Etiket arşivi: Tamer

İlgisiz Bilgililer, Bilgisiz İlgililer…..

 

 

“Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.”

Yukarıdaki söz Celal Yalınız’a ait. Celal Yalınız nam ı diğer “Sakallı Celal” halk filozofu diye bilinir. Diyalektik tanığı insanlar bilir. Yaşamı boyunca hiç kitap yazmamıştır ancak birçok deyişi en duayen muhabbetlerin vazgeçilmez sözlerindendir. Benzetmek ne kadar doğru olur bilmem ama kinik filozof Diyojen’e (Diogenes) benzetirim ve her ikisini de çok severim. Araştırmacı Yazar Orhan Karaveli hakkında bir kitap yazmıştır: “Bir Bilinmeyen Ünlü’nün Yaşam Öyküsü: Sakallı Celal” …

Yıllarca kentleşme konusunda da Mübeccel Kıray, Ruşen Keleş, İlhan Tekeli ve yabancı kaynakları (David Harvey, Henri Levebvre, Lewis Mumford vs.) okudum, okurum. Herhangi bir konuda kitap türünde belli referanslar dışında pek ayrım yapmıyorum. Bilgi hazneme değer katacak her şeyi okurum. Zaman zaman da kendi adıma kentleşme konusunu kaleme alıyorum.

Limbus için (Cennet Cehennem arası, Cehennemin başı) şöyle der Dante Alighieri: “Ama şunu bilmelisin ki, bunlara gelinceye dek, hiçbir insan ruhu kurtarılmış değildir.”

Dante Alighieri’nin bunlara gelinceye dekten kastı “ilahi Komedya”sında saydıkları bu güzel sözü söyleyen Sokrates’ten (Apology ya da Savunma’sındaki muhteşem sözü), öğrencilerinden Platon, Aristo ve sofistlerden bazıları, bunlardan sözederek, “Sen ki, bilime ve her sanata şeref veriyorsun, söyle bana diğerlerinden ayrı bulundurulacak kadar şan ve şeref sahibi olan bu ruhlar kimlerdir?” (Oda Yayınları, 7.Basım, s.18) demişti.

Onların iyi birer yurttaş olmaları yanı sıra insanlık adına kattıkları büyük değerler vardı çünkü.

Değil mi ki kentlilik bilinci ve iyi bir yurttaş olmanın gereği yaşadığınız çevreye değer vermektir. Ve bu konuda bilinçli birer yurttaş olarak hayatı, yaşadığımız çevreyi ve koşulları sorgulamak da gerekti.

Hasan Ertürk ile Neslihan Sam’ın birlikte yayınladıkları “Kent Ekonomisi” kitabı bu alanda okuduğum en değerli kaynaklardan birisi. Yıllar önce bu kitabı alırken de uzun yıllar tanış olduğumuz kitabevi sahibi bayan ”o ders kitabı ama” demişti bana “olsun” demiştim. Kitapta Hasan Hoca kenti, sosyal, kültürel ve ticari faaliyetlerin yoğun olduğu yer diye tanımlamış. Kent adına yapılanları bu tür akademik kaynaklarla karşılaştırarak değerlendirmeye çalışıyorum.

Bu pazar da özellikle havanın güzelliğini fırsat bilip annemin rahatsızlığına iyi gelir ümidiyle kendimizi dışarı attık. Bursa’da olduğumuz zaman Altıparmak’ta bir büfenin önüne konmuş banklarda oturuyoruz. Adı halk arasında “Arap Parkı” diye bilinir. Körfez ülkelerindeki savaştan önce gelip Bursa’da ev kiralayan Arapların sevdikleri bir yer olmasından dolayı adı böyle kalmıştı. (Yıllar yıllar önce ise burada şimdiki banka şubesinin olduğu yerde bir kahvehane ve bir akaryakıt istasyonu bulunuyordu.)

Annem kalabalığı ve konuşmayı seven bir insandır. Oradan da Kültür Park’a geçmeye karar verdik. Pazar günü tahmin ettiğimiz gibi park hıncahınç kalabalıktı. Tatili ve güzel havayı fırsat bilen parka gelmişti. Süs erikleri, yalancı manolyalar çiçeklerini pembe pembe açmıştı. Kırmızı, eflatun, sarı, beyaz, fare kulakları, şeytan arabaları, hindibalar, ballıbabalarlarla beraber insanlar da yemyeşil çimenliklere yayılmışlardı. Güzellikler ve çirkinlikler aynı tabloda: Koşuşturan çocuklar fotoğraf çekilenler vs. Parkta dikkatimi çeken ilk şey kalabalık dışında araç yoğunluğu oldu. Bu kadar çocuk ve dolaştırılan sahipli hayvanlar arasında yadırgadım. Yayalara parkı ücretsiz yapan belediye girişlerde her araçtan ücret keserek bu dolaşımı teşvik etmiyor muydu?”.

Park dışı trafik ise felaket. Her geçen gün kalabalık ve kentiçi trafik giderek yoğunlaşıyor.

Park olma şansını yitirmiş AVM dolu meydanlar, gereksiz ya da boş yere kentsel dönüşüm adı altında yıkılarak yeniden inşa edilen ve gökyüzüne yükselen devasa yapılar… Bursa’da son yıllarda gereksiz gördüğüm projelerin yanı sıra bunu göç ile plansız kentleşme, sonuçta sosyal ve ekonomik koşulların tetiklediği bir manzara olarak görüyorum.

Çocuklara, engellilere ve yaşlılara hitap etmeyen bir kentte “kentlilik bilinci’nden sözedilebilir mi?” Hani nerede oyun alanları, bisiklet parkurları, koşu pistleri vs. Yaşlı Anamın halini göze alarak yaşlı birinin yorulup oturabileceği banklar…

Belediye o kadar ekstrem konularla ilgileniyor ki mesela “Süt Emzirme Kabinleri”. Sanırsınız belediyeler Avrupa’nın en çağdaş şehirlerinden biri yapmak için her şeyi yapıyor. Büyükşehir’in (Bursa’da) belli başlı icraatları; Olimpik Stadyum, Skypark, skatepark vs … Bursa’yı iyi bildiğini zanneden yıllarca Basın biriminde görev yapmış yazmış çizmiş ve bizzat açılışlarda Belediye Başkanına kurdele kesmek için tepside makas tutmuş bir karakter olarak (FSM Bulvarı, Doğu Batı Yakın Çevre Yolu, Zoo Park, Zafer Plaza, Şehir kütüphanesi anımsadıklarım ki FSM Bulvarı 1998’de ilk görev aldığım açılış töreni idi) Bursa’daki olumlu olumsuz değişmeleri yakından takip edip değerlendirebiliyorum da…

Bursa’daki kitap fuarı düzenlenen yer misal görev aldığım dönemde yapılmıştır. Yeşil kuşak oluşturmak amacıyla yapılıp bugün Bursalıların nefes almasını sağlayan ender köşelerden Botanik park projesi de öyle…

Sonra Bursa’ya yapılan gelmiş geçmiş en önemli yatırım (bana göre sosyal projedir) Bursaray adı verilen hafif raylı sistem de öyle. Ve bir sürü otopark…

O günlerden bu güne bu anlamda ciddi yatırım yok. Saydığımız ekstrem yatırımlar dışında… Bana kalırsa hepsi “beyaz film sendromu” yani hastalığı ölü doğmuş kısır ve gereksiz yatırımlardır.

Otopark sorunu bu trafik karmaşasında büyük sorun. Hasan Hoca da detaylarıyla benim hastalık dediğim diğer konularda da çözümler sunmuş. Dünya’dan örnekler göstererek (Örneğin Singapur’daki trafikte kart uygulaması, İngiltere’deki girişi yasaklı bölgeler uygulaması vergiler vs.) Ancak bizim belediyeler ne yapıyor yıllardır yasal olarak hukuk nezdinde mahkum edilmesine rağmen (Örneğin Mersin’de) Sokaklarda, caddelerde otopark yapan araçlardan para topluyor, Aynı şey mi? Araç kullanımını teşvik ediyor aslında: “Ayrıca yolların genişletilmesi, park yeri gibi tamamlayıcı yatırımlara talebi arttırırken, daha çok araç kullanımına da neden olabilmektedir.”diyor kitapta da (Güncellenmiş 3.Baskı, s. 239).

Hatırlar mısınız bilmem eskiden tek plaka çift plaka vb uygulamalar yapılırdı trafikte. Bursa’ya ana arterlerden girişte büyük bir hava kirliliği ile karşılaşıyorsunuz. Kentin üstünde kabus gibi bir kirlilik, bir karanlık…

1950’lerden sonra Amerikancı liberal işbirlikçilerin siyasal karar alma süreçlerinde etkili olmasından bu yana Türkiye’de demiryollarının sökülerek karayollarının teşvik edilmesiyle birlikte reklamla da özendirilen otomobil sayısı ve akaryakıt bağımlılığı artmıştır. Oysa bunlar ülke ve toplum yararına kullanılması sınırlı ve planlı tutulması gereken araçlardı. Herkes köyüne sokağına yol istiyor diyerek bahane eden, topu topu o zamandan bu yana yapılan 30 km lik demiryolu ağıyla yetinen…

Yapılanlar (sözde estetik adına) kaş yapayım derken göz çıkarmaktı. Günümüzde tarihi doğal güzellikleriyle her şeye rağmen en çok göç alan Bursa kaybedilmiş kentlerimizden birisidir. Ne yazık ki sorumlusu büyük ve metropol olmuş bir kentte hala kentlilik bilincine erişememiş yöneticilerle onları sorgulama niteliğine henüz erişememiş yapılanlarla yetinen bireylerdir. Uzun zamandır da izleyip görüyoruz. Ne demişti yine Sakallı Celal, başka bir sözünde o da yanlış mı?

“Türkiye’de aydın geçinenler Doğu’ya doğru seyreden bir geminin güvertesinde Batı yönünde koşturarak Batılılaştıklarını sanırlar.”

 

Tamer UYSAL

YEŞİLÇAM’IN BEYAZ FİLMLERİ: ULUDAĞ VE SİNEMA

Gelip yine de efsaneye bağlanır
Ne kadar anlatılsa da yaşanan
Aşklar birer efsanedir şimdi
Dağ dorukları birer efsanedir
Nasıl yazılır bir dağın tarihi

(Ahmet Telli)

tamer uysalBurada yaşamış burada uygarlıkları kurmuş kadim halkların bir toplamıdır Anadolu. Homeros’un İlyada destanında da kullandığı Assuwa, Hitit metinlerinde geçen bir kelimedir. Bugünkü Asya sözcüğünün kökenidir.  Şems-abad Farsça,  meşrık Arapça doğu demektir yani günlük güneşlik, güneşi bol yer. Anadolu sözünün kökeni ise “güneş doğan” anlamına gelirmiş.  Eski Yunan kolonileri göç ettikleri topraklara  “Anatolia”  (Anatole) derlerdi.  Bu da doğu, “doğu ülkesi” anlamına gelirdi. Yunanistan’ın dörtte uçünün kayalık, dağlık alanlardan oluştuğunu göz önüne aldığımızda çok yerinde bir tanım. Mitolojideki en önemli tanrılardan biri olan Apollon, Delos adasında doğmuştur ama ismi Grekçe değildi. Anadolu kökenliydi. Anadolu ve Ege’deki bazı Yunan halkları güneş tanrısı Apollo’ya tapınırlardı. Örneğin Lazpa Hititçe bir sözcüktür. Lesbos sözünün kökenidir. Lesvoslular da (Midilli) Apollon’a taparlarmış. Anadolu ile Ege de böyledir.

İyonlar hellenliği kabul etmemiş,  onlara göre Apollon ile Kreusa’nin birlikteliğinden doğmuşlardı. Asklepios tıp sağlık tanrısıdır Apollon’un oğludur  Apollon’un ikiz kız kardeşi, vahşi doğa, avcılık, okçuluk tanrıçası Artemis’tir. Bunlar hep birbirine yakın tanrılar…

Yunanistan’ın metinlerde geçen (MÖ. 5-4.Yy)  Helen öncesi eski ahalisi Pelajlardı (Pelasg) Helenler gelince bu otokton (yerli) halk asimile olmuşlardı. Eski Yunanlılar da Hellen’in soyundan geldiklerine inanırlardı. Zeus insan soyuna ceza olsun diye tufan çıkartır.  Prometheus oğlu Deukalion’dan bir gemi yapmasını ister. Deukalion ve karısı Pyyrha bir gemi yaparlar. Bu gemi Yunanistan’daki en yüksek yer olan Parnassos dağına oturur. Hellen’in  (Deukalion’un oğlu) 3  oğlu olur:  Dorus,  Ksuthos ve Aiolas. Ksuthos iyonların, Aiolas ise Aiolialıların atasıdır.  Yunanlıların efsanevi atası Deukalion’dur (Arkeolojiye göre MÖ. 3000’de Sümer’i büyük seller basmıştı).

Yani burada da Olimpos’un tanrılarından çaldığı kutsal ateşi narteks içinde insana taşıyan Prometheus’un başka bir iyiliğine şahit olmuş oluyoruz. MÖ. 4.Yy’da Yunanlı şair Pindarus, “İnsanların da, tanrıların da anası topraktır” demişti.  Büyük tufanda yokolan insan soyunu yeniden dünyaya kavuşturmak için toprağa erkek ve kadına dönüşen taşları eken yine Prometheus’un oğlu ile eşi.

Yunan yazını Hesiodos’un yabancı kaynaklı bazı tanrılarını kullanmamış ve kaba saymıştır.  Theogonia’da Olympos tanrılarına kadar birçok kuşak sayar Hesiodos ve en son  “Devler ve Tanrılar Savaşı”yla Olympos’taki tanrıların saltanatını kurar. Bu savaş Teselya’nın (Makedonya) iki yüksek dağında cereyan eder: Othrys ve Olympos’ta…

Tüm tanrıların anası toprak ana; ana tanrıça Gaia’dır. Hesiodos’a göre Prometheus, Titanların soyundan İapetus ile Klymene’nin oğludur. Aiskhylos’a göre bu kahramanı doğuran ana Gaia’dır. Zeus bir Titan ancak büyür güçlenir ve dünyaya hakimiyet kurmak ister. Babası Kronos’a kafa tutar. Kronos dahil tüm Titanları yeraltına (Tartaros) hapseder. İapetos’un zekâsını kıskanan Zeus, Prometheus ‘u da herhangi bir köle gibi (5. Yy’da kölelikle zorbalık yasal) Kafkas Dağı’nda zincire vurdurur. Tanrıların düzenine karşı gelmiş Prometheus bu yüzden “Prometheus Desmotes” (Zincire Vurulmuş Prometheus) adıyla anılır:

“Bir gün bir rezene sapı içinde çaldım götürdüm insanlara ateşin tohumunu. Bu tohum bütün sanatların anahtarı oldu;  bütün yolları açtı insanlara. Suçum bu işte benim tanrılara karşı, bu yüzden zincire vuruldum bu göklerin altında.” (Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4.Baskı, s.6).

Çok katlı yapıları (insulae) ilk kuranlar Romalılardı mesela; Eski Roma’nın merkezi de bir tepede (Palatino) inşa edilmişti.

ABD Eski Başkanı Ronald Wilson Reagan 1980 ve 1983’te, “Armageddon’u yaşayacak nesil biz olabiliriz” demişti. Müslümanlara göre kıyamet alametlerinin görüldüğü zaman dünyanın son günleri (ahir-i zaman)olarak kabul edilir. Hadislerde geçen Mercidabık, Halep’e bağlı (Azez) kasaba 3.Dünya savaşının geçeceğine inanılan yerlerden biridir. Armagedon ise,  Kitabı Mukaddes’ın (eski ve yeni ahit)   son kitabına ya da Vahiy’e ve Hazekiel’e göreyse (Tanah) (Tevrat ve Mezmur ya da Zebur) büyük bir deprem tarif edilmekte bazılarına göre nükleer bir savaştan kıyamet (evrenin sonu) olarak bahsedilmektedir.

Ancak Melhame-i  Kübra (Büyük Kıyım)  çok ve büyük kanlı olayın  kopacağı yer, Tel Aviv’in 55 Km. kuzeyindeki Megido Tepesi (Har Megiddo) eski bir kentin bulunduğu  30 metrelik bir höyük…

Hristiyanlara göre kıyamet Tanrının Krallığı ile bitecek.  Yahudilere göreyse “Gene” (Eden)  ve “Ge-Hinnom” (Cennet ve Cehennem)  hayatına geçilecek. Ancak bilimsel teorilere göre evren genişleyip soğuyacaktı (ısı ölümü ya da büyük donma). Zaten “Büyük Patlama” (Big Bang) sonucu oluşan evren soğumaya çalışmakta ve büyüdükçe ısısı düşmektedir.  Kutup graviteleri eşdeğer düzeye inip donacaktır. Fakat bütün evrenlerin toplamı yani “Çoklu Evren” (Multiverse) teleskop ile görülen sadece 93 milyar ışık yılı genişliğinde bunun çok küçük bir kısmıydı…

Tanrıların evi niye yüksek dağlar olmuştur? Profan dini ve kutsal olmayan her şey, bu entropi düzensizlik gelişigüzellik içinde tanrıya tanrısal inanca daha yakın olmak mı yoksa…

Ya da tanrılar için yegane besin, bir tür nektar ya da bal özü olduğu rivayet edilen ambrosialar için önemli bir kaynak; renk renk, çeşit çeşit çiçek ve bitki orada bulunduklarından mı acaba, ama hayır.

Ya da belki hepsi!

Peru’daki “La Rinconada” dünyanın en yüksek rakımlı yerleşim birimidir. Dağ ikliminin hâkim olduğu 5.130 metre yükseklikteki bu kasabada 50 bin kişi yaşar. Ve insanların burada olmasının nedeni yakınında altın madenlerinin bulunmasıdır.

Oysa Anadolu’nun doğusunda yeralan dağlık bölgeler ekseriyetle birer mahrumiyet bölgesi sayılırlar. Tevrat’ta Nuh’un gemisinin büyük tufandan sonra karaya oturduğu yer olarak Kuh-i Nuh da denilen Ağrı Dağı tasvir edilir.  Yüksekliği 5.137 metredir. Ve tepesi buzul olan Anadolu’nun  tek dağıdır.

Ege uygarlığının kökü ve anası Sümer uygarlığıdır. “İsa’dan 5 bin yıl önce Sümer kentleri bir hayat ve kültür merkezi oldu.” der Halikarnas Balıkçısı (Sonsuzluk Sessiz Büyür, Bilgi Yayınevi, 4. Basım, 2005, s.70-71)

Gustave Le Bon’un, “Tanrı yaşayan hayattır” dediğini aktarır H.Balıkçısı (a.g.e., s.25)

Avustralya yerlilerinin” Uluru” dediği  “Ayers Rock Tepesi”  kırmızı devasa bir tümsektir. Aborjinler bu tepeciği kutsal alan olarak kabul eder ve törensel ritüeller yaparlar. Mekânsal Determinizm, mekânın kültür ve insan biçimlenmesinde önemli rolü olduğunu kabul eder. Aborjinlerin Avustralya’ya yerleştiği 60 bin yıllık kültürel birikim bugünkü tıpbın da gelişiminin sonucudur.

Pangea yani 180 milyon önce yeryüzü tek parçadan oluşuyormuş ikiye ayrılan yeryüzünün kuzeyi “Laurasis” ve güneyi “Gondwanaland” olarak adlandırılıyor. Uluru ise komşusu Kata Tjuta ile beraber yaklaşık 600 Milyon yıl önce oluşmuş.

İbrahim ve kavmi Mısır’da köleyken Tanrı’nın tarafından 2 taş tablete yazılmış  “On Emir” (Decalogus)  M.Ö. 1200’de Sina Dağı’nda verilmiştir…

Halikarnas Balıkçısı, “İsa’nın doğuşundan bin yıl öncesine kadar dişi tanrılar (tanrıça) erkek tanrılara üstün sayılırdı” (a.g.e., s.27) der. İda Dağı, Zeus’un Hera ile evlendiği dağdır. Kocakatran Dağları’nın en yüksek yeri olan bu dağdan izlemiş Troya Savaşı’nı Zeus. Halikarnas Balıkçısı  “Anadolu Efsaneleri”  kitabında sözde yağmur ilk defa orada toprağa kavuşmuş diye yazar.  Herakles susadığı için su istemiş ve Zeus küçük bir pınar fışkırtmış:  Skamandros  (bugünkü Küçük Menderes Nehri).  İda’dan çıkar böylece Skamandros; nehri kazarak daha büyük bir pınar bulur Herakles de; bir adı da Ksanthos’tur ve kızıl su anlamına gelir. Gerdek için kızlar burada yıkanırmış rivayet bu ya güzellik tanrısı Afrodit bile saçlarını kızıla büründürmek için burada yıkanırmış.

Zeus’un önerisiyle düzenlenen güzellik yarışmasında Paris (Truva Prensi) Afrodit’i seçince diğer tanrıçalar Hera ile Athena Truva savaşında Akha’lara yardım edecekti bu yüzden. Truva’ya adını veren Dardani Kralı Tron’dur…

Oliympia, Eski Yunan diyasporası tarafından saygı gören 3 yerden birisidir ki diğer ikisi ise gemilerin İonia’ya açıldıkları liman sayılan “Delos Adası” ile kutsal tapınakların bulunduğu “Delphoi “ idi (David Stuttard, Antik Yunan Tarihi, YKY, 2016, s. 33). David Stuttard, “Çoğu Yunan’ın geçmişe ilişkin bilgisi, olguların hayallerle süslendiği ve gerçeklerin söylemlerle iç içe geçtiği sözlü geleneklere ve destanlara dayanıyordu.” demektedir (a.g.e., s. 30).

Mitoloji (söylence bilim), hangi toplumun hangi tanrılara taptığını bildirir. Grekler Zeus ve 11 tane Olimpos’lu tanrıya (Olympian) daha taparlardı. Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”  kitabında Yunan tanrılarının Herodot’a göre Homeros’un icadı olduğunu yazar.  “Anadolu Efsaneleri” kitabında Hesiodos’u da ekler buna, Grek tanrıçalarını Hesiodos ile Homeros yarattı, der (Bilgi Yayınevi, 12. Basım, 2008, s. 117). İnsan soyu dünyaya gelmeden önce işte bu tanrılar kendi aralarında savaşırlar. Titanlar (devler) Atina yakınındaki Othrys Dağı’nda, Kronos’un oğulları da Selanik yakınındaki Olympos’ta (Mytikas Tepesi) yerleşmişlerdir. Tanrılar arasındaki bu savaş  (Titanomakhia ) tam 11 yıl sürmüş. İlk olimpiyatlar da Olimpos (Olemp) tanrılarının yaşadığına inanılan bu dağda yapıldığından adını buradan almıştır. “Stadion” (Stadyum) da Yunanca kökenli bir sözcük ve bir Yunan uzunluk ölçüsü birimidir (Bizdeki bir spor bakanı bir yerde ne yazık ki burasını Türkiye’deki Olimposlarla karıştırmıştır).

Anadolu’da kurulan ilk merkezi devlet Hititlerse de bilinen en eski uygarlık Luvi Krallığı’dır (M.Ö. 2000-1400). Anadolu’daki Helen yer adlarının kökeni Luvice’dir. Bilge Umar “Olympos” sözcüğünün de eski Luwi/Pelosgos kültürünün yayılma alanı kapsamında karşımıza çıkan bir dağ adının Hellen ağzında büründüğü biçim olduğu kanısındadır. Apollon, Kibele, Afrodit, Artemis gibi birçok tanrı ve tanrıça ismi de sözcüklerin Yunanca telaffuzlarından türemiştir. Örneğin kökeni Etrüsklere dayanan Apollon’dan “Likyalı” ismi ile de bahsedilmektedir. Likyalı sıfatının kökeni ise, Luvi dilinde “Işık” (Lyk)  anlamına gelmekteydi.

Uludağ’ın ismi de antik çağda bilinen “Hep parlayan” anlamında Olympos’tu ve Luvi kaynaklı bir isimdi. Antik Yunan Tarihçi Herodot’un (MÖ. 484 – MÖ. 425) Mysia (Misya) için kullandığı sözcük “Mariandyn” (Mariyandin); yani Bursa Olimpos’u (Uludağ)civarı (Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri, s.174). Mysia, antik çağda Mysialıların yaşadığı bölgenin adı, Çanakkale, Balıkesir ve Bursa dolaylarıdır.

Herodot, “Mysialılar kendi ülkelerinin başlıklarını giyiyorlardı, ellerinde küçük kalkanlar ve ateşte sertleştirilmiş demirden kargılar vardı.  Olympos Dağı’na komşu oldukları için bunlara Olymposlular da denilir “  demektedir. (Herodotos Tarih, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 13. Basım, 2017, Kitap 7, Bölüm 74, s. 543)

Azra Erhat da Olympos’un Yunanca bir kelime olmadığını belirtiyor. (Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 12. Basım, 2003, s.228) Erhat, “Yüksek Dağ” anlamında kullanıldığına ihtimal veriyor: “Dorukları gökte bulutlara karışan ulu dağların tanrılara konut olduğu inancı Yunan’a Sümer’den geçmiş olabilir” diyor.

Yunanistan’daki Olympos Zeus’un merkezi buna karşın Apollon ve diğer tanrılar Parnassos ya da Helicon Dağı’nda toplanırlardı. Homeros tanrıların bu dağlarda şölenler düzenlediklerini ve konuşmak ve tartışmak için buraya geldiklerini yazmaktadır.

Olympos adında efsanevi kişilikler de vardır. Örneğin, Girit’e adını veren Kres’in oğlu Kronos’un (Zeus’un Emaneti) diğer adı Kybele’nin kocasının adından gelen Mysia Olympos’u yani Uludağ’dır. Marsyas’ın oğlu ünlü flüt çalgıcısının adı da Olympos.

Yunanistan ve Makedonya dışında, Olympos tanrılarının başka yüksek dağlarda da toplandıklarını, Anadolu’da sayısı 20’ye varan (İda Dağı gibi) Olimpos dağının bulunduğunu belirtir…

Mysialılardan önce bölge Masa ülkesi halkı da Masalılar olarak biliniyor. Mısırlılarla yapılan savaşta Masalılar Hititleri desteklemiş ve Homeros’un İlyada destanında Mysialılar da Truva’nın müttefikleri arasında gösterilmişti. Mysialılar Truva’nın yıkılması üzerine Lidyalıların hâkimiyetine girmişlerdir.

Mysia sınırları içinde kalan Uludağ’ın özellikle batı ve güney kısmı için kullanılan ismi Olympene idi.  Lidyalılar civarda gürgen ağacı bolca yetiştiğinden bu ağacın adından dolayı bölgeye Mysia deniyordu. Antik Yunan Tarihçi ve Coğrafyacı Strabon (M.Ö. 64-M.S. 24), “Mysia isminin aslı Lydialılarda gürgen ağacına verilen isimden çıkmıştır. Olympos Dağı dolaylarında çok sayıda gürgen ağacı vardır.” demektedir. (Geographika Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 8. Baskı, kitap XII.8.3, s. 73)

Strabon,  bölgede yaşayanlardan Olympeneli diye sözetmekte ayrıca bölgenin Pers egemenliği döneminde “Hellespont” satraplığına (eyalet) bağlanmasından dolayı “Hellespontlular” olarak anıldıklarını belirtmektedir (a.g.e, kitap XII. 4.10, s. 61).  Mysialıların konuştukları dil Lidya ve Frigya dillerinin bir karışımıydı. Strabon’a göre Mysialılar dinsel inançlarından dolayı canlı varlıkları yemekten kaçınmakta, süt, peynir ve balla beslenmekteydi. Strabon, “Olympos dağları iyi bir şekilde iskân edildikten başka aynı zamanda tepelerinde sık ormanları ve haydut çetelerini barındıran, dağ tarafından korunmuş yerler de içermektedir” demektedir.  (a.g.e., Kitap XII.8. 8, s.78)

Mysia bölgesi Romalıların egemenliğine geçtikten sonra çok sık seyahat eden Roma İmparatoru Hadrianus “Hadrianutherae” (Balıkesir), “Hadrianoutherai” (Dursunbey) ile birlikte Uludağ’da da bölgenin merkezi sayılan bugünkü Orhaneli’nin bulunduğu yerde “Hadrianoi” kentlerini kurmuştur.  Bu dağlık ve ormanlık bölge Romalılar döneminde de bir tatil ve avlak yeri olarak kabul görmektedir. Bölgedeki önemli mabed ve diğer yapılar da bu bölgede toplanmış olup halk tarafından da kiliseler bölgesi olarak adlandırılmaktadır. Zeus Kersoullos tapınağı ve Kızılkilise gibi. Günümüzde Orhaneli, Büyükorhan, Harmancık ve Keles ilçelerinin olduğu tarih ve kültürel yapısı birbirine benzeyen yerleşim bölgelerinin tamamı “Dağ Yöresi”olarak adlandırılmakta…

Hititler döneminde de Mysia bölgesine Hititlerce Assuwa denmekteydi.

Hititlerden sonra bir süre Lydialıların egemenliğinde kalan bölgedeki kabilelerin hepsinin Thrak kökenli olduklarının varsayıldığını belirten Strabon,  “Mysia’yı, Bithynia’yla  Aisepos Irmağı’nın [Gönen Çayı] denize döküldüğü yere, kıyıdan Olympos’a kadar olan alan içerisine yerleştirebiliriz.”  diye de yazmaktadır. (a.g.e, Kitap XII. 4.5, s. 58)

Pers egemenliğine geçtikten sonra Asya seferine başlayan Makedonya  Kralı Büyük İskender (3.Aleksandros) Mysia’nın güneyinden  geçmiş  Bithynia’yı da Perslerden alarak “Paphlagonia ve Bithynia Satraplığı”na  (Hellespontos Phrygia)bağlamıştı. Ancak Büyük İskender’in atadığı satrapı yenen Bithynia prenslerinden Bas, bölgedeki merkezi boşluktan yararlanarak siyasi, ekonomik ve askeri yönden güçlenmiş ve hükümdarlığı boyunca Makedonyalıları da Bithynia’dan uzak tutmayı başarmıştır. Onun oğlu Zipoites Bithynia üzerinde egemenlik kurmak isteyen, İskender’in generallerinden (Diadokhos) Lysimakhos’u da yenerek  Nikaia’da  (İznik) “Bithynia Krallığı”nı kurmuştur (M.Ö. 279).

Bithynia Krallığı en parlak dönemini 1.Prusias döneminde yaşadı. Bithynia döneminde Bursa’dan kurucusundan dolayı “Prusa ad Olympium” (Uludağ Bursa’sı) diye bahsedilir. Bithynia Kralı 1.Prusias (M.Ö 283 – M.Ö 83) ele geçirdiği yerlere Bithyn kolonileri yerleştirerek sonra kendi adını vermiştir.   Birbirinden ayırt edilmek için Gemlik’e “Prusias am Mare” (Denizin kenarındaki Prusa) ve Melen Çayı Kenarındaki Konuralp’e de “Prusias Pros Hypios” (Hypios ırmağının kenarındaki Prusias) adı verilmişti. Romalıların eline geçtikten sonra da “Pontus et Bithynia” (Hellence Pontus kai Bithynia) adıyla anılmış, Roma’dan gönderilen Proconsul (Eyalet Valisi) tarafından yönetilmeye başlanmış ve Bizans’ın eline geçtikten sonra da İznik’e bağlanmıştır.

Uludağ’daki manastırlar da 3.Yy’dan sonra kullanılmaya başlamıştı. Bizans İmparatorluğu Hristiyanlığı kabul ettikten sonra azizler tarafından kurulmuşlardı. M.S. 303-308 yıllarında Hristiyanlara yönelik baskılar yoğunlaşınca Uludağ’daki mağaralar ve inşa edilen küçük evler de inziva yerleri olmuştur. 1.Theodosius (M.S. 347-395), 391’de Hristiyanlığı imparatorluğun resmi dini ilân etti ve İznik teslisini destekleyip Hristiyanlığı teşvik etmiştir.

 Ancak 25 Mart 717 tarihinde imparatorluğunu ilan eden  “Birinci  İkonoplast (Putkırıcı) İmparator” unvanıyla anılan III. Leo İsauryalı  (MS. 685-741) ikonların imha edilmesiyle ilgili olarak ferman çıkartarak heykel ve resimlerin yıkılıp kaldırılması emrini vermişti. Yaptığı uygulamalarla bütün kiliselerden tepki gördüğü gibi Doğu ve Batı kiliselerinin de arasını açmıştır.Uludağ’daki manastırlar 8.Yy’da en üst sayıya ulaşmıştır. Selanik ile Bafa Gölü’nün çevresi de manastırlar bölgesi haline gelmiştir.

Bizans döneminde manastır ve kiliselerin çokluğundan dolayı Bursa’ya da “Theoupolis” (Tanrı Kenti) denmiştir. Bunda Uludağ’daki manastırların büyük payı vardır. “Agorlar Manastırı” (Monastere des Agaures) Bizans İmparatorluğu’nda, 8 ve 9.Yy’da ikonoklastlar ve ikonodullar arasında başgösteren çatışmalar boyunca büyük önem kazanmıştır. Çoğu Agaures (Agorlar) manastırına bağlı 147 manastırın varlığından söz edilmektedir. Günümüzde manastırlardan pek eser kalmamıştır.

Osmanlı döneminde Bursa’nın fethiyle Uludağ’daki manastırlardan bazılarına dervişler yerleşmişler ve Uludağ’a da  “Cebel-i Ruhbân”  (Rahipler Dağı) ya da “Cebel-i Keşiş” (Keşiş Dağı) denmiştir. 17. yüzyılın önemli gezginlerinden Evliya Çelebi, seyahatnamesinde “Evsâf-ı mesîregâh-ı Cebel-i Ruhban, yani Keşiş Dağı”  başlığı altında Uludağ’dan, “Bursa şehrinin cânib-i kıblesinde (kıble yönünde)  şehre hâ’il (kapatan), eflâke ser çekmiş (gökyüzüne baş uzatmış) bir kûh-i bâlâdır (yüce dağdır)” diye söz etmekte, “Bu dağa Keşiş Dağı denmesinin sebebi, Ayasofya’ daki patrik ve rahiplerin perhiz ile uçarak gelip bu dağda dinlenmeleridir.” demektedir..

Uludağ adını ise Osman Şevki Bey’in 1925’teki önerisiyle almış: “Bütün dünya bu dağa Olemp der. Biz ise Keşiş Dağı diyoruz. Garbî Anadolu’nun en yüksek tepesine çıktım. Etrafıma baktım; ne keşiş gördüm, ne derviş. Güzel Bursa bir keşişin gölgesi altında mustaripti. Halk bu ismi sevmiyor; haklıdır. Olemp kelimesi de halkımızın diline uygun değildir. Biz buna, dağın bünyesine en uygun olan bir ismi verelim ve Uludağ diyelim.”

1925’te Bursa Coğrafya Encümeni ile bir inceleme gezisine katılan Osman Şevki Bey’in hazırladığı raporda geçen bu öneri Mareşal Fevzi Çakmak’ın olumlu bulmasıyla değiştirilmiştir. Atatürk’ün 1935’te milletvekilliğine atadığı Şevki Bey Bursalı bir radyolog, besteci ve yazar. 1934’te çıkan soyadı kanunuyla Uludağ soyadını da almış. 1936’da “Uludağ Keşişleri, Dervişleri, Tapınakları” isimli bir de kitap yazmış. Bu kitapta manastırların yayılma alanını 3 bölgeye ayırmış 28 manastır hakkında da bilgi veriyordu.

2011’de Uludağ’a adının verilişinin 85.yıldönümü sebebiyle düzenlenen 1.Uludağ Buluşmaları’na Osman Şevki Uludağ’ın torunu İrem Ela Yıldızeli de katılmış ve orada şöyle demişti: “Bursa şehrine varır varmaz karşımda yükselen dağ eteklerine dağılmış şehre hemen hayran kaldım. Dağın ilk kayakçıları İlhan ve Akın Bey’den kayak maceralarını dinleyip ateş etrafında dans ettik.”

