan sonra üçüncü büyük kültürel etkinliği olarak kayda geçti.

Hem Kartepe temalı markalaşma hem darbe ve demokrasi üzerinden bir düşünce havuzu oluşturma gayretleri makul olsa da seçilen bazı isimlerdeki özensizlik bu önemli organizasyona gölge düşürmüştür.

Lokantalardaki fiks mönüye benzer bazı isimler Abant Platformu olur; ordadırlar, Ermenilerden Özür Dileme Kampanyası düzenlenir; imzadadırlar, Çözüm (!) Süreci olur; Âkil Adamlar gurubundadırlar. Şimdi de buradalar..

Kim bunlar? Mesela; Sabancı Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Fuat Keyman. Cemaat’in Abant Toplantılarının müdavimi ve o toplantılarda Devletin kuruluş ayarlarının değiştirilmesini savunanlardan biri. Yurdum insanından ‘Kürt Sorunu’ diye sorun üreten ve Âkil İnsanlar Komisyonu’nun Ege Bölgesi kısmında parayla nasihat dağıtan bir kişi.

Şimdilerde Etki Ajanlığı suçlamasıyla tutuklu bulunan Osman Kavala ile birlikte OSF senin TESEV benim gayri millî ve gayri yerli her organizasyonun başat aktörü. Meşhur Bilderberg Toplantılarına Türkiye’den çağırılan 3-5 kişiden birisi. Kartepe Zirvesi’nin “Siyasal Açıdan Türkiye’de Darbeler” oturumunda konuştu. Eğer Darbe Kalkışması başarılı olsaydı ve İktidar’ın yanlışlarıyla ilgili toplantı yapılsaydı yine o konuşacaktı.

Kim mesela; aynı oturumun bir diğer konuşmacısı Prof. Atilla Yayla. Hesapta Türkiye’nin ‘en liberal’i.. Hakikatte Aykut Edibali’lerin Yeniden Millî Mücadele’sinden Liberal Düşünce Derneği Başkanlığına, 12 Eylül’de Kenan Evren destekçiliğinden Sivil Toplum ve Serbest Piyasa çalışmalarıyla Anthony Fisher Ödülü’ne kadar geniş bir yelpazeye sahip.

Atatürk’e hakaretin pek bi moda olduğu 10 yıl öncesinde Kemalizm’e ve Atatürk’e o kadar çok saydırdı ki neredeyse kendisini tutuklatıyordu; Allah’tan Hükümet’in desteği ve 208 akademisyenin bildirisiyle sıyırdı. Uzun zaman Zaman’da yazdı, 17-25 Aralık 2013’ten sonra bile “Gülen Cemaati parti kurarsa meşruiyete destek adına ilk seçimde bu partiye oy vereceğim” deme cesaretini gösterdi. Kartepe Zirvesi’nde herhalde bunları anlatmamıştır.

Başka kimler; mesela Prof. Nilüfer Narlı, mesela Prof. Bekir Berat Özipek. Abant Platformu’nun gözde ve güzide isimleri.. Ve mesela Prof. Davut Dursun; hem Abant’çı hem RTÜK Başkanlığı döneminde kurumu FETÖ üssü haline getiren İletişimci.

Tarihten ders almak bir delikten iki kere ısırılmamaktır.  Darbeleri anlamak için Türkiye’nin NATO’ya üyelik sürecini iyi anlamak lazım. Hep dediğimiz gibi; 1952’de sadece Türkiye NATO’ya girmedi, NATO da Türkiye’nin bütün kurumlarına girdi. Amerika yalnızca bazı dinî teşekküllerin üzerinden Türkiye’de muktedir olmaya oynamıyor; birçok sivil toplum unsurları ve akademisyenler de işin fazlasıyla içinde..

‘Bizi şu da kandırmış, bu da kandırmış’ serisinin uzamaması devlet ve millet yararına olduğu için yukarıdaki örneklem şahsiyetler analiz edilmiştir. Bunlar ihbar mahiyetinde sayılmamalı ve fakat Devlet’in de bir Kara Kaplı Defteri olmalıydı vesselam.

