Etiket arşivi: Üzerine

‘DEVLETTE  DEVAMLILIK’  HİÇ BİR  ZAMAN  OLMADI  

 

Keşke olsaydı.

 

Akif’in dediği “Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?” dediği yerdeydik hep. Atsız gibi tarihçiler sağolsun Türk Tarihinin tamamını bir bütün ve aradaki devletleri de o bütün içerisindeki hanedan devreleri olarak gördüler. Ama gerçekler acımasızdı ve bizim gibi romantik milliyetçilerin sırtında kırbaç gibi şakladı. Bkz: Han Duvarları.

Ne Mete (Motun) Han Teoman’ın (Tuman) yolundan gitti, ne de Kiok (Küyük) Mete’nin izinden.. Göktürklere en geniş sınırları kazandıran Mukan Kağan’dan sonra gelenlerin hiçbiri o stratejiyi sürdürmedi.  Devamı ‘Tarihi Çevir’de “Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler / Türk’ün yüce tarihine binbir zafer ekler” diye geçer. Doğrudur lâkin zaferlerde de istikrar yoktur. 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesi’ndeki Komutanı anmadan Zafer kutlaması Devlet dersine devamsızlığın en güncel kanıtı.

4 bin yıllık yayvan bir tarihi dondurma yalar gibi dizilerden öğrenemezsin güzel kardeşim. Derinliğine nüfuz etmek için çift sürüp ecdat toprağında ırgat gibi çalışacaksın. Zoraki gol bulmuş galip takımlar gibi süreden çalmayacaksın. Dön başa, süreksize yüreksiz diyerek..

Süre deyince Osmanlı’nın 623 yılı (1299 – 11922) geldi aklıma, sonra da Roma’nın 1229 yılı (MÖ 753 – MS 476) ve Bizans’ın 1058 yılı (395 – 1453). Akdeniz Havzasının özeti bu 3 devlet de bizimkisi niye bin yıllık değil? Kurucu atalar (Ertuğrul, Osman, Orhan) sağolsunlar ama I.Murad’ın dahi sürdürdüğü o temel kurguyu oğlu Yıldırım Beyazıt değiştirmiş ve fasılalı bir şoka sebep olmuştur. Sonradan Fatih’le hem hayâline hem de kırmızı kaplı kitabına kavuşan Devletimiz II.Beyazıt nötralizasyonuyla gevişe, Yavuz ve Kanunî’yle de değişime uğramıştır.

Şöyle ki: Doğu Roma’yı alan ve Kayzer lâkabıyla kendini Batı Roma’nın da vârisi ilan ederek 1000 yıl önceki Batı Hunlu dedesi Attila’nın hayâlini gerçekleştirme aşamasındaki Fatih Sultan Mehmet’in büyük oğlu, babası kılıklı küçük oğulun maceralarından ötürü mâzur. Torun Yavuz’un Batı’ya ömür yetirememesine de tamam diyelim de Muhteşem Süleyman niye büyük dedesinin yolundan gitmemiş? Namluyu İtalya yerine Avusturya’ya ve Roma yerine Viyana’ya çevirince kırmızı çizgilerimiz işlevsizleşmedi mi?

Roma, Cenova ve Venedik’e hâkim olarak Akdeniz’in tamamına erkenden hâkim olsaydı da kara seferlerinde boşuna enerji ve işgücü kaybetmeseydi daha iyi değil miydi? Hem Almanya’nın iki Dünya Savaşını da ‘kara devleti’ olma gerekçesiyle kaybettiğini yorumla hem de Kanunî’nin boş Batı Seferlerini öv. Hem dikey bir Akdeniz gibi duran İngiltere’nin limanlar ve deniz ticareti vasıtasıyla ‘Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk’ kurduğunu anlat hem de Sultan Süleyman’ın o fırsatı heba etmesine seyirci kal.

Hele hele veliaht seçimi.. Her şeye rağmen 46 yıllık padişahlığının çokça yılını ve ömrünün 72. yıldönümünü at sırtında geçir, oğlun bir defa bile sefere çıkmasın; akabinde de ‘Devlette devamlılık esastır’ de. Belki de bin yıl sürecek bir devlet imkânı önce süreksizliğimize sonra da yüreksizliğimize takılarak heba oldu gitti. Fatih Sultan Mehmet’e tartışmasız Osmanlı’nın en büyük padişahı, Devleti imparatorluk düzeniyle temellendiren kişi diyoruz ama yolundan gitmiyoruz, gitmeyenleri de ondan farklı anmıyoruz.

Aynısını Atatürk’e de yapıyoruz. Komutanlığı ve devlet inşa yeteneğiyle Fatih’in bir benzeri olan kişiyi anmadan kahramanlık anması vefasızlığına kalkışılması, onun ‘Çağdaş Uygarlık Düzeyine Ulaşmak ve Aşmak’ dediği hedeflerin artık yılan hikâyesine dönen yerli uçak, millî teknoloji mevzularında söz içkilerine meze edilmesi devamsızlığımızın aslında bizi nerelere götüreceğini de hatırlatıyor?

Hatırla Ey Peri” çalarsa çalsın, hatırlamayacağım. Zaten ‘Bana Herşeybir şeyiHatırlatıyor’; Devlette devamsızlığı. Forsta kaç yıldız vardı; 17 mi, 18 mi?

Aydınlar Üzerine…

“Kapalı odanızdan çıkın, çevrenize bakın ve yanıtlarınızı sokakta arayın. Her yerde barışçıl ve silahsız yurttaş yığınlarını kurşunlayarak iç savaşı başlatan bizzat hükümet olmamış mıdır?” Lenin (İki Taktik)

Aydınlar ya da aydın sorunu üzerine yazılmış en bilindik derli toplu kitap Jean Paul Sartre tarafından yazılmıştır “Aydınlar Üzerine” (Plaidoyer pour les intellectuels) . Geçtiğimiz yıl okumuştum aydınlar üzerine kitabını. Sartre, tarihte Nobel ödülünü ilk reddeden kişidir bunu açıklarken “resmi ödülleri hep reddetmişimdir” diyordu… 1938 de kaleme aldığı bu eserin Fransa’nın Cezayir soykırımı ile Nazilerin henüz Musevilerin soykırımına (holokost) başlamadıkları yani 2.Dünya Savaşı’nın başına denk gelmiş olması önemini daha da arttırmaktaydı. Kitabında özetleyecek olursak aydın için, “ezilen sınıf için şüpheli, egemen sınıf için hain” sayılan kişi saptamasını yapıyordu Sartre. Sartre’a göre kısaca aydın, “Çabası hâkim sınıfça suç sayılan kimse” idi.