Ancak İrem Hanım dedesi Osman Şevki Bey’in “Uludağ’da Din Hayatı” başlıklı yazısını okumuş veya hatırlamış olsaydı bunları yazar mıydı acaba? Zira Osman Şevki Uludağ bu yazısında, “Uludağ’ın Bursa’ya bakan şimal yüzü son zamanlarda çok çirkinleşmiştir. Otuz yıl öncesine gelinceye kadar Brusa’ya bakan ve genişliği her gün biraz daha artan keleş tepelerin ve tarlaların yerinde kestane ve gürgen ormanları vardı. Şimdiki Cumhuriyet köşkünün üst taraflarında geniş bir kızılcık ormanı, daha üst taraflarda havlucu esnafının her yıl esnafça toplandıkları geniş kestane ormanları sola doğru ilerleyerek ve Akçağlayanın üstünden dolaşarak Değirmenli kızık ve Hamamlı kızık köyleri arasında bulunan ormanlarla karışırdı. Brusa’ dan dağa bakanlar gördüklerine doyamazlardı.” demiştir.

Bursa Fransız Kilisesi Rahibi Bernardin Menthon, Uludağ’daki manastırlarla ilgili ilk kapsamlı araştırmayı yapan kişidir. 1935’te “L’olympe de Bithynie” (Bitinya Olimposu) adlı bir kitap yazarak Keşiş Dağı olarak anılan Uludağ’ın Hristiyanlık kültüründeki yeri hakkında bilgiler vermiştir.

Osman Şevki Uludağ, “Mabetler hakkında bize en güzel malumat veren ve bizim tetkiklerimizi tamamlayan papaz Bernardin Menthon, ancak Bizans vakainivüslerinin notlarından, azizlerin tercümei halleri hakkında eline geçirdiği monografilerden faydalanmak suretiyle bunların yerlerini kararlaştırabilmiş ve ancak beş altı tanesinin kiremit, tuğla ve mermer kırıklarından ibaret enkazını bulabilmiştir. Bu mabetler orta çağda harap olmuşlardır. Uludağ’ da manastır hayatı 8. ve 9. yy’ larda pek ileri dereceye varmıştı. Bundan evvel üçüncü yy sonlarına doğru St. Neofit adında birisinin aynı zamanda boz alanı adını da taşıyan tekfur alanının yüksek bir tepesinde bir mağarada yaşadığı söylenir kezalik vakanüvisler beşinci yüzyılda da oralarda keşişler ve manastırlar bulunduğunu söylerler. Fakat bütün bu bilgiler çok müphemdir ve açık malumat yoktur. Ancak 8.yy dadır ki dağda din hayatı çok inkişaf bulmuş ve her taraf mabetle dolmuştur. Bu manastırlardan bu gün hiç birisi ayakta duramamaktadır. Hepsi ortada kalkmış, hatta izleri bile kaybolmuştur.”diye yazmaktadır…

Bayındırlık İşleri Müfettişliği görevi sırasında Fransız Hükümeti tarafından Anadolu’ya gönderilen Fransız arkeolog ve gezgini Charles Texier (1802-1871) de bölge hakkında kitaplar yazmış, gözlemlerini aktarmıştır. Bunlardan en ünlüsü,  “Asie Mineure”(Küçük Asya)adlı kitaptır. Texier, bu kitapta Uludağ’daki manastırların yoğunluğundan söz ederek Uludağ’ı Yunanistan’daki Athos (Aynaroz) Dağı’na benzetmiş ve şöyle demiştir:

“Eskiden söylendiği gibi, Olimpos zirvesinin, bir yayla oluşturan iki başı vardır. Doğu tarafındaki başında kuru taştan yapılmış bir yapının kalıntısı görülür. Bu bir ufak kilise ya da manastır olabilir. Şekil ve yapımından hangi devre ait olduğunu belirleyecek hiçbir özelliği yoktur… Bizans İmparatorları zamanında Olympos vadileri, başkentin gürültüsünden kaçıp inzivaya çekilmek isteyenlerin mekânı oldu. Athos Dağı’nda olduğu gibi burada da küçük kiliseler ve inziva yerlerinin sayısı arttı. Dünyadan elini eteğini çekenlerin anılarını muhafaza ederek bugün de gururlu olan Olympos dağı, Türkler tarafından verilen Keşiş Dağı adını taşır.”

Antik Yunan kentleri (polis)  “Basileus”  ya da “Tiran” (Tyrannos) adı verilen iktidar krallar tarafından yönetilirlerdi.  MÖ. 6.Yy sonuna dek olan bu dönemden Homeros ve Hesiodos, kahramanlık çağı olarak bahsetmektedir. İlk çağlarda adalet ve özgürlüğün kurulacağı altın çağa dönüş inancı Chilistianism (Tanrısal Krallık) vardı. Homerik çağ ise, Halikarnas Balıkçısı’nın masumluk, çocukluk ve düş dönemi dediği dönemdir.

Yunanlıların en önemli ve en eski “Theogonia”sını yazan Hesiodos’tur. Fenike, Sümer ve Babil gibi eski inanç ve efsaneleri aktarır Yunanlılarınkiyle kaynaştırır. Homeros’ta olduğu gibi Eski Yunan’daki mitoloji yazarlarına kaynak oluşturan tek din kitabı olarak kabul edilir. Hesiodos (MÖ. 8.Yy) didaktik (öğretici) şiirin öncüsü ve ilk ekonomi tarihçisi olarak da kabul edilir. Theogonia adlı eseri evrenin oluşumu ve tanrıların kökeni hakkında kaynak olarak yorumlanırken “İşler ve Günler” adlı eseriyle de çiftçilik yaşamını anlatır. Hesiodos,  İş ve Günler’de çağların gittikçe kötüleştiğini  “Altın Çağ” diye nitelediği bir barış bolluk döneminden sonra gümüş, bronz, kahramanlık ve demir çağının geldiğini belirtir. Ve işlerin zor ve insanların da çok çalışmaktan yıpranır hale geldiklerini dile getirir. Hesiodos’un bu konuda yazdıkları belki de diyalektik tarihin gelişimine ilişkin ilk gerçekçi varsayımlardı.

Toplumsal gelişime ekonomik temelli yaklaşan Saint Simon,  endüstri toplumuna ilişkin Hristiyanlık için “Yeni Hristiyanlık”  yaklaşımı getirmişti. Dinsel düşüncenin yerini bilimsel düşünce almıştır (rasyonelleşme). Saint Simon’dan etkilenen tilmizi Auguste Comte de pozitivist toplumun bu yeni dinsel anlayışına  “insanlık dini” olarak bakmıştır. Sosyolog Auguste Comte toplumsal gelişmeyi 3 aşamaya ayırmıştı: Teolojik, metafizik (ortaçağ) ve pozitif dönem. Avrupa uygarlığı çok tanrılı uygarlıktan sonra endüstri toplumuna ulaştı. Bilim Kurgu ile yaratılan efsaneler, fantastik dünya (ütopyalar) dünle yarının bir harmanlanışıydı elbette…

M.Ö. 7.Yy’da dithyramboslarla (başta 1-2 dizeli şiirlerle) başlayan tragedyalar da mitolojiyle beslenirlerdi. Yunan tragedyasında diyaloglu bölümler epizod (perde) olarak adlandırılır. Thespis ve Aiskhylos (Esillos) MÖ. 6.Yy tragedyanın yaratıcıları oldular ve tragedya (3 ayrı bölümden oluştuğu için, trilogia) seyircide bir etki (katarsis) amaçlanarak tanrılara ve krallara övgüler yağdırılırdı.

Tektanrıcı ve evren bilim hakkında görüş ortaya koyan Ksenophanes (M.Ö.  570 – M.Ö.  475), Amerikalı Anarko-Primitivist Yazar John Zerzan’a göre, ilerleme inancını beyan eden ilk kişidir (Makinelerin Alacakaranlığı, Kaos Yayınları, 1.Baskı, 2013, s. 53). Antik Yunan mitolojisi efsanevi yazımlara dayalı idi ve bu efsaneler içinde barbar devlerle uygar tanrı düzeni içinde sürekli bir çatışkı anlatılmaktaydı. İnanç günlük yaşamla iç içe idi ve eğitimde çok önemli bir yeri vardı. Ksenophanes tektanrıcılığı (monoteizm) savunarak Tanrı’nın insan ve diğer doğal varlıklara (antropomorfizm)  benzetilmelerini şu sözlerle eleştirir:  “Homeros ile Hesiodos, ölümlüler (insanlar) arasında suç sayılan, utanılan bütün şeyleri tanrılara da yüklemişlerdir. Tanrılar hırsızlık ederler, yalan söylerler, eşlerini aldatırlar. Bir tanrı vardır; bu, tanrılar ve insanların en ulusudur; ne biçimi, ne de düşünmesi bakımından ölümlülere benzer; bu tek tanrı baştan aşağı işitmedir, baştan aşağı düşünmedir; her şeyi düşünceleriyle hiç zahmetsiz yönetir.” Sözlü (tanrısal) yasalar Thesmoi idi ve farklı çıkarlar yazılı hale gelmesine neden olmuştu.  Nomos eski Yunan şehir devletinin (polis) egemenliğini ifade eden yasalar, hukuk düzenidir. Arapça olan namus sözcüğü de Yunancadan türemedir…

Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından iki devlet ortaya çıktı der Herkül Millas: Yunanistan ve Türkiye.  İkisi de hem birbirine hem Osmanlı’ya karşı savaştılar.

Urla (İzmir) doğumlu Çağdaş Yunan Şair Yorgo Seferis’in 1945-1951 yıllarına ait günlükleri  “Bir Şairin Günlüğü” adıyla ölümünden sonra bir kitapta toplanmıştı. 1949’da Bursa’ya da gelmiştir Seferis. Bu kitapta  “Bithynia Olympos”u diyordu Uludağ’a: “1 Mayıs 1949: Bithynia Olympos’u; keşişleri eski zamanlara ait.  Müziğin yaprakları; müzik nasıl da yuva yapıyor kendine;  nasıl serpiliyor yapraklar onunla.”  Yorgo Seferis (1945-1951 Bir Şairin Günlüğü,  Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,  2004, s. 146)

Nostos ve haymatlos;  bir yanda özlem eve dönme isteği bir yanda tabiiyetsizlik; vatandan uzak kalma duygusu yani. Yorgo Seferis, 1922’deki mübadele (değişim) trajedisinin yarattığı duyguyla şiirini de etkileyen sürekli bir kimlik arayışına girmişti. İonia’da hissettikleri, çocukluğu onu Odisseusvari nostos duygularıyla doldurmuştur…

Çağdaş Yunan Şair Yannis Ritsos , “Yunan uygarlığını belirlemiş olan, hala da belirleyen işte budur; dinsel hoşgörü,  bir de kimi etki ve etkenleri kabullenmekteki korkmazlık. Doğu ve Batı arasında bulunduğu için hem Doğu’dan hem Batı’dan kimi özellikleri almış, sindirmiş, birleştirmiştir. Bu yüzden hem Doğulular hem Batılılar için örnek olabilmektedir.” der (Herkül Millas,  Çağdaş Yunan Edebiyatı,  Dünya Yayıncılık, 2005, s, 76)

Modern Yunan edebiyatının temellerini atan ve Yunan aydınlanmasının öncüsü Adamantios Korais’tir. İzmir doğumlu Korais Osmanlı bağımlılığını ve Ortodoks kilisesini eleştirmiştir. 1821 Yunan İsyanı’na giden süreçte yayınladığı “Hellen Nomarşisi” cumhuriyetçi görüşleri dile getiriyordu.

Apokalips’i  (Vahiy kitabı) Yuanna sürgündeyken İsa’yı gördüğünü iddia ettiği küçük bir yunan adası olan Patmoz (batmaz) adasında yazmıştır. Ada’daki bir mağara da Hristiyanların haç merkezlerinden birisidir.   D.H.Lawrence de 1931’de yayınlanan “Apocalypse” (Vahiy) adlı bir kitap yazdı. Batı uygarlığını şekillendiren politik, dini ve sosyal yapıları eleştiriyordu. Ona göre, akıl ve ruh arasındaki sürekli çatışkı, toplumun doğal dünyadan yabancılaşmasına neden olmuştur.  Son kitabında Lawrence, insanların doğadan ve evrenden koptuğunu ileri sürerek, insana ve kozmosa dair umut aşılamaya çalışıyordu. Lawrence, Mina Urgan’a göre beden içgüdülerini yadsıyan sadece ruhu önemseyen Hristiyanlık ruhçuluğunu eleştiriyordu; “The Dark Gods” (Karanlık Tanrılar) dediği cinsel dürtüler gibi bedensel dürtülere egemen kozmik güçlere inanıyordu.

Mina Urgan,”Lawrence, sanayileşmeyi yaşadığı çağın başlıca felaketi sayardı.” demektedir. (D.H.Lawrence, İnceleme, YKY, 2016, s. 9)

Tetrarşi  (4’lü yönetim), M.S. 3.Yy da Roma İmparatoru Diocletianus’un ülkeyi daha kolay yönetilir hale getirmek için 2’ye bölüp başına birer Augustus (imparator)  getirmesi ile ortaya çıkan yönetim şekli idi. Ve böylece ülkeyi bir Caesar (Kayser) daha kolay yönetebilecekti.

Apollon’a  (Güneş Tanrısı) tapan kendisi de ordusu gibi pagan olan 1.Constantinus Roma’daki kötü yönetime duyulan tepkiden faydalanarak Maxentius’la savaştı. Romalı iki tetrarkın karşılaşmasında Maxentius’a karşı zafer için Hristiyanlığı kullanacaktı (M.S. 312).

Yunan kolonileri (kentleri)  aslında birer “Paroskia” yani Yunan ticaret şirketleri tarafından kurulan ulusal yöre dışında yeralan ulus bilinç taşımakla birlikte ekonomik ve toplumsal niteliği olan sömürgeci ve burjuva işbölümüne dayalı insan topluluğundan oluşan (Selanik, İzmir, Odesa gibi)    kolonilerdi. Bu kentlerden biri de adını kurucusu efsanevi kahraman Byzantas’tan alan Byzantion’du (İstanbul). 1. Constantinus bu Eski Yunan kolonisini imparatorluğun yeni başkenti ilan ederek (13 Mayıs 330) “Nova Roma” (Yeni Roma) adını vermişti.  Ölümünden sonra adıyla;  “Constantinopolis” olarak anılacaktır.

1.Constantinus (M.S. 272- M.S. 337), Hristiyanlara hoşgörü gösterilmesini buyuran ve “inanç özgürlüğünü” dile getiren Milano Fermanı’nı (M.S. 313) yayınlar ve Roma İmparatorluğu’nda resmî din olacak Hristiyanlığın içerisinde tartışılan bazı konuları netleştirmek amacı ile (İnanç Bildirgesi)  Birinci İznik Konsili’ni toplar. Konsilde Athanasius’un karşı çıktığı İskenderiyeli Papaz Arius’un 3’lü teslisi (ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu)  reddettiği teori tasfiye edilerek aforoz edilir. Paskalya Bayramı İznik Konsili’nde kararlaştırılmıştır (Her Pazar). İkinci İznik Konsili (7.konsil) ikona kırıcılığı konusunda 787’de tekrar toplanır.

Osmanlı Devleti ulus yerine dinsel ayrım güttüğünden Ortodoks Yunanlılar kendilerini Hristiyan olarak tanımlardı. Merkezi İstanbul’daki Fener Rum Patriği olan Doğu Ortodoks Kilisesi 3 büyük Hristiyan mezhebinden birini oluşturur (diğer ikisi Roma Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi). Yunanistan Ortodoks Kilisesi Doğu Ortodoks kiliselerinden birini oluşturur.  Ve Doğu Ortodoks Kilisesi İznik, Konstantinopolis  ve Efes Konsili’ni tanıyan oryantal Ortodoks kilisesine karşı  ilk 7 konsildeki tanımlamaları kabul eder.

Monistik Tekçilik evreni tek bir “ilke”ye dayandırarak açıklamaya çalışan öğretidir. Özellikle ruhu maddeye, maddeyi de ruha irca eden, diğer bir ifadeyle, ruh ile maddeyi özdeş sayan öğretilerdir. İznik Konsili’nde Arius’un aforoz edilmesi monofizizmin yani İsa’nın tanrının oğlu olduğunun temel akide olarak benimsenmesi İsa’nın varlığında, insanlıkla tanrısal özün birleştiği ile ilgili kararlar alınmıştı. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu İznik Konsili’nde de (M.S. 325’te) temel akide olarak benimsenmişti. Kutsal Ruh’un Tanrı olduğuna inanırlar. Aya Triada, kutsal üçlü demektir. Bazı Rum Ortodoks kiliselerine verilen addır. Transfigürasyon; Tanrı’nın oğlu İsa’nın dönüşümü gibi İsa’nın dirilip göğe yükselmesiydi. Tanrı’nın İsa’nın vücudunda beden bulduğuna ve yol gösterdiğine inanırlar. Ortodoks kilisesinde bu kavram “Teofani” (Hierosphainein), Batıda ise “Epifani” yani tanrı kudretinin tezahürü anlamına da gelmekte…

Katolik evrensel manasına gelirken, Ortodoks, doğru inanç anlamındadır. Ortodoksların batı kiliselerinden farklı akideleri de (Paradhosis) vardır. Ortodokslar resimlerle yetinirler. İkonostaz, İkonlu duvar ve tablolarına denir.  İsa, Meryem Ana ve diğer ermişlerin tahta üstüne yapılmış heykel ve resimlerine de ikon veya ikona derler. Yunanca sözcüklerdir.

Ortodoksların ayinleri Yunanca olur. Keşişler manastırlarda yaşayıp hiç evlenmezlerdi fakat Ortodokslarda rahipler evlenebilirlerdi.

Kitonik dünyevi,  kozmik evrenseldir. Ekümenik ise, evrensel, ikamet eden dünya manasında yunanca bir sözcüktür. Bütün kiliseleri kapsayan kavramla Ortodoks kiliselerinde birliktelik ve eşitlik kastedilmektedir.  Apostolik, 12 havariyle ilgili ve onların kurduğu kiliseler manasındadır.

Agios aziz, agia  azize demektir. Taksiyarhis  çağdaş Yunancada başmelek demektir. Başmeleklerin kimliği kesin olmamakla birlikte 4 büyük başmelek ismi geçmektedir: Michael, Gabriel, Raphael ve Uriel.  Michael tanrının kendinden yarattığı ilk melek kabul edilir, ikonografide elinde kılıç ve ölü ruhları tartan teraziyle tasvir edilir.

Ayazma Türkçeden türetilen bir sözcüktür soğuk su demektir. Ortodos hristiyanlar kutsal su anlamında ayazmalara hagia derler. İsa’ya inananların yıkanması (vaftiz)  İsa ile bütünleşmek anlamına geliyor. Çocuğa vaftizde kutsal sayılan bir isim de konuyor. Benzer bir sözcük olan takdis öldükten sonra huzur içinde yatması için günahların bağışlanması için yapılan bir işlemdir.

Noel doğuş demektir (Fransızca). Hristiyanlık inancına göre Noel yortusu paskalyadan sonra gelen ikinci önemli yortudur. İsa’nın,  doğumunun kutlandığı bu yortu gününe Yunanca “Xristougenna” (Mesih doğdu) denir.  Batı kilisesi 25 Aralık’ta kutlarken Noeli Ortodoks Kilisesi Julyen takvimini esas aldığı için 7 Ocak’ta kutlar. Teofani bayramını (Haçı suya atma bayramı) 6 Ocak yerine 19 Ocak’ta kutlar (Gregoryen takvimle Julyen takvim arasında 13 gün fark olduğundan).

Uruc orucu 1 Ağustos-15 Ağustos (Uruc Günü) arasında Meryem ana adına tutulan oruçtur. İsa’nın dirilişinin kutlandığı Paskalya yortusu öncesinde olduğu gibi, Noel yortusundan önce de 15 Kasım’dan sonra 40 gün oruç tutulur. Paskalya dönemindeki 40 günlük oruca “Büyük Perhiz” denir.  Rumlar kırk gün tutulan oruca “Megali Sarakosti”  (Büyük Kırk Gün)  derler.

Kristoloji yani Mesih anlayışına göre enkarnasyon (hulul)  tanrının cisimleşmesi ve insan biçiminde görülmesidir.“Golgota” (Calvary), İncil’deki anlatımlara göre Kudüs surlarının hemen dışında yer alan ve İsa’nın çarmıha gerildiği bir tepedir. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişini  (paskalya bayramı) mart-nisan ayında kutlarlar. Ortodokslar için en önemli kutsal bayramlardan (yortu) sayılan günlerde İsa, havarileri ve diğer azizler anılırlar. Hristiyanlar İsa’nın doğumu, vaftizi ve peygamberliğe başlangıcını 25 Aralık-6 Ocak arasında, göğe yükselişini (mihracı) ise Nisan’dan Temmuz’a kadar kutlarlar…

Devam Edecek…

YEŞİLÇAM’IN BEYAZ FİLMLERİ: ULUDAĞ VE SİNEMA (1)

tamer uysalGelip yine de efsaneye bağlanır
Ne kadar anlatılsa da yaşanan
Aşklar birer efsanedir şimdi
Dağ dorukları birer efsanedir
Nasıl yazılır bir dağın tarihi

(Ahmet Telli)bithnynia haritası

Burada yaşamış burada uygarlıkları kurmuş kadim halkların bir toplamıdır Anadolu. Homeros’un İlyada destanında da kullandığı Assuwa, Hitit metinlerinde geçen bir kelimedir. Bugünkü Asya sözcüğünün kökenidir.  Şems-abad Farsça,  meşrık Arapça doğu demektir yani günlük güneşlik, güneşi bol yer. Anadolu sözünün kökeni ise “güneş doğan” anlamına gelirmiş.  Eski Yunan kolonileri göç ettikleri topraklara  “Anatolia”  (Anatole) derlerdi.  Bu da doğu, “doğu ülkesi” anlamına gelirdi. Yunanistan’ın dörtte uçünün kayalık, dağlık alanlardan oluştuğunu göz önüne aldığımızda çok yerinde bir tanım. Mitolojideki en önemli tanrılardan biri olan Apollon, Delos adasında doğmuştur ama ismi Grekçe değildi. Anadolu kökenliydi. Anadolu ve Ege’deki bazı Yunan halkları güneş tanrısı Apollo’ya tapınırlardı. Örneğin Lazpa Hititçe bir sözcüktür. Lesbos sözünün kökenidir. Lesvoslular da (Midilli) Apollon’a taparlarmış. Anadolu ile Ege de böyledir.

İyonlar hellenliği kabul etmemiş,  onlara göre Apollon ile Kreusa’nin birlikteliğinden doğmuşlardı. Asklepios tıp sağlık tanrısıdır Apollon’un oğludur  Apollon’un ikiz kız kardeşi, vahşi doğa, avcılık, okçuluk tanrıçası Artemis’tir. Bunlar hep birbirine yakın tanrılar…

Yunanistan’ın metinlerde geçen (MÖ. 5-4.Yy)  Helen öncesi eski ahalisi Pelajlardı (Pelasg) Helenler gelince bu otokton (yerli) halk asimile olmuşlardı. Eski Yunanlılar da Hellen’in soyundan geldiklerine inanırlardı. Zeus insan soyuna ceza olsun diye tufan çıkartır.  Prometheus oğlu Deukalion’dan bir gemi yapmasını ister. Deukalion ve karısı Pyyrha bir gemi yaparlar. Bu gemi Yunanistan’daki en yüksek yer olan Parnassos dağına oturur. Hellen’in  (Deukalion’un oğlu) 3  oğlu olur:  Dorus,  Ksuthos ve Aiolas. Ksuthos iyonların, Aiolas ise Aiolialıların atasıdır.  Yunanlıların efsanevi atası Deukalion’dur (Arkeolojiye göre MÖ. 3000’de Sümer’i büyük seller basmıştı).

Yani burada da Olimpos’un tanrılarından çaldığı kutsal ateşi narteks içinde insana taşıyan Prometheus’un başka bir iyiliğine şahit olmuş oluyoruz. MÖ. 4.Yy’da Yunanlı şair Pindarus, “İnsanların da, tanrıların da anası topraktır” demişti.  Büyük tufanda yokolan insan soyunu yeniden dünyaya kavuşturmak için toprağa erkek ve kadına dönüşen taşları eken yine Prometheus’un oğlu ile eşi.

Yunan yazını Hesiodos’un yabancı kaynaklı bazı tanrılarını kullanmamış ve kaba saymıştır.  Theogonia’da Olympos tanrılarına kadar birçok kuşak sayar Hesiodos ve en son  “Devler ve Tanrılar Savaşı”yla Olympos’taki tanrıların saltanatını kurar. Bu savaş Teselya’nın (Makedonya) iki yüksek dağında cereyan eder: Othrys ve Olympos’ta…

Tüm tanrıların anası toprak ana; ana tanrıça Gaia’dır. Hesiodos’a göre Prometheus, Titanların soyundan İapetus ile Klymene’nin oğludur. Aiskhylos’a göre bu kahramanı doğuran ana Gaia’dır. Zeus bir Titan ancak büyür güçlenir ve dünyaya hakimiyet kurmak ister. Babası Kronos’a kafa tutar. Kronos dahil tüm Titanları yeraltına (Tartaros) hapseder. İapetos’un zekâsını kıskanan Zeus, Prometheus ‘u da herhangi bir köle gibi (5. Yy’da kölelikle zorbalık yasal) Kafkas Dağı’nda zincire vurdurur. Tanrıların düzenine karşı gelmiş Prometheus bu yüzden “Prometheus Desmotes” (Zincire Vurulmuş Prometheus) adıyla anılır:

“Bir gün bir rezene sapı içinde çaldım götürdüm insanlara ateşin tohumunu. Bu tohum bütün sanatların anahtarı oldu;  bütün yolları açtı insanlara. Suçum bu işte benim tanrılara karşı, bu yüzden zincire vuruldum bu göklerin altında.” (Zincire Vurulmuş Prometheus, Aiskhylos, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 4.Baskı, s.6).

Çok katlı yapıları (insulae) ilk kuranlar Romalılardı mesela; Eski Roma’nın merkezi de bir tepede (Palatino) inşa edilmişti.

ABD Eski Başkanı Ronald Wilson Reagan 1980 ve 1983’te, “Armageddon’u yaşayacak nesil biz olabiliriz” demişti. Müslümanlara göre kıyamet alametlerinin görüldüğü zaman dünyanın son günleri (ahir-i zaman)olarak kabul edilir. Hadislerde geçen Mercidabık, Halep’e bağlı (Azez) kasaba 3.Dünya savaşının geçeceğine inanılan yerlerden biridir. Armagedon ise,  Kitabı Mukaddes’ın (eski ve yeni ahit)   son kitabına ya da Vahiy’e ve Hazekiel’e göreyse (Tanah) (Tevrat ve Mezmur ya da Zebur) büyük bir deprem tarif edilmekte bazılarına göre nükleer bir savaştan kıyamet (evrenin sonu) olarak bahsedilmektedir.

Ancak Melhame-i  Kübra (Büyük Kıyım)  çok ve büyük kanlı olayın  kopacağı yer, Tel Aviv’in 55 Km. kuzeyindeki Megido Tepesi (Har Megiddo) eski bir kentin bulunduğu  30 metrelik bir höyük…

Hristiyanlara göre kıyamet Tanrının Krallığı ile bitecek.  Yahudilere göreyse “Gene” (Eden)  ve “Ge-Hinnom” (Cennet ve Cehennem)  hayatına geçilecek. Ancak bilimsel teorilere göre evren genişleyip soğuyacaktı (ısı ölümü ya da büyük donma). Zaten “Büyük Patlama” (Big Bang) sonucu oluşan evren soğumaya çalışmakta ve büyüdükçe ısısı düşmektedir.  Kutup graviteleri eşdeğer düzeye inip donacaktır. Fakat bütün evrenlerin toplamı yani “Çoklu Evren” (Multiverse) teleskop ile görülen sadece 93 milyar ışık yılı genişliğinde bunun çok küçük bir kısmıydı…

Tanrıların evi niye yüksek dağlar olmuştur? Profan dini ve kutsal olmayan her şey, bu entropi düzensizlik gelişigüzellik içinde tanrıya tanrısal inanca daha yakın olmak mı yoksa…

Ya da tanrılar için yegane besin, bir tür nektar ya da bal özü olduğu rivayet edilen ambrosialar için önemli bir kaynak; renk renk, çeşit çeşit çiçek ve bitki orada bulunduklarından mı acaba, ama hayır.

Ya da belki hepsi!

Peru’daki “La Rinconada” dünyanın en yüksek rakımlı yerleşim birimidir. Dağ ikliminin hâkim olduğu 5.130 metre yükseklikteki bu kasabada 50 bin kişi yaşar. Ve insanların burada olmasının nedeni yakınında altın madenlerinin bulunmasıdır.

Oysa Anadolu’nun doğusunda yeralan dağlık bölgeler ekseriyetle birer mahrumiyet bölgesi sayılırlar. Tevrat’ta Nuh’un gemisinin büyük tufandan sonra karaya oturduğu yer olarak Kuh-i Nuh da denilen Ağrı Dağı tasvir edilir.  Yüksekliği 5.137 metredir. Ve tepesi buzul olan Anadolu’nun  tek dağıdır.

Ege uygarlığının kökü ve anası Sümer uygarlığıdır. “İsa’dan 5 bin yıl önce Sümer kentleri bir hayat ve kültür merkezi oldu.” der Halikarnas Balıkçısı (Sonsuzluk Sessiz Büyür, Bilgi Yayınevi, 4. Basım, 2005, s.70-71)

Gustave Le Bon’un, “Tanrı yaşayan hayattır” dediğini aktarır H.Balıkçısı (a.g.e., s.25)

Avustralya yerlilerinin” Uluru” dediği  “Ayers Rock Tepesi”  kırmızı devasa bir tümsektir. Aborjinler bu tepeciği kutsal alan olarak kabul eder ve törensel ritüeller yaparlar. Mekânsal Determinizm, mekânın kültür ve insan biçimlenmesinde önemli rolü olduğunu kabul eder. Aborjinlerin Avustralya’ya yerleştiği 60 bin yıllık kültürel birikim bugünkü tıpbın da gelişiminin sonucudur.

Pangea yani 180 milyon önce yeryüzü tek parçadan oluşuyormuş ikiye ayrılan yeryüzünün kuzeyi “Laurasis” ve güneyi “Gondwanaland” olarak adlandırılıyor. Uluru ise komşusu Kata Tjuta ile beraber yaklaşık 600 Milyon yıl önce oluşmuş.

İbrahim ve kavmi Mısır’da köleyken Tanrı’nın tarafından 2 taş tablete yazılmış  “On Emir” (Decalogus)  M.Ö. 1200’de Sina Dağı’nda verilmiştir…

Halikarnas Balıkçısı, “İsa’nın doğuşundan bin yıl öncesine kadar dişi tanrılar (tanrıça) erkek tanrılara üstün sayılırdı” (a.g.e., s.27) der. İda Dağı, Zeus’un Hera ile evlendiği dağdır. Kocakatran Dağları’nın en yüksek yeri olan bu dağdan izlemiş Troya Savaşı’nı Zeus. Halikarnas Balıkçısı  “Anadolu Efsaneleri”  kitabında sözde yağmur ilk defa orada toprağa kavuşmuş diye yazar.  Herakles susadığı için su istemiş ve Zeus küçük bir pınar fışkırtmış:  Skamandros  (bugünkü Küçük Menderes Nehri).  İda’dan çıkar böylece Skamandros; nehri kazarak daha büyük bir pınar bulur Herakles de; bir adı da Ksanthos’tur ve kızıl su anlamına gelir. Gerdek için kızlar burada yıkanırmış rivayet bu ya güzellik tanrısı Afrodit bile saçlarını kızıla büründürmek için burada yıkanırmış.

Zeus’un önerisiyle düzenlenen güzellik yarışmasında Paris (Truva Prensi) Afrodit’i seçince diğer tanrıçalar Hera ile Athena Truva savaşında Akha’lara yardım edecekti bu yüzden. Truva’ya adını veren Dardani Kralı Tron’dur…

Oliympia, Eski Yunan diyasporası tarafından saygı gören 3 yerden birisidir ki diğer ikisi ise gemilerin İonia’ya açıldıkları liman sayılan “Delos Adası” ile kutsal tapınakların bulunduğu “Delphoi “ idi (David Stuttard, Antik Yunan Tarihi, YKY, 2016, s. 33). David Stuttard, “Çoğu Yunan’ın geçmişe ilişkin bilgisi, olguların hayallerle süslendiği ve gerçeklerin söylemlerle iç içe geçtiği sözlü geleneklere ve destanlara dayanıyordu.” demektedir (a.g.e., s. 30).

Mitoloji (söylence bilim), hangi toplumun hangi tanrılara taptığını bildirir. Grekler Zeus ve 11 tane Olimpos’lu tanrıya (Olympian) daha taparlardı. Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”  kitabında Yunan tanrılarının Herodot’a göre Homeros’un icadı olduğunu yazar.  “Anadolu Efsaneleri” kitabında Hesiodos’u da ekler buna, Grek tanrıçalarını Hesiodos ile Homeros yarattı, der (Bilgi Yayınevi, 12. Basım, 2008, s. 117). İnsan soyu dünyaya gelmeden önce işte bu tanrılar kendi aralarında savaşırlar. Titanlar (devler) Atina yakınındaki Othrys Dağı’nda, Kronos’un oğulları da Selanik yakınındaki Olympos’ta (Mytikas Tepesi) yerleşmişlerdir. Tanrılar arasındaki bu savaş  (Titanomakhia ) tam 11 yıl sürmüş. İlk olimpiyatlar da Olimpos (Olemp) tanrılarının yaşadığına inanılan bu dağda yapıldığından adını buradan almıştır. “Stadion” (Stadyum) da Yunanca kökenli bir sözcük ve bir Yunan uzunluk ölçüsü birimidir (Bizdeki bir spor bakanı bir yerde ne yazık ki burasını Türkiye’deki Olimposlarla karıştırmıştır).

Anadolu’da kurulan ilk merkezi devlet Hititlerse de bilinen en eski uygarlık Luvi Krallığı’dır (M.Ö. 2000-1400). Anadolu’daki Helen yer adlarının kökeni Luvice’dir. Bilge Umar “Olympos” sözcüğünün de eski Luwi/Pelosgos kültürünün yayılma alanı kapsamında karşımıza çıkan bir dağ adının Hellen ağzında büründüğü biçim olduğu kanısındadır. Apollon, Kibele, Afrodit, Artemis gibi birçok tanrı ve tanrıça ismi de sözcüklerin Yunanca telaffuzlarından türemiştir. Örneğin kökeni Etrüsklere dayanan Apollon’dan “Likyalı” ismi ile de bahsedilmektedir. Likyalı sıfatının kökeni ise, Luvi dilinde “Işık” (Lyk)  anlamına gelmekteydi.

Uludağ’ın ismi de antik çağda bilinen “Hep parlayan” anlamında Olympos’tu ve Luvi kaynaklı bir isimdi. Antik Yunan Tarihçi Herodot’un (MÖ. 484 – MÖ. 425) Mysia (Misya) için kullandığı sözcük “Mariandyn” (Mariyandin); yani Bursa Olimpos’u (Uludağ)civarı (Halikarnas Balıkçısı, Anadolu Efsaneleri, s.174). Mysia, antik çağda Mysialıların yaşadığı bölgenin adı, Çanakkale, Balıkesir ve Bursa dolaylarıdır.

