Etiket arşivi: Yazı

YAZDAN KALMA BİR YAZI

 

 

 

 

Ama yaz, ve hani derler ya,
“yazdan kalma” diye, onlar da olmayacak-
artık hiçbir şey gelmeyecek.

(Ingeborg Bachmann)

 

 

tamer uysalEnis Batur, Oktay Rifat’ın yolculuk kitapları üzerine düşüncelerini aktardığı bir yazısına da yer veriyor kitabında. Burada “Üç günlük geziyle bir yazar bir yeri,  bir memleketi tanımaz.  Kendine göre bir sonuçlara varır.  Hep genel konularda dolaşır durur.” diyormuş Oktay Rifat. (Oktay Rifat’a Doğru, Sel Yayıncılık,  2014, s. 112)

 

Geçen yaz yaşadıklarımı ben de sezon sonundan alarak aktarayım size.  Ancak bendeki gözlemler üç günlük değil bir ömürlük sayılır.

 

“Bir sahil kentinde limana bağlı teknelerin ağırlığını “küçükler’ oluşturuyorsa, orada insanlık sürüyor demektir.”demişti Nazım Alpman bir köşe yazısında (18 Ağustos 2008, Birgün)

Kumla’da Gemlik-Küçükkumla-Mudanya arası işleyen bir İDO vapuru var. Gemlik ve Armutlu’dan İstanbul’a giden bir de hızlı feribot. Büyüklerden her ikiside. Sahilin sessizliğini onlar bozuyorlar. Ama niye yalan söyleyeyim boğaz vapuru her uğradığında onu gördükçe mutlu oluyorum.

Sahili düzenli dolaşan iki de gezi motoru var. Mehtap turlarıyla ünlü İzzet Kaptan ve Behçet Kaptan. Ama o eski, nostaljik tadı yok tekne turlarının da. Sahiller sitelerle boydan boya apartmanlarla çevrilmiş çünkü.   Mavinin yanına yakışan o yemyeşil kıyıları, zeytinlikleri, çamlıkları, çınar gölgelerini arıyorsunuz.

 

İzzet Kaptan emekli olmuş,  yolculuklara yakışan mehtap turlarının adını belediye “mavi tur” koymuş. Behçet Kaptan başka. Gemlik’te banklarda oturmuş kitabımı okuyorken Behçet Kaptan’ın  küçük sevimli teknesi anonslar yapıyordu. Saat 15:00’da; “Gemlik-Küçükkumla Turu”. Benim için iyi bir fırsat. Hem böylece yıllar yıllar sonra Gemlik-Manastır-Küçükkumla sahillerinin son durumunu denizden de görebilecektim.

Ve motorlarda çalan müzikler, benim küçüklüğümde Modern Talking ile Nurtaç Düzgit/Grup Turbo kasetleri falan çalınırdı. O yıl hangisi moda ise… Denizi yaran küçük tekne yaz sezonu boyunca aşina olduğum şarkıyı dinletiyor yine:

 

Dön hadi artık dünyaya

Aç gözünü zaman dar

Vazgeç artık eh be yavrum

Bunun sonu çok zarar

 

Eller ne dese inanmadın

Yürek yandı aldırmadın

Vuruldu kaç kere yüze

Sevmiyor dediler duymadın

 

Her yer de okyanus sen boğuldun derede

Zamanla unutulur hani aklın nerede

Saatin mi bozuldu niye kaldın geçmişte

Al bir zaman bir de akıl bu da benden sana hediye

 

(Derya Uluğ/Okyanus)

 

Kıyıdaki değişimi daha iyi görebilmek için sancak tarafında yerimi aldım ve küpeşteye de hafiften yaslandım. Cep telefonu elimde kamerası alesta. Anımsadığım her yeri tek tek çekeceğim.  Gemlik Körfezinin sol tarafı kıyı boyunca serbest liman bölgesi (Gemport).  Sağ taraf çay bahçesi ile ünlü Manastır mevkii. Adını eski zamanların keşişler bölgesi olmasından alıyor. En tepeye kadar yazlıklarla dolmuş.