Evvelki yaz görevden istifa ettikten sonra emekli olana kadar olan boşluğu doldurmak için edindiğim yazlığın olduğu Kumla’da (Gemlik’e bağlı bir sayfiye) okuduğum aydınlar üzerine yazılan birçok kitaptan da birisiydi.

Kumla’da sadece kitap mı okuyordum? Hayır. Büyük Kumla’da küçük parkta kitap okuyup kulaklığımı takarak sevdiğim müzikleri de dinliyorum. Büyük Kumla’dan Küçük Kumla’ya dönüşümde yolumun üzerinde hoşuma da giden ama nedense hep çok sakin fakat çaldığı müzikler genelde ilgimi çeken bir cafe vardır. Girişindeki takta “Laz Olympus” yazan bir eğlence merkezinin içindeydi.

Yine birgün kulaklığı çıkarıp elime alarak önünden geçerken bahçesinde bir masa çevresinde oturmuş 3-4 genç…

O sırada sık sık dinlediğim Metallica’nın en hit parçalarından birisi çalıyordu: “Wherever I may roam”. Gençlerden biri nereden geliyor bu ses diye sağına soluna bakıp arkadaşlarına sormuştu. İçlerinden biri beni gösterince bu gencin yumruğunu kaldırarak bana uzun bir “helal” çekmesi aklımdan hiç çıkmıyor…

Metallica ya da mensup olduğu heavy metal grupların yaptığı müzik bazı çevrelerce ülkemizde de, gürültücü, ahlak dışı işlere veya şiddete özendiren bir müzik türü olarak görülür ve böyle “kültürleme” yaptığı iddia edilir. Öyle mi peki? Yok…

Metallica ve önde giden heavy metal gruplar ki (öncü olarak hep Megadeth ve İron Maiden’le birlikte akla gelir) aksine şiddeti teşvik etmezler, eskilerin deyimiyle eğretileme, mecazlar ya da taliller yoluyla yererler…  Aksine batıyı batılı eleştiren varoluşçuluğun öncüsü Kierkegaard’ın deyimiyle “estetik aşama”ya takılıp kalmış yani hazların peşinde koşan kesimlerin yaşam biçimlerini eleştirirler…

Bunlardan birisi de hiç kuşku yok ki burjuvazinin kapitalist sistemlerin krize sürüklediği toplumsal koşullarda başvurdukları savaş politikalarıdır… Misal “No Remorse” tam da böyle bir şarkıdır:

“Kan besliyor savaş makinesini

Ülkeyi yiyerek yolunu açarken

Duymuyoruz kederi hissetme gereksinimini

‘Acıma yok’ tek emirdir bizim için


Yalnızca güçlüler sağ kalır

Zayıf ırkı kurtarma isteğimiz yok

Yeni gelen herkesi öldürmeye hazırız

Suratınıza doğrultulmuş dolu bir silah gibiyiz”,

der Metallica…

“Aydın kendi çıkarlarıyla toplumun çıkarlarını eş gören toplumun demokrasiye kavuşması için kendini borçlu ve sorumlu sayan kimsedir” demişti Aziz Nesin [Fehmi Enginalp’in (Aziz Nesin’in Bursa Günleri) kitabındaki  Nahit Kayabaşı ile Söyleşisi’nden alıntıladım] Her çağ ve toplumda ne yazık ki koşullara göre olması gerek aydın için bir de aydın sorunu var. Fazıl Say, “Arabesk, toplumsal çöküşün ölümü bekleyen tembel ruhudur” demişti bir yerde. Hadi bugün taverna müzisyenleri bar şarkıcılarını geçtik de o koca koca aydın geçinen yazarların filozofların tavrına ne demeli… Çıkardan yana olmak mı, bir tür korkaklık mı?..

“Entelektüel devrimci olabilmek için entelektüel olmaktan vazgeçmek gerekiyor.” demekle ne demek istemişti  Godard (bu sözü aktaran Ataol Behramoğlu, Türk Aydınının Sivas’la İmtihanı, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2008)

Walter Benjamin 1933’te Almanya’yı terk ederek Paris’e yerleşmiş Yahudi kökenli ve Nazi baskısıyla intihara sürüklenmiş Marksist bir ideolog idi. Erich Mühsan, vicdani retçi (savaş karşıtı) olduğu için Oranienburgh’taki bir toplama kampında öldürüldü.

Buna karşılık Carl Schmitt, Hitler’in hukuk danışmanı anayasa mahkemesi başkanı oldu.  Anayasal (çoğunluğun) diktatörlüğünü savunmuştur.  “Parlamenter Demokrasi Sorunsalı” diye de bir kitap yazmıştır. Michel Faucoult, Leon Strauss hatta Nietzsche’yi etkiledi.

Nazi ideolojisinin felsefesine soyunmuş “Varlık ve Zaman”ın yazarı Profesör Martin Heidegger de bunlardan birisiydi.

Hitler denen ırkçı diktatörün böyle yandaşları da olmuştu ne yazık ki…

Bugün subliminal (gizli) ya da  açık açık (doğrudan) mesajlarla veriliyor doz…   Desensitize (tıpça duyarsızlaşmış, hissizleşmiş) bir toplum yaratılmak isteniyordu… Öyle ki ilk denemeler de (lobotomi) o dönemde yapılmıştır…

Oysa her koşulda  aydının mazeretsiz tavrı muhalif olmaktır Sartre’a  göre… “Entelektüelin görevi mistifiye edileni demistifiye etmektir” diyordu Fikret Başkaya. Yani anlaşılmaz hale sokulanı anlaşılır hale getirmek…

Metallica’da olduğu gibi militarizm, şiddet ve uyuşturucu karşıtı ya da “Barış mesajları” etkili olur mu olmaz mı? Elbet tartışılır…