Ne zaman ciddiye alındık ki?

HABER‘in Ekim ayı sayısının manşeti, AVRUPA TÜRKLERİ CİDDİYE ALINMIYOR‘ oldu.
ilhanGenel Yayın Yönetmeni’miz İbrahim Karaman, bizi yine önceden uyardı ve bu başlığa uygun bir yorum yapmamızı istedi.
Karaman’ın konuyu nasıl işleyeceğini bilmiyorum. Ama böyle bir başlığı görünce aklıma ilk gelen şu oldu: Ne zaman ciddiye alındık ki?

Öyle ya, ben de kendimi Avrupalı Türkler’den biri olarak sayıyorum.
Doğrudur, pozisyonum nedeniyle ben çok sıkıntı yaşamadım, horlanmadım, itilmedim, kalkılmadım.
Ama Avrupalı Türkler’den biri olduğum için, Ankara’da alınan veya alınmayan kararlardan ben de zarar gördüm.
Benim ayrıcalığım sadece şuydu: Başkaları haksızlıklar karşısında bağıramıyordu, çağıramıyordu. Ama ben yorum ve haberlerim ile hem bağırıyordum, hem de çağırıyordum.

Avrupalı Türkler, Avrupa’ya göç edişlerinin ardından ya şapkalarıyla veya ellerindeki portatif radyolarla alaya alınmışlardı. Türkiye’ye gittikleri zaman ‘Alamancı‘ diye horlanmışlardı.
Avrupalı Türkler’e önüne gelen bir yafta yapıştırıyordu. En sonunda ‘Gurbetçi’ yaftasını yedik.

Hoş, ne yazık ki ben de ‘gurbetçi’ yaftasını çok kullandım. Tıpkı Avrupa halklarının ‘Gastarbeider’ (Misafir işçi) dediği gibi, Ankara’dakiler de ‘gurbetçi’ demeyi yeğlediler.

Bir zamanlar birileri ortaya çıktı ve ‘Avrupa Türkleri yemesini bilmezler, giyinmesini bilmezler, haliye adabımuaşereti bilmezler’ gibisinden uzun uzun yazdılar. Bu gibi soytarılar anında gerekli tepkiyi gördüler ve susturuldular ama, bu gibi densizler her zaman varoldular.

Bir zamanlar Brüksel’de gazetecilik yaptıktan sonra, büyük bir gazetemizde köşe yazarlığı yapmaya başlayan eski bir dostumuz da feci bir pot kırmıştı. O zaman adını açık bir şeklide yazdığım bu dostu sert bir biçimde eleştirmiştim. Şimdi arşivime bakayım ve o sırada o densiz arkadaşın ne yazdığını ve ne cevap aldığını sizlere hatırlatayım.

Malum yazar, ‘Alamancı’ ve ‘gurbetçi’ olarak anılan Türkler’in bu konudaki şikayetlerine ‘Vız gelir tırıs gider. Bu imajı kendileri yarattılar ‘ diye yazdıktan sonra, şunları eklemişti:

Dolayısıyla, Avrupa oto mezarlıklarındaki bilumum hurda minibüsleri toplayıp içine balık istifi doluşmalarını; ‘köylüme hediye’ diye de, üçüncü sınıf ‘Kaufhof’ donu denklerini tavana yüklemelerini, sonra, güzergáhtaki cenaze levazımatçılarını zengin ede ede ‘gurbet, sıla, gurbet’ yoluna dökülmelerini anladık diyelim.

Yazar,  yukarıdaki ifadesiyle gurbetçilerin karayolu seyahatlerini ve ucuz eşya almalarını güya tenkit ediyor.
Nasıl mı?
Sadece İstanbul’dan Edirne’ye yaptığı bir yolcuktan sonra gördükleri ile…
Sigara alabilmek için Kapıkule’ye de uzanmış olan yazar, hemen oracıkta uzmanlaşmış ve kara yolculuğunun ne kadar ahmakça bir tercih olduğunu vurgulamaya çalışmış.