 

Manastır da 1984’e kadar şirin ve boş bir sayfiye yeriydi. Bu tarihten sonra heyelan tehlikesine ve Bayındırlık Bölge Müdürlüğü Afet İşlerinin raporlarıyla tescil edilmesine rağmen… Uğur, Huzur ve Küçük adlı apartmanlar da yıktırılmıştı…

 

Halbuki ne kadar güzeldi. Küçükken sık sık gelirdik buraya. Gemlik’ten kalkan küçücük motorların yanaştığı ahşap şirin bir iskelesi vardı. Yamaçtan incecik ama çok soğuk ipil ipil bir pınar akardı. Hani karpuz çatlatan dedikleri cinsten. Günübirlikçiler o pınarın çevresinde toplanırlardı. Pınar suyunda adeta buz kesen bostanlar yaz ortasının pikniğine serin lezzetler katardı. Arada da keşişlerden arta kalan kalıntılar üzerinde kurulan çay bahçesinden mesireciler ihtiyaçlarını karşılarlardı. Apartmanlar arasında sıkışıp kalmış bu yerin şimdiki adı da “Saklı Bahçe”olmuş.

 

Deniz güzel miydi değildi belki çakıl taşlık maşlıktı falan ama bizlere yetiyordu. Henüz bozulmamış zeytinlikler, işgal edilmemiş kıyılar…

Manastır’dan sonraki rota Küçükkumla sahili. Sahile adını veren kıyıdan köy 3 km içeride.

İnsan bir yerde uzun zaman kalınca bazı şeyler değerini mi yitiriyor ne? Galiba beklentiler karşılıksız kalıyor ve bazı şeyler de gizemini yitiriyor. Bir zamanların zeytinliklerle kaplı Küçükkumla’sının betonlaşan şantiye halindeki görünümü bende bu duyguyu yaratmıştı. Binerken 10 liralık bileti kesen lostromonun yanında duran Kaptan’a “Ben Küçükkumla’da kalacağım” demiştim. Sezon sonu olduğundan fazla müşteri de yoktu çünkü…

İndikten sonra büyük hayal kırıklığıyla eve doğru yol alıyorum…

 

Hatırlıyor musun 

 

Nasıl sapsarı 

Katırtırnakları açar

deniz kıyılarında

(Sappho)

 

Karşı yaka, körfezdeki yerleşimlerden, körfezin çıkış noktalarından biri de Mudanya’dır…

 

Peki Mudanya farklı mı?

 

Mudanya hem mütareke binası hem de poyraz rüzgarıyla meşhur. Son yıllarda ilçe kıyılarını işgal eden yüksek apartmanlar poyrazı kestiğinden  mi nedir eski Mudanya müdavimlerinin  şikayetlerine neden olmuyor değil. Poyraz aslında Yunanca Boreas’tan geliyor. Poyraz’ın hikayesini bilir misiniz? Halikarnas Balıkçısı “Anadolu Efsaneleri” adlı kitabında aktarıyor.  Pan bir periye (Prtys) aşık oluyor. Onu kaçırmak isteyince peri çama dönüşüyor. Çamlar işte bu perinin ruhunu simgelediğinden her poyraz estiğinde inliyorlardı.  Flüt çalıp dolaşan Pan  çobanların tanrısıdır. Satirler  keçi ayaklıdır. O da bir satirdir. Pan hedonizmi yani dünya zevklerine düşkünlüğü simgelemektedir.  Panik yani çığlık sözü de ondan gelmektedir.