Knut Hamsun gibi faşizm yanlısı Nobel ödüllü ünlü yazarlara karşılık bu ödülü reddeden Sartre “Kapitalistlerin benden intikam alma isteğinden başka bir şey değil” diyebiliyordu. “Legion d’honneur” ödülü veriliyordu bunu reddedebiliyor,  “Sartre, her şeyden önce bir Fransa’dır” diyebiliyordu De Gaulle. Çünkü Sartre, Fransa’nın Cezayir’deki soykırımına karşı dik duruş sergileyebiliyor ve sözde vatansever Fransızların eleştiri oklarını üzerine çekerek katliamcıların sundukları  “Vatan hainliği” payesini de göze alabiliyordu…

Sartre’nın  “orta sınıf ürünü”  diye nitelenen aydın konusunda başlattığı tartışma, aydınlar ile sorumluluğunu taşıdığı kitleler arasındaki günümüzde  aydın sorunu olarak ele alınmakta. Aydın kavramı bizde de Vedat Günyol ile başlayan bir dizi tartışmaya konu olur ve Oğuz Atay, Melih Cevdet Anday, Yusuf Atılgan, Demirtaş Ceyhun gibi yazarlarca roman veya deneme gibi türler yoluyla ele alınırlar…

Aydın konusundan ne anladığımız bugün hala tartışmalıdır ya da tartışılmalıdır…

“Bugün bizi yakından ilgilendiren sorun aydınlar tabakasıyla proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır.” Lenin (Bir Adım İleri İki Adım Geri)

Tamer UYSAL

https://www.facebook.com/tamer.uysal.125

Aydınlar Üzerine…

“Kapalı odanızdan çıkın, çevrenize bakın ve yanıtlarınızı sokakta arayın. Her yerde barışçıl ve silahsız yurttaş yığınlarını kurşunlayarak iç savaşı başlatan bizzat hükümet olmamış mıdır?”Lenin (İki Taktik)

Aydınlar ya da aydın sorunu üzerine yazılmış en bilindik derli toplu kitap Jean Paul Sartre tarafından yazılmıştır “Aydınlar Üzerine” (Plaidoyer pour les intellectuels) . Geçtiğimiz yıl okumuştum aydınlar üzerine kitabını. Sartre, tarihte Nobel ödülünü ilk reddeden kişidir bunu açıklarken “resmi ödülleri hep reddetmişimdir” diyordu… 1938 de kaleme aldığı bu eserin Fransa’nın Cezayir soykırımı ile Nazilerin henüz Musevilerin soykırımına (holokost) başlamadıkları yani 2.Dünya Savaşı’nın başına denk gelmiş olması önemini daha da arttırmaktaydı. Kitabında özetleyecek olursak aydın için, “ezilen sınıf için şüpheli, egemen sınıf için hain” sayılan kişi saptamasını yapıyordu Sartre. Sartre’a göre kısaca aydın, “Çabası hâkim sınıfça suç sayılan kimse” idi.

Evvelki yaz görevden istifa ettikten sonra emekli olana kadar olan boşluğu doldurmak için edindiğim yazlığın olduğu Kumla’da (Gemlik’e bağlı bir sayfiye) okuduğum aydınlar üzerine yazılan birçok kitaptan da birisiydi.

Kumla’da sadece kitap mı okuyordum? Hayır. Büyük Kumla’da küçük parkta kitap okuyup kulaklığımı takarak sevdiğim müzikleri de dinliyorum. Büyük Kumla’dan Küçük Kumla’ya dönüşümde yolumun üzerinde hoşuma da giden ama nedense hep çok sakin fakat çaldığı müzikler genelde ilgimi çeken bir cafe vardır. Girişindeki takta “Laz Olympus” yazan bir eğlence merkezinin içindeydi.

Yine birgün kulaklığı çıkarıp elime alarak önünden geçerken bahçesinde bir masa çevresinde oturmuş 3-4 genç…

O sırada sık sık dinlediğim Metallica’nın en hit parçalarından birisi çalıyordu: “Wherever I may roam”. Gençlerden biri nereden geliyor bu ses diye sağına soluna bakıp arkadaşlarına sormuştu. İçlerinden biri beni gösterince bu gencin yumruğunu kaldırarak bana uzun bir “helal” çekmesi aklımdan hiç çıkmıyor…

Metallica ya da mensup olduğu heavy metal grupların yaptığı müzik bazı çevrelerce ülkemizde de, gürültücü, ahlak dışı işlere veya şiddete özendiren bir müzik türü olarak görülür ve böyle“kültürleme” yaptığı iddia edilir. Öyle mi peki? Yok…

Metallica ve önde giden heavy metal gruplar ki (öncü olarak hep Megadeth ve İron Maiden’le birlikte akla gelir) aksine şiddeti teşvik etmezler, eskilerin deyimiyle eğretileme, mecazlar ya da taliller yoluyla yererler…  Aksine batıyı batılı eleştiren varoluşçuluğun öncüsü Kierkegaard’ın deyimiyle “estetik aşama”ya takılıp kalmış yani hazların peşinde koşan kesimlerin yaşam biçimlerini eleştirirler…

Bunlardan birisi de hiç kuşku yok ki burjuvazinin kapitalist sistemlerin krize sürüklediği toplumsal koşullarda başvurdukları savaş politikalarıdır… Misal “No Remorse” tam da böyle bir şarkıdır:

“Kan besliyor savaş makinesini

Ülkeyi yiyerek yolunu açarken

Duymuyoruz kederi hissetme gereksinimini

‘Acıma yok’ tek emirdir bizim için


Yalnızca güçlüler sağ kalır

Zayıf ırkı kurtarma isteğimiz yok

Yeni gelen herkesi öldürmeye hazırız

Suratınıza doğrultulmuş dolu bir silah gibiyiz”,

der Metallica…

“Aydın Kendi çıkarlarıyla toplumun çıkarlarını eş gören toplumun demokrasiye kavuşması için kendini borçlu ve sorumlu sayan kimsedir” demişti Aziz Nesin [Fehmi Enginalp’in (Aziz Nesin’in Bursa Günleri) kitabındaki  Nahit Kayabaşı ile Söyleşisi’nden alıntıladım] Her çağ ve toplumda ne yazık ki koşullara göre olması gerek aydın için bir de aydın sorunu var. Fazıl Say,“Arabesk, toplumsal çöküşün ölümü bekleyen tembel ruhudur” demişti bir yerde. Hadi bugün taverna müzisyenleri bar şarkıcılarını geçtik de o koca koca aydın geçinen yazarların filozofların tavrına ne demeli… Çıkardan yana olmak mı, bir tür korkaklık mı?..