Herodot, “Mysialılar kendi ülkelerinin başlıklarını giyiyorlardı, ellerinde küçük kalkanlar ve ateşte sertleştirilmiş demirden kargılar vardı.  Olympos Dağı’na komşu oldukları için bunlara Olymposlular da denilir “  demektedir. (Herodotos Tarih, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 13. Basım, 2017, Kitap 7, Bölüm 74, s. 543)

Azra Erhat da Olympos’un Yunanca bir kelime olmadığını belirtiyor. (Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 12. Basım, 2003, s.228) Erhat, “Yüksek Dağ” anlamında kullanıldığına ihtimal veriyor: “Dorukları gökte bulutlara karışan ulu dağların tanrılara konut olduğu inancı Yunan’a Sümer’den geçmiş olabilir” diyor.

Yunanistan’daki Olympos Zeus’un merkezi buna karşın Apollon ve diğer tanrılar Parnassos ya da Helicon Dağı’nda toplanırlardı. Homeros tanrıların bu dağlarda şölenler düzenlediklerini ve konuşmak ve tartışmak için buraya geldiklerini yazmaktadır.

Olympos adında efsanevi kişilikler de vardır. Örneğin, Girit’e adını veren Kres’in oğlu Kronos’un (Zeus’un Emaneti) diğer adı Kybele’nin kocasının adından gelen Mysia Olympos’u yani Uludağ’dır. Marsyas’ın oğlu ünlü flüt çalgıcısının adı da Olympos.

Yunanistan ve Makedonya dışında, Olympos tanrılarının başka yüksek dağlarda da toplandıklarını, Anadolu’da sayısı 20’ye varan (İda Dağı gibi) Olimpos dağının bulunduğunu belirtir…

Mysialılardan önce bölge Masa ülkesi halkı da masalılar olarak biliniyor. Mısırlılarla yapılan savaşta Masalılar Hititleri desteklemiş ve Homeros’un İlyada destanında Mysialılar da Truva’nın müttefikleri arasında gösterilmişti. Mysialılar Truva’nın yıkılması üzerine Lidyalıların hâkimiyetine girmişlerdir.

Mysia sınırları içinde kalan Uludağ’ın özellikle batı ve güney kısmı için kullanılan ismi Olympene idi.  Lidyalılar civarda gürgen ağacı bolca yetiştiğinden bu ağacın adından dolayı bölgeye Mysia deniyordu. Antik Yunan Tarihçi ve Coğrafyacı Strabon (M.Ö. 64-M.S. 24), “Mysia isminin aslı Lydialılarda gürgen ağacına verilen isimden çıkmıştır. Olympos Dağı dolaylarında çok sayıda gürgen ağacı vardır.” demektedir. (Geographika Antik Anadolu Coğrafyası, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 8. Baskı, kitap XII.8.3, s. 73)

Strabon,  bölgede yaşayanlardan Olympeneli diye sözetmekte ayrıca bölgenin Pers egemenliği döneminde “Hellespont” satraplığına (eyalet) bağlanmasından dolayı “Hellespontlular” olarak anıldıklarını belirtmektedir (a.g.e, kitap XII. 4.10, s. 61).  Mysialıların konuştukları dil Lidya ve Frigya dillerinin bir karışımıydı. Strabon’a göre Mysialılar dinsel inançlarından dolayı canlı varlıkları yemekten kaçınmakta, süt, peynir ve balla beslenmekteydi. Strabon, “Olympos dağları iyi bir şekilde iskân edildikten başka aynı zamanda tepelerinde sık ormanları ve haydut çetelerini barındıran, dağ tarafından korunmuş yerler de içermektedir” demektedir.  (a.g.e., Kitap XII.8. 8, s.78)

Mysia bölgesi Romalıların egemenliğine geçtikten sonra çok sık seyahat eden Roma İmparatoru Hadrianus “Hadrianutherae” (Balıkesir), “Hadrianoutherai” (Dursunbey) ile birlikte Uludağ’da da bölgenin merkezi sayılan bugünkü Orhaneli’nin bulunduğu yerde “Hadrianoi” kentlerini kurmuştur.  Bu dağlık ve ormanlık bölge Romalılar döneminde de bir tatil ve avlak yeri olarak kabul görmektedir. Bölgedeki önemli mabed ve diğer yapılar da bu bölgede toplanmış olup halk tarafından da kiliseler bölgesi olarak adlandırılmaktadır. Zeus Kersoullos tapınağı ve Kızılkilise gibi. Günümüzde Orhaneli, Büyükorhan, Harmancık ve Keles ilçelerinin olduğu tarih ve kültürel yapısı birbirine benzeyen yerleşim bölgelerinin tamamı “Dağ Yöresi”olarak adlandırılmakta…

Hititler döneminde de Mysia bölgesine Hititlerce Assuwa denmekteydi.

Hititlerden sonra bir süre Lydialıların egemenliğinde kalan bölgedeki kabilelerin hepsinin Thrak kökenli olduklarının varsayıldığını belirten Strabon,  “Mysia’yı, Bithynia’yla  Aisepos Irmağı’nın [Gönen Çayı] denize döküldüğü yere, kıyıdan Olympos’a kadar olan alan içerisine yerleştirebiliriz.”  diye de yazmaktadır. (a.g.e, Kitap XII. 4.5, s. 58)

Pers egemenliğine geçtikten sonra Asya seferine başlayan Makedonya  Kralı Büyük İskender (3.Aleksandros) Mysia’nın güneyinden  geçmiş  Bithynia’yı da Perslerden alarak “Paphlagonia ve Bithynia Satraplığı”na  (Hellespontos Phrygia)bağlamıştı. Ancak Büyük İskender’in atadığı satrapı yenen Bithynia prenslerinden Bas, bölgedeki merkezi boşluktan yararlanarak siyasi, ekonomik ve askeri yönden güçlenmiş ve hükümdarlığı boyunca Makedonyalıları da Bithynia’dan uzak tutmayı başarmıştır. Onun oğlu Zipoites Bithynia üzerinde egemenlik kurmak isteyen, İskender’in generallerinden (Diadokhos) Lysimakhos’u da yenerek  Nikaia’da  (İznik) “Bithynia Krallığı”nı kurmuştur (M.Ö. 279).

Bithynia Krallığı en parlak dönemini 1.Prusias döneminde yaşadı. Bithynia döneminde Bursa’dan kurucusundan dolayı “Prusa ad Olympium” (Uludağ Bursa’sı) diye bahsedilir. Bithynia Kralı 1.Prusias (M.Ö 283 – M.Ö 83) ele geçirdiği yerlere Bithyn kolonileri yerleştirerek sonra kendi adını vermiştir.   Birbirinden ayırt edilmek için Gemlik’e “Prusias am Mare” (Denizin kenarındaki Prusa) ve Melen Çayı Kenarındaki Konuralp’e de “Prusias Pros Hypios” (Hypios ırmağının kenarındaki Prusias) adı verilmişti. Romalıların eline geçtikten sonra da “Pontus et Bithynia” (Hellence Pontus kai Bithynia) adıyla anılmış, Roma’dan gönderilen Proconsul (Eyalet Valisi) tarafından yönetilmeye başlanmış ve Bizans’ın eline geçtikten sonra da İznik’e bağlanmıştır.

Uludağ’daki manastırlar da 3.Yy’dan sonra kullanılmaya başlamıştı. Bizans İmparatorluğu Hristiyanlığı kabul ettikten sonra azizler tarafından kurulmuşlardı. M.S. 303-308 yıllarında Hristiyanlara yönelik baskılar yoğunlaşınca Uludağ’daki mağaralar ve inşa edilen küçük evler de inziva yerleri olmuştur. 1.Theodosius (M.S. 347-395), 391’de Hristiyanlığı imparatorluğun resmi dini ilân etti ve İznik teslisini destekleyip Hristiyanlığı teşvik etmiştir.

 Ancak 25 Mart 717 tarihinde imparatorluğunu ilan eden  “Birinci  İkonoplast (Putkırıcı) İmparator” unvanıyla anılan III. Leo İsauryalı  (MS. 685-741) ikonların imha edilmesiyle ilgili olarak ferman çıkartarak heykel ve resimlerin yıkılıp kaldırılması emrini vermişti. Yaptığı uygulamalarla bütün kiliselerden tepki gördüğü gibi Doğu ve Batı kiliselerinin de arasını açmıştır.Uludağ’daki manastırlar 8.Yy’da en üst sayıya ulaşmıştır. Selanik ile Bafa Gölü’nün çevresi de manastırlar bölgesi haline gelmiştir.

Bizans döneminde manastır ve kiliselerin çokluğundan dolayı Bursa’ya da “Theoupolis” (Tanrı Kenti) denmiştir. Bunda Uludağ’daki manastırların büyük payı vardır. “Agorlar Manastırı” (Monastere des Agaures) Bizans İmparatorluğu’nda, 8 ve 9.Yy’da ikonoklastlar ve ikonodullar arasında başgösteren çatışmalar boyunca büyük önem kazanmıştır. Çoğu Agaures (Agorlar) manastırına bağlı 147 manastırın varlığından söz edilmektedir. Günümüzde manastırlardan pek eser kalmamıştır.

Osmanlı döneminde Bursa’nın fethiyle Uludağ’daki manastırlardan bazılarına dervişler yerleşmişler ve Uludağ’a da  “Cebel-i Ruhbân”  (Rahipler Dağı) ya da “Cebel-i Keşiş” (Keşiş Dağı) denmiştir. 17. yüzyılın önemli gezginlerinden Evliya Çelebi, seyahatnamesinde “Evsâf-ı mesîregâh-ı Cebel-i Ruhban, yani Keşiş Dağı”  başlığı altında Uludağ’dan, “Bursa şehrinin cânib-i kıblesinde (kıble yönünde)  şehre hâ’il (kapatan), eflâke ser çekmiş (gökyüzüne baş uzatmış) bir kûh-i bâlâdır (yüce dağdır)” diye söz etmekte, “Bu dağa Keşiş Dağı denmesinin sebebi, Ayasofya’ daki patrik ve rahiplerin perhiz ile uçarak gelip bu dağda dinlenmeleridir.” demektedir..

Uludağ adını ise Osman Şevki Bey’in 1925’teki önerisiyle almış: “Bütün dünya bu dağa Olemp der. Biz ise Keşiş Dağı diyoruz. Garbî Anadolu’nun en yüksek tepesine çıktım. Etrafıma baktım; ne keşiş gördüm, ne derviş. Güzel Bursa bir keşişin gölgesi altında mustaripti. Halk bu ismi sevmiyor; haklıdır. Olemp kelimesi de halkımızın diline uygun değildir. Biz buna, dağın bünyesine en uygun olan bir ismi verelim ve Uludağ diyelim.”

1925’te Bursa Coğrafya Encümeni ile bir inceleme gezisine katılan Osman Şevki Bey’in hazırladığı raporda geçen bu öneri Mareşal Fevzi Çakmak’ın olumlu bulmasıyla değiştirilmiştir. Atatürk’ün 1935’te milletvekilliğine atadığı Şevki Bey Bursalı bir radyolog, besteci ve yazar. 1934’te çıkan soyadı kanunuyla Uludağ soyadını da almış. 1936’da “Uludağ Keşişleri, Dervişleri, Tapınakları” isimli bir de kitap yazmış. Bu kitapta manastırların yayılma alanını 3 bölgeye ayırmış 28 manastır hakkında da bilgi veriyordu.

2011’de Uludağ’a adının verilişinin 85.yıldönümü sebebiyle düzenlenen 1.Uludağ Buluşmaları’na Osman Şevki Uludağ’ın torunu İrem Ela Yıldızeli de katılmış ve orada şöyle demişti: “Bursa şehrine varır varmaz karşımda yükselen dağ eteklerine dağılmış şehre hemen hayran kaldım. Dağın ilk kayakçıları İlhan ve Akın Bey’den kayak maceralarını dinleyip ateş etrafında dans ettik.”

Ancak İrem Hanım dedesi Osman Şevki Bey’in “Uludağ’da Din Hayatı” başlıklı yazısını okumuş veya hatırlamış olsaydı bunları yazar mıydı acaba? Zira Osman Şevki Uludağ bu yazısında, “Uludağ’ın Bursa’ya bakan şimal yüzü son zamanlarda çok çirkinleşmiştir. Otuz yıl öncesine gelinceye kadar Brusa’ya bakan ve genişliği her gün biraz daha artan keleş tepelerin ve tarlaların yerinde kestane ve gürgen ormanları vardı. Şimdiki Cumhuriyet köşkünün üst taraflarında geniş bir kızılcık ormanı, daha üst taraflarda havlucu esnafının her yıl esnafça toplandıkları geniş kestane ormanları sola doğru ilerleyerek ve Akçağlayanın üstünden dolaşarak Değirmenli kızık ve Hamamlı kızık köyleri arasında bulunan ormanlarla karışırdı. Brusa’ dan dağa bakanlar gördüklerine doyamazlardı.” demiştir.

Bursa Fransız Kilisesi Rahibi Bernardin Menthon, Uludağ’daki manastırlarla ilgili ilk kapsamlı araştırmayı yapan kişidir. 1935’te “L’olympe de Bithynie” (Bitinya Olimposu) adlı bir kitap yazarak Keşiş Dağı olarak anılan Uludağ’ın Hristiyanlık kültüründeki yeri hakkında bilgiler vermiştir.

Osman Şevki Uludağ, “Mabetler hakkında bize en güzel malumat veren ve bizim tetkiklerimizi tamamlayan papaz Bernardin Menthon, ancak Bizans vakainivüslerinin notlarından, azizlerin tercümei halleri hakkında eline geçirdiği monografilerden faydalanmak suretiyle bunların yerlerini kararlaştırabilmiş ve ancak beş altı tanesinin kiremit, tuğla ve mermer kırıklarından ibaret enkazını bulabilmiştir. Bu mabetler orta çağda harap olmuşlardır. Uludağ’ da manastır hayatı 8. ve 9. yy’ larda pek ileri dereceye varmıştı. Bundan evvel üçüncü yy sonlarına doğru St. Neofit adında birisinin aynı zamanda boz alanı adını da taşıyan tekfur alanının yüksek bir tepesinde bir mağarada yaşadığı söylenir kezalik vakanüvisler beşinci yüzyılda da oralarda keşişler ve manastırlar bulunduğunu söylerler. Fakat bütün bu bilgiler çok müphemdir ve açık malumat yoktur. Ancak 8.yy dadır ki dağda din hayatı çok inkişaf bulmuş ve her taraf mabetle dolmuştur. Bu manastırlardan bu gün hiç birisi ayakta duramamaktadır. Hepsi ortada kalkmış, hatta izleri bile kaybolmuştur.”diye yazmaktadır…

Bayındırlık İşleri Müfettişliği görevi sırasında Fransız Hükümeti tarafından Anadolu’ya gönderilen Fransız arkeolog ve gezgini Charles Texier (1802-1871) de bölge hakkında kitaplar yazmış, gözlemlerini aktarmıştır. Bunlardan en ünlüsü,  “Asie Mineure”(Küçük Asya)adlı kitaptır. Texier, bu kitapta Uludağ’daki manastırların yoğunluğundan söz ederek Uludağ’ı Yunanistan’daki Athos (Aynaroz) Dağı’na benzetmiş ve şöyle demiştir:

“Eskiden söylendiği gibi, Olimpos zirvesinin, bir yayla oluşturan iki başı vardır. Doğu tarafındaki başında kuru taştan yapılmış bir yapının kalıntısı görülür. Bu bir ufak kilise ya da manastır olabilir. Şekil ve yapımından hangi devre ait olduğunu belirleyecek hiçbir özelliği yoktur… Bizans İmparatorları zamanında Olympos vadileri, başkentin gürültüsünden kaçıp inzivaya çekilmek isteyenlerin mekânı oldu. Athos Dağı’nda olduğu gibi burada da küçük kiliseler ve inziva yerlerinin sayısı arttı. Dünyadan elini eteğini çekenlerin anılarını muhafaza ederek bugün de gururlu olan Olympos dağı, Türkler tarafından verilen Keşiş Dağı adını taşır.”

Antik Yunan kentleri (polis)  “Basileus”  ya da “Tiran” (Tyrannos) adı verilen iktidar krallar tarafından yönetilirlerdi.  MÖ. 6.Yy sonuna dek olan bu dönemden Homeros ve Hesiodos, kahramanlık çağı olarak bahsetmektedir. İlk çağlarda adalet ve özgürlüğün kurulacağı altın çağa dönüş inancı Chilistianism (Tanrısal Krallık) vardı. Homerik çağ ise, Halikarnas Balıkçısı’nın masumluk, çocukluk ve düş dönemi dediği dönemdir.

Yunanlıların en önemli ve en eski “Theogonia”sını yazan Hesiodos’tur. Fenike, Sümer ve Babil gibi eski inanç ve efsaneleri aktarır Yunanlılarınkiyle kaynaştırır. Homeros’ta olduğu gibi Eski Yunan’daki mitoloji yazarlarına kaynak oluşturan tek din kitabı olarak kabul edilir. Hesiodos (MÖ. 8.Yy) didaktik (öğretici) şiirin öncüsü ve ilk ekonomi tarihçisi olarak da kabul edilir. Theogonia adlı eseri evrenin oluşumu ve tanrıların kökeni hakkında kaynak olarak yorumlanırken “İşler ve Günler” adlı eseriyle de çiftçilik yaşamını anlatır. Hesiodos,  İş ve Günler’de çağların gittikçe kötüleştiğini  “Altın Çağ” diye nitelediği bir barış bolluk döneminden sonra gümüş, bronz, kahramanlık ve demir çağının geldiğini belirtir. Ve işlerin zor ve insanların da çok çalışmaktan yıpranır hale geldiklerini dile getirir. Hesiodos’un bu konuda yazdıkları belki de diyalektik tarihin gelişimine ilişkin ilk gerçekçi varsayımlardı.

Toplumsal gelişime ekonomik temelli yaklaşan Saint Simon,  endüstri toplumuna ilişkin Hristiyanlık için “Yeni Hristiyanlık”  yaklaşımı getirmişti. Dinsel düşüncenin yerini bilimsel düşünce almıştır (rasyonelleşme). Saint Simon’dan etkilenen tilmizi Auguste Comte de pozitivist toplumun bu yeni dinsel anlayışına  “insanlık dini” olarak bakmıştır. Sosyolog Auguste Comte toplumsal gelişmeyi 3 aşamaya ayırmıştı: Teolojik, metafizik (ortaçağ) ve pozitif dönem. Avrupa uygarlığı çok tanrılı uygarlıktan sonra endüstri toplumuna ulaştı. Bilim Kurgu ile yaratılan efsaneler, fantastik dünya (ütopyalar) dünle yarının bir harmanlanışıydı elbette…

M.Ö. 7.Yy’da dithyramboslarla (başta 1-2 dizeli şiirlerle) başlayan tragedyalar da mitolojiyle beslenirlerdi. Yunan tragedyasında diyaloglu bölümler epizod (perde) olarak adlandırılır. Thespis ve Aiskhylos (Esillos) MÖ. 6.Yy tragedyanın yaratıcıları oldular ve tragedya (3 ayrı bölümden oluştuğu için, trilogia) seyircide bir etki (katarsis) amaçlanarak tanrılara ve krallara övgüler yağdırılırdı.

Tektanrıcı ve evren bilim hakkında görüş ortaya koyan Ksenophanes (M.Ö.  570 – M.Ö.  475), Amerikalı Anarko-Primitivist Yazar John Zerzan’a göre, ilerleme inancını beyan eden ilk kişidir (Makinelerin Alacakaranlığı, Kaos Yayınları, 1.Baskı, 2013, s. 53). Antik Yunan mitolojisi efsanevi yazımlara dayalı idi ve bu efsaneler içinde barbar devlerle uygar tanrı düzeni içinde sürekli bir çatışkı anlatılmaktaydı. İnanç günlük yaşamla iç içe idi ve eğitimde çok önemli bir yeri vardı. Ksenophanes tektanrıcılığı (monoteizm) savunarak Tanrı’nın insan ve diğer doğal varlıklara (antropomorfizm)  benzetilmelerini şu sözlerle eleştirir:  “Homeros ile Hesiodos, ölümlüler (insanlar) arasında suç sayılan, utanılan bütün şeyleri tanrılara da yüklemişlerdir. Tanrılar hırsızlık ederler, yalan söylerler, eşlerini aldatırlar. Bir tanrı vardır; bu, tanrılar ve insanların en ulusudur; ne biçimi, ne de düşünmesi bakımından ölümlülere benzer; bu tek tanrı baştan aşağı işitmedir, baştan aşağı düşünmedir; her şeyi düşünceleriyle hiç zahmetsiz yönetir.” Sözlü (tanrısal) yasalar Thesmoi idi ve farklı çıkarlar yazılı hale gelmesine neden olmuştu.  Nomos eski Yunan şehir devletinin (polis) egemenliğini ifade eden yasalar, hukuk düzenidir. Arapça olan namus sözcüğü de Yunancadan türemedir…

Osmanlı Devleti’nin parçalanmasından iki devlet ortaya çıktı der Herkül Millas: Yunanistan ve Türkiye.  İkisi de hem birbirine hem Osmanlı’ya karşı savaştılar.

Urla (İzmir) doğumlu Çağdaş Yunan Şair Yorgo Seferis’in 1945-1951 yıllarına ait günlükleri  “Bir Şairin Günlüğü” adıyla ölümünden sonra bir kitapta toplanmıştı. 1949’da Bursa’ya da gelmiştir Seferis. Bu kitapta  “Bithynia Olympos”u diyordu Uludağ’a: “1 Mayıs 1949: Bithynia Olympos’u; keşişleri eski zamanlara ait.  Müziğin yaprakları; müzik nasıl da yuva yapıyor kendine;  nasıl serpiliyor yapraklar onunla.”  Yorgo Seferis (1945-1951 Bir Şairin Günlüğü,  Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,  2004, s. 146)

Nostos ve haymatlos;  bir yanda özlem eve dönme isteği bir yanda tabiiyetsizlik; vatandan uzak kalma duygusu yani. Yorgo Seferis, 1922’deki mübadele (değişim) trajedisinin yarattığı duyguyla şiirini de etkileyen sürekli bir kimlik arayışına girmişti. İonia’da hissettikleri, çocukluğu onu Odisseusvari nostos duygularıyla doldurmuştur…

Çağdaş Yunan Şair Yannis Ritsos , “Yunan uygarlığını belirlemiş olan, hala da belirleyen işte budur; dinsel hoşgörü,  bir de kimi etki ve etkenleri kabullenmekteki korkmazlık. Doğu ve Batı arasında bulunduğu için hem Doğu’dan hem Batı’dan kimi özellikleri almış, sindirmiş, birleştirmiştir. Bu yüzden hem Doğulular hem Batılılar için örnek olabilmektedir.” der (Herkül Millas,  Çağdaş Yunan Edebiyatı,  Dünya Yayıncılık, 2005, s, 76)

Modern Yunan edebiyatının temellerini atan ve Yunan aydınlanmasının öncüsü Adamantios Korais’tir. İzmir doğumlu Korais Osmanlı bağımlılığını ve Ortodoks kilisesini eleştirmiştir. 1821 Yunan İsyanı’na giden süreçte yayınladığı “Hellen Nomarşisi” cumhuriyetçi görüşleri dile getiriyordu.

Apokalips’i  (Vahiy kitabı) Yuanna sürgündeyken İsa’yı gördüğünü iddia ettiği küçük bir yunan adası olan Patmoz (batmaz) adasında yazmıştır. Ada’daki bir mağara da Hristiyanların haç merkezlerinden birisidir.   D.H.Lawrence de 1931’de yayınlanan “Apocalypse” (Vahiy) adlı bir kitap yazdı. Batı uygarlığını şekillendiren politik, dini ve sosyal yapıları eleştiriyordu. Ona göre, akıl ve ruh arasındaki sürekli çatışkı, toplumun doğal dünyadan yabancılaşmasına neden olmuştur.  Son kitabında Lawrence, insanların doğadan ve evrenden koptuğunu ileri sürerek, insana ve kozmosa dair umut aşılamaya çalışıyordu. Lawrence, Mina Urgan’a göre beden içgüdülerini yadsıyan sadece ruhu önemseyen Hristiyanlık ruhçuluğunu eleştiriyordu; “The Dark Gods” (Karanlık Tanrılar) dediği cinsel dürtüler gibi bedensel dürtülere egemen kozmik güçlere inanıyordu.

Mina Urgan,”Lawrence, sanayileşmeyi yaşadığı çağın başlıca felaketi sayardı.” demektedir. (D.H.Lawrence, İnceleme, YKY, 2016, s. 9)

Tetrarşi  (4’lü yönetim), M.S. 3.Yy da Roma İmparatoru Diocletianus’un ülkeyi daha kolay yönetilir hale getirmek için 2’ye bölüp başına birer Augustus (imparator)  getirmesi ile ortaya çıkan yönetim şekli idi. Ve böylece ülkeyi bir Caesar (Kayser) daha kolay yönetebilecekti.

Apollon’a  (Güneş Tanrısı) tapan kendisi de ordusu gibi pagan olan 1.Constantinus Roma’daki kötü yönetime duyulan tepkiden faydalanarak Maxentius’la savaştı. Romalı iki tetrarkın karşılaşmasında Maxentius’a karşı zafer için Hristiyanlığı kullanacaktı (M.S. 312).

Yunan kolonileri (kentleri)  aslında birer “Paroskia” yani Yunan ticaret şirketleri tarafından kurulan ulusal yöre dışında yeralan ulus bilinç taşımakla birlikte ekonomik ve toplumsal niteliği olan sömürgeci ve burjuva işbölümüne dayalı insan topluluğundan oluşan (Selanik, İzmir, Odesa gibi)    kolonilerdi. Bu kentlerden biri de adını kurucusu efsanevi kahraman Byzantas’tan alan Byzantion’du (İstanbul). 1. Constantinus bu Eski Yunan kolonisini imparatorluğun yeni başkenti ilan ederek (13 Mayıs 330) “Nova Roma” (Yeni Roma) adını vermişti.  Ölümünden sonra adıyla;  “Constantinopolis” olarak anılacaktır.

1.Constantinus (M.S. 272- M.S. 337), Hristiyanlara hoşgörü gösterilmesini buyuran ve “inanç özgürlüğünü” dile getiren Milano Fermanı’nı (M.S. 313) yayınlar ve Roma İmparatorluğu’nda resmî din olacak Hristiyanlığın içerisinde tartışılan bazı konuları netleştirmek amacı ile (İnanç Bildirgesi)  Birinci İznik Konsili’ni toplar. Konsilde Athanasius’un karşı çıktığı İskenderiyeli Papaz Arius’un 3’lü teslisi (ve İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu)  reddettiği teori tasfiye edilerek aforoz edilir. Paskalya Bayramı İznik Konsili’nde kararlaştırılmıştır (Her Pazar). İkinci İznik Konsili (7.konsil) ikona kırıcılığı konusunda 787’de tekrar toplanır.

Osmanlı Devleti ulus yerine dinsel ayrım güttüğünden Ortodoks Yunanlılar kendilerini Hristiyan olarak tanımlardı. Merkezi İstanbul’daki Fener Rum Patriği olan Doğu Ortodoks Kilisesi 3 büyük Hristiyan mezhebinden birini oluşturur (diğer ikisi Roma Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi). Yunanistan Ortodoks Kilisesi Doğu Ortodoks kiliselerinden birini oluşturur.  Ve Doğu Ortodoks Kilisesi İznik, Konstantinopolis  ve Efes Konsili’ni tanıyan oryantal Ortodoks kilisesine karşı  ilk 7 konsildeki tanımlamaları kabul eder.

Monistik Tekçilik evreni tek bir “ilke”ye dayandırarak açıklamaya çalışan öğretidir. Özellikle ruhu maddeye, maddeyi de ruha irca eden, diğer bir ifadeyle, ruh ile maddeyi özdeş sayan öğretilerdir. İznik Konsili’nde Arius’un aforoz edilmesi monofizizmin yani İsa’nın tanrının oğlu olduğunun temel akide olarak benimsenmesi İsa’nın varlığında, insanlıkla tanrısal özün birleştiği ile ilgili kararlar alınmıştı. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu İznik Konsili’nde de (M.S. 325’te) temel akide olarak benimsenmişti. Kutsal Ruh’un Tanrı olduğuna inanırlar. Aya Triada, kutsal üçlü demektir. Bazı Rum Ortodoks kiliselerine verilen addır. Transfigürasyon; Tanrı’nın oğlu İsa’nın dönüşümü gibi İsa’nın dirilip göğe yükselmesiydi. Tanrı’nın İsa’nın vücudunda beden bulduğuna ve yol gösterdiğine inanırlar. Ortodoks kilisesinde bu kavram “Teofani” (Hierosphainein), Batıda ise “Epifani” yani tanrı kudretinin tezahürü anlamına da gelmekte…

Katolik evrensel manasına gelirken, Ortodoks, doğru inanç anlamındadır. Ortodoksların batı kiliselerinden farklı akideleri de (Paradhosis) vardır. Ortodokslar resimlerle yetinirler. İkonostaz, İkonlu duvar ve tablolarına denir.  İsa, Meryem Ana ve diğer ermişlerin tahta üstüne yapılmış heykel ve resimlerine de ikon veya ikona derler. Yunanca sözcüklerdir.

Ortodoksların ayinleri Yunanca olur. Keşişler manastırlarda yaşayıp hiç evlenmezlerdi fakat Ortodokslarda rahipler evlenebilirlerdi.

Kitonik dünyevi,  kozmik evrenseldir. Ekümenik ise, evrensel, ikamet eden dünya manasında yunanca bir sözcüktür. Bütün kiliseleri kapsayan kavramla Ortodoks kiliselerinde birliktelik ve eşitlik kastedilmektedir.  Apostolik, 12 havariyle ilgili ve onların kurduğu kiliseler manasındadır.

Agios aziz, agia  azize demektir. Taksiyarhis  çağdaş Yunancada başmelek demektir. Başmeleklerin kimliği kesin olmamakla birlikte 4 büyük başmelek ismi geçmektedir: Michael, Gabriel, Raphael ve Uriel.  Michael tanrının kendinden yarattığı ilk melek kabul edilir, ikonografide elinde kılıç ve ölü ruhları tartan teraziyle tasvir edilir.

Ayazma Türkçeden türetilen bir sözcüktür soğuk su demektir. Ortodos hristiyanlar kutsal su anlamında ayazmalara hagia derler. İsa’ya inananların yıkanması (vaftiz)  İsa ile bütünleşmek anlamına geliyor. Çocuğa vaftizde kutsal sayılan bir isim de konuyor. Benzer bir sözcük olan takdis öldükten sonra huzur içinde yatması için günahların bağışlanması için yapılan bir işlemdir.

Noel doğuş demektir (Fransızca). Hristiyanlık inancına göre Noel yortusu paskalyadan sonra gelen ikinci önemli yortudur. İsa’nın,  doğumunun kutlandığı bu yortu gününe Yunanca “Xristougenna” (Mesih doğdu) denir.  Batı kilisesi 25 Aralık’ta kutlarken Noeli Ortodoks Kilisesi Julyen takvimini esas aldığı için 7 Ocak’ta kutlar. Teofani bayramını (Haçı suya atma bayramı) 6 Ocak yerine 19 Ocak’ta kutlar (Gregoryen takvimle Julyen takvim arasında 13 gün fark olduğundan).

Uruc orucu 1 Ağustos-15 Ağustos (Uruc Günü) arasında Meryem ana adına tutulan oruçtur. İsa’nın dirilişinin kutlandığı Paskalya yortusu öncesinde olduğu gibi, Noel yortusundan önce de 15 Kasım’dan sonra 40 gün oruç tutulur. Paskalya dönemindeki 40 günlük oruca “Büyük Perhiz” denir.  Rumlar kırk gün tutulan oruca “Megali Sarakosti”  (Büyük Kırk Gün)  derler.

Kristoloji yani Mesih anlayışına göre enkarnasyon (hulul)  tanrının cisimleşmesi ve insan biçiminde görülmesidir.“Golgota” (Calvary), İncil’deki anlatımlara göre Kudüs surlarının hemen dışında yer alan ve İsa’nın çarmıha gerildiği bir tepedir. İsa’nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişini  (paskalya bayramı) mart-nisan ayında kutlarlar. Ortodokslar için en önemli kutsal bayramlardan (yortu) sayılan günlerde İsa, havarileri ve diğer azizler anılırlar. Hristiyanlar İsa’nın doğumu, vaftizi ve peygamberliğe başlangıcını 25 Aralık-6 Ocak arasında, göğe yükselişini (mihracı) ise Nisan’dan Temmuz’a kadar kutlarlar…

(2)

Uludağ’ı  en güzel, İnegöl’den  görürsün

Hele bulutlar sarsın, tepesini örülsün

Lodoslu havalarda, sanki devler dirilir

Uludağ’ı uyanık ve ayakta görürsün

 

(Yaşar Faruk İnal)

Yaşar Faruk İnal, İnegöl doğumlu bir şair. Balkan göçmeni şair, tıpkı Rumeli kökenli diğer şairler, M. Niyazi Akıncıoğlu ve Uluğ Turanlıoğlu gibi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi Bursa’nın tarihsel ve mistik dokusundan etkilenerek Bursa’yı dizelere döken, şiirleştiren bir şairdi.    Bursa’nın kolay geçit vermez ve zirvesi çoğu zaman karlı Uludağ’ını Bursa’ya ait öteki zengin imgeler arasına katıp işliyordu. İnal,  “Uludağ (2)” şiirinde Uludağ ile ilgili hislerini bu dizelerle ifade ediyordu. (Nilüfer Çiçeği Bursa Şiirler, 2007, s.21)

Çocukluk yıllarımda Uludağ’ı Ankara dönüşlerinde İnegöl’e yaklaşırken bir Bursa habercisi gibi görürdüm.  Bu sıra dağlar,  bütün azamet ve haşmetiyle yolculuk boyunca İnegöl’den başlayarak ta Bursa’ya kadar eşlik ederdi.  Pencereden kuzeye bakmak hatırıma bile gelmezdi çünkü sol yanım boylu boyunca karlı dağlar sıra sıra zirvelerle çevriliydi. Onlar bana ürkütücü de gelirlerdi ama güzeldi. İnegöllü öykücü Yazar Cemil Kavukçu’nun “Angelacoma’nın Duvarları”nı okuduğum zaman çok etkilenmiştim. Angelacoma,  İnegöl’ün Bizans dönemindeki adıydı. Yazarın İnegöl’de geçen çocukluk yıllarını anlatan bu kitap bana hemen Uludağ’ı anımsatmıştı. Bursa için Uludağ ilk sıradaki bir simgedir.

Uludağ, kuzeybatı ve güneydoğu yönünde uzanan büyük bir dağ silsilesidir. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ’ın uzunluğu 40 km’yi genişliği ise 15–20 km’yi bulur. Bu dev kütlenin dokusu granit serpantin ve gnays ile kolemanit, krom ve volfram (tungsten) gibi madeni taş ve kayaçlardan (şist) oluşmuştur. Jeomorfolojik açıdan volkanik olmayan tektonik (fay hareketleriyle oluşmuş) bir dağ olan Uludağ, dağcılık açısından da masif yapılı bir sıradağ kütlesidir, yani tırmanması çok kolay fazla çıkıntılı olmayan yer yer düzlüklerden de oluşan yüzeylere sahiptir. Uludağ bu uygun topografyayla (yer şekilleri)  daha sonra kurulmuş benzerleri için de Türkiye’de bir örnek, bir prototip kışlık turizm merkezi olmuştur.

Yollar, patikalar, teleferik,  telesiyej, kayak merkezi, yaylalar, vadiler, Sarılan, Çobankaya, teleferik ve telesiyej istasyonları, oteller, seyir tepesi…  Bugün bunları içinde barındıran Uludağ’da, “Milli park” 1961’de ilan edildi. 2006’da ise 1600 hektarlık bir alan milli park alanının dışına çıkartıldı.