 

Kumyaka ve Trilye Mudanya kadar ünlü iki şirin Rum köyü. Buradaki kiliselerin de tarihi açıdan önemi çok yüksek. Bahar ayıyla beraber Kumyaka ile Trilye arasındaki asfalt yol kenarlarına katırtırnakları ile laden çiçekleri eşlik ediyor. Akdeniz iklimi öyle bir iklim ki çakır dikeni ile katır tırnağı yan yana. Katırtırnaklarından sözaçınca da aklıma Kumyaka geliyor…

 

Kumyaka’lı ablayla tesadüfen karşılaşmıştık Bursa’da bir yerde. Bir arkadaşımla Körfez’deki kıyıların betonlaştığından  dem vuruyorduk.  Meğerse o da kulak misafiri olmuş.  Mudanya’dan da söz açıldığında söze giriveriyor: “Mudanyamız güzeldir.”

Mudanya’da oturduğunu fakat  Kumyaka’lı olduğunu söylüyor. Kumyaka-Trilye arasında yaptığımız bir yürüyüşte asfalt yol boyunda  tüneyen çok büyük bir yılanla karşılaştığımızı söylemiştim. Cevabı hazırdı ona da: “Sen fırsatı kaçırmışsın yılan para demektir.”  Ne yapaydım yani eve mi götüreydim yılanı diye söylendim, hayret o ise köyde doğduğu halde hiç yılan görmemiş. Mezarlığa geldiklerinden falan söz açıp gitti…

 

Yılan, tahminim bir bozyörük (hazer) yılanıydı… Tehlikesiz hatta yararlı bir hayvandır ama çok iri ve ürkütücü bir hayvandı. O ise benim bedenimden ürkerek fırlayıp kaçmıştı. Zaten Türkiye’de yaşayan 54 tür yılandan sadece 13 türün zehirli, 3 türün yarı zehirli, 38 türün ise zehirsiz olduğu bilinir.

 

 

Denize yakın yaşamanız balıklar ya da deniz kuşlarına yakın olmakla beraber karayla ilintili canlılardan uzak olacağınız anlamına gelmez. Bir yol boyunda iri bir yılana rastlayabileceğiniz gibi bir çadır kampındaki baraka veya  ağaçlar arasında da yaşamını sürdüren yırtıcı hayvanlara  rastlayabilirdiniz. Hepsi de sonuçta bir insandan ürküp kaçarlar.  Kurşunlu’da mesela gelincik (kakım) görürdüm. Ancak bazı hayvanlar hakkında insanların önyargıları vardır. Gelincik ve yılan hakkında anlatılanlardan bir tanesi ise ibret verici:

Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan önce ölen ve yalnız yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması için ormanda yaralı bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan gibi olmasa da gelincik biraz uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna da bakmak zorundadır. Günler geçer ve kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır. Gelincik ile bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve döner.  Gelinciğin kanlı ağzını görür. Çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta hayvanı öldürür. Tam o sırada içerdeki odadan bebeğin sesi duyulur. Anne odaya yönelir. Odada beşiğin içindeki bebeğini ve yanında duran parçalanmış bir yılanı görür…

 

Kraliçe Viktorya döneminin de bir simgesi haline gelen bu korkusuz ve cesur hayvanın kürkü  bir şal gibi  boynunu da süslermiş…

 

Yılan görmek paraya tabirse ya yunus balığı neyin alametiydi. Kumla’da geçen yaz  iki kez canlı canlı yunusları gördüm.  İlkinde Büyükkumla’da denizden iki defa fırlayıp kaybolmuşlardı. Yanımdaki bir genç kitap okuduğum bankta bana bakıp “Sen de gördün mü?” diye sormuştu.  Ben daha önce yunusların körfezde sadece heykellerini görürdüm, Gemlik’te, Mudanya’da, Güzelyalı’da ve Küçükkumla’da…

 

Diğerini ise Küçükkumla iskelesindeki oltacılar göstermişti.  O daha açıkta yüzüyordu çünkü.  Balıkçılardan niye bu kadar seyrek göründüklerini sorduğumda  aslında açık denizlerde yaşadıklarını  fakat sardalya sürülerinin peşine takılarak kıyıya kadar sokulduklarını öğrenmiştim. B.Kumla’dakiler çok daha yakında görünmüşlerdi. Zaten bir dip balığı değil zargana, sardalya, palamut, hamsi, istavrit, uskumru, kılıç gibi su yüzeyine yakın yaşayan hava balıklarıydı bunlar.