“Entelektüel devrimci olabilmek için entelektüel olmaktan vazgeçmek gerekiyor.” demekle ne demek istemişti  Godard (bu sözü aktaran Ataol Behramoğlu, Türk Aydınının Sivas’la İmtihanı, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2008)

Walter Benjamin 1933’te Almanya’yı terk ederek Paris’e yerleşmiş Yahudi kökenli ve Nazi baskısıyla intihara sürüklenmiş Marksist bir ideolog idi. Erich Mühsan, vicdani retçi (savaş karşıtı) olduğu için Oranienburgh’taki bir toplama kampında öldürüldü.

Buna karşılık Carl Schmitt, Hitler’in hukuk danışmanı anayasa mahkemesi başkanı oldu.  Anayasal (çoğunluğun) diktatörlüğünü savunmuştur.  “Parlamenter Demokrasi Sorunsalı” diye de bir kitap yazmıştır. Michel Faucoult, Leon Strauss hatta Nietzsche’yi etkiledi.

Nazi ideolojisinin felsefesine soyunmuş “Varlık ve Zaman”ın yazarı Profesör Martin Heidegger de bunlardan birisiydi.

Hitler denen ırkçı diktatörün böyle yandaşları da olmuştu ne yazık ki…

Bugün subliminal (gizli) ya da  açık açık (doğrudan) mesajlarla veriliyor doz…   Desensitize (tıpça duyarsızlaşmış, hissizleşmiş) bir toplum yaratılmak isteniyordu… Öyle ki ilk denemeler de (lobotomi) o dönemde yapılmıştır…

Oysa her koşulda  aydının mazeretsiz tavrı muhalif olmaktır Sartre’a  göre… “Entelektüelin görevi mistifiye edileni demistifiye etmektir” diyordu Fikret Başkaya. Yani anlaşılmaz hale sokulanı anlaşılır hale getirmek…

Metallica’da olduğu gibi militarizm, şiddet ve uyuşturucu karşıtı ya da “Barış mesajları” etkili olur mu olmaz mı? Elbet tartışılır…

Knut Hamsun gibi faşizm yanlısı Nobel ödüllü ünlü yazarlara karşılık bu ödülü reddeden Sartre “Kapitalistlerin benden intikam alma isteğinden başka bir şey değil” diyebiliyordu. “Legion d’honneur” ödülü veriliyordu bunu reddedebiliyor,  “Sartre, her şeyden önce bir Fransa’dır” diyebiliyordu De Gaulle. Çünkü Sartre, Fransa’nın Cezayir’deki soykırımına karşı dik duruş sergileyebiliyor ve sözde vatansever Fransızların eleştiri oklarını üzerine çekerek katliamcıların sundukları  “Vatan hainliği” payesini de göze alabiliyordu…

Sartre’nın  “orta sınıf ürünü”  diye nitelenen aydın konusunda başlattığı tartışma, aydınlar ile sorumluluğunu taşıdığı kitleler arasındaki günümüzde  aydın sorunu olarak ele alınmakta. Aydın kavramı bizde de Vedat Günyol ile başlayan bir dizi tartışmaya konu olur ve Oğuz Atay, Melih Cevdet Anday, Yusuf Atılgan, Demirtaş Ceyhun gibi yazarlarca roman veya deneme gibi türler yoluyla ele alınırlar…

Aydın konusundan ne anladığımız bugün hala tartışmalıdır ya da tartışılmalıdır…

“Bugün bizi yakından ilgilendiren sorun aydınlar tabakasıyla proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır.” Lenin (Bir Adım İleri İki Adım Geri)

Tamer UYSAL

Batıdan Esen İftira Rüzgârları

Süleyman Şah Türbesi o zamanki kargaşa ortamından çıkartılıp sükûnete taşındı diye bir zamanlar toprak kaybettik veryansınıyla ortalığı ayağa kaldıranlar olmuştu. Varsayalım ki psikopatın biri mahalleyi ateşe verdi ve çıkarttığı yangın evimize doğru yaklaşıyor. Hala vaktimiz varken yapacağımız ilk iş ne olurdu? Sanırım hepimiz en değerli eşyalarımızı evden çıkartmanın telaşına düşerdik.

Türbeyi taşımaktaki amacımızda aslında bu misaldeki durumdan pek farklı değildi lakin bazıları bunu anlamadı ya da anlamak istemedi.

O gün Suriye’de strateji gereği yer değiştirmemize kızanlar, ne gariptir ki bugün yine aynı coğrafyada ileriye dönük attığımız her adımı eleştirmekteler.

Olsun, varsın eleştirsinler.

Hakaret, aşağılama, itibarsızlaştırma, yalan, kandırma, halkı manipüle etme gibi gayeler taşımadığı sürece hiçbir eleştirinin zararı yoktur. Yani varsın herkes en iyi bildiği şeyi yapmaya devam ededursun. Bir tarafta Bazıları hala girsek mi girmesek mi? İlerlesek mi ilerlemesek mi? diye tartışırken öte tarafta kahraman ordumuz önce “Fırat Kalkanı” operasyonu ile Elbab’ı ardından da “Zeytin Dalı” harekâtıyla Afrin bölgesini teröristlerden arındırmayı başardı. İnşallah şartlar oluştuktan sonra diğer bölgelere yönelik ilerleyişimiz de sürecek ve sınırımızı Amerikan şımartması eşkıyalardan dip bucak temizleyeceğiz.

Bunlar şüphesiz ki pek çoğumuz tarafından bilinen ve dile getirilen ortak duygulardır. O yüzden üzerlerinde fazla durmayacağım. Benim asıl dikkatlerinizi çekmek istediğim iki husus var.

İlki: Bırakın ilçeleri şehirlerin dahi birkaç gün içinde el değiştirdiği Suriye’de neden bizim operasyonlarımız aylarca sürüyor?