Övülmeyi mi istemiyor, yoksa bunu hakketmiyor mu Uludağ? M.Ö.4.Yy’da kutsal Lykeion tepesi’nde bir okul (Akademia) kuran Aristo, sanatta doğayı taklit (mimesis) olarak kavramlaştırmıştı tiyatro sanatının temel özelliğini. İdil, kır huzurlu yaşam şiiri. Uludağ için yazılmış böyle şiir pek yok, mesela Ilgaz Dağı için yazılmış çok bilinir olmuş bir şiir var da acaba neden kutsiyet ve ululiyet atfedilmiş Uludağ’a şan verecek pek öyle şiir yazılmamıştır. Hapisteki çınar Nazım’dan, hemen akla düşen  “Uludağ’a Dair” şiiri:

Yedi yıldır Uludağ’la göz göze bakışıp dururuz.
Ne o kımıldanır yerinden,
ne ben,
lâkin birbirimizi yakından tanırız.

Gerçekten yaşayan her şey gibi gülmesini ve kızmasını bilir.

Bazan,
hele kışın, hele geceleri,
hele rüzgâr kıbleden estiği zaman,
karlı senaberlikleri, yaylaları, donmuş gölleriyle
uykusunun içinde şöyle bir kıpırdanır,
ve orda, en yukarda, en tepede oturan keşiş,
uzun sakalı darmadağın
ve etekleri savrularak,
rüzgârın önünde haykıra haykıra iner ovaya.

Türkiyedeki linyit kullanan termik santrallerden biri de Orhaneli’de bulunuyor. 2006’da bölgede yapılan bir araştırmada solunum yolu hastalıklarına yol açtığı belirtilen santralde ama ne zaman 1998’de desülfirizasyon ünitesi ve elektrostatik filtre gibi çevreci sistemler ancak devreye sokulmuş, böylece doğaya salınan kükürtdioksit, toz ve küllerde bir nebze azaltılma olmuştur…

5177 sayılı yasa kapsamında 2004’te, madenlerin yabancılara satış ve özelleştirilmesi ne yol açan maden yasası yürürlüğe girmişti…

“İnsan, bir kez tarihi,  ruhsuz ve yabancılaştırılmış bir sisteme dönüştürdü mü; bu tarih makinesinin işleyebilmek için ihtiyaç duyduğu şey, insan yaşamının kalıntıları olur.”Andrey  Tarkovski

Alman Sosyolog Max Weber, “Şehir konusundaki pek çok tanımın yalnızca bir ortak boyutu var:  Şehir, basit olarak,  bir veya daha fazla ayrı evler kümesinden oluşur ama görece kapalı bir yerleşim bölgesidir. İktisadi tanımlamayla şehir,  sakinlerinin hayatlarını tarımdan değil, esas itibariyle sanayi ve alışverişle kazandıkları bir yerleşim yeridir.”diyordu. ( Şehir,  Modern Kentin Oluşumu,  Yarın Yayınları, 11. Baskı, 2015, s. 73-74) Ancak Andre Malraux bilindiği gibi fonksiyonel şehircilik anlayışı yerine bir şehirde tarih, doğa ve kültür gibi kaliteli yaşam arttırıcı öğelere göre planlama yapılmasını önermektedir.

 Aslında çok açık kimliği var Bursa’nın: Tarihsel ve doğal kimlik.  Bursa zengin bir kültürel birikim ve tarihsel dokuya sahip, bu dokusunda çeşitli uygarlıklardan izler taşır. M.Ö. 1200’lerde Frigler,  M.Ö. 550’lerde Bithynia’lılar gelmiş M.Ö. 70’lerde Romalılar egemen olmuş. 1080’de Selçuklular, 1097’de Bizans, 1326’da da Osmanlı Devleti egemenliğine geçmiş.  1402’de (Ankara Savaşı) Moğol istilasına uğrar. Milli Mücadele sırasında 2 yıl 2 ay 2 gün işgal altında kalır. Sonra Cumhuriyet’le eklenen tarihsel ve kültürel yapı.  Yüksek mahalleleri doğal seyir terası.  Uludağ eteklerinde hemen hepsi tarih dokulu taraça semtlerden mahallelerden oluşuyor: Yıldırım, Emirsultan, Yeşil, Tophane (Hisar), Muradiye ve Çekirge…

Bursa hakkında yazanlar için Uludağ bir simge ancak sınıflaşmanın en belirgin göstergesidir de; Türkiye siyasetine egemen liberal sol-liberal muhafazakâr iki kutbu için rüştü ispat aracıdır da. O hale gelmiştir getirilmiştir Bursa’da Uludağ…

Ülkenin bir yanında kardan kapanmış yerleşimlerin bilhassa Bahçesaray haberleri verilirken bir yandan da Uludağ’daki kayak ve eğlence haberlerinin verilmesi çelişkili gelirdi bana. Yıllar sonra haberlerin içeriği çok değişmişti, Bahçesaray’dan pek bahsedilmiyordu artık belki ama Uludağ’a kar yağdırmak için belediyelerin seferber olması ilginç geliyordu.  Çünkü bütün çaba topu topu 3-5 metre genişlikte kar pisti içindi. Doğu Anadolu’da 8-10 metrelik karları kaldırmak yaşamsal bir sorun haline gelirken kimi için kış Uludağ’da kayak mevsimi demekti…

2002’deki belediyeler kaçak yapılaşmayı önlemek için Uludağ orman alanı içinde kalan bölgeleri  “mücavir alan” ilan edip yıkımlar yaparken, 2012’de 6831 Sayılı Orman Kanunu’nda yeniden değişiklikle kentsel dönüşüm ileri sürülerek  2B yani “Orman vasfını kaybetmiş hazine arazileriadı altında işgal edilmiş varsayılan arazilerin ormanlık vasfının ortadan kaldırılmasına ve 7 Şubat 2013’te de Maliye Bakanlığı’nın talimatıyla satışına onay verildi. Bu bölgeler uzun bir süre bazı sektlerin ve yabancıların işgaline uğramış olduğu kamuoyunda da tartışma yarattı ve yapılaşma İnkaya, Kirazlı ve Yiğitali (Congara) gibi dağ köylerinin çok daha yukarısına Milli Park sınırlarının 5 km yakınına (Hüseyinalan köyü) kadar yayıldı.

Çiçek deyip geçme

Ben sığmam diyor

Ovalar varken saksılara…

 

(Hüsam Kurt)

Ekoloji (Ecology), canlıların diğer canlılar ve çevresiyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Bitki ekolojisi, (plant Ecology), bitkiler arasındaki etkileşim, yaşadıkları ortamla ilişkilerini inceleyen bilim dalı, bitki sosyolojisi  (plant sociology) ise bitki kuşaklarının yayılışını ve sınıflandırılmasını inceleyen vejetasyon bilimidir.

Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim üyesi Prof. Dr. Gürcan Güleryüz , “Uludağ, sadece kar cenneti olarak mı anılmalı? “diye soruyordu. Güleryüz’e göre, “Ne yazık ki, günümüze kadar ağırlıklı olarak bu yönü dikkate alınmıştır.  Buna bağlı olarak da turizm yatırımları bu yönde olmuştur.  Kış mevsiminde açık olan turistik tesisler, yaz sezonunda etkinlik göstermemişlerdir. Son yıllarda bir iki işletme doğa turizmine yönelik olarak yaz sezonunda da hizmet vermeye başlamıştır.” (Gürcan Güleryüz, Uludağ Alpin Çiçekleri, Uludağ Turizmini Geliştirme Derneği, 2000, s. 4)

Alman Botanikçi Ernst Mayr, Uludağ’da 7 ayrı bitkisel kuşak (zone) bulunduğunu ortaya koymuştu. Buna göre, Uludağ’da 350 metreye kadar olan rakımda defne, zeytin, ardıç, kızılçam (Akdeniz maki ve frigana bitki örtüsü), 350-700 metreler arasındaki kuşakta Anadolu Kestanesi (Castanea Sativa), erguvan, kayın, karaağaç, kızılcık, meşe, karaçam,  700-1500 arasında sık Doğu Kayını (Fagus Orientalis) ve lokal olarak Sapsız Meşe (Quercus Petraea) ormanları, 1500-2100 metre arasında nemli Uludağ (Batı) Göknarı (Abies Bornmülleriana) ve gürgen, zirvelere doğru subalpin (1800-2200) ve alpin (2300-2500) kuşak çayır ve bodur çalı bitkileri yayılış gösteriyor…

Uludağ’da farklı yüksekliklerde bazıları endemik renk renk çiçek ve şifalı bitki (fitoterapik) toplulukları boy gösteriyor. Bursa’ya bakan alçaktaki yamaçlarda ayrı yukarıdaki vadi ve yaylalarda ayrı Bursa Ovasına bakan zirve ve tepelerde ayrı bir güzellik, farklı renklerden oluşan bir tablo hâkimdi.  Bursa ve Uludağ adeta bir renk kataloğu (pantone), bir renk cümbüşü gibiydi.

Uludağ Üniversitesi Fen Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gönül Kaynak da Uludağ’daki çeşitliliğe dikkat çekerken başka ülkelerle karşılaştırmış. Türkiye’de 12 bin civarında bitki türüne karşılık bütün Avrupa florası 12 bin civarında; İtalya’da 5.600, Fransa’da 4.900, İngiltere’de 1.400, Hollanda’da 1300 ve Danimarka’da 1000 civarında bitki türü mevcut.

Güleryüz, Uludağ’ı doğa turizmine açmak için hem bilimsel yönden hem de doğa turizmi açısından ele alınmasının bir gereklilik olduğunu vurguluyordu.  Bir bilim insanı olarak jeomorfolojik yapısı ve bitki sosyolojisi hakkında bilgi veren Güleryüz, kar cennetinin yani Uludağ’ın öbür yüzüne de dikkat çekerek mart-ağustos arasındaki yaz döneminde adeta bir  “çiçek cenneti”ne dönüştüğünü belirtiyordu. Uludağ’daki bitki örtüsü mutlaka korunmalıydı.

Avrupa Alpin, Asya, İran ve Doğu Akdeniz ikliminin etkisindeki Uludağ’da farklı rakımlarda iklim, yerşekilleri ve bitki örtüsü değişiklik sergilemektedir. Türkiye’deki en önemli bitkisel alanlar arasında yer alan Uludağ’da kar örtüsünün yavaş yavaş kalkmasıyla adeta bir çiçek şenliği başlar. Uludağ’da bulunan toplam 1320 bitki türünden; Dön baba (Erodium Olympicum), Labada (Rumex Olympicus), Benli Yumak Otu (Festuca Punctoria), Bit Otu (Pedicularis Olympica), Yumuşak Tüylü Sığır Kuyruğu (Verbascum Bombyciferum), Bursa Sığır Kuyruğu (Verbascum Prusianum), Ulu Sığır Kuyruğu (verbascum Olympicum), Çöven  (Gypsophila Olympica), Altuni Hindiba (Crepis  Aurea), Kirpikli Kanarya Otu (Senecio  Olympicus), Obrizya (Aubrieta olympica),  Geven (Astragalus Sibthorpianus) gibi 33 tanesi sadece Uludağ’da yayılış gösterir.

Kanarya Otu (Cineraria), Şincar (Onosma Velutinum),  Kaz Otu (Arabis Drabiformis), Lefkoje (Matthiola Montana), Asyneuma Rigidum ve Asyneuma Virgatum, Kum Çamı (Jasione Supina), Dağ Karanfili (Dianthus Leucapheus ve Dianthus Recognitus),  Kestere (Stachys  Tmolea), Sarı Sarımsak (Allium Flavum), Dağ Soğanı (Allium Olympicum), Misk Soğanı (Muscari Bourgaei), Keten (Linum Olympicum), Çilek Otu (Patentilla Buscoana), Çok Çiçekli Gelincik (Papaver Pilosum), Tilki Kuyruğu (Alopecurus Lanatus), Ulu Yumak Otu (Festuca Cyllenica), Yavşan Otu  (Veronica), Altuni Çiçekli Safran  (Crocus Chrysanthus) gibi 171 tür bitki Uludağ’da endemiktir. Yani Uludağ’da da yetişebilen nadir taksonlardır (benzer özelliklere sahip türler).

Bursa ve Uludağ’daki endemik bitkiler de tıpkı ilk tanımlandıkları coğrafi bölgelerin antik isimleriyle nitelendirildikleri gibi isimlendirilmişlerdir. “Flora Orientalis”in  (Doğu Florası) yazarı İsviçreli Botanikçi Pierre Edmond Boissier (1810-1885), 1842’de geldiği Anadolu’da 3 ay kalarak Uludağ’ı da dolaşmış, çok sayıda bitki örneği toplamış ve isimlendirmiştir. Kurutulmuş bitki örnekleri Cenevre Boissier Herbaryumu’nda bulunmaktadır. Fransız Gezgin ve Doğa Bilimci Benjamin Balansa (1825-1891), 1857’de ailesiyle birlikte İzmir’e yerleşerek drog ticareti yapmış ve Avrupa’daki bazı herbaryum ve bitki koleksiyonlarına örnekler yollamıştı. Anadolu’da kaldığı 10 yıllık sürede yaptığı botanik seferlerinde topladığı 2858 örnekle bu kitabın hazırlanması sırasında da katkısı olmuştur.  Ruhban George Wheler (1651-1724) Uludağ’a yaptığı gezide gördüğü bitkiler hakkında bilgiler vermiştir. 1700-1702’de yaptığı gezilerde Uludağ’dan bitki örnekleri toplayan Fransız Doğabilimci Joseph Pitton de Tournefort (1656-1708) da, Boissier’in Flora Orientalis’te çalışmalarından faydalandığı botanikçilerdendir. Fransız Eczacı Pierre Martin Remy Aucher-Eloy (1793-1838), 1833-1836 arasında 4 kez Uludağ’a çıkarak bitki örnekleri toplamıştır. İngiliz Arkeolog Frank Calvert’in (1828-1908) Bursa’dan topladığı örnekler “Flora of Turkey”de yeraldı. Ayrıca Sibthorb 1786 ve 1794’de, Clarke 1799 ve 1802’de,  Thirke 1839 ve 42’de, Clementi 1849 ve 1850’de, Grisebach 1839’da, Barbey 1873’te, Bornmüller 1899-1929’da, Formanek 1890’da ve  Nemetz  de 1894-1897’de Uludağ’ı gezmiştir…

Bursa ve Uludağ’da 1844 yılında Boissier tarafından toplanıp tanımlanan üç sığırkuyruğu türüne bölgenin antik dönemdeki isimleri verilmiştir. Yumuşak Tüylü Sığır kuyruğu “Verbascum Bombyciferum”, ipek böceği taşıyan anlamında “bombyciferum” olarak isimlendirilmiştir. Özgün bir Bursa çiçeğidir; bahar aylarında Bursa içindeki parkları yol, kenarlarını, tarihi alanları süsler. 550 metreye kadar yayılış gösterir. Beyaz tüyler içine gömülü sarıçiçekleriyle tanınıyor. Sığırkuyruğunun tüysüz türü ise Bursa Sığır Kuyruğu “Verbascum Prusianum”dur. Mayıs ile Ağustos ayları arasında 750-2100 rakımlarda volfram maden işletmesinin çevresinde yayılış göstermektedir. Ulu Sığır Kuyruğu “Verbascum olympicum” ise bir Uludağ çiçeği (endemiği) olup 1000-2300 metreler arasında Haziran ve Ağustos ayları arasında Oteller Bölgesi civarında ayrıca piknik yapılan alanlarda görülmektedir.

Endemik bitkiler doğanın ve suların temizlenmesinde büyük katkı yapar. Doğadaki nitratı protein olarak organik maddeye dönüştürür. Nitratın suları kirletmesine ve azot emisyonuna (salınım) engel olur ve küresel ısınmanın önlenmesine katkıda bulunur.  Ancak bütün bu Bursa ve Uludağ’a özgü türler tehlike altındadır.

Uludağ’ın zirve bölgesinde  kar yağışlı günlerin ortalaması 66,7 gün, karla örtülü günlerin sayısı ise 179,2 gündür (a.g.e., s.10.) 6 ay boyunca  kalan beyaz kar örtüsü  ile Bursa ovasını da besleyen Uludağ  Bursa’nın en temel su kaynağı.

Dünyanın su kaynakları deniz dışında kalan yüzde 2’si buzullar, yüzde’ 1’i yer altı sularından oluşuyor. Bursa’yı dikine kesen derelerin kaynağı Uludağ’dır. Bursa topraklarının yüzde35’i dağlık ve yayla, yüzde 48’i platolarla, yüzde 17’si ovalarla kaplıdır. Bursa Ovası derelerin sürüklediği alüvyonlardan meydana gelmiştir. Arâzisi volkanik bir yapıya sâhiptir.

Bursa kaplıcaları yer kabuğunun iki bin metre derinliğinden yeryüzüne çıkan sıcak su kaynaklarıdır. Bizanslıların bir “su kenti” haline getirdikleri Pythia’da (Çekirge) 1.Justinianus döneminde (M.S.  6.Yy) büyük bir saray ve kaplıca yaptırılmıştır.  Ve uzantısı olan radyoaktivitesi yüksek ( 55,4) kaplıcasıyla Kükürtlü semtiyle adeta önemli bir sağlık (balneoterapi) ve turizm merkezi olarak Uludağ ile bütünleşmiş gibidir…

Alpin kuşağı Avrasya’nın (Asya ile Avrupa) güneyi boyunca uzanan bir sıra dağ sistemidir. Dünyanın ikinci büyük sismik (depremsel) alanıdır.  Avrasya levhası ise dünyanın ana tektonik levhalarından birisidir. Alpin kuşağı bu levhanın güneyi boyunca uzanan sınırdır ve güneydeki Arap- Afrika-Hint levhalarının çarpışmasıyla oluşmaktadır.

Uludağ’daki habitat (yaşam alanı) zengin bitki örtüsü çoğu ormanlık alan ve çayırlık, sulaklık, turbalık alanlar olmak üzere, tilki, çakal, yaban kedisi, porsuk, sincap, ayı, kurt, yaban domuzu, bukalemun, kaya kartalı, çalıkuşu, keklik saka, baykuş, bülbül gibi birçok hayvan türüne de ev sahipliği yapıyor.

Apollo kelebeği (Parnassius apollo)ise adeta Uludağ’ın gözbebeği; Bursa’nın simgesi Uludağ’ın simgelerinden en başta gelenidir. Apollo kelebeği, dünyada da nadir görülen Türkiye’de sadece Uludağ’da yaşayabilen Uludağ’a özgü güzelliklerden biri. Uludağ’da 150 milyon yıldan bu yana varlığını sürdürüyor. Yüksek rakım şartlarına adapte olmuş, 1-2 bin metre yüksek dağlarda yaşayan ancak nesli tükenmekte olan bu kelebek türü sadece temmuz-ağustos aylarında 5 gün civarında uçuyor. Apollo kelebekleri 12 cm’ye kadar büyüyor ve ölmeden önce  yavruların aynı şekilde beslenmesi için dam koruğu (sedum) bitkisine eşit aralıklarla 100 adet civarında yumurta bırakıyor.

Uludağ’da nesli tehlike altındaki başka tür de Sakallı Akbaba (Gypaetus Barbatus)…

Uludağ’da izcilik 1914 yılında Ceyhun Atuf Kansu’nun babası Nafi Atuf Kansu tarafından başlatılmış.  Bursa Öğretmen Okulu Müdürü olarak göreve başladıktan sonra okulun öğrencilerinden izci birlikleri oluşturmuş ve ilk Uludağ kampını Kirazlıyayla’da şimdiki piknik alanı olan yerde kurmuş. Uludağ’da doğa yürüyüşleri (trekking) dinlenme (rekreasyon) ve eğlence (entertainment)  yanı sıra dağcılık (climbing, bouldering,  abseiling) ve kayak ( Snow board, Cross cauntry, Heli skiing) gibi dağ sporları da yaygın olarak yapılabilmekte ancak extrem ve pahalı sporlar elit zümrenin tekelinde görünmekte…

Türkiye’deki ilk Dağcılık Kulübü (1932) Bursa Halkevi bünyesinde Bursa’da kurulmuş. Dağa kayakla çıkan ilk kişi Abraham adlı bir Alman (1933) 29 Ekim 1963’te tamamlanıp hizmete açılan Teleferik de bir ilktir ve bir İsviçre şirketi  (Von Roll AG) tarafından yapılmış. Yolculuk 3 hatta; 1.bölge Teferrüç-Kadıyayla arasında (375-1271 m.)10 dakika, ikinci bölge Kadıyayla-Sarıalan arasında (1231-1635 m.) 10 dakika ve 3.bölge Sarıalan-Çobankaya arasında (1635-1760 m.) 20 dakika olmak üzere toplamda 40 dakika sürmekteydi. Oteller bölgesinin eklenmesiyle, toplam 8.84 km ile 8’er kişilik gondol tipi 175 adet kabinle dünyanın en uzun teleferik hattı olacaktır…

Bursa’da çekirge caddesi üzerindeki Ormancılık Müzesi bir ilk olmanın yanı sıra tek olma sıfatı da taşıyor. Bursa’daki orman varlığı göz önünde bulundurularak 1934’te açılan Orman Okulu -1950 arası lise düzeyinde Orman Okulu 1950’den sonra Orman Müdürlüğü olarak kullanıldıktan sonra 1989’da müzeye dönüştürülmüştür.

Uludağ’daki “Büyük Otel” Atatürk’ün emriyle 1933’te açılmış. Cumhuriyetin ilk sanayi kurumlarının kurulduğu Bursa’da İpek-İş,  Sümerbank Merinos ve Bursa Atatürk Stadyumu yıkılmalarıyla Bursa kamuoyunda tartışma yaratmıştı. Uludağ’daki yapılaşma ile ilgili olarak 2008’deyapılan siyasi açıklamalardan sonra ilk hedef tahtasına konan kurum Büyük Otel olmuştu. Bu kadar çok filmde mekân olarak kullanılmış tarihi öneme sahip Büyük Otel’in yıkılmak istenmesi de düşündürücü…

1963’te ödüllü Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” filmiyle büyük üne kavuşan Hülya Koçyiğit şöyle diyordu: “Henüz evli değildim. Sanırım 16 ya da 17 yaşındaydım. İlk defa Uludağ’a gittim. Öylesine bir kar vardı ki ilk defa görüyordum öylesine yoğun bir karı. O zamanlar öyle bugünkü gibi tesisler yok. Kayak evleri var daha çoğunlukla. Bir tek otel var, o da ‘Büyük Otel’…”(Yücel Sönmez, Hürriyet, 5 Şubat 2016)

Uludağ gibi doğal ve tarihsel kimlik açısından korunması öncelikli alanlarda farklı kurumsal yönetim ve uygulamalar bilhassa planlama gibi önemli bir konuda topu turizmcilere ya da inşaat sektörüne atmak çevre konusunda istenmeyen sonuçlara yol açabilir. Zira hem yapılaşmaktan yana olup hem de doğa ve çevreyi korumaya dönük sistemlerin pratikte pek geçerliliği yoktur. Tarihi yapıların tamamen yıkılıp yeniden yapılması ise tarihi koruma açısından uygun olmayıp hiçbir yerde tercih edilen bir yöntem de değildir. O yeri yeniden canlandırmak, hayata döndürmek (resüsitasyon) demek olmuyor.

İlk özel işletmeler, Yeşilçam filmlerinde sık sık kullanılan Beceren Cafe 1963’te, “Beceren Otel” ise 1970’te açılmış.  Beceren ilk modern teleskiyi de 1963 yılında kurmuş. Teleski, kayakçıyı T bar (çekici) denen ekipmanlarla pistin başına kadar götüren bir düzenek…

Kasım Mart ayları Uludağ’ın ana-baba gibi olduğu dönem; okullar sömestr tatiline çıkınca doluluk oranı da bir hayli yükseliyor.  Sadece Uludağ mı? Bu dönemde gazete sayfaları da reklam kokan boy boy Uludağ resimleriyle,  tanıtım yazıları ve Uludağ haberleriyle dolup taşıyor; yılbaşı gibi tam cümbüş zamanı.

Haber demişken…

“Her güzelin kusuru olur”!..

1988’de Basın yayın Yüksekokulu’ndan mezun olup yerel bir gazeteye müracaat etmişim. Amacım hem pratik yapmak hem bilgilerimi pekiştirmekti, kısacası mesleğe ısınmak. Bu gazetedeyken bir gün Uludağ’a gönderilecek, 27 yıl sonra Çobankaya’da yeniden kurulan bir Kızılay Kampı’nın açılışını haberleştirecektim.  O zaman Milli Park Müdürü Yüksek Orman Mühendisi Sinan Karakuzu, Orman Bölge Şefi Cemal Gürpınar, Kamp Yöneticisi Ahmet Baytekin idi. Kızılay Şube Başkanı Recep Sezer’in de katıldığı yemekte hep birlikte Uludağ’a dair sohbet ettik.  Haberin gazetede yayınlanmasından sonra Sinan Bey beni telefonla aramıştı “Her güzelin kusuru olur” demişti. Bir de teşekkür etmişti.

Niçin mi?

Başka bir gazetenin muhabiri de bana refakat etmiş ama farklı bir haber yazmıştı o yüzden. O gazetede çıkan haberde oteller bölgesinden bir dereye kirli suların karıştığı ve o derenin içme suyu kaynağı olarak kullanıldığı yazılmıştı.

Halbuki kamp sakinlerinden birisi bahsi geçen dereye birlikte beni de götürmüştü. Ancak benim gazetemde sadece kampı öven yazım yayınlanmış ve bu konuda yazdığım haberse kayda değer bulunmamıştı. Açıkça muhabir olduğum gazete milli park yönetimine bir kıyak yapmış,  haberi sadece “iddia” olarak kabullenmişti, belki de…

1988 yılında genç bir gazeteci adayı olarak o yaşın verdiği deneyimsizlikle ipince kıyafetle Uludağ’ın çok farklı havasını hesaplamadan çıkmışım dağa.  Orada hava Bursa’dan farklı, insanlar yakılan kamp ateşinin etrafında ısınıyorlar, hem de buz gibi bir hava. Tam üç gün hasta yattığımı anımsıyorum.

Şimdi geri dönüp o yılları düşünüyorum da ne o kıyafetle giderdim Uludağ’a, ne o haberi es geçerdim. Sinan Bey’e gelince,  ya haberi yediremedi kendisine ya da bu kadar çabasına karşılık Uludağ’ın güzelliğine bir halel gelmesini sindirememişti. Belki de…

Bir gün Uludağ ile ilgili bir sürü poster ve broşür göndermiş. Merak üstüne sorduğum suale karşılık Yazı İşleri Müdürümüz,  “Al, soba borusu gibi bir şey” deyip atmıştı önüme.  Açar açmaz hepsi gazetede kapışıldı. Sonraki yıllara bazılarını saklamıştım, arada açıp bakardım onlara. Uludağ güzeldi gerçekten. Ve hep öyle de kalsın.

(3)

“Sinema geldi ve zindandan oluşma bu dünyayı saniyenin onda biri uzunluğundaki zaman parçalarının dinamitiyle paramparça etti;  şimdi bu dünyanın geniş bir alana dağılmış yıkıntıları arasında serüvenli yolculuklara çıkmaktayız.”  (Walter Benjamin)

Kentsel dönüşümlerin yaygınlık kazandığı bir zamanda tarihsel dokusu korunması gereken yerler hem turizme hem sinemaya hizmet veriyor. Uludağ doğal yapısıyla bunlardan bir tanesi; Türk sinemasında rakipsiz ve popülaritesi çok yüksek. Ünlülerin ve kalburüstü zümrenin pek alternatifi olmayan en itibarlı uğrak yeri; Yeşilçam için milli park kuruluşundan bu yana hem bir tatil mekânı hem de bir set ve işyeri…

Yeşilçam’ın Bursa macerası 1930’larda başlıyor. İlk film “Aysel Bataklı Damın Kızı” 1934’te Çalı’da çekilmiş. “Halıcı Kız” ise 1953’te; ikisinin de yönetmeni Muhsin Ertuğrul… 1945’te çekilen “Köroğlu” var; Mümtaz Ener ve Refik Kemal Arduman birlikte çekmiş,  ama o İnegöl ilçesinde çekilmiş, Bütün bu filmlerin kıyıdan köşeden Uludağ ile ilişkili oldukları anlaşılmakta.   Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası ise 1955’te başlıyor.

3 boyutlu ve görsel efektleri bolca kullanan filmlerin yaygınlık kazandığı günümüzde saklama ve arşiv koşulları iyi olmayan sinemamızda filmlere ulaşmak kolay olmuyor.  Bazılarını sinema-TV’den,   bazılarını vcd’den izlemiştim, bunlar çok sınırlı. En büyük yardımcım bilgisayardı.  Bilgisayar kanalıyla ulaşmaya çalıştığım filmlerin yüklü olmayanlarına ulaşamadım, bazılarında kısa tanıtımlarla(trailer) yetinmek zorunda kaldım, çünkü filmin bütünü (video stream) mevcut değildi ne yazık ki. Bulamadıklarım hakkında yazılanlara göz attım anımsamaya çalıştım.  1980 öncesi filmler özellikle siyah beyaz çekilmiş eski filmlerde yer belirlemek çok zor oluyor, bazı filmlerde ise kolay. Örneğin “Çile” gibi restorasyonlu ve fazla eskice olmayan filmlerde görüntü hem çok kaliteli hem çok net idi. Bir film şeridi saniyede 16-25 kare akar bu yüzden restorasyon; çizilme ile renk bozulmalarından dolayı meydana gelen kusurların onarılması zahmetli bir işlemdir. 1980 sonrası çekilen filmleri daha önceki bir yazımda (Bursa: Beyaz Perdedeki Kent) ele almıştım; Yine bazısı kıyıdan köşeden Uludağ’yla ilgili, Bora Tekay’ın “Fasulye” (1999), Serdar Akar’ın “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” (2000) ve Ezel Akay’ın “Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?” (2005)filminden o yazıda uzun uzun bahsetmiştim. Burada daha çok o yazıda eksik kalan 1980 öncesi yapımları da araştırdım. Bu filmlerin nereden bakılsa en yenisi en az 40 senelikti,  dile kolay…

Dekupaj film öncesi mekânlarda çalışma ve çekim öncesi ön hazırlıktır. Memduh Ün, “Yanlış mekânla doğru film yapılmaz. Mizansen ve oyuncu psikolojisinin mekâna uyması gerek.” der.  (Türkiye’nin Ustalarından Sinema Dersleri, İnkılap Kitabevi, 2006, s. 72) Ömer Kavur da, “Filmin mekânları başrol oyuncusu kadar önemlidir.” demiştir (a.g.e., s. 97). Mekân seçimi yönetmenin sinema anlayışını da belirliyordu. Örneğin Yavuz Özkan, “Filmin hikâyesinin aktarılmasında, hatta derinlik kazanmasında önemli bir işlevi de vardır.”(a.g.e., s. 170) demekte idi. Yani sinemada temel malzeme görsellikti.

Sinemada da diğer (roman, öykü, tiyatro gibi) sanatsal metinlerde  (kurmaca) olduğu gibi mekân öyküyü (anlatı) tamamlayan bir unsurdur.    Ancak Polonyalı yönetmen ve senaryo yazarı Krzysztof Kieslowski, “Sinema hiçbir şeyi değiştirmez; ama insanların birçok şeyi anlamalarını sağlar. Dünyayı değiştirecek olan şey filmler değil, o filmleri izleyen insanlardır.”demişti.

Konvansiyonel sinema dikkati günlük sorunların dışına çıkartan uyuşturarak eğlendiren sinema anlayışı; belli bir dönem sinemamıza da egemen olmuş anlayıştır ve bir ölçüde hala da sürmektedir. Aşk romanları yazan Muazzez Tahsin Berkand ve Kerime Nadir gibi yazarlardan adapte öyküler ve Bülent Oran ile Safa Önal gibi birkaç senaryo yazarının çevresinde gelişen Yeşilçam sineması daha çok melodram (aşk) filmleri ağırlıktaydı. Hem ticari kaygılar, hem de sansür kurullarınca getirilen kısıtlamalardan dolayı milli rejime (resmi ideolojiye) aykırı görülen filmler yasaklandığından melodram sineması dışında konu çeşitliliği çok sınırlandırılmıştı.

Ya aşk romanı kaleme alan muharrirler çok fazla Yeşilçam filmi izliyordu ya da sinema rejisörleri çok fazla aşk romanı okuyorlardı; senaryo olacak kadar uygun yazılıyordu eserler. Ne demişti Muazzez Tahsin Berkand, “Aşkın kudretine inanmak istemiyor, bunu edebiyatçılar tarafından romanlara sokulan bir kelime addediyorum.” (Muazzez Tahsin Berkand, Kezban, Elips Kitap, 1.Baskı, 2014 s.147). Tapınılacak ölçüde gösterişli iki beden ve kusursuz ruh (iç güzelliği)  melodram sineması için en gerekli malzemelerdi,  tabi bol bol gözyaşı için de. Türk jön ve mabudeleri için bir de çok etkileyici ses gerekti.  Abdurrahman Palay ve Adalet Cimcoz gibi dublaj (seslendirme) sanatçıları bu iş için biçilmiş kaftandır. Hollywood gibi endüstrileşemeyen sinemamız kendine özgü bir üslup, birkaç senarist ya da edebiyat uyarlamasıyla,  birkaç yönetmen ve oyuncuyla birbirine benzer hızlı seri filmler çekerek Yeşilçam sinemasını yaratmış oldu…

Oysa Federico Fellini’ye göre, “Yönetmenlik, bilinmeyen, tanınmayan dünyalar yaratmak” demek değil miydi?  (Hakan Savaş, Sinema ve Varoluşçuluk, Altıkırkbeş Yayın, 2003, s.23)

Başka bir kitapta ise Dziga Vertov’un  (Roger Vadim’den alıntı; Bir Kent Gezmek, Bir Film İzlemek) bir sözü aktarılıyor. “Bir kent gezmek,  bir film izlemek, bir dünyaya girmek ya da doğru bir ifadeyle bir dünya; anlatılan öyküye dair bir evren  (diegese)  yaratmaktır.” (Sinematografik Kentler, Derleyen Mehmet Öztürk, Agora kitaplığı, 2008, s. 430)

Bursa veya İzmir genel olarak İstanbul yanında bir arka fon gibi kullanılmıştır. Hemen akla geliveren ilk yerler İzmir-Kordonboyu ile Bursa-Uludağ’dır. Hatta bazı filmlerde İstanbul dışına da taşmış havası katmak için olsa gerek Bursa ile ilgili görüntüler eklenmekte; Uludağ’da çekildiği pek anlaşılmayan bir sahnede Uludağ’dan söz edilmekte; film sanki Uludağ’da da çekilmiş gösterilmektedir. Ve 1973’te çekilen “Aşkımla Oynama” (Aram Gülyüz) filminde olduğu gibi filmde Uludağ’dan söz edilmekte ancak Kirazlıyayla’daki Sanatoryum görünmekle beraber alelade karlı dağ sahneleri dışında çekimin Uludağ’da yapıldığı pek anlaşılmaz.

Fuat Uzkınay’ın ilk filmi çektiği 14 Kasım 1914’den bu yana 600’den fazla filmin çekildiği ki Türkiye sineması 1966’da dünyanın en fazla (241) film çekilen 4. Ülkesi olmuştur. Bu yüzden Türk sineması hakkında eksiksiz bir derleme yapmak,  bu konuda girişimde bulunmak hiç de kolay değildir.

1960’lı yıllar Türk sinemasında “Altın yıllar” olmuştu. 1980’ler ise yıldız sistemi çökmüş ve yönetmen sinemasına geçiş dönemi olmuştur. İlginç ama 1980 sonlarında Bursa’da çekilen filmler de adeta bıçakla kesilmiş gibi bitiveriyor.  90’larda da Bursa’da çekilmiş bir filme rastlamak mümkün değil.  1990’lı yılların ilk yarısı video-VCD-DVD’lerin adeta altın çağı olmuştur.