 

Yukarıda çamlar, meşeler,  ardıçlar,

Ve çoğu unutulmuş ağıl yerleri

Önlerinde, susuz, sessiz bahçeleriyle

Taştan, tuğladan evler

Sade, sımsıcak köy evleri

 

Aşağıda dar uzun çayırlar

Ve yol boylarında

İncecik ve yalnız kızlar gibi

Yaban gülleri

(Ferit Durmuş)

 

Ferit Durmuş 1954 Ankara Örencik doğumlu.  İnsan sevgisiyle dolu doğuştan şair. Bursa’da yaşıyor. “Geçip Giderken” ilk şiir kitabı. Her dizesi sevgi, özlem ve doğa sevgisi içeren şiirler yüklü. İnsana ve doğaya olan yakın duyarlılığı kadar toplumsal sorunlara da duyarlı. Bunu yakından bilenlerden biriyim. Neden mi? Çocukluğumdan tanışız çünkü.

Geçtiğimiz günlerde yaptığımız kısa bir telefon görüşmesinde bana Kurşunlu’dan çocukluk günlerimden kalan aramızdaki konuşmayı anımsattı. Taştan kumdan kale yapıyormuşuz.  Ona, “Her taşın bir öyküsü vardır” dediğimi anımsattı. Bir güzel insana ne de güzel söylemişim. Unutmamış…

 

O yıllar kumdan kaleler kurardık, kumsaldaki taşlarla ördüğümüz minik iskelelerimiz de olurdu. Ben çocuktum o ise genç bir şair…

 

 

Narlı’da bir çocuk babasına suda yüzen yavru kefal (ilarya ya da liza) sürülerini gösteriyor heyecanla. Adam çocuğa “Deniz böyle temiz olursa balık da çok olur bak” diye öğüt veriyor. Karacaali köyü kahvesinde çardak altına toplanmış ihtiyarlar da kendi aralarında tartışıyor. Masa üzerindeki bir kafesin içine 2 kumru konmuş. Biri kuşlara bakıp konuşuyorken, beriki “Bu kuşlar aslında kafeste yaşar” diyor. Belli ki kafesin sahibi o, kuşları kafesleyen de galiba o. Ama kuşlar öyle mi? Kuşlar doğaya ait tıpkı denizdeki balıklar gibi…

 

“Bir hayvan bütün  işinin yaşamak olduğunu düşünür; insan ise yaşamı  bir şeyler yapmak için  bir olanak olarak görür.” der Aleksandr Herzen  (Suçlu Kim? Yordam Kitap,  1.Baskı, 2016, s. 28) Hayvanların insanları şüpheye düşürecek  yetenekleri de var halbuki bilhassa yuvalar kurma konusunda. Bu tür belgesellerden  birisinde bu muazzam yuvalara şahit olmuştum.  Bir erkek kirpi balığının eşini cezbetmek için kumdan yaptığı  yuva insanı hayrete düşürüyor. Hele ki bu yuvalara gösterdikleri ihtimam yanında evlerimiz bizim kumdan kalelerimiz kadar ilkel kalıyorlardı. Ya binbir sabır ve meşakketle kunduzların inşa ettikleri o  muhteşem barajlar, yer altına kentler kuran karıncalar, kuleler diken termit yuvaları. Onlara kim söz söyleyebilir ki.