Bu soruya cevaben ordumuzun yetersiz olduğunu söyleyen emin olun bizi tanımıyor demektir, hem de hiç tanımıyor. Çünkü bizim yavaşlığımız zayıflıktan değil insana verdiğimiz değerden kaynaklanmaktadır. Zira Suriyeliler, kendi vatandaşlarından dahi görmediği merhameti Mehmetçik’ten görmüş ve gözler belki de uzun bir aradan sonra ilk defa sevinç gözyaşları dökmeye başlamıştır. Sivil halk vicdan sahibi üniformalı görmenin verdiği şaşkınlıkla askerlerimizi bağrına basmıştır. Abarttığımı düşünenler Fırat Kalkanı operasyonu sonrasında anılarını anlatan askerlerimizi dinlerse ne demek istediğimi sanırım daha iyi anlayacaklardır.

Yani bizi yavaşlatan içimizdeki insan sevgisidir dostlar. Komşunun yardımına koşarken evini yıkmama hassasiyetidir. Sekiz yıldır at koşturanlardan farklı olduğumuzu gösterme çabasıdır. İmha etmeye değil inşa etmeye yönelik gayretin kanıtıdır.

İkinci değinmek istediğim husus: Operasyonlarımızın işgale dönüşmemesi noktasında bizi uyaran hatta bizzat işgalci iftirasında bulunan ülkeler hakkında. Kimlerden mi bahsediyorum?

Hani Afrika’yı aralarında paylaşıp köşe bucak sömüren, oradaki halkları birbirine düşman edip savaştıran, nerede üç kuruşluk değeri olan bir şey varsa onu çalıp götüren, milyonlarca Afrikalıyı en vahşi şekilde öldüren, öldürmediklerini aç susuz bırakan, bir parça ekmek ve bir yudum su uzattıklarını da köleleştiren, kadınlara ve dahi çocuklara tecavüz etmeyi marifet bilen, üstelik bu zulümleri sadece Afrika’da değil dünyanın dört bir tarafında da yapan ve yapmaya da devam eden, tüm bu olan bitenden sonra da kendi coğrafyasında medeni geçinen, insan hakları diye övünen, kadın ve çocuk hakları üzerine nutuklar çeken ikiyüzlü devletler var ya işte onlardan bahsediyorum.

İlla somut bir örnek gerekiyorsa Fransa’yı söyleyebiliriz fakat pek çoğunun da birbirinin aynı olduğunu elbette biliriz.

Aslında onlar bizim işgalci olmadığımızı çok iyi bilirler çünkü işgalin ne demek olduğunu en iyi bilen kendileridir, lakin amaçları başka. Amaçları, Türkiye’yi işgalci gibi gösterip tarihe bu şekilde not düşmek ve millet olarak bizleri itibarsızlaştırmak olsa gerek. Zaten yardım severlik, Hoş görü, şefkat, merhamet gibi hasletleriyle nam salmış milletimizin hafızalardaki bu imajını başka ne şekilde yok edebilirler ki?

Buradan “Ey batılı zalimler” diye seslenmek istiyorum. Eğer biz işgalci olsaydık operasyonlarımız aylarca sürmez, üç beş günde son bulurdu. Ve unutulmamalı ki Suriye’de bizim operasyonlarımızın dışında kim nereye bir bomba atmışsa o bombadan, elinde silah tutanlardan ziyade kadınlar, çocuklar, bebekler, yaşlılar zarar görmüştür.

Son sözümüzü not olarak sayfanın sonuna eklemek kaydıyla yazımızı: Başaramayacaksınız, bizleri işgalci olarak yaftalayamayacaksınız diyerek sonlandıralım.

Not: İslam için ve İslamlaştırılmış toprakları savunmak uğruna vurulup toprağa düşmüş ilk şehitten bugüne dek gelmiş geçmiş tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Hepimiz şunu iyi bilmeli ve hazır olmalıyız ki hak ile batılın savaşı kıyamete kadar sürecek ve Hak Teâlâ her dönemde birilerini şehitlikle şereflendirecektir.

Ne mutlu Allah’ın şerefli kullarına…

Aras ASİLOĞLU

BURSA ÜZERİNE ( 3 )

Taşlar değil, yapılan işler anıtları meydana getirir.
(J.T.Motley)

tamer uysalMaddeye yaratıcı gibi yaklaşmak sanatı özgür kılmakla mümkün…Sanırım yine Emre Kongar’a ait ifadeydi. Üniversite okuduğum yıllardaki bir kitaptan..O yıllarda yakın bir komşumuz vardı Adam benim de doğduğum aynı kenar bir mahalleden çıkıyor NASA’da çalışıyor. Yerel gazetelerden birinde röportajı çıkıyor. “Bilim adamı olmaya nasıl karar verdiniz?” diye sormuşlar. Not almışım şöyle diyordu: Bilim adamı olmaya yönlenmem, üniversite okuduğum ortamın getirdiği bir sonuçtur. Yoksa hiç kimse bilim adamı olacak diye dünyaya gelmez”. Oysa çağdaş insan değerlerini insan onuruna saygı sevgiyi eğitimde eşitlik, özgürlük, üretken ve yapıcı tartışma ortamını savunan insanları toplum olarak anlayabildik mi, Server Tanilli gibi bir aydının çektiği acıları unutmak mümkün mü?

İşte Mir İşte Uluslararası Uzay Üssü… Binlerce yıl mağaralarda yaşayan insanlık bilmediği yerlere ulaşma cesareti gösterebilir miydi adım bile atamazdı herhalde. Günümüzde bu cesareti gösteren bilim insanları belki de milyonlarca yıl sonra yeryüzü dışında da yaşam ortamı yaratmayı başardılar.

Binlerce yıl sonra insanın en temel gereksinimi sayılan barınma sorunu tam olarak çözülmemişken günümüzde bazı araştırmacılar kentlere ilişkin olarak “küresel köy” ifadesini kullanıyorlar. Onlara göre ulus, devlet gibi kavramlar yerine zihinsel ve mekansal dönüşüm merkezleri olarak kentler ön plana çıkmaktadır. H.Spenser de gibi bireyci, işlevsel ve salt ekonomik açıdan ele alınan kentleşme olgusu halbuki M.Faucault’un deyişiyle “biyo-iktidar” yoluyla yani iletişim ve bilgi ağlarıyla kontrol edilebilir hale geliyordu.