Türk sinemasında 1922-1949 arası özel yapım evleri dönemi, 1922-1930 arası ise Tiyatrocular dönemi kabul edilir.   Geçiş döneminden (1939- 1952) sonraki dönem Sinemacılar dönemi (1952-1963) olarak adlandırılmaktadır. 2013’e gelindiğinde Türkiye’de 620 sinema binası, 2170 sinema perdesi ve 271.250 koltuk sayısından bahsedilmekte…

Sinema mekândaki değişim ve yaşamdaki akışı sergiliyorsa Uludağ’ın buna ne yönde ve ne kadar katkısı olmuştur?

Yeşilçam’ın Uludağ’daki zirve macerası 1955’te başlıyor, demiştik. 1955 yapımı “Düşman Aşıklar” karlı sahneler görünen Uludağ’da çekilmiş ilk film. Daha önce oyunculuk da yapmış Memduh Ün’ün ilk yönetmenlik denemesi.

Ün, Sinema Yazarı Pınar Tınaz Gürmen’e anlatıyor önce filmin hikâyesini: “Artık dünya çapında bir film çekebilirim duygusu geldi ‘Hacı Şakir Ailesi’nin Esrarı’ diye kitabını bulmuştum. Doğu’da geçen, kan davasını anlatan.  Uludağ’da yapıyoruz çekimleri. Tabii dünya çapında bir film yapacağım için korkunç kaprisliyim. Oysa her tarafta görüntü aynı. Kar tutmuş çamlar, kayalar vb. Filmi Mehmet Muhtar tamamladı. “ (Türkiye’nin Ustalarından Sinema Dersleri, İnkılâp Kitabevi, 2006, s. 64-65).

Ün, kaleme aldığı “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” adlı kitapla ilgili “Küçük Dünyaların Büyük Yönetmeni” başlıklı söyleşide de, “Film sinemalarda çok kötü iş yaptı. Bugün için filmi görmek olası değil,  belki belediye depolarında çıkan yangınlarda yandı ya da  gümüş çıkarmak için  katillerin (!) elinde  birçok negatif gibi yok oldu gitti.” diyordu. (Fatma Oran, Cumhuriyet Kitap, 2010, sayı: 1042, s. 4-5)

Ün’ün yarım bıraktığı çalışma ve kötü deneyim; “Düşman Aşıklar”ın zayi olması bizi 1954 yılının Uludağ manzaralarından tarihsel bir belge olarak yoksun bırakmıştı belki ancak en azından 1954 yılının Uludağ’ını Memduh Ün’den okuyabilmiştik:  “Mine Coşkun  1954 yılında kurdukları Coşkun Film’in ilk filmini benim çekmemi istedi. İlhami Sefa’nın, Doğu’da geçen ve bir kan davasını anlatan Hacı Şakir Ailesinin Esrarı başlıklı romanını seçtim. Senaryoyu kimin hazırladığını hatırlamıyorum, ama çoğu filmimde olduğu gibi, birçok bölümünü sette kendim yeniden yazmıştım zaten. Filmin hikâyesi karda kışta, doğuda geçiyordu. Ama Doğu’ya gitmedik, daha ekonomik olması açısından, olaylar Doğu’da geçiyormuş gibi Uludağ’ı seçtik. Uludağ’da o dönemde yalnızca Büyük Otel vardı, ama çok pahalı olduğundan Kirazlı Yayla’da bir motelde kalmıştık. On dokuz gün çalıştım, yapımcının parası bitti; İstanbul’a döndük, para bulundu. Sonra yeniden Uludağ’ın yolunu tutup bir on günlük çalışma daha yaptık. Bir de Uludağ’daki bazı mekânları filmde hem karlı, hem de karsız görmemiz gerekiyordu. Bu nedenle karda çektiğim sahnelerin yaz geldiğinde çekilecek karşılıkları da kalmıştı. Filme devam edemeyeceğimi anlamıştım.” (Cumhuriyet, 4 Şubat 2010)

 “Benim uçsuz bucaksız denizim bir ağaç kümesi arasında, kuru bir ırmaktan kalma bir avuç sudan başka bir şey değildir.” (Reşat Nuri Güntekin, Çalıkuşu, İnkılâp Kitabevi, 2016, 15.Baskı, s. 12)

“Çalıkuşu” (1966), Konusu Bursa’da geçmekle birlikte Bursa’da çekilmemiş bir romandır.  Zeyniler Köyü, Bursa’da Teleferik Mahallesi’nden daha yukarıdaki bir köydür. Çalıkuşu, Yönetmen Osman Faruk Seden tarafından bir kez filme (1966), bir kez de TV dizisine (1986) uyarlanmıştır.   2013’te ise Yönetmen Doğan Ümit Karaca ve Çağan Irmak tarafından TV dizisine çekilmiştir. Ayrıca, Güntekin’in, “Tanrı misafiri” adlı öyküsü de Setbaşı’ndaki bir konakta geçer…

Reşat Nuri Güntekin’in bazı roman ve öyküleri 1913 yılından itibaren öğretmenlik yaptığı Bursa’da geçer. Yazarın en tanınan romanı “Çalıkuşu”dur (1922). Reşat Nuri Güntekin, romanın bir bölümünde dağın eteğindeki köy ile Uludağ’ın başka bir yüzünü tasvir etmektedir: “Taşların arasından minare merdiveni gibi dik bir yoldan inmeye başladık. Aşağıda, akşamın alacakaranlığı içinde kapkara bir servilik, etrafı çitle çevrilmiş,  çıplak bahçeler arasında tek tük kulübeler, tahta evler görünüyordu. Altlarında dört direkten ibaret ahırlar, üstlerinde asma merdivenle çıkılan bir iki oda. Herhalde, bu Zeyniler şimdiye kadar işittiğim ve resimlerini gördüğüm köylerden hiçbirisine benzemiyordu.” (a.g.e., s. 214).

“Ateşten Günler” (1987).  Ateşten Gömlek romanından uyarlanan TV dizisindeki bazı sahneler Uludağ eteğinde 700 yıllık Osmanlı köyü olarak bilinen Cumalıkızık’ta çekilmiştir: “Ovada, üç yüz hanelik bir köy; sarı, çorak topraklar arasında,  sarı topraktan yapılmış küçük bir sırtın üzerinde, önü yeşil bir Anadolu nahiyesi.” (s. 132). Bu kısımda olup biten olaylar Cumalıkızık’ta; Binbaşı İhsan (Can Gürzap)  ve Anzavur Ahmet  (Gökhan Mete) karşılaştıkları sahne, Cumalıkızık Köyü girişindeki meydanda ve köyün içinde çekilmiştir. Köy meydanındaki sahnede İngilizlerden para desteği alan Anzavur, Kuvayi Milliye Subayı Binbaşı İhsan’ı yargılamaktadır. Binbaşı İhsan’ın arkasında geniş açıdan Köy görünmektedir. Köylüler de filmde rol almıştır.

“Ateşten Gömlek” (1922),  Halide Edip Adıvar’ın yazdığı ve Türk edebiyatında Kurtuluş Savaşı üzerine yazılan ilk romandır. Selim İleri, roman hakkında yazdığı makalede  “Güzel ve önemli Kurtuluş savaşı romanları sonradan yazılmıştır. Birçoğunu bugün de tutkuyla okuyabiliriz. Ama pek azı Halide Edip’in Ateşten Gömlek’i ölçüsünde içten tanıktır.”diyordu (Can Yayınları,  14. Basım,    2010, s. 218)

Frances Kazan ise, Halide Edip Adıvar’ın otobiyografisini konu alan kitapta,  Kurtuluş Savaşı’ndaki başarıya,  Adıvar’ın, Anadolu Türklerinin bir başarısı olarak baktığını aktarmakta: “Türk ordusu askerlerinin figüran olarak kullanıldığı film büyük ölçüde yazarın istekleri doğrultusunda çekildi. Bakir Anadolu topraklarının arka fonu oluşturduğu filmde,  Peyami ile Ayşe arasındaki aşk, bunların ‘İzmir Davası’ uğruna kendilerini feda edişlerinin dokunaklı öyküsüyle iç içe veriyordu.“  (Halide Edip ve Amerika, Bağlam Yayınları, 1995, s. 58)

İngiliz Tarihçi Arnold Joseph Toynbee’ye göre milliyetçilik ırksal değil,  zihinsel bir durumdur (a.g.e., s. 64). Halide Edip’e göre de Osmanlı Bizans’ın (Doğu Roma İmparatorluğu)  bir uygarlığıydı ve Osmanlı kurumları da (yönetici azınlık)  sıradan (Anadolu)  Türkleri üstünde ince bir zırhı andırıyordu. Osmanlı Bizans’ın isim değişikliğinden ibaretti (a.g.e., s. 68).

 “Son Mektup” (1969) ve “Soyguncular” (1974). Türker İnanoğlu Filiz Akın ve Ediz Hun’u iki filmde buluşturdu Siyah beyaz çekilen filmden sonra Uludağ’daki iki oyuncunun birlikte oynadığı ikinci film renkli dağ manzaralarıyla dikkat çekiyordu.

“Unutulan Kadın” (1971). Atıf Yılmaz’ın çektiği Türkan Şoray ve Kadir İnanır’ın beraber oynadıkları klasik bir Yeşilçam öyküsü. Unutulan Kadın, Selvi Boylum Al Yazmalım (1977) filminin habercisi adeta iki başrol oyuncusunu Uludağ’da buluşturmuştur. Yeşilçam’ın kayak ve kar manzaraları eşliğinde tutku dolu bir aşk öyküsü. Uludağ, mutluluğunun bozulmasına engel olmak için cinayet işleyen bir kadının daha önce sevdiği erkekle geçirdiği mutlu günlere sahne oluyor.

Yeşilçam’ın kısıtlı olanaklarından sinema oyuncuları da bazı giysi ve kostümleri kendileri hazırlamak zorundaydı. Türkan Şoray, “Unutulan Kadın filminde kısacık bir sahne için hazırladığım Uludağ’da çekilen bir sahnede giydiğim, mor pelerin beyaz takım, kürk şapka da benim tasarımım.”  demişti. (Sinemam ve Ben, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, 2017, s. 396)

“Ömrümce Unutamadım” (1971). Süreyya Duru’nun yönettiği film aynı fabrikada çalışan iki gencin öyküsü. Başrollerde Filiz Akın ve Kartel Tibet oynuyor. Karlı dağ manzaralarıyla dikkat çekiyor.

Satın Alınan Koca” (1971). Filmin yönetmeni  Duygu Sağıroğlu, başrol oyuncuları Fatma Girik ve Cüneyt Arkın. Filmin başlarındaki karlı evli çiftin balayı için uğrak yeri olan Uludağ manzaraları ve sahneleriyle dikkati çekmektedir.

“Önce Sev Sonra Vur” (1971).  Yeşilçam’ın ne yazık ki kötü hatırlanan filmlerinden birisidir. Suphi Özkaya isimli figüran çıktığı elektrik direğinde 2100 voltluk cereyana kapılarak ölmüştü. Film teleferikte çekilen tehlikeli teleferik sahneleriyle dikkat çekiyordu. Filmde Meral Zeren, Figen Han ve Yılmaz Köksal oynuyordu. Filmin yönetmeni ise Natuk Baytan’dır.

“Köle” (1972). Filmin Yönetmeni Atıf Yılmaz, başrol oyuncuları Gönül Hancı, Tufan Giray ve Ferit Şevki. Filmde Uludağ ya da Bursa’dan söz edilmiyor, yer adlarına ilişkin de çok belirgin sahneler görüntülenmemiş.  1970’lerin başındaki Bursa’yı renkli görme şansını kaçırmış oluyoruz. Sadece kar, kayak ve bazı otel sahneleri var. Filmin Uludağ’da geçen sahnelerinde kıskançlık krizi geçiren Paçavra Kara Osman (Fethi Giray) Yasemin’i (Gönül Hancı) tokatlar. Yasemin de arabasına atlayıp kaçar, ancak arabası yolda kara saplanır. Kendisini bulmak için yola çıkan Kara Osman’ın bindiği araç Bursa plakalı yeşil renkli bir Jeep’tir.

“Acı Hayat” (1973). Kerem ile Ebru isimli iki genç birbirine aşık ancak düşman aile çocuklarıdır. Filmin uzun kısmı Uludağ’da çekilmiş bir Uludağ filmidir; Uludağ yolculuğu, karlı yollar ve karlı çamlar, Oberj Otel Ulukardeşler’in görüntüleri. Yönetmen Orhan Aksoy, başrollerde Filiz Akın ve Cüneyt Arkın oynamıştır.

“Aşkımla Oynama” (1973). Kumar tutkunu bir adamın aşk öyküsü. Başrollerde Ediz Hun ve Hale Soygazi Oynuyor. Yönetmen Aram Gülyüz.

“Boşver Arkadaş” (1974).Birbirini hala seven iki aşığın öyküsünü anlatan filmin yönetmeni Zeki Ökten. İlhan İrem’in 1974’te seslendirdiği unutulmaz şarkıdan adını alan filmde Selma Güneri’yi kayak öğrenirken Tarık Akan’ı da iyi kayak yaparken görüyoruz.

“Sabıkalı” (1974). Birbirlerini seven iki insan ve onların arasına giren ruh hastası bir adamın trajik öyküsü.  Çiftin balayı için birlikte gittikleri Uludağ’da Tunç Ayhan’a tuzak kurar ve Aysel’e tecavüz eder. Genç kadın intikamını almak isterken yanlışlıkla kocasını vuruyor. Uludağ görüntülerinin çok olduğu filmde Salih Güney de başrolde Filmin yönetmeni Nejat Saydam. Ekrem bora ile Hülya Koçyiğit teleferik yolculuğu yapıyor.

“Şaşkın Damat” (1975). 1970’lerde başlayan Yeşilçam seks furyası döneminde sıklıkla bu döneme alternatif olarak Uludağ’da geçen balayı konulu filmler de çekiliyordu.  Şaşkın Damat filmi de bu tür, dönemi atlatma çabasındaki filmlerden. Yine balayı konulu 1975 yapımı klasik bir Uludağ kaçamağı filmi. Başrolleri Kemal Sunal ile Meral Zeren paylaşıyor. Zeki Ökten ise yönetmeni, senaryosunun yazarı da Sadık Şendil ‘dir

“Can Pazarı” (1976). Uludağ’daki karlı sahneleri ve filmde oynayan İranlı aktrist Pouri Banayi ile dikkat çeker. Senaryo Erdoğan Tünaş, filmin yönetmeni Orhan Elmas ve Ertem Göreç. Bursa doğumlu yönetmen Ertem Göreç,  yapımcı Berker İnanoğlu’yla Yılmaz Güney ve Nil Kutval’ın başrol oynadığı başka bir Can Pazarı (Öleceksin) isimli film çekmiştir (1968).

“İki Kızgın Adam” (1976). Yapımcı Berker İnanoğlu, senaryo Erdoğan Tünaş ve yönetmen Ertem Göreç.  Kadir İnanır bu defa başrolü Perihan Savaş ve İranlı aktör Naser Malek Motiee ile birlikte oynamıştır. Filmde Otel Beceren yazısı Uludağ genel manzarası;  kar ve kayakçılar vs göze çarpar. Siyasal mesajlar içeren film polis-mafya ve aşk üçgeninde ilginç diyaloglara sahne oluyor.

“Ne Umduk Ne Bulduk” (1976). Yine Uludağlı bir Zeki Ökten filmidir. Zengin bir koca bulmak umuduyla Uludağ’a gelen anne ve kızın öyküsüdür. Zeki Ökten Şaşkın Damat filminden 1 yıl sonra yine Uludağ’ı başka bir aşk öyküsünde set olarak kullanmıştır. Karlı kayaklı sahnelerle dolu filmin oyuncuları Gülşen Bubikoğlu, Adile Naşit ve Aytaç Arman.

“Kaplanlar Ağlamaz” (1978). Cüneyt Arkın’ın macera ve aksiyon filmlerinden biri. Cüneyt Arkın, final sahnelerinden birisinde teleferikteki dövüş sahneleriyle dikkat çekmektedir. Filmin Yönetmeni Remzi Jöntürk.

“Ne Olacak Şimdi ?” (1979). Levent Kırca ile Nevra Serezli’nin başrol oynadığı Atıf Yılmaz filmi. Oyuncuların balayı için geldikleri Uludağ’da yine Büyük Otel ‘den klasik giriş ve önünde çekilen sahneler var. Ayrıca otel çekilmekle kalmıyor otelden de söz ediliyor. Filmde telesiyej görüntüleri ve Uludağ sahneleri yer alıyor.

“Kadın Bir Defa Sever” (1984). Uludağ’da da çekilen bu film Mahmut Esat Bozkurt’un “Kadın Severse” adlı romanından uyarlanan filmlerin üçüncü sürümüdür. Karlı kayaklı Uludağ manzaraları bizi 1984 yılına götürüyor. Cafe Beceren,  telesiyej, kayak alanları vs. görüntülendiği filmin büyük bölümü için mekân olarak Uludağ seçilmiş. Zümrüt (Ahu Tuğba) bir uyuşturucu çetesinin kuryesi.  Teslimat için Uludağ’a geliyor. Burada geçirdiği bir kayak kazasında Doktor Ekrem (Burçin Oraloğlu) ile kesişiyor yolları. Ekrem ise bir dağ kulübesinde yalnız tatil yapıyor. Erotizm ağırlıklı olan bir film…

“Sokaktan Gelen Kadın” (1984). Bir hayat kadınının aşk öyküsü. Gemlik Doğumlu Mahmut Cevher filmde Banu Alkan’la başrol oynuyor. Uludağ karlı manzaraları oldukça uzun sahnelerde görülüyor. Filmin yönetmeni Orhan Aksoy.

“Herşeyim Sensin” (1985). Yeşilçam filmlerinde Bursa’ya ayrılan sahneler konuları benzemekte. Filmin başkarakterleri balayı ya da tatil geçirmek için gelirler, yine kısa bir Bursa turuyla tekrar İstanbul’a dönerler.  Çoğunlukla soğuk ve kar manzarasının yerini İstanbul’daki Boğaziçi ve deniz manzaraları alır. Bu film de aynı örneklerden birisi.  Filmin yönetmeni Ümit Efekan, oyuncular Ferdi Tayfur ve Necla Nazır.  Yapımcı Selim Soydan. Uludağ manzaraları; kayakçılar, oteller bölgesi ve karlı sahneleriyle dikkat çekmektedir.

“Sekreter” (1985). Zengin erkek fakir kız konulu Yeşilçam klasiği. Film Uludağ sahneleriyle başlıyor.  Otel ve şömine ateşindeki klasik gitar dinletisi ve dansla sürüyor. Genel olarak kış mevsiminde sisli ve buzlu olan Uludağ yolu bu filmde de karlı. Uludağ iki kısım verilmiş. Birinci Uludağ macerası İstanbul dönüşüyle otobüste geçen sahnelerle sona eriyor.  İlerleyen sahnelerde Uludağ’a tekrar dönülüyor. Âşıklar arasında buzlar da erimiş; zengin kötü babanın ayırdığı âşıklar zengin iyi patron araya girince tekrar kavuşuyor.  Yazıcı ve Beceren otel görüntüleri ile Uludağ’da başlayıp Uludağ’da mutlu sonla biten bir film. Filmin yönetmeni Temel Gürsu. Oyuncular Hülya Avşar ve Tolga Savacı.

“Ada” (1988),  Peride Celal’in bir uzun öyküsünden uyarlanmış.  “Bir Hanımefendi’nin Ölümü” adlı öykü kitabındaki iki uzun öyküden biri.  Peride Celal, başta aşk romanları kaleme alırken 1950’lerden sonra gerçekçilik çizgisinde bireyin iç sorunlarına eğilen öykü ve romanlara yönelmiştir. Ada, böyle bir dönemin ürünü ve 1981’de basılmıştır. Selim İleri “Peride Celal’i  ‘Ada’yı okuduktan sonra tanıdım.” demiştir. (Radikal Kitap, 21 Haziran 2013)

Ada, Yaşanıp bitmiş bir aşkı sorguluyor. Yönetmen Süreyya Duru, filmin son sahnelerini bitirmek üzereyken ne yazık ki bir kalp krizi sonucu yaşamını yitirmiş filmi kızı Dilek Duru tamamlamıştı. Uludağ çok az, Beceren Otel, kayak yapanlar, kış manzaralarıyla görünür. Türkan Şoray’ın artık kendi kanunlarına son verdiği filmlerden birisidir. Film görüntü kalitesine rağmen Bursa için belgelik değer taşımıyor (Çoğunluğu Burgazada’da çekilmiş) Bu filme de Bursa’da hatta Uludağ’da çekilen bir film demek zordur.

Toplam 222 filmde rol alan Türkan Şoray, dünyanın “en çok film çeviren” kadın oyuncusudur. Rutkay Aziz, “Benim ilk filmim ‘Ada’da Türkan Hanım’dan adeta ders aldım;  set disiplini nedir, sette ilişki nasıl korunmalı, gibi konularda çok şey öğrendim.  İşe olan tutku ve saygı yoksa kolay kolay ayakta durulmaz bu işte. Yapısında değişime açık yanlar, oyunculuğunda yeni boyutları beraberinde getiriyor.  İki filmde de birbirimize yardımcı olarak,  sırt vererek, uyumlu bir çalışma yaptık.” demişti.   (Türkan Şoray, Sinemam ve Ben, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, 2017, s. 377)

Bursa’da çekilen filmler başka bir yazı konusu. Uludağ’ın Bursa’yla birlikte çekildiği filmlere gelirsek…

“Kadın Severse” (1955). Mahmut Esat Bozkurt’un aynı adlı romanından üç film uyarlanmış. Bu aşk ve melodram türü filmlerin ilki 1955’te siyah beyaz çekimli olarak Uludağ

Kudüs… Ey Kudüs

Kudüs… Ey Kudüs

         “Seni unutursam, ey Kudüs
Sağ elim hünerini unutsun
Eğer seni anmazsam
Dilim damağıma yapışsın”

      MEZMUR-137

tamer uysalKudüs Ey Kudüs yaklaşık 4 yılda yoğun çaba ve araştırmayla ortaya çıkmış, Kudüs ve İsrail-Arap sorunu üzerine yazılı en kapsamlı kitaplardan birisiydi. Fransız ve Amerikalı gazeteciler Dominique Lapierre ve Larry Collins tarafından kaleme alınmıştı.

Üç tek tanrılı (semavi) dinin merkezi Kudüs tarih boyunca nice “kutsal savaş”lara sahne olup üzerine sayısız kitap yazılmıştır. Ulusların yolları ve tanrı kelamı kavşağının tarihine ışık tutan ve ABD, Almanya, Fransa vs. gibi ülkelerde çok satan kitapta Kore Savaşını da izlemiş Lapierre ile Ortadoğu’daki toplumsal dönüşümlerin yakın tanığı Collins  Ortadoğu, Avrupa ve Amerika’da 250 bin km yol katedildiğini ve 2 bin kişiyle konuşulduğunu belirtiyorlardı. 20 araştırmacı 500 kg belgeyi inceleyip 6 bin sayfa doküman hazırlayarak önemli bir kaynak ortaya koymuştu… 091120165884

Talmud (ibranice lamad) öğrenmek sözcüğünden gelir. Uzmanları hahamlar, hukuk doktorları, dağılmış topluluğun unutulmuş parçaları olarak yüzyıldan yüzyıla yaşamaya devam ettiler. Yoksul hayatlar dinsel kurallara göre düzenlenmişti. Torah yani yasaların, öğretilerin ayetleri ezberlenmiş ve talmud metinleri kuşaktan kuşağa aktarılmıştı.

Kutsal saydıkları Süleyman’ın yaptırdığı tapınağın kalıntısı olan ağlama duvarı 2 bin yıldır yeryüzünün bütün Yahudilerinin ona dönüp dağıldıklarına gözyaşı döktükleri yerdi. Öte yanda ise Kudüs’te Muhammed’in beyaz kısrağı üstünde gökyüzüne yükseldiği Hazreti Ömer Camii bulunuyordu. Mekke ve Medine’yle birlikte İslam’ın da en kutsal yeriydi Kudüs.

Kudüs tarih boyunca dökülen kanlarla lanetlenmiş gibiydi. Eski Yahudi tapınağının mihrabında hayvanlar kurban edilirdi. İsa burada çarmıha gerilmişti. İnsanlar buradaki duvarların diplerinde canlarını vermişlerdi.  Din adına burada cinayetler işlenmişti. Davut ve firavun, Sebnaşerib ve Nabukadnezar, Herod ve Ptolome… Titus ve Godefroy de Babullion komutasında haçlılarla Timurlenk ve Selahattin-i Eyyubi’nin askerleri… Türkler ve Allenby yönetimindeki İngiliz askerleri… Hepsi karşı karşıya gelmişlerdi.   filistin

Geçmeli Kubbeler, minareler, sur mazgalları, çan kuleleri ile rengarenk bir anıtşehirdi Kudüs. Oysa Yeruşalayim eski İbrani dilinde “barış şehri” anlamına geliyordu. İlk yerleşim bölgesi dalları evrensel barışı simgeleyen Zeytinlik Dağı yamaçlarıydı. Davut şu sözlerle yüceltmişti onu: “Kudüs’ün barış içinde yaşamasına dua edin”…

Yahudilerin asıl anayurdu Mezapotamyadaydı. Buradan kovulan İbraniler Musa yönetiminde dönüp Jedée (Yahuda) tepelerinde ilk devletini kurmuşlardı. Ancak Davud ve Süleyman yönetiminde 100 yıl kadar dayanabilmişlerdi. Asur, Babil, Mısır, Yunan ve Romalıların egemenliği altına girdikten sonra tapınakları yıkıldı. Bizans imparatoru 2.Teodosyüs ırkçı görüşle Yahudileri ayrı bir ulus varsaydı. Frank kralı Dagobert de Galya’dan onları kovmuş, 4.yy da ise Bizans İmparatoru Heraklius zamanında haçlılar  Deus Vult “Tanrı İstiyor” diyerek kılıçtan geçirmişti.

Yaşadıkları ülkelerde Yahudilere mal edinme hakkı pek tanınmazdı. Papalık para ticaretini yasakladığından tefeciliğe yöneltilmişlerdi. Kilise ortaçağda onlarla bir arada yaşamayı yasakladı. 1215’te 4.Latran konsili belli bir işaret -10 emri ifade eden rozet- taşımaları kararıyla ırkçılığı doruğa vardırdı. Fransa ve Almanya’da bu  sarı renkte bir O harfi olmuştu. Naziler ise gaz odalarına gönderecekleri Yahudileri sarı yıldızla belirlediler.KudüsünPlanı

İngiltere ve Fransa’dan sınırdışı edildiler. Veba gibi hastalıkları taşımak, çocukları öldürmekle suçlandılar. Normal hayat sürebildikleri tek yer İspanya oldu. Ancak 1492’de Kristof Kolomb’un yeni keşiflere çıktıkları yıl İspanya kraliçesi İsabella’in hıristiyan kilise ile işbirliği yapmasıyla buradan da kovulmuşlardı.

Prusya’da, İtalya’da da Yahudilere çeşitli yasaklar uygulanırdı. Talmud’u bulundurmak suçtu. Venedik’te Yahudiler Ghetto Nouvo “Yeni Dökümhane” denilen bir mahallede yaşamaya zorunlu tutuldu. Böylece evrensel sözcük haznesine katkıda bulunmuştu.

Filistin’de Yahudilerin oturduğu ilk yerleşim yeri 1860’ta kuruldu. Polonya’da kazak isyanı sırasında 100 binden fazla Yahudi soykırıma uğradı. Rusya’da Çar 2.Alexandre’nin ölümünden sonra halk tarafından resmen kıyıma teşvik edildiler -böylece yılgı ve ölüm anlamında Pogrom sözcüğü de doğdu- ve 1881-82 programından sonra Filistin’e göçmen dalgası hız kazandı. Reuven Shari, David Gryn da bunlar arasındaydı. Gryn Romalıların Kudüs’ü kuşattıkları sırada orada bulunan bir yahudinin adını almıştır: “Ben Gurion” aslan yavrusu demekti…

1885 yılında Theodor Herzl Yahudi düşmanlığı denen volkanın asla sönmeyeceğini ve ulus devletler yüzyılında gelişen milliyetçiliğin kurbanı olan Yahudilerin de ancak ulus olarak hayatlarını sürdürebileceklerini ifade eden bir görüşün tohumunu atıyordu. Dini siyonizm siyasi siyonizm olarak 100 sayfalık bir manifestoyla gerçekleşecekti adını da yine Herzl koyuyordu: “Der Judenstaat” yani Yahudi Devleti. mescidiaksaks2

Sion ibranice “seçilmiş” anlamına gelir, siyonizm ise Kudüs’teki Sion tepesinin adından geliyor. Siyonistlerin Yahudileri eski ülkelerinde toplama isteği ile 25 yy dır İsrail halkının Kudüs’le ilgili umudu…

İlk siyonist kongre 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde toplandı ve uluslar arası yürütme kurulu belirlendi. Ulusal fon oluşturuldu. Filistin’de toprak satın almak için bir banka kuruldu. Bayraklarıyla ulusal marşlarını kabul ettiler.  Mavi-Beyaz renkler Yahudilerin  dua ederken omzuna taktıkları geleneksel ipek şal Taleth’in renkleriydi. Marşları ise simgeseldi, umut anlamına gelen Hatikvah’tı. Aynı gün akşam Herzl deftere şunları not etmişti: “Basel’de yahudi devletini kurdum. Bunu şimdi yüksek sesle söylesem evrensel bir kahkaha tufanına yol açabilirim. Belki beş yıl sonra ama kuşkusuz elli yıl sonra herkes için kesin bir gerçek olacaktır bu”…

1922 yılında Milletler Cemiyeti tarafından İngilizlerin manda yönetimine girmişlerdi. İngilizler için bu topraklar Ortadoğu’da istedikleri politikayı uygulamak için gerekli idi. Böylece İngilizleştirilmiş petrol yataklarıyla Times Nehri ve Süveyş kanalı arasında köprü kurulacaktır. 5 yy süren Türk egemenliğinden sonra Yahudiler İngilizler tarafından Filistin topraklarına getirilecekti.

29 Kasım 1947’de BM’ye bağlı 56 ülke New York banliyösü Flushing Meadows’ta toplandı. Filistin’i arap-yahudi diye ikiye bölecek  kararı alıyorlardı. Sözde 30 yıllık savaş sona erecekti. Ama umutsuzluğun kalemiyle çizilen bu paylaştırma haritası katlanılabilir bir ödünler ve kabul edilemeyecek kepazelikler karışımıydı. Kurulacak Yahudi devletinin topraklarının çoğunluğu ve neredeyse nüfusunun yarısı arap olduğu halde Filistin’in yüzde 57’si Yahudilere bırakılıyordu. Eski çağlardan beri Filistin’in bütün siyasal, ekonomik ve dinsel yaşamının çevresinde döndüğü Kudüs şehrinin yönetimi ise BM’in denetimine bırakılıyordu.  Ne Arap ne de Yahudi başkenti olmayacaktı.

2 Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour bankacı Walter Rothschild’e yazdığı “majestelerinin hükümeti” şeklinde bir hitapla başlayan mektupla Filistin’de kurulacak bir devlete ışık yakıyor ve nazi kıyımından kaçan 4554 yahudi “exodus” adlı bir gemiyle Filistin topraklarındaki bir bölgeye yerleştiriliyordu. Oysa hrıstiyan Avrupanın batı emperyalizminin baskılarına karşılık Osmanlı Devletinin kapı açtığı Yahudilerle Araplar İspanya’daki Endülüs Emevi devrinden bu yana hep barış içinde yaşamışlardı. İngilizler hak sahibi olmadıkları halde Filistin topraklarını ipotek altına alıyorlardı.

Filistin’in paylaşılmasında en fazla çabayı gösteren ABD’ydi. Bu ülkenin etkili Yahudi cemaatinin oy baskısıyla politikacılar göçle devlet kurulması yönündeki kampanyalara kayıtsız kalıyorlardı.

İlk aşamada 1.200.000 araba karşılık 250 bin yahudi bölgeye yerleştirildi. Başkan Truman BM’den Filistin’in paylaştırılması yönünde karar çıkması için Fransa’yı Amerikan yardımlarını kesmekle tehdit ediyor hatta Yunanistan, Liberya, Haiti, Filipinler bile evet oyu kullanılması için baskı görüyorlardı.  fil3

Emmanuel Cellar adlı bir ABD parlamento üyesi Başkan’a telgraf göndererek Yunanistan gibi direten ülkelerin yola getirilmelerini istiyordu. Aynı baskı Filipinlere de yapıldı paylaşım için olur istendi. Yüksek mahkemenin iki yargıcı Filipinler Devlet Başkanına “paylaştırmaya karşı çıkma kararında diretirse ülkesinin milyonlarca Amerikalı dost ve taraftarını kaybedeceğini” bildirmişlerdi. Öte yanda Liberya’da Harvey Fireston 400 kauçuk çiftliği sahibiydi, yatırımları vardı. Liberya ürünlerinin boykot edilmesiyle tehdit edildi. Haiti Cumhuriyet Başkanı ikna edilmeye zorlandı, bir Haiti temsilcisi Harlem’de siyonist ajanlarca kovalandı. Kudüs müftüsünün yeğeni Cemal Hüseyni ise 29 Kasım 1947’deki oylamada paylaşım yönünde karar alınırsa Yahudilerle savaşacaklarını açıkladı.

Siyonist marşı Hatikvah paylaşımla zafer edasında söyleniyor Dave Rothschild gibileri de barlarda kendince zaferlerini Le Şayim (şerefe) diyerek kutluyorlardı. İsrail Devletinin kurulmasıyla Tel Aviv dünyanın ilk Yahudi şehri olarak karnaval havasındaydı. 14 Mart 1948 günü İngilizler Kudüs’ten ayrılıyor, Yahudi devleti kuruluşunu ilan ediyordu. 3 bin yıldan bu yana ataları pek çok işgalcinin gidişini görmüşlerdi. Asurlular, Babilliler, Persler, Romalılar Haçlılar, Araplar ve Türkler gibi sıra İngiliz askerlerine de gelmişti…

İngiliz Sir Henry McMahon’la en büyük Müslüman yetkili Mekke Şerifi arasında 8 mektupluk yazışmayla Almanlarla müttefik olan Türklere baş kaldırılması istendi. Güya Araplara 1.dünya savaşından sonra büyük bir bağımsız devlet kurdurulacaktı. İngilizler ve Fransızlar 1917 yılında gizli bir anlaşma yapıp Araplara verilecek toprakları Fransa’ya devretti. Araplar buna bozulmuşlardı. Sir Mark Sykes ile Charles Picot arasında Moskova’da yapılan bu pazarlık bolşevikler iktidara geldikten hemen sonra açığa vurulmuştu. Akabinde Araplar Şam ve Suriye’den Fransızlar tarafından kovulunca hedeflerini İngilizlerin hainliğinden siyonistlere yöneltmişlerdir.

1925 yılında Filistin’de ulusal Yahudi yuvası kuruldu. Siyonist yönetici Hayim Weizman 14.büyük kongrede yaptığı konuşmada arap sorununu belirleyip siyonizmin basit bir dinsel hareketten bir doktrine dönüşmesine toplumsal disiplin haline getirilmesine yol açmıştı. İlk siyonistler Marksist etkilerle toplumsal demokrasi ve felsefe geleneğinde bir devlet kurmak istiyorlardı.  19.yy sosyalistlerinin ütopyası Filistin’de daha önce kurulan kazma ve tüfekli kibbutzlarla (kolektif çiftlikler) uygulamaya geçirilmişti. Yahudi işçi sınıfı oluşturularak bu çiftliklerde iskan sağlandı. Çoğunluk Beyrut’ta yaşayan büyük toprak sahibi olan Araplardan toprak satın alınarak yapıldı ve Yahudi emekçilerinin genel konfederasyonu Histadrouth’un temeli atıldı.