 

 

“Mekanın Poetikası”  ise Gaston Bachelard’ın bir başyapıtı.  “Bu kitapta inceleme alanımızın iyice belirlenmiş olması, bizim için çok elverişli bir durumdur. Gerçekten de çok basit hayalleri, mutlu mekanın hayallerini incelemek istiyoruz.  Soruşturmalarımıza, bu yönelim çerçevesinde, yer-severlik (to pophilie) adı verilebilir.”diyordu Bachelard. (İthaki Yayınları, 2013, s. 27-28)

 

“Her hayvanın kendi yuvasını yaparken gösterdiği ustalık ve özen  o hayvana öylesine uygundur ki,  daha iyisini becerebilecek  başka bir varlık yoktur. Bu da onu tüm duvarcılardan, marangozlardan ve yapı ustalarından daha yetkin kılar;  çünkü şimdiye kadar hiçbir insan kendisi ve yavruları için,  o küçücük hayvanların yaptığı ölçüde yetkin bir yapı ortaya koymamıştır,  öyle ki bu konuda  şöyle bir atasözü bile vardır: insanlar  her şeyi yapmayı becerir, kuş yuvasından başka.”  (a.g.e., s. 125)

 

 

Örneğin, sosyal dokumacı kuşlarının (philetarius socius)  yuva ve paylaşım konusundaki dayanışmaları insanlara parmak ısırtacak seviyededir.  Vogelkop çardak kuşları ise   dişisine yaptığı   kur ve  yuva süslemesiyle  insan hemcinslerine taş çıkartır.

 

 

“Ama içi boş bir kabuk, tıpkı boş bir kuş yuvası gibi, sığınma üstüne kurulan düşleri çağırır. Doğa, bizi şaşırtmak için çok basit bir yol kullanır: yaptığı şeyi kocaman yapmak.” (Bachelard, a.g.e., s. 141-157)   Dev istiridye (tridacna gigas) 14 libre (7 kg) lık bir yumuşakça olmasına rağmen  kabuklarının ise her biri  250-300 kg gelir ve boyları 1-1,5 metre arasındadır. Çin’deki zengin mandarinlerin bu hayvanın tek bir kabuğundan yapılmış banyoları bile vardır…

 

Benim deniz canlılarıyla yaşadığım ilk heyecan çocukluk yıllarıma rastlar. O vakitler zeytinlikler çadır yeri olarak kiraya verilirdi. Şimdi adı Gemlik’le anılan Kurşunlu’da birkaç yaz geçirmiştik. Lodoslu bir günde kıyıya vurmak üzere olan  iki küçük zargana balığını   deniz suyuyla doldurduğum bir leğene koymuş, elimle yakaladığım yavru balıkları ertesi gün denize bırakmıştım. “Her Gün Yaşamak” adlı minik öykümde anlatmıştım bunu.

 

Bundan başka birçok kıyı balıklarını da yine Kurşunlu’da tanıdım. Kaya balıklarını, dikenli izmaritleri, isparileri.  Büyükkumla’ya ziyaretlerimizden birinde daha yakından tanıştım horozbinalarla. Bu küçük ama yapışkan balıklar da kıyıya yakın ve yosunlarla kayalar arasında yaşıyorlardı. Bir taşın altından bir yosunun arasından çıkıveriyor ama elinizden kayıveriyorlardı. Avucumun içinde misafir etmiştim kazara onları da…

 

İnsanlar ne diye bu kadar özensiz, gelişigüzel ve umursamazcasına konutlar yapar ki…

Devam Edecek!

 