El oğlu uzaylarda yaşam alanları yaratmışken… Bir şeyin tabu olması için anlaşılması değil anlaşılmaması şarttır diyordu Kemal Tahir. Karl Marx da, “Görünen gerçek olsaydı bilimlere gerek kalmazdı.” Eğer bilgi olmasaydı artık yapay uydular nasıl gerçek olabilirdi. Tarihçi Fernand Braudel Uygarlıkların Grameri isimli bir kitap yazar ve şöyle der: “Yollar neredeyse şehirler oradadır.” Ne yazık ki bir uygarlık gelişim ölçüsü olan nesneler bizde hala salt bir politika malzemesi sayılabiliyor. Düne kadar karşı çıktıkları olguları bugün büyük bir iştahla savunabiliyorlar…

Düşünmeden, acımadan, utanmadan
yüksek kaleler kurmuşlar dört yanıma.
Umutsuzluk içinde böyle hep
bir şey düşünmez oldum alınyazımdan başka.
Dışarıda görülecek bir sürü işim vardı
ben nasıl sezmedim kaleler kuruldu da.
Ses seda işitmedim çalışan işçilerden
habersiz kapadılar beni dünyanın dışına.

Böyle sesleniyor C.Kavafis. Yüksek yüksek tepelerden kaya ve ağaç oyuklarından düzlüklere inip yerleşik yaşama geçen insanlık neden yeni baştan etrafına duvar ördükleri kaleler, şehirler kurdu. İklimler değişip yeni bitkiler, yeni hayvanlar, yeni eşyalar, yeni evler ortaya çıktıkça insanlık doğaya daha kolay uyum sağlayıp kontrol altına alma olanağına kavuştu. Ama kendi çevresine de duvarlar örmeye başladı.

Yaklaşık 20 büyük uygarlığa beşik olan Anadolu için; Anadolu mozayiği deyimini kullanıyor Veli Sevin de (Anadolu Arkeolojisi). Coğrafyası farklı , doğal kaynakları farklı uygarlıklar inşa ede ede bugünlere ulaşmış renkli bir tablodur Anadolu… Ne yazık ki altını bulup işleyen ve parayı icat eden coğrafyada da bununla birlikte büyük kale kentler (sitadel), zengin ticari koloniler, bey sarayları kuran insanlar süs eşyalarını ve silahları da keşfetmişti…

Halil inalcık (Devleti Aliye) Bursa’nın 15 ve 16. yy da Ortadoğu’nun en önemli ticaret ve sanayi merkezlerinden biri olduğunu belirtiyor (S.268) Ancak ipekli dokumacılık gelişmesine rağmen bunu sürdüremediğini belirtiyor:

Geçmiş zamanlardan kalan aydınlık
İpek gecelerine iner sel gibi.
Yıldızların koynunda erir aydınlık
Yeşil rengi bir darbımesel gibi.

İlhan Geçer’in bu şiirinde kalan mısra şimdi: İpek ve yeşil…Her ikisini de çoktan unuttuk halbuki. İki vefalı dost gibi terkettiler bizi. Gelelim ipek tenli yeşil dokulu Bursa’ma. Nerede… Uygarlıklar mozayiğinin zümrüt yeşil coğrafyası.

Yaşamsal izler, ilk gerçek buluntular Bursa’dan çok uzakta ve geç neolitik çağa aitlerdi. İznik Gölü batı kenarında Ilıpınar höyüğünde ve Yenişehir ovası Menteşehöyükte yapılan kazılar 8 bin yıl öncesine işaret ediyordu. Göçebe çiftçi ve yerli balıkçı kültürlerini belgeleyen izlerdi bunlar. Her biri bir su kenarında deniz kıyısına yakın kurulmuşlardı. Basit, sade…

Hitit beyleri, Frig (Phryg),Urartu ve Lidya krallıkları kurulmuş sırayla. Antik çağların merkezi devletleri de kimi zaman dost kimi zaman istilacı olmuşlar birbirlerine sonrakiler gibi. Antik çağın bitimi Yunan kolonilerinin ve göçmen kavimlerin (Bithynia) )dağılması ve dinsel çatışmaların üzerine kurulan Roma-Bizans devleti ile kapanıyor. Osmanlı beylerinin ılgar boylarının kuvvetiyle kurduğu Osmanlı Devleti tarih sahnesinde yerini alıyor…

bizanslı bir duvar
osmanlı bir çınar
dağların etekleri tutuşmuş
yanar ha yanar
sebillerde su
ocaklarda kül
say ki bir yürektir
yarası derin
kanar ha kanar

Hüseyin Yurttaş “Bursa düşleri”nde geçmişin izlerini arıyor. Her şiirde olduğu gibi şaire hem daüssıla hem hüzün veriyor bugünkü Bursa…
Bursa’da iki nitelik iç içe geçmişti. Biri uzun zaman bir beylik merkezi olarak öbürü dinsel, söylencesel ve mistik olarak yönetsel ve mekansal özellikleri iç içe barındırıyordu. Tıpkı antik dönem höyüklerinde olduğu gibi o nedenle Bursa’da da bugün geçmişinin izlerinde bu kültürlerin yaratımları iç içe yaşar. Bir köşede bir Yunan sunağı öte yanda Bitinya mezarı Bizans’a ait bir kilise ve sur Osmanlı yapısı cami ve türbe hep beraberdir. Tabii günümüzün kah beton ve camdan yapılarıyla kah sonradan görme taşlarla asıl kimliği iğdiş edilip de birbirine karışarak…

Eskiden tüccarlar ve soylu sınıflar kentin merkezinde yaşarmış şimdi tersi. Aklıma Balibey geliyor, bu yüzden şu repliği hiç unutmam. Belphégor’un Hayaleti’nde dünyanın en büyük müzelerinden biri olan Louvre Sarayı’nın Mısır uygarlığı galerisinin girişine yapılan cam piramitten geçerken şöyle diyordu Müfettiş Verlac (Michel Serrault) : “Buraya ne yapmışlar böyle Disneyland gibi olmuş Birgün burası Amerika gibi olacak.”O yüzden (Cafeler- AVM’ler dikerek üstelik) yıkım ve sürgünler (yani gentrifikasyon) sur diplerindeki kent yoksullarına yazgı olmamalı. Elbette tarihsel mekanlar ile barınma hakkı ikisi de korunabilirlerdi.