Topraklarından atılan işsiz kalan Araplardan çok geçmeden kent proletaryası oluştu. Bu kitle başta ilkel ve içgüdüsel tepki gösterebiliyordu. Sadece geleneksel kaderci bir tutum içindeydiler örgütlenmelerini sağlayacak ulusal istekleri yoktu ve sanayi devrimini tamamlayamamış bir dünyada sömürge halklarının örnek sorumsuzluğuyla yaşıyorlardı.

Filistinli Araplarda önceleri önemsenmeyen Yahudi istekleri düşmanın örgütçü yanı, canlılığı ve amaçlarını geliştirmekle ilgili inanç karşısında çok geçmeden üzüntü, kuşkuyla nefrete dönüştü.  İngilizlere karşı sadece 1920, 1929 ve 1935-36’da ayaklanmışlardı…

Kudüs Müftüsü Muhammet Sait Hacı Emin el Hüsseyni ise 1929’dan beri Filistin’de Arap lideriydi. Berlin’de 4 yıl kaldıktan sonra 6 Nisan 1945’te Almanya’nın yenilgisiyle bu ülkeyi terk etmiş bir zamanlar Türk ordusunda da subay olarak yer almışsa da daha sonra İngilizler hesabına Filistin’de ajanlık yapmaya başlamıştı. Ancak İngilizlerin ihaneti ve Filistin’e Yahudi göçüyle gerçek eğilimini buldu. Kenar mahallelerde, çarşı ve köylerde örgütlenmeye, ayaklanmalara yöneldi. Gıyabında mahkum oldu, Ürdün’e geçti.  Döndüğünde listede olmadığı halde yine İngiliz Yüksek Komiserliğince boşalan Kudüs müftülüğüne atandı.

Ardından Yüksek İslam Kurulu Başkanlığı’na da seçildi ve dinsel fona yatırılmış parayı kullanma yetkisi kazandı.  Mahkemelerde, camilerde, okullarda, mezarlıklarda söz sahibi oldu. Aydınlara karşı  mesafeliyken yandaşlarını bilgisizlik kalelerinden, mahalle ile köylerden toplamayı yeğledi. 24 Eylül 1928’de halkı dinsel bağnazlığı güçlü bir protestoya çevirmeyi başarmıştı, Yom Kippour bayramında ağlama duvarında ibadet eden Yahudileri Muhammet’in gökyüzüne çıktığı yeri ele geçirmekle itham etti…

1929’da Cihad-ı Mukaddes ilanı uygulamaya geçirildi. 16 aylık bir grev başladı ve  ayaklanmaya dönüştü. Filistinli Araplar arasındaki başlayan iç savaşta 2 bin arap öldürüldü. Birçoğu İngilizce konuşan ve müftünün otoritesine boyun eğmeyecek kişilerdendi. Büyük toprak sahipleri, tüccar, öğretmenler ve memurlardı ya da otoritesine karşı çıkacak olan büyük ailelerden Naşaşibiler, Halidiler ve Dacanilerdi. Rakipler birbir temizlenmeye suikastlerle kardeş kardeşi yok etmeye başlamıştı. Araplar araplara kırdırılmıştı.

Buna karşılık Yahudi cemaatinde genç şefler ve birgün Filistin’deki en büyük güç olan toplumsal kuruluşların sayısı artarken Hacı Emin arapları aynı kaynaklardan yoksun bırakmıştı. Dinsel bağnazlık taşkınlığıyla akıl yolu boğazlanıp ülkenin en seçkin kişileri birbir cahil köylü tüfekleriyle yıldırılınca koca bir şef olacak nitelikteki kuşak korku ve sessizliğe itildi.

Berlin’den Fransa’ya gönderilen müftü Hacı Emin’in siyonist davasına  yakın Fransız başbakanı Léon Blum ve Amerikalı siyonistlerle pazarlığı sonucu 29 Mayıs 1946’da Suriye pasaportu ve sahte Amerikan askerlik belgesiyle ayak bastığı Kahire’den o zamana kadar gelinen nokta buydu. Yahudilerle Amerikalılar arasında yapılan pazarlığı Fransız dışişleri bakanı Georges Bidault bozmuştu teslim edilmesine karşılık Fransa’ya vaat edilen ABD yardımına rağmen müftü Fransız topraklarından çıkarıldı. 12 yıl sonra Fransız gazetesi Paris Press  kaçışa göz yuman ve Nürnberg savaş suçluları mahkemesinde yargılanmaktan kurtulan müftü için Fransa’nın Kuzey Afrika’da durumunun ve rolünün destekleneceği sözünü aldığını  açıklamıştı.

Müftü müttefikler arasında bir pazarlık konusu haline gelmişken yahudi tarafı ise günden güne güç kazanmaktaydı. Yahudiler Haganah adlı bir harekat birliği kurmuşlardı. 2.dünya savaşında yenilen Almanların Afrika’da kalan mühimmatını toplayan Haganah silah yönünden oldukça güçlenmişti. Ayrıca Hayim Slavine çok güçlü bir patlayıcı madde olan trinitrotolüen hazırlayıp ABD’deki ünlü ve zengin Yahudi ailelerle Ben Gurion arasında bağlantının kurulmasını sağlıyordu.

Sanenborg adlı bir enstitü kurulduktan sonra silah imalatında kullanılacak hurda makinalar toplandı.  Harlem’deki bir karargahta bu hurdalar silahlara dönüştürülüp parçalanarak İngiliz gümrükçülere bir izin belgesiyle tekstil makine parçaları deyip Filistin’e sokulması sağlandı.  Özellikle kibbutzlarda ve köylerde Haganah’ın çağrısıyla genç yahudiler de izcilik adı altında örgütlenip (Gadna) askeri eğitim alıyorlardı.

Yahudilerden iki kat fazla olan Filistinli Araplar önceleri bu gelişmelere pek aldırış etmemişlerdi. Çünkü silah bakımından beslendikleri kaynaklar çoktu. Gerilla savaşına alışkındılar bedevi soyundan gelme yeteneklerden birisi de oydu. Ancak disipline olmamak ve bilgisizlik önemli eksikleriydi.

Gelecekte Filistin’de kurulacak olan bir devletin başına geçme  planı kuran Hacı Emin El Hüsseyni ise Cihadı Mukaddes Savaşçıları adlı bir ordu teşkil etti ve Kudüs’teki dağınık köylüleri birleştirmeyi hedefledi. Futweh adlı gençlik hareketi bu orduya bağlanmıştı.

Filistinli Arapların komşuları da kendi soyundan arap devletleriydi ancak Ortadoğu’daki iki ülke Suriye ve Lübnan birer Fransız tipi parlamenter cumhuriyetti,  Suudi Arabistan, Yemen ve Ürdünlüler feodal devletlerin aşiret yapısında yaşıyorlardı. Mısır ile Irak’ta ise İngiltere’yi andıran belli belirsiz meşruti krallıklar bulunuyordu ve Kahire’yle Bağdat halifeleri de anlaşamıyorlardı. Ayrıca Irak’ın  Suriye, Suriye’nin de Lübnan toprakları üzerinde gözleri vardı. Filistin tamamen bu sorunların üstündeydi tabii üstelik Mısır’ın Süveyş Kanalı nedeniyle İngilizlerle bir meselesi de söz konusuydu…

Yahudiler arasında Roma kralı Antiochus’a başkaldıran Maccabe kardeşlerin zaferi için geleneksel Hanoukka (ışık bayramı)  kutlanırdı. Geceyi aydınlatmak için sırayla 8 ışık (menorahlar) yakılırdı. Maccabe mezarlarından Kudüs’ün merkezine meşalelerle dans ederek yürünürdü. 800 metrelik 5 dakikalık bir yürüyüştü bu ve Yahudiler için tehlikeliydi.

Aslında araplarla yahudiler arasında geleneksel dostluklar sözkonusuydu.  Örneğin İslam din adamlarına beslenen saygı yeshiva’lara yani din adamlarının toplandıkları yerlere kadar yaygındı. Sevkoth’da (klübeler bayramı) yahudiler sonbahardan kış mevsimine girdiklerinde törenlerde toz bademler sunar araplar da  paskalya sonunu kutlamak için onlara ekmek ve bal getirirlerdi. Oysa geleneklerine bağlı Kudüslü Yahudilerle Siyonist yöneticiler arasındaki ilişkilerse genellikle gergin olurdu. İngilizlerin nefret edip arapların çok çekindikleri İrgun adlı gizli siyonist örgüt yahudi topluluğunun büyük çoğunluğunca benimsenmemişti.  Zwai Leoumi’nin bir hücresinin üyelerinden oluşan bu teşkilat Vladimir Jabotinsky adlı tutucu bir siyonistin görüşleriyle yönetiliyordu ve amaçları kutsal kitapta sözü geçen İsrail devletinin bütün topraklarını ele geçirmekti.

Yahudiler Hayim Weizman’ı dostu Harry S.Truman’a gizlice gönderdiler ve üç konuda yardım istediler: Silah ambargosunun kalkması, Filistin’e göç ve paylaşım kararının desteklenmesi. Truman’ın eski iş ortağı Eddie Jacobson aracılığıyla da ilişki kurdurulup desteği sağlandı.

BM paylaştırma kararını silahlı kuvvetlere bırakmıştı.  Fransızlarla İngilizler 150 yıldır bölgede üstünlük kurmak için birbirleriyle çatıştıklarından İngilizler buna yanaşmadı.  Fransa’nın ise zaten Çin Hindi’nde sorunları vardı ve orada savaşıyordu. ABD Rusların varlığını da Ortadoğu’da istemiyordu. Yahudi devletini başta açık açık tanımamaktaki asıl nedeni Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da kazanacağı egemenlikti.

İrgun komandoları araplara saldırıp katliamlara girişmeye başlamıştı. Kadınlar bile ırzlarına geçilip çocuklarıyla beraber öldürülüyor patlayıcı maddelerle direniş gösteren bütün evler havaya uçuruluyordu. Deir Yassin Yahudi devletinin vicdanını rahatsız etti ve Filistin halkının bitmeyen felaketlerinin adeta simgesi oldu.

Kudüs’le ilgili kararlarda batılılar hristiyan ve Müslüman inancıyla bağını ileri sürüp Yahudi isteklerini arka plana iter görünüyordu. Belçika, Hollanda, Fransa hatta ABD böyle düşünüyordu. Arap-Yahudi çatışmalarını önlemek için daha sonra üç ülke Belçika, Fransa ve ABD ateşkeste arabuluculuk üstlendi.

Öte yandan Arapların yaşadıkları ülkelerden gelen aydınlar, öğrenciler Şam’ın güneyindeki vadide bir kampta çeşitli zorluklar altında toplandılar. Başlarında adamlarıyla birlikte çete reisleri ile bazı gönüllüler de vardı. Otorite ve gerçek subaylardan yoksundular beslenmeleri donatılmaları ise büyük sorundu.

Nazilerin patlayıcı madde eğitimi verdiği Abdülkadir, müftü tarafından küçük bir partizan grubunun başına getirilmişti. Araplar arasında müthiş otorite boşluğu vardı ve 3 bine yakını Kudüs’te savaşıyordu. Yarıdan çoğu müftünün yandaşıydı. Geri kalan 600 kişi Iraklı eski polislerle Lübnan asıllı polis müfettişi Münir Ebu Fadıl komutasındaki eski polislerden oluşuyordu. Düzenli arap orduları yetişmeden ciddi hedefler elde etmeyi planlayan Yahudiler İngiliz mandası Filistin’i terk edince aldıkları kararla hemen Arapların yaşadıkları bölgeleri boşaltmalarına yol açtı. Böylece tarihteki Filistinli mülteci trajedisinin ilk adımı gerçekleşiyordu. 20.yüzyılın en önemli siyasal olaylarından birisi gerçekleşmek Siyonist hareket Yahudi halkı inatla istediği için devlet kurmak üzereydi.

Balfour bildirisine “İsrail Devleti” diyerek başlayan David Ben Gurion, Tinsel, dinsel ve ulusal yanlarının Filistin topraklarında doğduğunu belirterek ulusal özgürlüğün kurulması ve yahudilerin yüzyıllar boyu atalarının varsaydığı topraklara dönmek için çalıştıklarını ifade ediyordu. Balfour’da Araplara ve bütün dünyaya çağrı yapan Gurion yeni İsrail devletinin 3 ilke üzerine kurulacağını açıklayacaktı: Özgürlük, adalet ve barış!..

Geçici kurul 14 Mayıs 1948 tarihli geçici kurulda bağımsız İsrail Devleti’ni ilan etmişti. 200 bin kişilik Mısır ordusu hemen harekete geçti. Kahire El Ezher Camii İmamı “kutsal savaş saati çaldı” diyordu. Hacı Emin’in sözcüsü Ahmet Şukeyri bütün Araplara Yahudi devletini hedef gösteriyordu. Şam’dan Suriye Ordusu tugayı Galile’ye, Lübnan ordusu Yahudi yerleşim merkezlerine saldırdı. Mısır Gazze’ye girmişti. Hristiyanlar için Kudüs önemliydi. Pentecôte Pazarı (paskalyadan sonraki yedinci Pazar) Ruhül Kudüs’ün havariler üzerine inişini kutlayan hristiyan bayramıydı. İnanışa göre Tanrı insan suretinde yeryüzüne inmişti…

Mısır birlikleri iki koldan ilerliyorlardı. Kıyıdan başkomutanları general Muavi komutasındaydılar.  Silah temin etmekte güçlük çeken İsraillilerin Negev tugayında sadece 800 askere karşılık 2 adet 20 milimetrelik top,  10 mermilik 2 davitka bulunuyordu.  Mısır kuvvetleri ise bombardıman uçak filosu destekli 10 bin askere, tank alayına ve 88’lik toplarla donatılmış alaya sahipti.  Kuzeyde Suriye ordusu 3 kibbutzu ele geçirmişti. Kudüs ise kanlı çatışmalara sahne oluyordu. Yüzyıllarca komutanların karşılaştıkları Kudüs’ün Latrun tepeleri şimdi de Yahudilerin yardımına koşmak için gelecek olanlara karşı arap mevzilerinin kontrolünde direnecekti.

Halife Ömer’in komutanlarından İbni Cebel yabani nanelerin kokulara boğduğu bu tepelerde dinlenme yolunu seçmişti. Aslan yürekli Richard’ın yaptırdığı ve daha sonra Selahattin Eyyübi’nin yerle bir ettiği kale yıkıntıları da buradaydı. Araplar Türklerin yıllar önce Allenby’in İngiliz ordusunu püskürtmeye çalıştığı siperleri temizleyip açarak yerleştiler. Yamaçlar mayınlar, dikenli tellerle kaplıydı. Tanksavarlar silahlarla korunuyordu. 3 makinalı vickers silahı  namluları ovaya dönük beklemekteydi.

Amerikan yahudisi albay David Marcus Amerikan ordusu hesabına savaşırken Normandiya çıkarmasıyla  Avrupa’daki bazı yerlerde de bulunmuştu. Gurion Latrun’u alıp Kudüs’ü açma görevini ona verdi. Judas Maccabée’den sonra  general rütbesi verilen ikinci kişiydi. Yahudi Haganah subayları kutsal kitaptan alıntıyla harekatın adını koymuşlardı: “Ben Nun” yani Ayalon vadisinde güneşin batışını durdurmak ve İsrail’in hasımlarını yoketmeyi gün ışığında tamamlamak…

30 Mayıs gecesi Ben Nun harekatının ikincisi Latrun’daki arap mevzilerinin dövülmesiyle başladı. Bedevi topları, Mısırlı Abdülaziz’in bataryaları ise Yahudi kesimini kasıp kavuruyordu. Kudüs bütün çarpışmalar boyunca kayıplarla ilgili bir karşılaştırma yapılacak olsa nazi bombardımanında Londra halkının verdiğinden beş kat fazlasını yaşamıştır. New York Times’ın muhabiri Diana Adams Schmidt 2.dünya savaşında röportaj yaptığı 4 yıl sürede tanık olduklarından daha dehşet verici bir tabloyla karşılaştığını belirtecekti.

Filistin halkı açlık ve susuzluk felaketiyle karşı karşıyaydı. Kudüs kuşatmaları boyunca halkın imdadına hep koşan hubeyza otları da kurumuş asma yaprakları haşlanıp karınlar doyurulmaya çalışılıyordu.  İsrail ordusu 3 kez Kudüs yolunu açmayı denedi. Haganah’ın Latrun’da uğradığı üç yenilgi haberi ulaştığında şehri kasvetli bir hava sarmıştı. Ölüm, açlık ve umutsuzluk kaosu arasında söylenti haline gelen bu haber Kudüs’ün sokaklarına yayılıverdi. BM arabulucusu Kont Bernadotte’nin çağrısıyla  30 günlük süre için ateşkes ilanı resmen açıklandı (Kudüs gökleri üst üste 26 gün açlıkla ve arapların top gümbürtüsüyle çınlarken Latrun tepeleri 19 yıl süreyle arap lejyonu elinde kalacaktı)…

Kral Abdullah Kudüs’e geldi. Kudüs’ü kurtaran arap lejyonu komutanı Abdullah Tell’e albay rütbesine yükseltildiğini bildirdi.

Ben Gurion BM ateşkesiyle 30 günlük solukalma fırsatı tanınmasını arapların ateşkes kararını kabul etmelerini büyük bir hata olarak görüyordu. Çünkü Ehud Avriel’in Çekoslavakya’dan gönderdiği silah yüklü gemi yola çıkmıştı, Meksika’dan gelen silah dolu başka bir şileple de Yahudiler daha da güçlenmişti. Bernadotte ateşkesin uzatılması için yeni bir girişimde bulundu ancak İsrail tarafı bunu kabul etmek için artık neden görmeyecekti. İsrail hava kuvvetlerine ABD’den satın alınan bir uçan kale sayılan B-17 bombardıman uçağı da katılmıştı. Irak ve Mısır’ın orduya kattıkları 10 bin asker dışında Arapların askeri gücünde bir değişiklik olmadı. İsrailliler ilk kez silah üstünlüğünü ele geçiriyordu…

Çarpışmalar yeniden başladığında araplar korkunç gerçekle karşı karşıya kaldıklarını anladılar. İsrail ordusu tüm cephelerde saldırıya geçecekti. Moşe Dayan komutasında birlikler Lod’u ele geçirdi. Araplar şehirden göç etmeye başladı. Nazaret ve Ramleh düşmüştü.

16 Temmuz Cuma günü gece yarısından hemen sonra Nabukadnezar’ın Kudüs surlarına saldırmasının 2500. yılında Kedem (ilkçağ) adını verdikleri silahla Yahudiler Kudüs’ün surlarını delecek ve 2 bin yıl sonra ilk kez şehri elegeçirebilecekleri saldırıya geçecekti. Abdullah Tell radyoda bütün birliklerine çağrıda bulundu:  “kutsal şehri son askerimize ve son kurşunumuza dek savunacağız bu gece kimse geri çekilmeyecek!”…

Sonraki 3 saat boyunca 500 mermilik bir çığ şehrin arap kesimine yağdı. Top mermileri her yeri yakıp yıkıyordu. Ölüler, can çekişenler şehirde her köşede birbirine karışmıştı. Muazzam bir patlama bütün bir şehri sarsarken büyük bir ışık gökyüzünü aydınlattı. Zvi Sinai karargahın balkonundan “surlar delindi! Eski Şehir’e giriyorlar” şeklinde bir sevinç çığlığı attı. Abdullah Tell ateşkesin devreye girmesiyle “bunca insanın hayatı bir hiç uğruna söndü” diyecekti.

Tell ve Moşe Dayan Kudüs’ü ayıran sınırları karşılıklı belirledi.1948 Temmuz sabahı Kudüs’e inen barış geçici olacak, şehir bir çizgiyle ikiye bölünmüş olarak kalacaktı.  1949’da Birleşmiş Milletler Teşkilatı Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’nin İsrail’le bir ateşkes anlaşması imzalamasını sağlayacaktı.

Bu anlaşmalar çarpışmaları durdursa bile savaş durumuna son vermedi.  Araplar İsrail Devletini tanımayıp reddettiklerini yok edeceklerini açıkladılar. İsraillilerin ise “bağımsızlık savaşımız” diyerek adlandırdıkları bu ihtilaf sırasında binlerce insan can verdi, 112 köyle birlikte Filistin 1300 kilometrekarelik toprağını kaybetmişti. Yahudi devletine ait olan 350 kilometrekare toprak ve 15 köy ise arap tarafında kalıyordu.

1 milyondan fazla arap göç edecekti  (BM’e göre 500-700 bin arası). David Ben Gurion ülkesinin bu sorun karşısındaki tutumunu 1948 Haziranında açıklamıştı; “terkedilmiş köylerin hemen yahudi ailelerce işgali”ni emredip gelecekte öngörülecek barış görüşmeleri çerçevesinde 100 bin göçmenin dönüşünü kabul edeceğini bildirdi. Daha sonraki İsrail hükümetleriyse  teklifin ötesine geçmeyi İsrail’in temeli için tehlike görüp reddetmişlerdir.

Öte yandan Suriye ve Irak göçmenlere kapılarını açmadı. Lübnan ülkedeki dini dengeyi bozmamak adına göçmen sayısını sınırlı tuttu. Mısır ise daracık Gazze şeridine yerleştirmekle yetindi. Fakat arap devletlerinin en yoksulu olan Ürdün Birleşmiş Milletlerin sağladığı ianeyle yaşamak zorunda kalan göçmenleri kabul etmek için ciddi bir çaba göstermişti.

Filistinli araplar 1948’den beri yerinden yurdundan göçerek kamplarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Bütün dünyanın unuttuğu Filistinliler yaşadıklarını asla unutmadı. Bu kampların sefaletinden yeni bir kuşak doğdu. Filistin gerillaları bu kuşağın çocuklarıdır.  “Fedai”ler adıyla Ortadoğu sahnesine çıktılar.

BM arabulucusu Bernadotte 16 Eylül 1948’de Stern grubuna bağlı Siyonist tedhişçilerce öldürüldü. Mısırlı Mahmut Nukraşi Paşa ve Lübnanlı Riyad Sulh 1951 yazında vuruldular. 20 Temmuz 1951’de  bir öğle üstü Kral Abdullah Hz. Ömer Camii’ne girerken öldürüldü. Hacı Emin Hüsseyni Beyrut tepelerindeki sığınağında Kudüs’e kavuşma umuduyla yaşamını sürdürdü.

Gurion 1948’den 1963’e kadar başbakanlık yaptı. Ülkesi kendine yetecek ekonomik güce erişti, nüfusu ikiye katlandı sonra da Negev’te Sde Boker kibbutzunda basit ve sakin bir hayata başladı. Golda Meir  BM İsrail diplomasisini üstlendi. 1969’da başbakan olması istendi, oldu. 1967’de Ürdün’le çatıştılar. İşgal edilen Filistin’de gerillaların ortaya çıkışıyla şehir sokakları çınladı. Şehri bölen dikenli tellerle çevrili müstahkem yerler halkın yüreklerine taşındı.

D. Lapierre ve Larry Collins tarafından kaleme alınan birçok arşiv belgesi, günlük, mektup vs taranarak oluşan kitap siyasal ve stratejik bir kent olan Kudüs üzerine bu konuda cesaretle özveri isteyen tarihsel nitelikte büyük ve önemli bir kaynak yapıt ortaya çıkarmış. Etkileriyle güncelliğini asla yitirmeyen anlatı ihtilafın doğuşunu harita, fotoğraf ve planlarla da desteklemiş. Kudüs’ü başkent yapan büyük yahudi kralı Davut için yazılan şu mezmurun sözleriyle  bitiriliyor:

“Kudüs’ün selametini dileyin, duvarları içinde barış, sarayları içinde refah olsun”…

Kaynak: Kudüs… Ey Kudüs, Dominique Lapierre – Larry Collins, Çeviri Aydın Emeç,  E Yayınları 1973.

YAZDAN KALMA BİR YAZI – 2

tamer uysal( 2 ) “Jan Hendrik van den Berg şöyle yazar: Şairler ve ressamlar doğuştan fenomenologtur.  Hayalgücü, sergilediği capcanlı eylemlerle bizi geçmişten de gerçeklikten de  koparıp alır. Kapılarını geleceğe açar. Hayal etmeden nasıl öngörebiliriz ki?” diyor aynı kitapta Gaston Bachelard (s. 20-27)

 

Hiçbir zaman Fransa’yı terk etmemiş veya bir vahşi orman görmemiş olmasına rağmen, en ünlü resimleri vahşi orman resimleridir  Henri Rousseau’nun. Şöyle dermiş: “Seralara girip egzotik diyarların yabancı bitkilerini gördüğümde, sanki bir rüyaya girmiş gibi oluyorum.” Lise yıllarında ders kitaplarımı tablo imitasyonlarından kaplamaktan hoşlanırdım. Defter kapaklarımdan bir tanesi de Henri Rousseau’nun 1910 yılında yaptığı Negro Attacked” (Jaguar saldırısı) tablosu idi.

 

 

Ya zakkumlar. Mis kokularıyla rengarenkler. Pembe hayaller gibi. Geçen yıl yaya yolunu yapınca kaybolup gitmiş zakkumlar da. Şu Küçükkumla’ya da keşke bir ressam eli deyse diyorum.

 

Ancak bugün (Mehmet Aksoy heykeli örneği) ülkede egemen olan sanat anlayışıyla geleceğe bakışın ipuçları veriliyor aslında. Küçükkumla’ya da yansıyor bir şekilde. Yazları yaşamaya başladığım bu beldenin hemen girişinde Tankut Öktem’in de bir heykel atölyesi bulunur. Ölümünden sonra kızı Oylum Öktem İşözen atölyeyi yürütüyor. Küçükkumla’ya girişinizde  sizi ilk karşılayan bu heykeller olur. Heykellerden birisi de Zeki Müren’in heykelidir (aynı heykelden şimdi Bodrum’daki evinin bahçesinde de vardır bir tane)… Atatürk’ün, İnönü’nün heykelleri ve daha birçok heykel bulunur. Oylum Öktem İşözen atölyenin başına gelenleri heykellere saldıranları üzülerek anlatır…

 

 

 “Bir kasabada günlerce kalırsınız. Belediye parkında oturmaktan, derenin kenarındaki gazinoda gazoz içmekten, belediye meydanındaki çok katlı iki üç binayı görmekten içinize sıkıntı çöker.  Tozlu yollarda geçen şehirlerarası otobüsler bile bir yenilik getirmeye başlar size.” (Oğuz Atay, Tutunamayanlar, 61. Baskı, s. 574)

 

 

Küçükkumla’daki akşam yürüyüşleri de meşhur.  Sıkılan kendini sahile atıyor. Akşam saatlerini iple çekenler de vardır. Kim bilir? Sahil yolu yer yer çay bahçeleri, çay ocakları, lokanta ve balıkçı dükkanlarıyla vs. kaplı ama en çok da butiklerle dolu. Buna ek birçok süpermarket ve küçük bir de “Halk Pazarı” var. Alışveriş 20:00 gibi canlanıyor…

 

Yıllar önceki 25 Ocak 2005 tarihli gazeteden bir haber başlığı: “Marmaris’te kitapçıdan eser yok. Butikler her yeri işgal etti.” Marmaris Belediyesi’nin yaptığı bir işyeri taramasında hiç kitapçı olmadığı saptanmış. Bar ve cafeler,  konaklama tesislerinin ve restoranların yoğunlukta olduğu ve toplam 3 bin işyeri bulunan  Marmaris’te bir tek kitapçının olmaması hayli ilginç değil mi?

 

Aynı yılın sonundaki  başka bir haber ise (8 Aralık 2005) vak’aya ışık tutar nitelikte: “Bu ormanı yok edip golf sahası yapacaklar.” Antalya Manavgat Sorgun çamlığına  golf tesisi yapılmak istenmesine karşın  sivil toplum üyeleri  ormanın yok edilmemesi için karşı olduklarını ifade eden  dosyayı başbakanlığa  göndermişler…

O günden bugüne yıllar geçti, durum ne kadar değişti bilmiyorum. Geçen yaz Küçükkumla’da da daha ilk günlerde benzer hayal kırıklığını yaşamıştım; Kumla’daki yazlığı bana satan emlakçı gence “Burada rahat kitap okuyabileceğim bir mekan var mı?” diye sormuştum. Sadece B.Kumla’daki küçücük bir parkı tarif edebilmişti. Oysa 1-2 kitabevi olmasına ve kitapçıya ilgi de gösterilmesine rağmen parkta başta 1-2  bayan dışında hiç kitap okuyana rastlamamıştım. Gerçeğin   nedenini ancak sezon sonunda anlayabildim. Onu da anlatayım.

Fransız sosyolog Pierre Bourdieu insanların birbirleri üzerinde egemenlik kurmak için elde etmeye çalıştıkları sermayeyi ekonomik (maddi), toplumsal  (sosyal) ve kültürel (eğitim yoluyla kazanılmış) sermaye olmak üzere üç türe ayırmıştı. Kültürel sermaye Bourdieu’ya göre kişinin entelektüel birikimidir. Bourdieu bunların pratikte yansıyan toplamına ise “Simgesel Sermaye” demişti. Tanımladığı başka bir ünlü kavramsa “Simgesel Şiddet”ti. Simgesel şiddet ise varolan düzenin (iktidarın) yeniden üretimi ve devamını sağlamak  için uygulanan fakat fiziksel şiddet içermeyen baskı biçimi…

 

Birçok kitap okudum geçen yaz o parkta ve aynı banklar üzerinde. Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını, Melih Cevdet Anday’ın “Aylaklar”ını, Demirtaş Ceyhun’un “Entelektüel’den Entel’e”sini, Jean Paul Sartre’ın, “Aydınlar Üzerine”sini, Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ını…

 

“Herkes bir köşeye oturmuş. Kimse kimseyi rahatsız etmiyor. Böyle kaç yer sayabilirsin bu şehirde?” (Oğuz Atay, Tutunamayanlar, 61.Baskı,  s. 539)

 

“Mikro Faşizm” ya da Mahalle Baskısı, dışlama, zorlama, yaptırım amaçlı toplum içinde kendinden farklı kesimlere uygulanan baskı biçimlerini ifade ederler. Biz Şerif Mardin’in “mahalle baskısı” kavramını tartışmıştık konuşmuştuk hep. 1981’de kullanılmış ilk kez mahalle baskısı kavramı “Türkiye’de Din ve Laiklik” adlı bir makalede… Oysa sıradan ya da mikro faşizm gerçeği de vardı… Sıradan faşizmin tarifini de Tanıl Bora Birikim dergisinde yapmış ilk defa. Bora ise sıradan faşizm kavramı yerine kullanarak günlük ilişkilerde kendini dışa vuran baskı şeklinin en tehlikelisi olduğunu belirtmişti. Bachmann Sorunsalı’na (çekip gitme isteği) da adını veren şair yazar İngeborg Bacchman’ ın üzerinde bilhassa durduğu kavramlardan birisidir  mikro faşizm:

 

“Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır…”

Daha önce de bir şeyler okumuştum hakkında Malina’nın… Sonra geçen yaz bu parkta romanın tamamını okudum… Yazlıktaki banklar üzerinde ve yanımda o parkın müdavimi olan sevimli bir kedinin eşliğinde. Sıradan faşizmi de bu sözlerle anlatıyordu Bachmann…

 

Bunlardan bilhassa niye bahsettim. Yukarıda anlatayım demiştim ya. Kumla’da gün içindeki programımın akışı pek değişmezdi.  Sabah kahvaltısından sonra o gün okuyacağım kitabı çantama koyar evden çıkardım. Son durağım B.Kumla Köyü. Genellikle önce köy kahvesinde anıt çınarın yanındaki masalardan birisine oturur çay ve soda içerdim. Oradan da Ali Sevinç Parkı’na geçerdim.  Her gün öğleüstü sıcakları bastırana kadar bu böyle sürer giderdi.  Ta ki motosikletli birkaç gencin yanıma sokulup  motor gürültüsüyle  beni taciz etmesine kadar.  Bu tacizler neyse ki  sezon sonuna denk gelmiş oluyordu. İşte aynı parkta okuduğum Malina da böyle… Buna denk gelmişti. Küçükkumla için adeta seferberlik ilan eden belediyeler demek ki sıra Büyükkumla’ya gelince es geçmişti…

 

“Biraz deniz kenarı biriktirdim, biraz sessizlik, rüzgara sözüm var.”

(İlhan Berk)

 

Çadırıyla gelen üniversiteli iki genci de o zaman tanıdım. Şık bir minik çadırın parçalarıyla ufak bir  tatil kaçamağı yapmaya karar vermişler gibiydiler. İki arkadaş ya da iki kafadar. İkisi de çekingendi. Baktım ki bu gençler zor durumda ben de hemen çemirledim ve çadırı kurmalarına yardım ettim. Sonunda çıka çıka bir çenge ortaya çıktı. Yani derme çatma bir çadır.  Burak ile Şafak (ya da bana kendilerini öyle tanıttılar) inanın belki de hayatlarındaki en güzel 2 günlük tatili yaptılar orada. Ertesi gün parka geldiğimde denizde hem sohbet ediyor hem de birbirleriyle şakalaşıyorlardı.

 

Gençlik öyle bir yazdır ki
Ne yurt ne ev ne oda
Yalnızca gökyüzü
Yeter insana

(Haydar Ergülen)

 

 

Kumla’nın en güzel köşelerinden biri Ali Sevinç Parkı’nda oturmuş etrafı seyrederken pikniğe gelmiş çocuklardan biri eline konmuş bir böceği annesine gösteriyor; küçük çocuk avazı çıktığı kadar  “böcek anne bak böcek” diye çığlık atarken   benim de o anda sevinçle  “böcek böcek” diye bağırasım geliyor…doğayı ne kadar seviyorum börtü böceğiyle…  “Hiç böcekten korkulur mu?” diye bağırıyor yaşlı bir adam…

 

Çocuklar ve yaşlılar… Hele hele ki çocuklar…  Küçükkumla onlara çok daha güzel… Biri bana bir balkondan tükürüp içeri kaçan afacan… Diğeri Annemle Küçükkumla’da dolaşırken belki de ikimizden birinin kafatasını yarıp geçecek 1 kg lık bir dirhemi pencereden sokağa fırlatan cinai bir vak’anın müsebbibi olacaktı yaramaz… Hepsi şaka gibi ama gerçek. Geçen yaz Kumla’da yaşadıklarımız inanın aslında biraz facia, biraz korku filmi gibiydi.

 

Bulut mu olsam,
gemi mi yoksa?
Balık mı olsam,
yosun mu yoksa?..
Ne o, ne o, ne o.
Deniz olunmalı, oğlum,
bulutuyla, gemisiyle, balığıyla, yosunuyla
.

(Nazım Hikmet)

 

Gemlik-Narlı arası halk otobüsleri gider gelirler. Gemlik-Küçükkumla arası 8 km. dir Küçükkumla’dan ötesi Narlı arası  da 8 km. Küçükkumla sahili topu topu 1-2 km. Geçen yaz ben de kafama estikçe değişiklik olur diye hepi topu 3-4 kez en fazla 15 km sahilde gidip geldim. 2’si Küçükkumla’dan Narlı’ya yaya olarak.  Yöredeki ünlü dondurmacının Küçükkumla’dan sonraki bir şubesi de Narlı’da. Burada görevli genç bunu öğrenince şaşırıyor. Çünkü yol yürüyüş için müsait değil. Bana kalsa  Gemlik-Armutlu arasını da yürürüm. Tam 35 km. Ne var ki işte yol müsait değil. Küçükkumla ve Narlı sahilini boydan boya kaldırımla kaplatan belediye Küçükkumla-Narlı  arasındaki güzergaha bir yaya yolu yapmayı akıl edememiş!