Ne yazık ki bunu yaparken de   ç u v a l l a m ı ş  bu yazar…
Yazar kusura bakmasın ama, bu aşağılayıcı sözleri karşısında ona ‘çüş’  diyenler oldu.
Avrupalı Türk’ü eleştirirken, sırf sigara almak için İstanbul’dan Kapıkule’ye kadar gitme zahmetine katılan bu yazar, nasıl oluyor da yurttaşlarını ucuz ve yırtık don almakla suçluyor.

‘AVRUPA TÜRKLERİ CİDDİYE ALINMIYOR’ iddiamızın kanıtları pek çok.
Taaaa 1970’li yılların başlarından itibaren Avrupa’ya gelen devlet büyüklerimiz ve siyasetçiler, Avrupalı Türkler’i hep‘öğrenmesi gereken cahiller’ olarak gördüler. Güya dertlerini dinledikleri Avrupalı Türkler’in isteklerini sigara paketlerinin üzerine yazdılar ve sonra attılar.
Ankara, Avrupalı Türkler’in isteklerinin hemen hemen tamamını duymazlıktan geldi ve hiç bir şey yapmadı.  Bu sorun ve istekleri şimde yeniden sıralamanın bir yararı olmayacak.
50 yıldır ülkemizi dövize boğan Avrupalı Türkler’in değeri hiç bilinmedi.

Şimdi, 50 yıldır Türkiye’deki yöneticilerimizi seçme fırsatı verilmeyen Avrupalı Türkler, bu seçme fırsatından yararlanabiliyorlar. Geçtiğimiz 7 haziranda yapılan genel seçimler için yaşadıkları yerlerde oy kullanma hakkını elde eden Avrupalı Türkler, 1 Kasım 2015’te yapılacak genel seçimlerde de oy kullanabilecekler.

Ama ne yazık ki bu durum da tıpkı eskisi gibi bir göz boyamaktan ibaret. Zira Avrupalı Türkler’in oyları istenildiği gibi değerlendirilmiyor. Avrupalı Türkler’e bir seçim bölgesi verilmediği gibi, seçilme şansı da verilmiyor.

İşte, Avrupalı Türkler şimdi kendilerine bu şansı tanıyacak olan partileri seçebilmeli ve ilk uyarılarını yapmalılar. Tabii ki bu da zor bir durum. Zira bu konuda hiçbir partinin programında yer almadı. Avrupalı Türk, oyunu kullanmadan önce siyasi partilere uyarı mesajlarını göndermeliler.

*****

HABER Gazetesi’nin ekim sayısı için yaptığım yukarıdaki yorumumda, Avrupalı Türklere hakaret eden bir yazardan söz ettim. İşte o yazarın yazdıkları ve buna tepkileri aşağıda sunuyorum.

 Aristokrat (!) yazarlar

 

Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni dostumuz Ertuğrul Özkök, yazar yaratmakla ünlü bir yöneticidir. Nasıl ki, 1975’te Rotterdam’da şantöz-dansöz olarak izlediğimiz Pakize Suda’yı ünlü bir yazar (!) yaptıysa, göreve geldiği ilk yılda, Bruksel’de muhabirlik yapan Hadi Uluengin’i de yazar yapmıştı. Özkök’ün Türkiye’deki yazar kadrosunu zenginleştirmesi tabiiki olumlu bir gelişmeydi. Brüksel’de haber peşinde koşan bir arkadaşımızın Hürriyet’e yazar olması tabiiki hepimiz için sevindirciydi.

Hadi Uluengin ile tanışırdık ama bir dostluğumuz olmadı. Giyimi, kuşamı, hareketleri ile bir ayrıcalık sergilerdi Uluengin. Kendisini kıskanmazdık ama ona ‘aristokrat’ lakabını da takmıştık. Hürriyet’teki yazıları ile de aristokratlığını sürdürdü Uluengin. Yazdıkları sanki başka bir dildendi. Belki kendisinden başka çok az kimse onun yazdıklarını tam olarak anlayabilirdi. Yazdığı hiç bir yorum gündem yaratmadı. Ne sabuna, ne suya dokunan ayrıcalıklı bir aristokrat dili kullanır Uluengin.