Tarihçiler her taşın bir ruhu vardır der. Ve surlar… Surlar boyunca yürürseniz siz de göreceksiniz… Eski Bursa’nın hallerini…

Düşünmeden, acımadan, utanmadan
kocaman yüksek duvarlar ördüler dört yanıma.
Ve şimdi oturuyorum böyle yoksun her umuttan.
Beynimi kemiriyor bu yazgı, hep bu var aklımda;
oysa yapacak bunca şey vardı dışarda.
Ah, önceden farketmedim örülürken duvarlar.
Ama ne duvarcının gürültüsü, ne başka ses.
Sezdirmeden, beni dünyanın dışında bıraktılar.
(Constantino Kavafis)

Bursa Üzerine (1)

 

“Söz uçar yazı kalır.”
(Latin Atasözü)

tamer uysalÇoğu zaman yazı yazma sürecine girdiğimde aklıma Aziz Nesin geliyor. Usta “hangi ortamda yazarsınız” sorusuna “Bu ortam, yazacağım yazı türüne göre değişir” diyor ve ekliyor: ” Çok ciddi bir yazı yazacaksam odamın kapısını ve pencerelerini sıkı sıkı kapatırım.”…Bende de bir yazı konusu ortaya çıktıktan sonra biraz yürüyüş iyi gelir. Çünkü gözlem ve sokaklar insana iyi fikir verir.Feridun Andaç’ın bu latin darbımeseli ile aynı başlıkta bir kitabı vardı. Yazar ve şairlerle söyleşiler içeriyor. Yazarların yazım süreçleri farklı mutlaka. Sessiz bir ortamda üretime odaklanmak gerekir. Aziz Nesin gibi müzikle de odaklanabilir farklı ortamlarda da yaratılabilir ama yalnızlık mutlaka şart: Yazar yalnızlığı denilen…Gezerken yazı yazamazsınız ama bana iyi fikir veriyor. Tek eksiğim var: Aşırı unutkanlık. Ne yaptımsa halt edemediğim. Yaşlanıyorum…

Artık fotoğraf makinesi yanımızda. Cep telefonunu alırken “nasıl olsun” diyen satıcıya basit olsun fotoğraf çekeyim müzik dinleyebileyim yeter demiştim. Üniversite yıllarında walkman elimden düşmezdi şimdi bu aletlerle her şey mümkün.. Ötekilerin pabucu dama atıldı. Herkesin elinin altında vizör var…İstediği görüntüyü cebinde taşıdığı bu aletle ölümsüzleştirebiliyor (Oysa biz bir kamerayı tutmak için 4 yılımızı vermiştik)…Şimdi çektiklerime bakıp bakıp yazdığım oluyor…

Roland Barthes, “Şehirler bir yazıdır, gezenler ise bir okur.”Bursa sokaklarında zaman zaman geziyorum, dönüp dolaşıp aynı yerlerde… İnsan alıştığı yerlerden kolay kopmuyor, kopamıyor. Ne kadar uzaklaşabilirsiniz neyi bırakabilirsiniz… Can Yücel ne diyordu .

Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki…

Öyle ama sahip olduğum aman aman hiçbir şey yok halbuki. Aristo bir şehir orada yaşayana güven ve mutluluk sunsun yeter diyor. Ya Hasan Hüseyin. Şöyle diyordu şiirinde:

Bu kenti sevdim dedim
Benim olsun demedim ki
Sevdim dedimse akşam kızıllığını
Gönlüm gibi akıp giden şu çayı
Şu ormanı şu denizi şu dağı
Benim olsun demedim ki
Vuruldumsa gözlerinin gül bahçesine
Yürek çizen şimşeklerse kaçamak bakışları
İşte buna sevmek derler dedimse

Aynı şeyler mi? İnsan gerçek varolan güzellikleri aramaz onların yansıtmış olduğu soyut ama öznel olan güzellikleri arar o yüzden bir kentte olan ne varsa insanda şiirle yazıyla sanatla yaşar…Ünlü yontucu (Rodin), bir insanın ruhunu okumak için yüzüne bakmak yeterli demiş. Yeter mi gerçekten…M. Şerif Onaran da. “Bir kentin ruhu varsa, o kenti şiirinde, yazısında yeniden kuran edebiyatçılar olduğu için vardır.” diyordu. His meselesi; sanatçı öyle kolay hissedebiliyorsa öyledir demek ki…

Ya bir kentin onun yüzü yok mu peki! İlk bakışla okunacak bir yüzü…Nazım Usta demiyor muydu “iki şey vardır ancak ölümle unutulur anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü.” Nereden buraya geldim…Bursa’da doğdum Bursa’da büyüdüm ve belki de bu kentte öleceğim. Bir kentin merkezi daima o kentin kalbidir diyordu bir yerde…Öyleyse ben bu şehrin en önemli, telafisi olmayan bir organında yaşadım.
Bazen Attila İlhan’ın, Can Yücel’in belki birçok insanın onlar gibi kendine yönelttiği soruya karşılık arıyorum: Bu kentten kaçıp gitmek istiyor muyum, burayı seviyor muydum? ” Bazen anam araya girer “Daha iyi yer mi bulacaksın”diye. Ona göre yer, O “yer” diyor. Çünkü onun benim gibi bakmadığını biliyorum ama zaman zaman onun da sitem ettiğini biliyorum. O zaman buna karşılık aklıma hep şu replik geliveriyor: “İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan. Ama biz bilirizki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası Dünya’nın en güzel yeridir. Ama Dünya’nın en güzel yerini sevmezsen, orası Dünya’nın en güzel yeri değildir.”

Diderot, “Bedeni üldürenden değil ruhu öldürenden korkunuz.” demiş Aristo, “Ruhun güzelliği bedenin güzelliği kadar çabuk görünmez.” Biz görmüşüz bir kere. Bir uygarlık başka bir uygarlıkça yokedilmek tehdidiyle karşı karşıya.. Nietzsche’nin büyük sözlerinden… Demiryolu grevcilerine hitaben “Bir uygarlığın imha edilmesine karşı mücadele ediyorsunuz” diyordu Pierre Bourdieu. Çünkü toplum hakkında kanaatlar eylemlerle dile gelebilir. Herkes bu kültürel yozlaşmaya karşı eleştirel bir tavır gösterebilmelidir….