 

 

Gemlik ve Trilye’nin zeytinleri, Karacaali’deki fıstık çamları ve Narlı’ya adını veren Nar yemişi…  Narlı balıkçı barınağı ve deniz feneriyle de dikkat çeken bir balıkçı köyü idi. Şimdi yenilenen o görkemli camii minaresiyle de dikkati celbediyor, reklamı yapılan tesisle de. Peki bu şatafatlar niye? 9 Eylül 2011 tarihli Gemlik Körfez gazetesinde yayınlanan bir haberde yöredeki gazetecilerden Kadri Güler açıklıyor:

 

“Bu tesisin bulunduğu koyda özel yazlık konutlar var. İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş‘ın da burada bir konutu var. Kadir Topbaş’ın orada olması, Oba Sitesi’nin bulunduğu bölgeye hizmetin de gelmesine kolaylık sağlamış. Topbaş’ın Narlı Köyü’ne de büyük yararları dokunmuş. Narlı Köyü’nün iskelesinin yapılması, yeni çeşme, sahil yolunun asfaltlanması Topbaş’ın yüzü suyu hürmetine yapıldığını sanıyorum.”

Tesis denilen Karacaali’deki izci kampının hemen yanındaki bir koyun sosyal tesis adı altında otel yapılıp halka kapatılmasıydı. Yani Bursa Büyükşehir Belediyesinin Narlı’daki tesislerinden bahsediyorum. Günlüğü 80-100 liraya önceden rezerve edilen bir yerden sosyal tesis diye söz etmek mümkün olabilir miydi?

 

 

Son yılların en itici sloganlarından biri şu “Cazibe merkezi olacak” sloganı. Özellikle belediyeler çok sık kullanıyor bunu. Bırakın o yer cazibe merkezi olmasın ve doğal kalsın. Sizin cazip dediğiniz şey belki başka biri için öyle değildir;  ya asfalt, ya cam, ya beton ya da demirdir. Gemlik’e bağlı Karacaali’deki  İzcilik Kampı da cafe, restoran ve toplantı salonundan oluşan tatil köyüne dönüştürülüyormuş… Öte yandan büyükşehir belediyesi Bursalıların doğal güzelliklerden, denizden yararlanacağını iddia ederek 55 odalı 150 kişinin konaklayacağı “ayrıcalıklı” bir tatil köyü inşa ediyormuş!

 

 

Gemlik ilçesi ile arasında sadece 8 km. lik kısa bir mesafe olmasına rağmen Gemlik ile Kumla’nın ambiyansı çok farklıdır. Gemlik kendi sanayii için bir banliyösü iken Kumla Marmara Bölgesi’nin bir sayfiyesi hatta Ankaralısı, Eskişehirlisi için de bir tatil yeri sayılır.  Kıyılar apartmanlarla çepeçevre çevrilince Kumla’daki  bu yağmadan da kazançlı çıkanlar hanımağa dedikleri olmuş.  Çünkü vakti zamanında erkek kardeşlerine zeytinlikler verilirken kıyılar taşlık, kumlu ve verimsiz diye çeyiz olarak kızlara taksim edilmiş.

 

Büyükkumla köyü ise deniz kıyısında olmasına rağmen denizle neredeyse iç içe. Ancak köyde günlük yaşam pek değişikliğe uğramamış. Birkaç (esnafa göre yaz 2) aylık yazlıkçı uğrağında alışveriş canlanıyor, esnaf kazanıyor. Köylüler de bu kalabalıktan incir, zeytin ve zeytinyağı gibi yöresel ürünler satarak istifade ediyor. Balık satışını ufak kayıklarıyla sahilin uygun yerlerine yanaşarak bizzat kendileri yapıyor.

 

( 3 )

 

Küçükkumla köyü 3 km içeride demiştik. Bütün yaz boyu adını duyduğumuz köylerle balkonumuzdan seyrettiğimiz zirvelere doğru kısa bir tur düzenlemek istiyoruz. İlk durağımız Küçükkumla köyü. Köylüler bizi iyi karşılıyor. Köy kahvesine oturuyoruz.  Çaylarımızı yudumlarken ilk dikkatimizi çeken görmeye asmalar gibi alışık olmadığımız kivi ağacı. Meyveleri de gel beni ye dercesine tepemizden başımıza sarkıyor.

 

Köyde geleneksel Türk tipi eski evler ve oldukça gösterişli kubbeli eski bir hamam var. Bu yapı bana başka bir Rum köyü olan Özlüce’deki kaderine terk edilmiş kilise’yi anımsatıyor. Bence bu tip yapılar Vakıflar ya da devlet kurumları tarafından sadece onarılmalı tescil edilmeli ve sonra da köylülere teslim edilmelidir. Bir kültür merkezi olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyledim. Dernek, kooperatif, kahvehane, düğün salonu, okul, derslik, her ne için bir şekilde böylesi tarihi yapılar kullanılmalı ve yaşatılmalıydı. Ben eski evlerin fotoğraflarını çekerken Küçükkumla köyünde tanışıp konuştuğumuz bir köylü dertliydi: “Sahili çok daralttılar” diyordu…

 

Tatil yörelerinde pek görmeye alışkın olunmayan ancak Kumla’da sezon boyunca sürdürülen bu inşaat çalışmaları bir şeye değdi mi peki? Sahildeki arazileri dönüm dönüm satmaktan öte. Kumsala yayılan şezlong ve çadırları kiraya vermekten başka…  Belediye başka ne yapar?

 

Plajı satmak veya kiralamak denizi halktan soyutlamaktır. Kumsala yıllar önce oturtulmuş apartmanların alt katlarını adeta dalgalar yalıyor. Birinin bodrum penceresinden içeri göz attığınızda şaşıp kalırsınız. Güneşlenmek için kullanılması gereken kumsal bu binaların bodrum katlarına hapsedilmiş. Hem bu apartmanlarda yaşamak da büyük cesaret…

 

“Belli mi olur ne zaman değişeceği denizin.”

(Semonides)

 

 

Köyden ayrılıyoruz. Zirveyi görebilmek için mümkün oldukça nasıl ki dağdan uzaklaşmak gerekirse “Dağlara çıkmayan uzakları göremez” diyor ya bir Çin atasözü tepelere doğru uzanıyoruz. Tepelere uzanan dolambaçlı yol ise bitmek bilmiyor. Küçükkumla’dan yamaçlara doğru çıkıldıkça soğuğa pek dayanıklı olmayan zeytin ağaçlarının da seyrekleştiğini yerini makilere bıraktıklarını görüyorsunuz. Isı rakım yükseldikçe nispeten düşüyor ve hava birden birkaç derece soğuyor tabi. Zirveye ulaşıyoruz. İnsanlar buralara da el atmış birkaç tesis ve düzlük bir alanda meşelik içinde de bir piknik yeri var. Zirve seyir terası gibi. Aşağılara bakınca  yazlıkçıların  da zeytin ağaçlarının yetişmesine uygun ılıman bölgeleri ne kadar işgal ettiğini görüyorsunuz…

 

Eski filmlerdeki siyah beyaz fotoğraflardaki Gemlik’in ya da ortaçağdaki adıyla Kios ya da eski adıyla Gemilik’in güzelliğinden eser bırakılmamış. Gemlik’i güzelleştirmek adına betonlaştırmak “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma” diyen Orhan Veli’ye nazire yaparcasına beton görüntüsü çıkarı vermektir karşınıza… Homeros “sıvı altın” dermiş ya zeytinyağına lime lime kesilmekte o altın damarlarımız… 1971 de çekilen “Ah Bir Zengin Olsam” cıvıl cıvıl renkleriyle  eski evleriyle hayal perdesi gibi. 1962’de Gemlik’te de çekilmiş “Gurbet Yolcuları”nın manzarası eşliğindeki o dokunaklı “Göçmen Kızı” türküsünün sözleri geliveriyor aklıma:

 

Ben bir göçmen kızı gördüm Tuna boyunda
Elinde bir besli kuzu hem kucağında

Doğru söyle göçmen kızı annen var mıdır
Ne annem var ne babam kalmışım öksüz
Sen bir öksüz ben bir garip alayım seni
Alayım da gizli yerde sarayım seni

Telgrafın tellerinden haber var mıdır
Ne haber var ne mektup kalmışım öksüz

Memduh Ün, “Sinemaların üzerindeki büyük afişlere  ‘fener’ denirdi eskiden” diyordu Pınar Tınaz Gürmen’e (Türk Sinema ustalarından Sinema Dersleri,  İnkılab Kitabevi, 2006). İşte ben bu fenerlerden geçerken gördüm. Küçükkumla’da “Cinema Venüs” adında 1 tane sinema var. Başka birine  daha rastlamadım. Olmamasından iyi, küçük ama şirin…

 

Günümüzde giderek tatil ve dinlenme gibi aktiviteler için geliştirilen sunum (konsept) oteller, kruvaziyer gemiler, butik oteller, tatil köyleri ve benzerleri tatil anlayışlarını farklı konumlara taşıdı. Tatil artık deniz, güneş ve kumsaldan ibaret değil kimine göre. 3e dedikleri eğitim, eğlence ve heyecan gibi işlevler de aranıyor. Hem konfor hem de hizmet bekleniyor.

 

Rant değeri yüksek (alışveriş ve ticaret merkezlerine, eğitim kültür ve ulaşım olanakları gelişmiş bölgelere yakın)  diye kullanım ömrü dolmadan yıkılan binalar ülke ekonomisine de sosyal ve ekonomik maliyetler yükler. “Demek elli yılda bir evler, kuşaklar ve anılar değişiyor. Yaşamak böylece al baştan mı ediyor? Hayır değişerek sürdürüyor kendisini.”diyordu Melih Cevdet Anday (Aylaklar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1.Basım, s. 202).

 

Ne diyordu Yunan yazar Kozmas Politis, “Zaman, eline geçen her şeyi mahveden gözü dönmüş insanoğlunun yanında çaylak kalır.” (Yitik Kentin Kırk Yılı, Belge Uluslar arası Yayıncılık, 1994, 2.Baskı, s.41)  Ne yazık ki Türkiye ile gelişmiş dünya ülkeleri arasında kentleşme konusunda çok farklı bakış açısı bulunduğunu yazan iki köşe yazısı okumuştum. İlkini Oktay Akbal Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde yazmıştır. Akbal’a göre Avrupa’da tarihsel doku korunuyor, kentler ise dışarıya doğru gelişiyordu. Ancak bizde tersineydi. Oray Eğin ise Akbal’dan yıllar sonra benzer konuyu ele alıyor  İsrail’le Türkiye arasında bir karşılaştırma yapıyordu. Eğin’e göre  İsrail’deki resmi binaların korunmuş eski yapılar olmasına karşılık çalışanların temiz giyimli insanlar oldukları vurgulanıyordu. Ancak bu da bizde tersineydi. Aslında her iki yazı tarihe ve insana  verilen değer üstüne dikkat çekmek için kaleme alınmıştır. Bu iki yazıyı anımsayınca, son yıllarda yaşanan doğa katliamları ile ilgili haberleri okudukça insanın “inşaat fakültelerini kapatın, yerine  tarım, deniz, orman okulları açın” diyesi geliyordu…

 

Geçtiğimiz günlerden birinde yıkılıp yeniden yapılmakta olan  Çevre ve Şehircilik  Bursa İl  Müdürlüğü’nün inşaatının yanından geçiyordum. Bir tarafta mesaisi biten işçiler toplanmış, mesaisini tamamlamış Yapı İşleri  Müdürlüğü bürokratları da yollara dökülmüşlerdi. İster istemez gereksiz bulduğum yıkım ve mahalleyi duvar gibi kapatan yeni  inşaat üzerine serzenişte bulunuyorum. Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü çalışanlardan biri konuşmamızı duymuş olacak ki bana bakıp gülümseyerek “Yenilemek iyidir” diyor. Yazık, kalan kısmını belki bahçeli lojmanları da yıkacaklarını da öğrenmiş oldum ondan. Birilerinin kazanç elde etmesi için iş çıkarıldığını söyleyince de “Maliyetler  bir türlü düşmedi.” diyordu…

 

2016 yazında Kumla’dan Gemlik’e halk otobüsüyle dönüşüm sırasında bir vatandaşın çevrecilerle ilgili bir veryansınına da tanık olmuştum. Çevrecileri  devletin işine karışmakla itham ederek  yazlık  konutlarda oturan  vatandaşları kastederek şikayet etmeye hakları olmadığını ima ediyordu. Haklı mıydı tabi ki hayır çünkü o sıra yörede henüz maden faciasının acıları sürerken Soma  Yırca’da temel geçim kaynağı zeytinliklere kurulması planlanan bir tesis için 6 bin tane asırlık zeytin ağacı bir gecede yerinden sökülüyordu…

 

Sadece Soma’da mı? Bodrum’da, Manisa’da, İskenderun’da, daha birçok yerde benzer şekilde zeytin ağacı katliamı sürüyordu…

 

Gemlik Körfezi boylu  boyunca zeytinliklerle kaplı ve yemyeşildi bir zamanlar. Tabi ki (Gemlik Sunğipek Fabrikası Asım Kocabıyık) üniversite yerleşkesine dönüşen kısım hariç bırakılırsa Gemlik’ten Kumsaz’a kadar olan bölge yıllar önceden fabrikalarla dolup taşmış sonra Serbest Ticaret Bölgesi olmuştu. Rıhtımına yanaşmak için  açıklarda bekleşen konteynırlar ve diğer yük gemileri ise artık körfezin değişmeyen manzarasından bir parça.

 

 

Ne var ki denizin kuşları martılar, karabataklarla, tepelerde tek tük kalmış zeytinliklerle de olsa bütün çirkin ve düzensiz yanlarına rağmen körfez yine de doğaseverlere yazı iple çektiği güzellikleri sunmaya devam ediyor. Siz bu satırları okuduğunuzda belki ben de balkonumdan zeytinlikleri sonra sahile yürüyüp denizi seyre dalmış olacağım. Belki bu yıl,  belki son defa…

 

İnsan ayrılırken
fırlatmalı şapkasını denize,
içinde yaz boyu topladığı
deniz kabukları
ve gitmeli saçları uçuşarak rüzgârda,
kurduğu sofrayı sevgilisine,
devirmeli denize,
bardağında kalan şarabı dökmeli denize,
ekmeğini balıklara vermeli
ve denize bir damla kan katmalı,
bıçağını dalgalara saplamalı
ve salmalı sulara ayakkabılarını,
yürek, çapa ve haç
ve gitmeli saçları uçuşarak rüzgârda!
Döner gelir sonra.
Ne zaman?
Sorma.

(Ingeborg Bachmann)

YAZDAN KALMA BİR YAZI

 

 

 

 

Ama yaz, ve hani derler ya,
“yazdan kalma” diye, onlar da olmayacak-
artık hiçbir şey gelmeyecek.

(Ingeborg Bachmann)

 

 

tamer uysalEnis Batur, Oktay Rifat’ın yolculuk kitapları üzerine düşüncelerini aktardığı bir yazısına da yer veriyor kitabında. Burada “Üç günlük geziyle bir yazar bir yeri,  bir memleketi tanımaz.  Kendine göre bir sonuçlara varır.  Hep genel konularda dolaşır durur.” diyormuş Oktay Rifat. (Oktay Rifat’a Doğru, Sel Yayıncılık,  2014, s. 112)

 

Geçen yaz yaşadıklarımı ben de sezon sonundan alarak aktarayım size.  Ancak bendeki gözlemler üç günlük değil bir ömürlük sayılır.

 

“Bir sahil kentinde limana bağlı teknelerin ağırlığını “küçükler’ oluşturuyorsa, orada insanlık sürüyor demektir.”demişti Nazım Alpman bir köşe yazısında (18 Ağustos 2008, Birgün)

Kumla’da Gemlik-Küçükkumla-Mudanya arası işleyen bir İDO vapuru var. Gemlik ve Armutlu’dan İstanbul’a giden bir de hızlı feribot. Büyüklerden her ikiside. Sahilin sessizliğini onlar bozuyorlar. Ama niye yalan söyleyeyim boğaz vapuru her uğradığında onu gördükçe mutlu oluyorum.

Sahili düzenli dolaşan iki de gezi motoru var. Mehtap turlarıyla ünlü İzzet Kaptan ve Behçet Kaptan. Ama o eski, nostaljik tadı yok tekne turlarının da. Sahiller sitelerle boydan boya apartmanlarla çevrilmiş çünkü.   Mavinin yanına yakışan o yemyeşil kıyıları, zeytinlikleri, çamlıkları, çınar gölgelerini arıyorsunuz.

 

İzzet Kaptan emekli olmuş,  yolculuklara yakışan mehtap turlarının adını belediye “mavi tur” koymuş. Behçet Kaptan başka. Gemlik’te banklarda oturmuş kitabımı okuyorken Behçet Kaptan’ın  küçük sevimli teknesi anonslar yapıyordu. Saat 15:00’da; “Gemlik-Küçükkumla Turu”. Benim için iyi bir fırsat. Hem böylece yıllar yıllar sonra Gemlik-Manastır-Küçükkumla sahillerinin son durumunu denizden de görebilecektim.

Ve motorlarda çalan müzikler, benim küçüklüğümde Modern Talking ile Nurtaç Düzgit/Grup Turbo kasetleri falan çalınırdı. O yıl hangisi moda ise… Denizi yaran küçük tekne yaz sezonu boyunca aşina olduğum şarkıyı dinletiyor yine:

 

Dön hadi artık dünyaya

Aç gözünü zaman dar

Vazgeç artık eh be yavrum

Bunun sonu çok zarar

 

Eller ne dese inanmadın

Yürek yandı aldırmadın

Vuruldu kaç kere yüze

Sevmiyor dediler duymadın

 

Her yer de okyanus sen boğuldun derede

Zamanla unutulur hani aklın nerede

Saatin mi bozuldu niye kaldın geçmişte

Al bir zaman bir de akıl bu da benden sana hediye

 

(Derya Uluğ/Okyanus)

 

Kıyıdaki değişimi daha iyi görebilmek için sancak tarafında yerimi aldım ve küpeşteye de hafiften yaslandım. Cep telefonu elimde kamerası alesta. Anımsadığım her yeri tek tek çekeceğim.  Gemlik Körfezinin sol tarafı kıyı boyunca serbest liman bölgesi (Gemport).  Sağ taraf çay bahçesi ile ünlü Manastır mevkii. Adını eski zamanların keşişler bölgesi olmasından alıyor. En tepeye kadar yazlıklarla dolmuş.

 

Manastır da 1984’e kadar şirin ve boş bir sayfiye yeriydi. Bu tarihten sonra heyelan tehlikesine ve Bayındırlık Bölge Müdürlüğü Afet İşlerinin raporlarıyla tescil edilmesine rağmen… Uğur, Huzur ve Küçük adlı apartmanlar da yıktırılmıştı…

 

Halbuki ne kadar güzeldi. Küçükken sık sık gelirdik buraya. Gemlik’ten kalkan küçücük motorların yanaştığı ahşap şirin bir iskelesi vardı. Yamaçtan incecik ama çok soğuk ipil ipil bir pınar akardı. Hani karpuz çatlatan dedikleri cinsten. Günübirlikçiler o pınarın çevresinde toplanırlardı. Pınar suyunda adeta buz kesen bostanlar yaz ortasının pikniğine serin lezzetler katardı. Arada da keşişlerden arta kalan kalıntılar üzerinde kurulan çay bahçesinden mesireciler ihtiyaçlarını karşılarlardı. Apartmanlar arasında sıkışıp kalmış bu yerin şimdiki adı da “Saklı Bahçe”olmuş.

 

Deniz güzel miydi değildi belki çakıl taşlık maşlıktı falan ama bizlere yetiyordu. Henüz bozulmamış zeytinlikler, işgal edilmemiş kıyılar…

Manastır’dan sonraki rota Küçükkumla sahili. Sahile adını veren kıyıdan köy 3 km içeride.

İnsan bir yerde uzun zaman kalınca bazı şeyler değerini mi yitiriyor ne? Galiba beklentiler karşılıksız kalıyor ve bazı şeyler de gizemini yitiriyor. Bir zamanların zeytinliklerle kaplı Küçükkumla’sının betonlaşan şantiye halindeki görünümü bende bu duyguyu yaratmıştı. Binerken 10 liralık bileti kesen lostromonun yanında duran Kaptan’a “Ben Küçükkumla’da kalacağım” demiştim. Sezon sonu olduğundan fazla müşteri de yoktu çünkü…

İndikten sonra büyük hayal kırıklığıyla eve doğru yol alıyorum…

 

Hatırlıyor musun 

 

Nasıl sapsarı 

Katırtırnakları açar

deniz kıyılarında

(Sappho)

 

Karşı yaka, körfezdeki yerleşimlerden, körfezin çıkış noktalarından biri de Mudanya’dır…

 

Peki Mudanya farklı mı?

 

Mudanya hem mütareke binası hem de poyraz rüzgarıyla meşhur. Son yıllarda ilçe kıyılarını işgal eden yüksek apartmanlar poyrazı kestiğinden  mi nedir eski Mudanya müdavimlerinin  şikayetlerine neden olmuyor değil. Poyraz aslında Yunanca Boreas’tan geliyor. Poyraz’ın hikayesini bilir misiniz? Halikarnas Balıkçısı “Anadolu Efsaneleri” adlı kitabında aktarıyor.  Pan bir periye (Prtys) aşık oluyor. Onu kaçırmak isteyince peri çama dönüşüyor. Çamlar işte bu perinin ruhunu simgelediğinden her poyraz estiğinde inliyorlardı.  Flüt çalıp dolaşan Pan  çobanların tanrısıdır. Satirler  keçi ayaklıdır. O da bir satirdir. Pan hedonizmi yani dünya zevklerine düşkünlüğü simgelemektedir.  Panik yani çığlık sözü de ondan gelmektedir.

 

Kumyaka ve Trilye Mudanya kadar ünlü iki şirin Rum köyü. Buradaki kiliselerin de tarihi açıdan önemi çok yüksek. Bahar ayıyla beraber Kumyaka ile Trilye arasındaki asfalt yol kenarlarına katırtırnakları ile laden çiçekleri eşlik ediyor. Akdeniz iklimi öyle bir iklim ki çakır dikeni ile katır tırnağı yan yana. Katırtırnaklarından sözaçınca da aklıma Kumyaka geliyor…

 

Kumyaka’lı ablayla tesadüfen karşılaşmıştık Bursa’da bir yerde. Bir arkadaşımla Körfez’deki kıyıların betonlaştığından  dem vuruyorduk.  Meğerse o da kulak misafiri olmuş.  Mudanya’dan da söz açıldığında söze giriveriyor: “Mudanyamız güzeldir.”

Mudanya’da oturduğunu fakat  Kumyaka’lı olduğunu söylüyor. Kumyaka-Trilye arasında yaptığımız bir yürüyüşte asfalt yol boyunda  tüneyen çok büyük bir yılanla karşılaştığımızı söylemiştim. Cevabı hazırdı ona da: “Sen fırsatı kaçırmışsın yılan para demektir.”  Ne yapaydım yani eve mi götüreydim yılanı diye söylendim, hayret o ise köyde doğduğu halde hiç yılan görmemiş. Mezarlığa geldiklerinden falan söz açıp gitti…

 

Yılan, tahminim bir bozyörük (hazer) yılanıydı… Tehlikesiz hatta yararlı bir hayvandır ama çok iri ve ürkütücü bir hayvandı. O ise benim bedenimden ürkerek fırlayıp kaçmıştı. Zaten Türkiye’de yaşayan 54 tür yılandan sadece 13 türün zehirli, 3 türün yarı zehirli, 38 türün ise zehirsiz olduğu bilinir.

 

 

Denize yakın yaşamanız balıklar ya da deniz kuşlarına yakın olmakla beraber karayla ilintili canlılardan uzak olacağınız anlamına gelmez. Bir yol boyunda iri bir yılana rastlayabileceğiniz gibi bir çadır kampındaki baraka veya  ağaçlar arasında da yaşamını sürdüren yırtıcı hayvanlara  rastlayabilirdiniz. Hepsi de sonuçta bir insandan ürküp kaçarlar.  Kurşunlu’da mesela gelincik (kakım) görürdüm. Ancak bazı hayvanlar hakkında insanların önyargıları vardır. Gelincik ve yılan hakkında anlatılanlardan bir tanesi ise ibret verici:

Uzaklarda bir köyde, kocası, çocuğu doğmadan önce ölen ve yalnız yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaş olması için ormanda yaralı bulduğu bir gelinciği evinde beslemeye başlar. Gelincik kadının yanından bir an bile ayrılmaz. Her ne kadar evcil bir hayvan gibi olmasa da gelincik biraz uysallaşır. Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna da bakmak zorundadır. Günler geçer ve kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır. Gelincik ile bebek evde yalnız kalmışlardır. Aradan biraz zaman geçer ve anne eve döner.  Gelinciğin kanlı ağzını görür. Çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta hayvanı öldürür. Tam o sırada içerdeki odadan bebeğin sesi duyulur. Anne odaya yönelir. Odada beşiğin içindeki bebeğini ve yanında duran parçalanmış bir yılanı görür…

 

Kraliçe Viktorya döneminin de bir simgesi haline gelen bu korkusuz ve cesur hayvanın kürkü  bir şal gibi  boynunu da süslermiş…

 

Yılan görmek paraya tabirse ya yunus balığı neyin alametiydi. Kumla’da geçen yaz  iki kez canlı canlı yunusları gördüm.  İlkinde Büyükkumla’da denizden iki defa fırlayıp kaybolmuşlardı. Yanımdaki bir genç kitap okuduğum bankta bana bakıp “Sen de gördün mü?” diye sormuştu.  Ben daha önce yunusların körfezde sadece heykellerini görürdüm, Gemlik’te, Mudanya’da, Güzelyalı’da ve Küçükkumla’da…

 

Diğerini ise Küçükkumla iskelesindeki oltacılar göstermişti.  O daha açıkta yüzüyordu çünkü.  Balıkçılardan niye bu kadar seyrek göründüklerini sorduğumda  aslında açık denizlerde yaşadıklarını  fakat sardalya sürülerinin peşine takılarak kıyıya kadar sokulduklarını öğrenmiştim. B.Kumla’dakiler çok daha yakında görünmüşlerdi. Zaten bir dip balığı değil zargana, sardalya, palamut, hamsi, istavrit, uskumru, kılıç gibi su yüzeyine yakın yaşayan hava balıklarıydı bunlar.

 

Yukarıda çamlar, meşeler,  ardıçlar,

Ve çoğu unutulmuş ağıl yerleri

Önlerinde, susuz, sessiz bahçeleriyle

Taştan, tuğladan evler

Sade, sımsıcak köy evleri

 

Aşağıda dar uzun çayırlar

Ve yol boylarında

İncecik ve yalnız kızlar gibi

Yaban gülleri

(Ferit Durmuş)

 

Ferit Durmuş 1954 Ankara Örencik doğumlu.  İnsan sevgisiyle dolu doğuştan şair. Bursa’da yaşıyor. “Geçip Giderken” ilk şiir kitabı. Her dizesi sevgi, özlem ve doğa sevgisi içeren şiirler yüklü. İnsana ve doğaya olan yakın duyarlılığı kadar toplumsal sorunlara da duyarlı. Bunu yakından bilenlerden biriyim. Neden mi? Çocukluğumdan tanışız çünkü.

Geçtiğimiz günlerde yaptığımız kısa bir telefon görüşmesinde bana Kurşunlu’dan çocukluk günlerimden kalan aramızdaki konuşmayı anımsattı. Taştan kumdan kale yapıyormuşuz.  Ona, “Her taşın bir öyküsü vardır” dediğimi anımsattı. Bir güzel insana ne de güzel söylemişim. Unutmamış…

 

O yıllar kumdan kaleler kurardık, kumsaldaki taşlarla ördüğümüz minik iskelelerimiz de olurdu. Ben çocuktum o ise genç bir şair…

 

 

Narlı’da bir çocuk babasına suda yüzen yavru kefal (ilarya ya da liza) sürülerini gösteriyor heyecanla. Adam çocuğa “Deniz böyle temiz olursa balık da çok olur bak” diye öğüt veriyor. Karacaali köyü kahvesinde çardak altına toplanmış ihtiyarlar da kendi aralarında tartışıyor. Masa üzerindeki bir kafesin içine 2 kumru konmuş. Biri kuşlara bakıp konuşuyorken, beriki “Bu kuşlar aslında kafeste yaşar” diyor. Belli ki kafesin sahibi o, kuşları kafesleyen de galiba o. Ama kuşlar öyle mi? Kuşlar doğaya ait tıpkı denizdeki balıklar gibi…

 

“Bir hayvan bütün  işinin yaşamak olduğunu düşünür; insan ise yaşamı  bir şeyler yapmak için  bir olanak olarak görür.” der Aleksandr Herzen  (Suçlu Kim? Yordam Kitap,  1.Baskı, 2016, s. 28) Hayvanların insanları şüpheye düşürecek  yetenekleri de var halbuki bilhassa yuvalar kurma konusunda. Bu tür belgesellerden  birisinde bu muazzam yuvalara şahit olmuştum.  Bir erkek kirpi balığının eşini cezbetmek için kumdan yaptığı  yuva insanı hayrete düşürüyor. Hele ki bu yuvalara gösterdikleri ihtimam yanında evlerimiz bizim kumdan kalelerimiz kadar ilkel kalıyorlardı. Ya binbir sabır ve meşakketle kunduzların inşa ettikleri o  muhteşem barajlar, yer altına kentler kuran karıncalar, kuleler diken termit yuvaları. Onlara kim söz söyleyebilir ki.

 

 

“Mekanın Poetikası”  ise Gaston Bachelard’ın bir başyapıtı.  “Bu kitapta inceleme alanımızın iyice belirlenmiş olması, bizim için çok elverişli bir durumdur. Gerçekten de çok basit hayalleri, mutlu mekanın hayallerini incelemek istiyoruz.  Soruşturmalarımıza, bu yönelim çerçevesinde, yer-severlik (to pophilie) adı verilebilir.”diyordu Bachelard. (İthaki Yayınları, 2013, s. 27-28)

 

“Her hayvanın kendi yuvasını yaparken gösterdiği ustalık ve özen  o hayvana öylesine uygundur ki,  daha iyisini becerebilecek  başka bir varlık yoktur. Bu da onu tüm duvarcılardan, marangozlardan ve yapı ustalarından daha yetkin kılar;  çünkü şimdiye kadar hiçbir insan kendisi ve yavruları için,  o küçücük hayvanların yaptığı ölçüde yetkin bir yapı ortaya koymamıştır,  öyle ki bu konuda  şöyle bir atasözü bile vardır: insanlar  her şeyi yapmayı becerir, kuş yuvasından başka.”  (a.g.e., s. 125)

 

 

Örneğin, sosyal dokumacı kuşlarının (philetarius socius)  yuva ve paylaşım konusundaki dayanışmaları insanlara parmak ısırtacak seviyededir.  Vogelkop çardak kuşları ise   dişisine yaptığı   kur ve  yuva süslemesiyle  insan hemcinslerine taş çıkartır.

 

 

“Ama içi boş bir kabuk, tıpkı boş bir kuş yuvası gibi, sığınma üstüne kurulan düşleri çağırır. Doğa, bizi şaşırtmak için çok basit bir yol kullanır: yaptığı şeyi kocaman yapmak.” (Bachelard, a.g.e., s. 141-157)   Dev istiridye (tridacna gigas) 14 libre (7 kg) lık bir yumuşakça olmasına rağmen  kabuklarının ise her biri  250-300 kg gelir ve boyları 1-1,5 metre arasındadır. Çin’deki zengin mandarinlerin bu hayvanın tek bir kabuğundan yapılmış banyoları bile vardır…

 

Benim deniz canlılarıyla yaşadığım ilk heyecan çocukluk yıllarıma rastlar. O vakitler zeytinlikler çadır yeri olarak kiraya verilirdi. Şimdi adı Gemlik’le anılan Kurşunlu’da birkaç yaz geçirmiştik. Lodoslu bir günde kıyıya vurmak üzere olan  iki küçük zargana balığını   deniz suyuyla doldurduğum bir leğene koymuş, elimle yakaladığım yavru balıkları ertesi gün denize bırakmıştım. “Her Gün Yaşamak” adlı minik öykümde anlatmıştım bunu.

 

Bundan başka birçok kıyı balıklarını da yine Kurşunlu’da tanıdım. Kaya balıklarını, dikenli izmaritleri, isparileri.  Büyükkumla’ya ziyaretlerimizden birinde daha yakından tanıştım horozbinalarla. Bu küçük ama yapışkan balıklar da kıyıya yakın ve yosunlarla kayalar arasında yaşıyorlardı. Bir taşın altından bir yosunun arasından çıkıveriyor ama elinizden kayıveriyorlardı. Avucumun içinde misafir etmiştim kazara onları da…

 

İnsanlar ne diye bu kadar özensiz, gelişigüzel ve umursamazcasına konutlar yapar ki…

Devam Edecek!

 

POLİTİK SİSTEM VE SEÇİM (2)

 

tamer uysalEski Roma’nın siyaset felsefesine Eski Yunan kadar spesifik bir katkısı olmadı. Eski Yunan’ın evrensel düşüncesini alarak aynen uygulamış yasama ve yönetim kurumlarını günümüze aktarmıştır. “Ingenuus” Roma hukukunda doğuştan özgür olma durumunu ifade eder. I.Justinianos’un emri ile başlayan ve bir kanunlaştırma hareketi olan çalışmalar sonucu o zamana kadar uygulanan Roma Hukuku “Corpus Juris Civilis” denilen külliyatı toplamıştı. Günümüzde Avrupa ülkelerinin hukuku temeli bu külliyata dayanmaktadır.

Şehir ya da site, “Synoecism” (topluluk ya da birliği) ve  “Prytaneium”tan (meclis binası) oluşmaktaydı. Bunlar da bugünkü “Müessesat-ı Medeniyye”ye de (uygar kurumlara da) tebarüz etmiştir…

Eski Roma’nın merkezi “Palatino Tepesi”nde idi. “Palace” (Saray) sözcüğünün etimolojik  kökeni buradan gelmektedir. Eski Yunan’da kentin yönetildiği meclis (senato) binalarına “Bouleterion” denirdi. “Prytanis” (başyargıç) ise Atina sitesi kent konseyine (senato) 15 hafta süreyle başkanlık ederdi…

 

Eski Roma’da ise “Odeon”lar bouleterion olarak da kullanılmıştı. “Concilium” (Konsül) ya da “Curia”  erkekler topluluğu demek olan Latince “Covia”  sözünden gelir. Kabile ve topluluk üyelerinin bir araya gelerek tartıştıkları yer anlamındadır.  Senato sözcüğüyse Latince “Senex” sözünden gelip yaşlı erkek anlamındadır. “Municipium” Latince kasaba ya da kent demektir,  onun çoğuluna “Municipia”  denir. Günümüzde İngilizcede belediye anlamında kullanılan “Municipality” sözcüğü de işte buradan gelmektedir.  “Municeps” yurttaş demektir…

Roma’nın yöneticileri halk tarafından seçilirken diğer kentlerin  yöneticileri merkezden, Roma’dan atanmaktaydı.  Soyluluklarına göre seçiliyorlardı. Curia bir anlamda  yerel yönetimin gerçekleştiği yer anlamına gelir.  Roma Forumu yapısı günümüzde kısmen de olsa tüm ihtişamıyla ayakta.

Municipium denen kent ya da kasaba niteliğine sahip her yerde senato ve yerel yöneticiler bulunurdu.

Antik Roma yerel yönetim meclisi “Ordo decurrionum” 2 yargıçtan oluşan bir yürütme meclisiydi. Belediye, vergi, güvenlik gibi işler uhdesindeydi.