Her şeye rağmen Hadi Uluengin’i zorla da olsa okumaya çalışırız. 31 Ağustos 2004 tarihli yazısına ‘Gurbetin kapısı’ başlığını koyunca, onu dikkatle okumak mecburiyetinde kaldık.

Bugüne kadar hep pahalı sanatçılardan, yazarlardan, filmlerden, romanlardan ve aristokratlardan söz eden Uluengin, nasıl olmuş da gurbetçilerden söz etmişti. Merak ettik ve dikkatle okuduk.

Keşke okumaz olsaydık.
Hadi Uluengin, gurbetçilerin karayolu seyahatlerini tenkit ediyor.
Nasıl mı?
Sadece İstanbul’dan Edirne’ye yaptığı bir yolcuktan sonra gördükleri ile…
Sigara alabilmek için Kapıkule’ye de uzanmış olan Uluengin, hemen oracıkta uzmanlaşmış ve kara yolculuğunun ne kadar ahmakça bir tercih olduğunu vurgulamaya çalışmış.

Ne yazık ki bunu yaparken de   ç u v a l l a m ı ş  Uluengin.

Karayolu seyahatnin yanlışlığını izah etmeye çalışırken, anadolu insanına hakaret etmeyi de ihmal etmemiş olan Uluengin, insanlarımızın eşe dosta götürdüğü manevi yönden çok pahalı olması gereken hediyelere de dil uzatmış ve şöyle yazmış: “Dolayısıyla, Avrupa oto mezarlıklarındaki bilumum hurda minibüsleri toplayıp içine balık istifi doluşmalarını; ‘köylüme hediye’ diye de, üçüncü sınıf ‘Kaufhof’ donu denklerini tavana yüklemelerini, sonra, güzergáhtaki cenaze levazımatçılarını zengin ede ede ‘gurbet, sıla, gurbet’ yoluna dökülmelerini anladık diyelim.
Uluengin kusura bakmasın ama, bu aşağılayıcı sözleri karşısında ona ‘çüş’  diyenler oldu.

Değerli okurlarım, ben şahsen gurbetçinin karayolu çilesini yerinde saptayabilmek için son üç yıl arka arkaya otomobil yolculuğu yaptım ve yaşadıklarımı yazdım. Ben de yurttaşlarıma karayolunu tercih etmemelerini tavsiye ettim. Ama bu tavsiyeyi yaparken de edepli davrandım.

Yollarda neler olup bittiğini görme zahmetine katlanmadan, gazetelerden okudukları ile yetinerek yorum yazan Uluengin’in edepsiz davranıp davranmadığına, aşağıdaki yazısını okuyarak siz karar verin lütfen.

Gurbetin kapısı

EN feráh Sinan kubbesinin sükûnetini aramaya, geçende Edirne’ye gitmiştim.

Tiryákisi olduğum cigaralar bittiğinden de, belki ‘free shop’larda vardır umuduyla, hazır oraya kadar gelmişken bir de Kapıkule’ye uzanayım dedim.

Bulamadım ama, TIR kamyonları hariç sınırın bomboş olmasına sevindim.

* * *

SEVİNDİM, zira sanmıştım ki, Balkan arbedesinden beri E-5’i terk edip ayaklarını uçağa alıştıran‘gurbetçiler’, savaş bitince tekrar eski göçebe adetine döndüler.

Sanmıştım ki, izin vakti geldi miydi, Fransa Lyon’undan veya Felemenk Utrecht’inden çelik kuşa kurulup, üç saat sonra ‘anavatan’a inmek ‘lüks’ünü kanıksadılar.

Sanmıştım ki, o üç saat yerine üç gün boyunca hem bizzat kendilerini yollarda helák etmek, hem de aynı yollarda başkalarını ‘fitil etmek’ rezaletini artık unuttular.

Sanmıştım ki, ‘araba sevdası’ndan bir türlü vazgeçemiyorlarsa, İtalya’dan feribota binip, güvertenin püfür püfür Akdeniz havası ve kamaranın mışıl mışıl ‘sıla rüyası’, Çeşme’ye, İzmir’e, İstanbul’a böyle rahat bir yolculuk ertesinde ulaşıyorlar.