Basit değil. Binlerce yıllık tarihten bir geçmişten, kültürel birikimden söz etmek istiyorum, ilk yerleşimlerin kurulmasından ve yazının bulunuşundan bu yana yazılan binlerce yıllık bir tarihten…Bursa’dan söz etmek istiyorum..

Devam edecek…

Aydınlar Ocağı Türkiye’nin Alanında Uzman kişileri Kocaeli Halkıyla Buluşturmaya Devam Ediyor

Kocaeli Aydınlar Ocağı Türkiye’nin alanında tanınmış uzmanlarını Kocaeli halkı ile buluşturmaya devam ediyor.aydın

Bu hafta da Kutlu Doğum Haftası’nın ilk gününde, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın belirlediği bu seneki temasına uygun bir konu ve konuşmacı ile Kocaeli kültürüne katkıda bulunacak.

Türkiye de Alevilik konusunu en iyi bilen uzmanlardan, eski Müftü, akademisyen, yazar Yard. Doç. Dr. Abdülkadir SezginTürkiye’de Birlikte Yaşamak” konulu konferans verecek.

aydınlar14 Nisan Salı akşamı saat 19’da Otel Asya’da yemekli olarak düzenlenen toplantıda konuşacak Yard. Doç. Dr. Abdülkadir Sezgin konuşmasının ipuçlarını şöyle özetliyor:

Selçuklu ve Osmanlı devletinden başlayan “Türkleri Anadolu’dan çıkartıp, Tanrı dağlarına sürme veya Anadolu’yu Türklere mezar yapma” gayretkeşliği devam ediyor.

Türk Milleti veya devletleri isteselerdi, bu topraklarda ateşe, şeytana veya diğer dinlere inanan kaç kişi kalabilirdi?

Bırakınız diğer din ve etnik yapılara mensup olanları; “Kelime-i Tevhid” söyleyenlerin “mutlak din kardeşi olduğu inancı”na rağmen günümüz İslam dünyasında nerede ise topyekûn bir savaş yaşanmıyor mu?

Bu savaşlar niçin ve kimler tarafından çıkartılıyor?

Bizi bize düşman eden; Müslümanları tavuk keser gibi kesen ve kendilerini Müslüman olarak tanıtanlar gerçekten Müslüman mı?

Ülkemizde bölücü taleplerde bulunan, yaşanan terör örgütleri kendiliğinden mi ortaya çıktı?

Türk devletlerinin kurucu unsuru olan Alevileri Müslümanlıktan ve Türklükten ayırma çabaları kimlerden geliyor?

Biz Müslümanları Şii- Sünni diye ayıranlar kimler?

TÜRKİYE’DE BİRLİKTE YAŞAMAK BUNLARA DOĞRU CEVAPLAR VERMEKTİR.

 

                             Yard. Doç. Dr. Abdülkadir Sezgin’in Özgeçmişi:

1948 Yılında Yozgat’ta doğdu. İlköğrenimini Yozgat’ta, orta öğrenimini Yozgat, Ankara ve İstanbul’da tamamladı. 1971 yılında İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nü bitirdi.

1970 yılında İstanbul Şehzade Camii Hatibi olarak başladığı memuriyet hayatında, Müftülük, Vaizlik, İl Müftü Yardımcılığı, Din Bilgisi ve Ahlak Öğretmenliği, Diyanet Yayınevi Müdürlüğü, Başkanlık Merkezinde Uzmanlık, Şube Müdürlüğü, Müfettiş Yardımcılığı, Müfettişlik ve Başmüfettişlik yaptı. Kasım 2011 de emekli oldu. İstanbul – Eminönü Din Görevlileri Cemiyeti Başkanlığı yaptı.

Cumhuriyetin 50. yılında Müftü olarak bulunduğu Tekirdağ Malkara ilçesinde ‘Cumhuriyet Camii’ adıyla bir cami yaptırdı. Trakya bölgesinde ilçede açılan ilk İmam – Hatip Lisesini bu ilçede açtırdı.

1978 yılında, Seyyid Ahmet Arvasi başkanlığında beş kişi tarafından kurulan Türk Gençlik Vakfıkurucuları arasında yer aldı, halen bu vakfın Mütevelli Heyeti üyesidir. 1987-1991 yılları arasında Prof. Dr. Şaban Karataş başkanlığındaki Ankara Aydınlar Ocağı Yönetim Kurulu üyeliğinde bulundu.

1992-95 yılları arasında Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de Din Hizmetleri Müşaviri olarak görev yaptı.Bakü Devlet Üniversitesi İlahiyat Fakültesinin açılmasını sağladı ve iki öğretim yılı ‘İlimler Namzedi’ (Doçent) unvanı ile Öğretim üyeliği yaptı. Azerbaycan’da İmam – Hatip Lisesi’ne benzeyen beş adet‘İlahiyat Temayüllü Lise’nin açılışını sağladı.

Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi’nin 1988-2007 yılları arasındaBilim Kurulu Üyesi olarak görev yaptı.

Emniyet Genel Müdürlüğü hizmet içi eğitim programlarına 1996-2001 yılları arasında beş yılkonferansçı ve öğretim üyesi sıfatıyla katıldı.

Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü‘nde, ‘Cumhuriyet Döneminde Dini Hayatın Meselelerinin Tarihi Kökenleri’ tezi ile Yüksek lisans yaparak ‘Bilim Uzmanı’ oldu.

On ilde, yaklaşık on bin Alevi denek üzerinde araştırma yaptı ve yaklaşık iki bin Alevi köyü gezdi.

İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde ‘Türkiye’de Alevilik – Bektaşilik Üzerine Sosyolojik Bir Araştırma’ konulu tezi ile de ‘Bilim doktoru’ oldu.

Yayımlanmış ilmî içerikli 12 kitabı ve yüzden fazla makalesi bulunmaktadır.

aydınlar ocağı logo

 

 

 

 

 

 

Haber Yayın:Yusuf Ünel