Başlıksız Bir Yazı

alptekin cevherli

Sakın ola başlığı okuyunca, “Başlıksız Bir Yazı” ifadesi de sonuçta bir başlıktır, diye mantık yürütmeye kalkmayın sevgili okurlar.
Aslında yazımızın başlığı var tabi, ama içerisinde gizli…
 * * *
Gündeme bomba gibi düşen Almanya’daki Ermeni soykırımı yalanını kabul eden tasarı konusunun henüz fitili ateşlenmemişken aslında niyetimiz, “Amerikan Rüyası’nın Sonu mu?” diye sorarak ABD’deki başkanlık seçimlerini ve muhtemel sonuçlarını irdelemekti.
Öyle ya, dünyaya bir medeniyet projesi olarak sunulan; “özgürlükler ülkesi ABD”, bir emlak komisyoncusunun koltuk hırsına kapılıp dünyanın en diktatör ve gaddar devletine dönüşürse ne olur, diye bakacaktık.
Genelde böylesi durumlarda en fazla 30 – 40 yıl içerisinde o ülkeler yıkılır. Bazen bu süreç daha da hızlı olabilmektedir. Ancak ABD’nin böylesine hızlı çöküşü yeni oluşacak dünyayı nasıl etkiler?
Türkiye ve Türk Dünyası olarak buna ne kadar hazırız? Yeni oluşacak güçler dengesi arasında meselâ Çin, Rusya ve Almanya’ya karşı elimizde nasıl kozlar var? Ya da Balkanlar’dan ABD askeri çekildiğinde 3’üncü Dünya Savaşı çıkar mı? Çin, Batı Türkistan’ı işgale kalkarsa Rusya ile birlikte ne kadar karşı koyabiliriz? Japonya bizi destekler mi? Filan, falan gibi bazılarına göre sanırım çok uçuk, bazılarına göre de malûmun ilanı sorulara yanıt arayacaktık…
Ama tam da Almanya ile moda tabirle “Kanka” olmuşken, bir de ‘Almanya’daki Türkler’ vasıtasıyla böyle bir kazığı yemek veya “arkadan hançerlenmek” mevzu bahis olunca, dünyanın geleceğindense bizim kısa vadede durumumuzu tartışmak çok daha önemli hale geldi.
 * * *
Şimdi, Almanya Parlamentosundan geçen tasarı haklı mıydı, haksız mıydı?
Biz sadece Alman İmparatorluğu’nun önerdiği tehciri gerçekleştirmişken, şimdi de Almanların sanki ortada bir suç varmış gibi ve bunu da kendileri söylememiş gibi ortaya çıkmaları ne kadar doğru?
Hitler, çoğu Hazar Türkü 15 milyon Musevi’yi fırınlara doldurup yağlarından sabun yapmışken, bize ne soykırımından bahsedebiliyorlar denilebilecekken; ya da…
Afrika’nın bilmem neresindeki filanca sömürgesinde 17 milyon zenciyi kurşuna dizmiş bir Almanya’nın ne haddine bize soykırım yaptı demesi, denebilecekken;
Ya da Dünya gezegenine iki dünya savaşı hediye etmiş ve yüz milyonlarca insanın ölmesine neden olmuş bir millet, hiç mi kendi tarihini bilmez denilebilecekken;
Ya da Avrupa’daki çevre felaketlerinin baş müsebbibi olan sanayisi ile Doğu Avrupa’daki bütün sakat doğumların ve flora, fauna katlinin tek sorumlusu iken;
Tarihte “Nemçe” adıyla Osmanlı Devleti’ne kök söktürmüş, sonra da Türk milletinde psikolojik ters etki yapmasın diye adını Almanya’ya çevirdiğimiz Balkanlar’daki tarihi düşmanımız, milyonlarca Türk’ü Doğu Avrupa’da soykırıma tabi tutmuşken;
Ve Ey Almanya, gör bunları, sen kendini ne sanıyorsun diyebilecekken; bunların hiç birini söylemeyeceğim!
 * * *
Değerli dostlarım, Almanya parlamentosunda 11 Türk Milletvekili var. En azından biz öyle biliyoruz.
Bu insanlar Almanya’ya işçi olarak göç etmiş ailelerimizin çocukları veya torunları. Yani bizden insanlar, akrabalarımız…