Yani sanmıştım ki ve sevinmiştim ki, ‘Alamancı’lar artık ‘Alamancı’ değildir.

* * *

YANILMIŞIM ve de hevesim kursağımda kaldı.

Demek ben hududa gittiğimde henüz Ağustos’un ‘avdet vakti’ gelmemişti ki, aradan birkaç gün geçti, gazetelerde çarşaf çarşaf haberler çıkmaya başladı.

‘Kapıkule’de izdihamdan geçilmiyor?’

‘Türkiye’den Avrupa’ya dönen ‘gurbetçiler’ sınırda saatlerce bekliyor.’

Bu arada da, aynı ‘gurbetçiler’in ağzından ‘orada ‘yabancı’ diye, burada ise ‘Alamancı’ diye dışlanıyoruz’ türünden‘serzeniş’ röportajları yayınlanıyor.

Dobra dobra söyleyeyim, vız gelir, tırıs geçer ve kendi düşen ağlamaz.

‘Gurbetçi’ler, nam-ı diğer ‘Alamancı’lar karayolundaki sınır kalabalığından ve ‘anavatan’daki Türklerin‘küçümsemesi’nden yakınıyorlarsa, umurumda değil.

* * *

BAŞTA belirttim, uçağa binsinler. Olmadı, feribot aktarmalı gidip gelsinler.

Kimse onları üç bin kilometre yolu kelle koltukta; üstelik, başkalarının kellesini de götüren bir ‘şoför performansı’yla, aynı anda ‘kavimler göçü’ne zorlamıyor.

Hadi, eskiden ‘yeni Alamancı’ydılar ve de Türkiye’nin ‘kıtlık dönemiydi’.

Dolayısıyla, Avrupa oto mezarlıklarındaki bilumum hurda minibüsleri toplayıp içine balık istifi doluşmalarını; ‘köylüme hediye’ diye de, üçüncü sınıf ‘Kaufhof’ donu denklerini tavana yüklemelerini, sonra, güzergáhtaki cenaze levazımatçılarını zengin ede ede ‘gurbet, sıla, gurbet’ yoluna dökülmelerini anladık diyelim.

Ama, artık o devirler çoktaan bitti.

* * *

EVET bitti ve kendileri acenteden gıcır otomobil çekecek kadar zenginleştiler.

Türkiye’de ise şimdi yok, yok. Hele hele, defolu don hediyeye hiç ihtiyaç yok.

O halde, kabin tuvaletine ‘tünememek’ ve dönüş bagajında tarhana çuvalını bağlamak kaydıyla, kurulun uçağa ve paşa paşa seyahat edin yahu. Daha da ucuz…

Ama eğer mutlaka vasıta istiyorsanız, ‘anavatan’ın en ücra havaalanlarında bile kredi kartıyla emrinize amade gelen otomobilleri kiralayın. Biraz paraya kıyıverin.

Sen sağ, ben selámet, başka bir yazıda enine boyuna irdeleyeceğim o ilkel ve o köhne ‘gurbetçilik’ten bir nebze kurtulabilmek için, bu, zorunlu bir ‘başlangıç’tır.

Orada ve burada dışlanan ‘Alamancılık’tan sıyırtabilmenin ‘ilk’ aşamasıdır.

Bol ticari TIR ve bol sınır otosu hariç, ‘anavatan’ tenha Kapıkule’yle sevinir.

Uluengin’in, gurbetçiye tepeden bakan bu yazısının devamı da varmış.

Dileriz bundan sonraki yazısında, gurbetçilerin dostlarına aldığı hediyelere
‘yırtık don’ (defolu don) deme aristokratlığından da vaz geçer.

Bugüne kadar yazdığı hiç bir yorum ile gündem oluşturamayan Hadi Uluengin, şimdi gündem oluşturmayı başardı. Ama bu gündem ona çok pahalıya patlayacak.

Bir meslaktaş olarak ona ancak şunu söyleyebilirim:
Geçmiş olsun Uluengin !!!

*****