Peki, biz bu vatandaşlarımızla nasıl bir ilişki kurmuşuz ki, bizden olan ve orada bizi savunmasını beklediğimiz bu vatandaşlarımız, bizim can düşmanımız haline gelmişler?
40 – 50 yılda bunu nasıl becerebilmişiz?
Öyle ya, bu insanların dedeleri, Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da bizim dedelerimizle beraber şehit düştüler. Hatta belki de bu insanların ninelerinin karınlarını, rahmindeki bebek kız mı, erkek mi diye iddiaya giren Ermeniler, Doğu Anadolu’da deştiler?
Yalan mı? Olmamış mıdır?
11 Vekilden bahsediyoruz… Haydi, içlerinden bir hain çıkar, iki hain çıkar ama hepsi de mi Ermeni soyu mu bunların?
Bunca yıldır Almanya’da yaşayan 3,5 milyon Türk’ten bir tane bile ‘gerçekten Türk’ vekil çıkaramadık mı yani?
Elin Alman’ı bizimkilerden fazla bizi savunmuş, var mı böyle bir şey?
Bu nedir biliyor musunuz?
Kendi parçamız olan bu insanları, sadece döviz kapısı olarak gören bir zihniyetin iflasıdır…
Almanya’daki 3,5 milyon vatandaşımızı buraya sadece Avro gönderen sağmal inek gibi gören, hem etinden, hem sütünden, hem postundan yararlanırız diyen anlayışın geldiği noktadır.
İnsanlar asla küsurat değildir!
Hınç yapar, kin tutar, kalleşlik edebilir…
Devlet isen bunları göz önüne alır ona göre ilişkini kurarsın.
Saldım çayıra, Mevlâ’m kayıra devlet, olmaz!
Bu insanların dedeleri, nineleri Almanya’ya gönderilirken ‘hayvan’ muamelesi gördü. Yeter ki, para gelsin denilerek, sınır kapısında donunu indirip üreme organlarına bakılırken Türk Devleti, “Dur kardeşim, ben sana işgücü olarak ‘insan’ gönderiyorum, damızlık inek değil!” deyip vatandaşına sahip çıkacaktı.
Kurbanlık koyun gibi dişlerine bakılırken, “Arkadaş bunlar fabrikada vidayı dişleriyle sıkmayacak, sen benim vatandaşımı böyle tahkir edemezsin” diyecekti!
Eee, demedi de ne oldu?
O insanların torunları dede ve ninelerinin öcünü çok acı bir şekilde aldı…
Şimdi o vakitler vatandaşını insan yerine koymayan, sahip çıkmayan idarecilerimiz artık kına yakabilirler…
O milletvekilleri Ermeni diasporasından para almıştır, almamıştır; haindir, değildir hiç önemli değil.
Neticede Türk vatandaşıdır. En azından eski vatandaşlarımızdı, akrabalarımızdı…
Almanya’daki 3,5 milyon Anadolu Türkü’nün ve 500 bin Azerbaycan Türkü’nün diaspora gücü, ülke toplam nüfusu 3 milyon bile olmayan Ermenistan devletçiği karşısında iflas etmiştir.
Siz ne derseniz deyin, gerisi lafü güzaftır.
Ama bu bizim ilk fiyaskomuz değil.
Aynısını 1974 Kıbrıs Türk Barış Harekâtı’ndan sonra da yaşadık.
1974’te Kıbrıs Türkleri tarafından ellerinde karanfillerle karşılanan Anadolu Türk’ü, yıl 2000’lere geldiğinde o insanların çocukları tarafından atılan “Kıbrıs’tan defol” sloganlarına muhatap oldu.
Yalan mı?
Bence nerede hata yapıyoruz; dostlarımızı, hatta kan bir, din bir, dil bir kardeşlerimizi dahi bu kadar kısa sürede kendimize nasıl düşman edebiliyoruz diye, başımızı ellerimizin arasına koyup kara kara düşünmenin vakti gelmiş de geçmektedir.
Aynı şey Anadolu’muzun doğusu için de geçerlidir…
Neyse, konuyu daha fazla uzatmayacağım: Netice, bu sistemle ve kafayla yürümez, bilesiniz!
Şimdi gelin, bu yazıya da başlığı siz koyun…a11a12