Sırayla kent yönetimi, 4.Yy dan başlayıp 7.Yy’dan sonra ortaçağda tamamen özerkliğini yitirerek başpiskoposluk merkezine dönüştü. Doğu’da merkezi devletler batıda ise 11.Yy’dan itibaren 15.Yy’a kadar komünler orta çıkmaya başladı. Ticaret geliştikçe “Burg” denen kaleler belirmeye başladı. Burglar krallar tarafından da desteklendi. Çünkü krallığın geliri onlar sayesinde arttı ve orta sınıflar da gelişti.

Kentin kuruluş simgesi kral ve feodal beyden alınan “Charte” idi. Charte, anayasal bildirge ya da nizamname, devletin  veya yüksek otoritenin düzenlediği ayrıcalıkların belirtildiği özerklik izin ve yetki belgesiydi.

12.Yy’dan sonra kentler monarşik devletlere dönüşmeye başladı. Kentsel barış  yani kentlere özgü ceza hukuku uygulaması da başladı…

Eski Yunan ve Roma’da (antikite) kentlerde meşru birlik, “Auspicia” (Yönetime Katılım) klan ve aşiretlere (curia) veya politik kabilesel birliklere (soy) gibi geleneksel ya da ritüelistik biçimlere (Tribü) dayanabilirdi. Çünkü kent bir sınıfın çıkarlarına göre şekilleniyor dönem dönem bu sınıfa hizmet eden mekanlar olarak şekilleniyordu.

Hukuken güçlü olmasına rağmen fiilin güçlü olanın dediğini yapan organlar (süper noter) hale de dönüşürler.

“Kentin meclis üyeleri ve öteki memurları, lordun görevlileri olarak atanmayıp şehir halkı tarafından seçildikleri durumlarda bile şehir halkının temsilcisi değillerdi. Bu memurlar için kentsel hukuk, lordun hukukuydu.” diyordu Max Weber. (Şehir Modern Kentin Oluşumu, Yarın Yayınları, 2015, 11. Baskı, s. 124)

Sanayileşme ve küreselleşme kentin yapısını da değiştirirken para, mal ve bilgi akışına yön veren büyük kentler olmuştur.  New York, Tokyo ve Londra gibi. John Friedmann ve Goetz Wolff bu kentlere dünya kenti adını verdiler…

Eski Roma toplum yapısı, patriciler (soylular), praetorianlar (erken dönem orta sınıf) ve plepler (Roma halkı) diye genel iki sınıfa ayrılmıştır. Yani yöneten ve yönetilenler.

Eski Roma devletinin en tepesinde halk meclisi tarafından 1 yıllık görev için seçilen ve devleti birlikte yöneten iki yönetici (konsül) bulunuyordu. Bu unvan Fransız Devrimi sırasında 1792-95 arasında Fransa’yı yöneten “Ulusal Konvansiyon” (Ulusal Meclis) ardından kurulan “Direktuvar” (Direktörler) yönetiminin darbeyle dağıtılmasından sonra Napoleon’un başına geçtiği hükümet için de kullanılmıştır.

5 kişi ile başlayan direktuvar idaresinde toplam 13 kişi görev yaptı. Meclis ise Yaşlılar ve 500’ler olmak üzere iki kısımdı. “500’ler” yasama meclisiydi.

“Napoleon Bonaparte” 1799’da bir darbe yaparak direktuvar yönetimini dağıttı ve kendisini de kurulan Konsül idaresinin başına 1.Konsül atadı.

Konsül, ülkeyi beraber yöneten 3 devlet başkanından biriydi. İktidar ve mülkiyet temelli temsilden yana bir burjuva siyasetçi ve bir din adamı da olan eski direktuvar üyesi “Emmanuel-Joseph Sieyes”in hazırladığı darbe anayasası ile Napoleon Bonaparte, Emmanuel-Joseph Sieyes ve “Pierre-Roger Ducos” konsül oldular.  Anayasayı değiştiren Napoleon kendini en üst konsül ilan etti.

Napoleon daha sonra 2 konsülü değiştirdi. Cumhuriyet görüntüsüyle bir diktatörlük rejimi oluşturdu.

Şubat 1800’de halka Napoleon’un ömür boyu konsül olmasını onaylayan bir referandum düzenlendi. Napoleon ömür boyu konsül oldu.

1802’de cumhuriyet ilan edildi. Napoleon bu defa devlet başkanı seçildi. 1804’te yine halk oylamasıyla imparator seçtirdi.  Ancak akrabalarını tahta geçirmesi, milliyetçi akımlar, içteki karışıklıklarla savaşlar yenilgileri, işsizlik, vergiler vs. sonunu hazırladı. Sürgünde öldü.

Alexis de Tocqueville’nin “Demokrasi bir toplumun özelliği olduğunda, hangi koşullarda yönetimin de niteliği olur ve diktatörlüğe götürmez.” sorusuna yanıt aradığı ABD gezisine ilişkin gözlem ve düşüncelerini ifade ettiği bir kitaptı “Amerika’da Demokrasi”. Bu kitapta şöyle der, “Tüm zamanlarda tehlikeli olan despotizm bilhassa demokratik yüzyıllarda korkulacak bir şeydir.” (s. 540) “Hükümetler alışıldığı üzere iktidarsızlıktan veya tiranlıktan dolayı yok olurlar. Birinci durumda, hükümetler iktidarı kaybederler; diğerinde ise iktidar hükümetten zorla alınır.” ( Alexis  de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, 1. Baskı, 2016, İletişim Yayınları, s. 269)

Aristokrasi ve monarşiyi reddeden Tocqueville kendini yeni tür liberal olarak tanımlıyor ve demokrasinin içinde doğduğu ve sürdüğü özgül koşulları yerinde incelemek istiyordu. Bu sistemde ortaya çıkabilecek eski tiranlıklardan farklı ılımlı despotizm tehlikesine de  işaret eder.

Bu düşünür üzerine son elli yıldır çeşitli incelemeler yapılmış. Liberaller ve bazı sol çevreleri de etkilemiş Tocqueville…

Bu ilgi demokratik devrim sonrası ortaya sürdüğü demokrasi düşüncesi ve özgürlük çağrısında bulunmasından dolayı: “Aslında ben özgürlüğü tüm çağlarda sevebilirdim, ama içinde bulunduğumuz çağlarda ona hayran olmaya meylediyordum.” diyor. (Amerika’da Demokrasi,  İletişim Yayınları,  2016, 1. Baskı, s. 754)

Alexis  de Tocqueville, “De la démocratie en Amérique” (Amerika’da Demokrasi) kitabını 1848 devrimlerinin öncesinde Temmuz Monarşisinden sonra yazdı. Yani kitap burjuva kral ve liberal büyük burjuvazi destekli (mali sermaye) ılımlı bir liberal olan Louis Philippe döneminde (1835-1840) kaleme alınmış.

Fransa İmparatorlarından Louis Philippe monarşisi (1830-1848) parlamento yönetimini de yani meclis hükümetini de desteklemişti.  Ancak aşırı demokrasiye karşıydı ve işçi ve orta sınıfların ayaklanması sonucu büyük burjuva destekli yıkılmıştır…

Demokratik cumhuriyetin sürdürülmesine katkıda bulunmuş üç ögeyi federal yapı,  kentsel kurumlar ve yargı kuvveti olarak gösteriyordu…

Bu kitabın gayesi de Birleşik Devletlerde uygulanan yasaları anlatmaktı: “Birleşik Devletler’de yürütme kuvveti kendisi adına eylemde bulunduğu egemenlik gibi sınırlandırılmıştır ve müstesnadır; Fransa’da ise her yere yayılmıştır. Amerikalıların federal bir hükümeti vardır; bizim ise ulusal bir hükümetimiz. Birleşik Devletler’de egemenlik birlik ve eyaletler arasında bölünmüştür, oysa bizde tektir ve sıkıca bağlanmıştır; buradan Birleşik Devletler’in başkanı ile Fransa’daki kral arasında gördüğüm ilk ve en büyük fark ortaya çıkar.” (s.139)

“Amerikalıların komşuları yoktur, sonuç olarak burada ne büyük savaşlar, ne finansal krizler, ne yıkımlar, ne de korkulacak işgaller sözkonusudur. Yüksek vergilere,  kalabalık bir orduya ve önemli generallere ihtiyaçları yoktur.  Amerikalıların, tüm cumhuriyetler için en korkunç musibet olan askeri görkemden korkacak bir şeyleri yoktur.” (s. 286)

Adil Zozani, ABD’de günümüzün toplumsal modellerinden biri diye nitelediği başkanlığın aydınlanma çağı fikirlerinin izlerini taşıdığını aktarıyor: Bunları yönetime etkin katılım ve yetkileri sınırlı devletçilik şeklinde sıralıyor.

Zozani “Model Ülke: Sistem tartışmasında Başkanlık” adını verdiği kitapta, ABD’deki sistemle ilgili “Amerikalılar Avrupa’daki gibi toprağa bağlı aristokrasiyi istememişler. Doğal olarak oradaki gibi kral-devletler de yok hanedanlıklar olmayacaktır.” diyor…

“Carl Friedrich”in “Sınırlı Devlet” kitabından alıntıladığı çoğunlukçu demokrasi uygulaması eleştirisini ABD’de despotluk oluşumuna karşı önlemin, katı bir güçler ayrımı yoluyla çözümlendiğini aktarır: “Çoklukla İngiliz, Avrupalı kolonilerin Amerika’ya ayak bastıkları 15.Yy’ın son döneminde karşılaştıkları sonsuz genişlikte işlenmemiş bir kara parçasıydı. Alman coğrafyacı Waldseemuller yazdığı bir makalede adanın adına ‘Amerika’ dedi. Liberal düşünce akımının ilk şekillendiği bu topraklarda eşit yurttaşlık kavramının yanına fırsat eşitliği kavramı da ilave ettiler.” (Öteki Yayınevi, 1. Baskı, 2016, s.142)

“Amerika’da bulunduğum süre boyunca fırsat eşitliği kadar dikkatimi çeken olgu olmadı.” demişti Tocqueville.

Günümüzde ABD şirketlerinin çıkarlar için kullandığı güç ve baskı “Dolar diplomasisi” olarak niteleniyor. Yüzyıl başlarında ortaya çıkan “Soyguncu Baronlar” ve “Zenginler Kulübü”  uluslar arası para akımı ve ticarette etkili ülkeler uluslar arası ekonomik sosyal çarpıklığın da asıl nedeni olarak görünmekte.

Jack London,  Amerikan halkına ithafen şöyle seslenmişti: “Kapitalist hükümetler nasıl hızla yıkılıyorlar da yerlerinde yine o kadar hızla halk cumhuriyetleri kuruluyordu. ‘Birleşik Devletler nerede kaldı?’ ‘Uyanın ey Amerikan ihtilalcileri!’,’Amerikaya ne oldu?’ Öteki memleketlerdeki muzaffer arkadaşlarımızdan bize uçan haberler işte bu biçimdeydi. Ama biz bir türlü başımızı doğrultamıyorduk, oligarşi önümüze dikilerek yolumuzu kapatıyordu. Kocaman bir canavar gibi başımızda bekliyordu.” (Demir Ökçe, Everest Basım Yayın, 2.Basım, 2003, s 158).

Ian Buruma ve Avishai Margalit “Occidentalism” (Garbiyatçılık) adlı kitapta  belli başlı  batılılaşma  karşıtı hareketlerin tarih ve nedenlerine ışık tutarken, 19.Yy ekonomik liberalizminin  yarattığı “Amerikanizm” ve “Makine Uygarlığı”nın birçok açıdan bu eleştirilerin odak noktasında olduğunu işaret ettiğini belirtmektedir…

Gelelim Rusya’ya…

Geniş coğrafyası, etnik ve kültürel çeşitliliğine bağlı oluşan idari bölünmeyle Rusya Federasyonu farklı toplumsal ve tarihsel yapılar ortaya çıkarmıştır.

“Sovnarkom” 15 kişilik konsey hükümeti 1946’ya kadar SSCB’yi yönetmişti.  Federal Meclis, üst yasama organı olarak eyalet, özerk bölge ve cumhuriyetlerden seçilen 180 üyeden oluşuyordu. Duma Çarlık Rusya’sında 1905-1917 arası, bu tarihten sonra da bugünkü gibi bir alt yasama meclisi olarak 450 üyesiyle 1993’e, Rusya Federasyonu Duması olana kadar varlığını sürdürdü.

Çarın atadığı valiler (gubernatör) illeri (nüfusu 300-400 bin) “Guberniya”ları yönetirdi. Esasen Rusya topraklarının 1/3’ü Çar ve 2/3’ü derebeyleri (boyar) arasında paylaşılmıştır. Feodal beylerin emrindeki bölgeler “Zemçina” olarak adlandırılıyordu. 1864-1917 taşra meclisleri ise “Zemstvo” olarak anılmaktaydı. Yerel özyönetim 18.Yy’da soylularca dayatılmıştır.

1850’lerde daha sonra Nietzsche’de de görülen “Nihilizm” Turgenyev öncülüğünde Rusya’da etkili olmaya başlamıştı. Din, töre ve her türlü kuralın insanı köleleştiren düşünce sayan Martin Heidegger’e göre nihilizm batı düşüncesinin temel öğelerinden biridir. Romanlarıyla köleliği, zulüm ve baskıyı eleştiren “İvan Turgenyev” “Babalar ve Oğullar”da “Nihilist, hiçbir kuvvet önünde eğilmeyen, hiçbir inanca bağlanmayan kimsedir.” diyordu…

Rusya’da otokratik yönetime karşı devrim düşüncesinin bir öncüsü de “Aleksandr Radişçev” sayılmaktadır. Rus edebiyatında kitabı yasaklanıp sürgüne gönderilen ilk yazar olan Radişçev ayaklanmayı halkın yazgısını değiştirmek için şart görüyor, yukarıdakilere ve liberal reformlara umut bağlamanın köylülerin yaşamını değiştirmeyeceğini savunuyordu. Mutlakiyetçiliği de eleştiriyordu.

Sürgün yerine giderken yazdığı bir şiirde şöyle diyordu Radişçev:

“Sor, neyim ve nereye gidiyorum?
Eskiden neysem oyum ve sonsuza dek öyle kalacağım:
Ne bir hayvan, ne bir kütük, ne de bir köleyim; ben bir insanım!”

Lenin 1917’deki Köylü Kongresi’nde “Rusya’daki toprak mülkiyeti rejimi korkunç bir sömürü düzeni yaratmıştır.” demişti.  Köylüler ortakçı olarak imparatorluk topraklarında (obsçina) kira ile vergi ödemek karşılığında karın tokluğuna çalıştırılıyorlardı. Narodnikler devrim düşüncesinin yayılmasında etkili olmuşlardı. Narodniklerin esin kahramanı Kazak ayaklanma önderi “Yemelyan Pugaçov”dur. Otokrasinin yıkılmasını ve toprağın köylüye verilmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bu devrimci hareket, köylülerin sosyalizmin temelini oluşturacağını da savunuyordu. Temsilcileri ise Aleksandr Ivanoviç  Herzen, Piyotr Lavroviç  Lavrov ile Nikolay Gavriloviç Çernişevski idi. Bunlardan biri ve kurucusu sayılan “Aleksandr Çernişevski” hakkında Karl Marx, “Rus eleştirisinin büyük bilgini. Çağımızın tüm ekonomicileri içinde tek özgün kafaya sahip olanı Çernişevski’dir; ötekileri sıradan derleyicilerden başka bir şey değildir.” derken  Lenin ise hakkında, “Onun etkisiyle, yüzlerce genç, devrimci oldu… Örneğin kardeşimi büyüledi; büyüsüne ben de kapıldım. İçimde çok derin bir iz bıraktı.” demişti. Karl Marx’a göre burjuva iktisadının iflasını ortaya koyan büyük bir eleştirmen, Lenin’e göreyse sınıf mücadelesinin ruhunu yansıtan militan bir demokrattı Çernişevski.

SSCB’nin kurulmasıyla birlikte eski imtiyazlıların ve devrim muhaliflerinin hiçbir ayrıcalıkları kalmamıştı. 1929’da kulak (zengin köylülük) tasfiye edilerek kolhozlara katıldı ve küçük üretimcilik teşvik edildi…

“Rusya Federasyonu Federal Meclisi” çift meclisli bir ulusal yasama organıdır. SSCB’deki “Yüksek Sovyet ve Halk Temsilcileri Meclisi”nin yerini almıştır. Devlet protokolü, Devlet Başkanı,  Başbakan ve Federasyon Konseyi Başkanı’ndan oluşmaktadır.

Milletvekillerinden oluşan “Devlet Duması” alt meclisi,  delegelerden oluşan “Federasyon Konseyi” üst meclisi oluşturur.

Yarı başkanlık sistemiyle yönetilen Rusya Federasyonu’nda Duma 450 sandalye ile temsil edilir. Dumanın bazı görevleri, başbakanın atanmasını onamak, Sayıştay başkanını ve üyelerinin yarısını atamak, 2/3 çoğunlukla Başkana ihanet suçlamasında bulunmak ve hükümete güven oylamasına karar vermek şeklinde sayılabilir. Ayrıca Dumanın ana birimleri çeşitli konularda işlevleri olan 30’a yakın komiteden oluşmaktadır.

Rusya’da toplam oyun yüzde 5’inden fazlasını alan partiler meclise milletvekili sokabilmektedir. 2016’daki sandalye (milletvekili) dağılımında,  “Vladimir Vladimiroviç Putin”in “Birleşik Rusya Partisi” (merkeziyetçi) 343 milletvekilliği kazanmıştı.  İkinci büyük parti ise “Gennady Andreyevich Zyuganov”un liderliğini yaptığı “Komünist Parti” 42 milletveli ile temsil edilir. Yahudi asıllı “Vladimir Jirinovski”nin aşırı sağcı milliyetçi muhafazakâr  “Liberal Demokrat Partisi”nin saldalye sayısı 39’dur.  Diğer sol parti merkez solu temsilen “Sergey Mironov”un Doğru Rusya Partisi’nin milletvekili sayısı ise 23’tür. Komünistler, “Doğru Rusya Partisi” ile “Rodina Partisi”nin sosyalist oyları bölmek amacıyla kurulduğunu savunmaktadır.

Bu 83 federe yapı 2’şer delegeyle olmak üzere Rusya parlamentosunun üst kanadı olan Federasyon Meclisi’nde (Federasyon Konseyi) toplam 170 konsey üye ile temsil edilir.

Rusya Federasyonu’nda 21 cumhuriyet,  46 oblast, 9 kray (yöre)  1 özerk bölge, 4 özerk birim ve 2 federal şehir yeralır. Cumhuriyetler otonom bölge (özerk) kabul edilirler. Anayasası, başkanı ve meclisi bulunur. Her biri etnik bir kökenin anavatanı kabul edilir.  Bununla beraber federal hükümetçe temsil edilip diğer federasyonlarda da olduğu gibi federal kanunlara tabidir. Örneğin, Çeçenya, Tataristan Dağıstan gibi.

Oblast yani özerk bölge, SSCB’de de özerk cumhuriyetten sonra gelirdi. Rusya 83 federe birime (subyekt) bölünmüş ve 46 tanesi “Oblast”tır. Örneğin Moskova bir oblasttır. Oblast valilerini Rusya  Federasyon Hükümeti atar ancak yerel meclis üyelerini yöre halkı seçerler.  Oblasttaki en büyük şehir merkez sayılır.

Kraylar  da (yöre) oblast gibidir. “Krai” adı tarihidir, zamanında öncü bölge sayıldıklarından bu isimle adlandırılmışlardır.

Rusya’da 1 tane özerk yahudi bölgesi vardır. “Jewish”  1928’de Stalin’in SSCB’de her etnik gruba bir özerk oblast verme projesiyle kuruldu.  Amaç etnik kimliğe millet statüsü kazandırmaktı. Ancak 2. Dünya Savaşı ve 1929 Ekonomik Buhranıyla gelen Yahudi (yidiş dilinden) sığınmacılar SSCB’nin dağılmasıyla yeniden Almanya ve İsrail’e göç ettiler.  Yahudi nüfusu yüzde 2’ye düştü.

Rusya’da 2 birim ise “Federal şehir” statüsündedir: Moskova 36 belediyesel rayon ve 36 şehirsel okrug, Sankt-Peterburg (St. Petersburg)    ise 18  rayondan (ilçe) oluşmaktadır. Okrug, idari bölgelerdir. Moskova’da üst kademe, Sankt-Peterburg’da alt kademe idari yapılanmayı ifade eder. 7 ve 5 milyonluk nüfuslarıyla büyük şehirlerdir.

Fransa’da yönetim bölgeleri “Arrondissement” (ilçe) olarak adlandırılır. İlk kez 1795 yılında uygulamaya konan bu sistem ihtiyaçlar ve sosyal kültürel yapıya göre şekillendirilmiş. Paris 12 arrondissement’e bölünmüştü. III. Napoleon’un “Büyük Paris” projesi kapsamında  “Georges-Eugène Haussmann”ın Paris’i yeniden planlaması kapsamında 1859’da arrondissement’ların sayısı 20’ye çıkarılmıştı.

Japonya’daki toplam 47 adet 1.düzen idari bölümlerden her birisi “Profektör” olarak adlandırılır.  1868’de kurulmuşlardır.  Doğrudan tek dereceli seçimle halk tarafından seçilen bir vali tarafından yönetilirler.

Tek meclisli  (gkai)  tarafından çıkarılan yönetmelik ve bütçelerle yönetilir. Her profektör kenti ilçe, kasaba ve köylere ayrılır.  Bazı profektörler de uzak bölgeler alt profektörlere ayrılır  (yönetimi kolaylaştırmak için). Örneğin Japonya’nın en kalabalık profektörlüğü olan Tokyo’ya (12 milyon) bağlı ilçe sayısı 1, belediye sayısı 39 adettir.  9 milyon nüfuslu Osaka’da ise 5 ilçe 43 belediye bulunur. Bölgeler ise idari ayrımlara tabi tutulmuştur.

Japonya’da yasal idari statüye sahip şehirler  “Belirlenmiş Şehir” olarak adlandırılır. 1 Nisan 2012’deki hükümet kararnamesi ile belirlenmiş, Yerel Özerklik Kanunu’na göre nüfusu en az 500 bin olan bu şehirlerin toplam sayısı 20’dir. Kamusal eğitim, sosyal refah, sağlık, iş izinleri ve kentsel planlama gibi profektörlük görevlerini gerçekleştirir.

Semt  (Ku) denen alt birimlere ayrılan kentlerde kamu görevleri yerine getirilir. Tokyo’da 23, Japonya’da 171 tanedir.

”Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?”
(Aurelius Augustinius)

Kleptokrasi, bir çalma rejimi olarak adlandırılır. Kleptokrat,  hırsız yönetim demektir. Devlet işlerine rüşvet, çıkar ve kişisel ilişkiler egemen olur. Zeynep Oral, Kleptokrasi için “Halkın kendi hırsızını kendi oylarıyla seçmesidir.” demişti (Cumhuriyet,  6 Mart 2014) Elde edememe sonundaki huzursuzluk ihtiras, haris aşırı derecede para hırsı (mammonizm) obsesif takıntılı durumlara sebep olmaktadır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, hürriyetsizliğin fakirlikten beter olduğunu belirtirek asıl korkunç ve tahammülsüz olanın hürriyetsizlik olduğunu ifade eder ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanında şöyle der: “Politikadaki hürmet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır.” (s.23) Tanpınar’a göre, “Bir ihtiras ne kadar masum olursa olsun yine tehlikeli bir şeydir.” (Dergah Yayınları, 13.baskı, 2008, s. 23)

“Sulta ya da Otorite” (Yetke)   başkalarını inandırıp kendisine bağlama, bir şeyi yasaklama ya da yaptırma gücünü ifade eder.   “Mutlakiyet” ise iktidarın yasal ve geleneksel sınırlamalar olmadan geniş alana hükmettiği bir siyasal düzendir.

“Monarşi” (Monarchie) dilimize Fransızcadan geçmiş Eski Yunanca bir sözcüktür. “Monos” (tek) ile “Archein” (yönetmek) fiilinden türemiştir, tek şef, tek kişinin yönetimi anlamına gelir. Mutlak monarşi ise, yasama yürütme ve yargının  (kuvvetler birliği) hükümdarda toplandığı yönetim sistemidir. İktidarın aynı aileden soydan geçme (patrimonyal) yoluyla kalması, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurması, cezalandırma ve bağışlama yetkilerinin sadece padişahın elinde bulunması monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özelliklerdir.

“Meşruti Monarşi ya da Anayasal Monarşi” (Meşrutiyet), seçilmiş hükümet ve temsili bir kralın yönetimi.

“Parlamenter Monarşi” diye de tanımlanan meşruti monarşi, cumhuriyet ile mutlak monarşi arasında bir sistemdir.

İlk meşruti devlet Hitit İmparatorluğu’dur…

Doğu’da İslam toplumu ortaçağa denk gelen 8-13.Yy arasında bilimsel ve teknolojik gelişme çağı yaşadı. Tıpta “İbn-i Sina” astronomi ile matematikte de Kindi, Battani, Farabi, Harizmi  ve Ömer Hayyam Batı’da da bilinirlerdi.

“El-Kanun fi’t-Tıb” veya Latince ismiyle “Canon Medicinae” (Tıbbın Kanunu), Avrupa’da Avicenna olarak da bilinen İbn-i Sina’nın 14 ciltlik tıp ansiklopedisi Ortaçağ’da üniversitelerde ders kitabı olarak okutulurdu. İslam rönesansı haçlı seferleriyle Avrupa’ya da taşınmıştır.

Kuruluşu bütün konargöçer topluluklarda olduğu gibi beyliklerden devletleşme aşamasına giren Osmanlı da kurun-i vista yani orta çağların devlet yapısına ve yerleşik düzenine geçmişti. Feodal toplumdaki serf (köle)-senyör (oligark)  ilişkisi (servaj)   başta görülmediyse de toprağın giderek bölüşülüp meta haline gelmesiyle devlet ve uyruğu arasındaki maddi ilişkilere dönüşmüştür.

1876’ya kadar mutlak monarşi ile yönetilen yani padişahın her şeye mutlak egemen olduğu, padişahtan başka bir tek yetkili organın ve yetkilerini sınırlayan herhangi yazılı kanunun bulunmadığı Osmanlı Devleti ancak 1876’dan sonra meşruti monarşiye geçmiştir. Bu dönemde anayasa olmakla beraber mutlak güç yine de padişaha aittir. “Heyet-i Vükela” yani vezirler (sadrazam) ve nazırlar (bakanlar) olmakla beraber padişahın mutlak veto yetkisi vardı. “Meclis-i Mebusan” (Milletvekili Meclisi)  padişaha karşı sorumlu olduğundan sadrazam (başbakan) dahil hepsi padişah tarafından atanıp azledilebilirlerdi.

Padişahın sikke basımı, mehter çaldırma, sancak verme,  hutbe okutmak gibi bir takım kendine özgü onay simgeleri vardı. Osmanlı Devleti’nde topraklar sahiplerine göre kısımlara ayrılmıştı. Toprakların büyük kısmı derebeylerine aitti ve “Mütegallibe”nin (Zorba Takımı) elindeydi.  Bu despotik zümrenin gücünün halk üstünde büyük etkisi vardı; halkın fikirleri davranış ve özgürlüğü bu zadegan takımının baskısı altında tutulurdu…

Miri toprakları “Reaya” denen sınıf işlerdi. Kişi ve kurumlara bağlı topraklar “Vakıf” devlet hazinesine bağlı topraklar “Mukataa” Müslümanlara ait topraklar ise “Ösri” şeklinde ayrıma tabiydi…

“İlm-i Kelam” mütekallim (söyleyen, konuşan) sınıfa, İslamı akıl yoluyla savunmaya dayanan ilim İslam düşünürlerini filozoflardan ayırmak için takılan isimdi. Bilgi yerine inancı öne alan (fideizm)  ve din temelli Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında etkisi olan dinsel kurumlardaki yozlaşma ve bilimsel yeniliklere ve değişime muhalefet halkın aydınlanmasına karşı çıkışlar yine obskurantist (karanlıkçı) çevrelerden geliyordu. Örneğin,1580’de Takiyüddin bin Maruf’un  İstanbul’da yaptırdığı rasathane şeyhülislam jurnaliyle yıktırılmıştı. Bugün bile sırrı tam olarak çözülememiş içeriğinde  132 harita da bulunan ünlü “Kitab-ı Bahriye”yi yazmış “Piri Reis” bile idam edilmişti. Çeşitli gemicilerin haritalarının birleşiminden oluşturulduğu varsayılan Piri Reis’in haritasındaki bazı detaylar tam olarak ancak ilk  kez ayrıntılı uzaydan 1968’de çekilmiş Dünya fotoğraflarıyla açıklık kazanabilmişti.

Tutucu çevreler, gerici güçler ve yeniçerilerin direnmelerine rağmen yenileşme dönemi; 1789’da tahta geçen III.Selim’in (1789-1807) uygulamalarıyla Osmanlı’nın yeniliklere açılması  başlamıştır. 1808’de 2. Mahmut döneminde ilk gazete “Takvim-i Vekayi” çıkarılmıştı (1831).  1839’da padişah ilan edilen Abdülmecit döneminde de meşrutiyeti destekleyen ilk özel gazete “Tercüman-i Ahval” yayınlanmıştır.

“Batıcılık”la, Türk toplumuna batıda gelişen düşünce, yönetim şekli ve yaşam tarzını uygulayıp ülkenin gelişimine katkı sağlamak amaçlanmıştı. Aydınlanma düşünce ve kurumlarıyla ilgilenen batıdaki gelişmelerle tanışan sınırlı aydınların girişimi ile Osmanlı Devleti’nde de bu düşünce biçimi etkili olmaya başlamış, 1839’da Gülhane Parkı’nda okunan fermanla Tanzimat (reform) ilan edilmiştir. Tanzimat döneminde siyasal ve hukuki yenilikler sürdürülmüştür. Ferman halkla payitaht (saltanat) ilişkilerine şekil vermeye başlamıştır: Vergi, emniyet, yargılama, askerlik, maaş gibi. “Darül Fünun” (Üniversite) kurulmuş, bir Bilim Kurulu “Encümen-i Daniş” oluşturulmuştur.  23 Aralık 1876’da ilk kez meşrutiyet ilan edilerek, 26 Temmuz 1908’de de Kanuni Esası (Anayasa) yürürlüğe sokulmuştur 2.Meşrutiyet ilan edilmiştir. Kanuni Esasi ile kurulan Genel Meclis “Meclis-i Umumi” yerel egemenlerin oluşturduğu “Meclis-i Ayan” ve seçilmiş milletvekillerinden oluşan Meclis-i Mebusan’dan oluşuyordu.

Koyu bir istibdat idaresi (baskı rejimi)  uygulanan 2.Abdülhamit döneminde Osmanlı Devleti toprak kaybetmeye de başlamıştı. Kurulan parlamento da 2 yıl sonra Abdülhamit tarafından dağıtılmıştır. Ziya Paşa ve Namık Kemal’le birlikte anayasayı hazırlayanlardan birisi olan Sadrazam “Mithat Paşa” düzmece bir kararla önce Taif’e sürgün edilir orada da boğdurulur.

“Tevhid-i Kuvva” (Kuvvetler Birliği) ilkesiyle yönetilen devletin yasama erki, yürütme ve yargı erkini de kullanması 1921 Anayasasında olduğu gibi padişah (halife) yetkisindeydi.  “İrade-i Seniyye” yani padişah emri de, “irade-i Şahane” yani ferman da fetva da padişahtaydı.

“Hilafet”  İslami siyasi ve hukuki bir yönetimdi. Halifeliğin siyasi önemini bilen Yavuz Sultan Selim’le Osmanlı’ya geçen halifelik (hilafet), saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılmasından sonra 3 Mart 1924’te kaldırılmıştır.

1924’te İngiliz hakimiyetinde hilafet yanlısı bir parti olan din ve liberal temelli “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” siyasal sahneye çıksa da 1 yıl sonra kapatıldı. Halife, farklı sosyal yapıya dayalı kabilelerden oluşan İslam toplumunda (ümmet) iç çatışmalarla dağılmayı önlemek için getirilmiş bir üst makam olarak görüldü. İlk büyük halifelik dönemi peygambere ilk vahiy indiği 610 senesiyle Ali’nin öldüğü 661 senesi arasıdır (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali). “Hulefai-i Raşidin” ise 4 büyük halifeden sonra gelen halifeler dönemidir. Zamanla İslam toplumunda da bölünmeler başlamış farklı itikad ve tarihsel kollar (mezhepler) ortaya çıkmıştır. Örneğin Rafıziler, Ebubekir ve Ömer’in halifeliklerini geçerli saymazdı…

“İbn-i Haldun”a göre toplumları mümkün kılan 3 sebep güvenlik, otorite ve ekonomik ihtiyaçlardır.

İbn-i Haldun devlet görüşünde bireyleri ilkellikten uygarlığa götüren nedeni toplumsal bağ (asabiyye) olarak görür. Haldun’a göre, bir grubu dayanışmaya iten öge başta kan temelliyken (soy asabiyeti) devlet aşamasına geçtikten sonra dinsel otoriteye bağlılık olmaktaydı. İlki “Nesep” (Şecere) diğeri “Müktesep” (Sebep) asabiyettir…

“Kut” eski Türkçe kutsal iktidar, üstün güç demekti. “Emir ül Müminin” (Ulül-ü Emir) ise bütün Müslümanların emiri demektir.  Kur’an’a göre (Nisa suresi) devletin esası devlet reisine (ulül emre) itaate dayalıydı. Ancak Ulül Emir (Emir Sahipleri) konusunda bir görüş birliği (açıklık) getirilmemiştir.

ABD’liler din ile siyasetin uyumunu bozmamış Tocqueville’ye göre, “Birleşik Devletler’de tüm mezhepler, büyük bir hristiyan birliği oluştururlar ve hristiyanlığın ahlakı her yerde aynıdır. Amerika’nın büyük kısmı, Papa’nın otoritesinden kaçtıktan sonra, hiçbir dinsel üstünlüğe itaat etmemiş insanlardan oluşuyordu.  Bunlar o halde yeni dünyaya en iyi biçimde demokratik ve cumhuriyetçi olarak adlandırabileceğim bir hristiyanlığı getirdiler. Bu da kamusal meselelerde cumhuriyetin ve demokrasinin kurulmasını kolaylaştırdı.” (s. 296-299)

Bizdeki sistemin adı İmamokrasi mi?

Özdemir İnce, 1950’den 2000’e kadar tam 50 yıl içinde “Tevhid-i Tedrisat” (öğretim Birliği) kanununun parçalandığını, devlet bürokrasisinin, toplumun yapı ve kurumlarının planlı olarak kadrolaştırıldığını ifade ediyordu. ( İmam Hatip Saltanatı ve İmamokrasi,  Tekin Yayınevi, 2016, 1. Baskı, s. 26-27)

  1. Aliyar Demirci “Başkanlık Sistemi” kitabındaki makalesinde Recep Tayyip Erdoğan’dan “Üniversite eğitiminden çok müktesebatındaki imam hatip lisesi eğitimi, özellikle 80 sonrasında içinde yeraldığı Milli Görüş Hareketi’nin bu okulları öne çıkarmış olması dolayısıyla dikkat çeker.” şeklinde bahsederken, “1990’larda imam hatipli olmak bazı çevrelerde yarı politik bir kimlik olarak benimsenmiştir.” diyor. Demirci’ye göre, “Esasen siyasi partiler kanunumuz ve parti içi tüzükleri merkeziyetçiliği ve genel başkan otoritesini güvenceye alır. Liderler Türk toplumundaki mutlakçı kültürel geleneğe bağlı olarak eleştirilmesi ve buna hoşgörü ile yaklaşmayı sanki bir güçsüzlük belirtisi olarak algılarlar.” (Liberte Yayınları, 2015, 1. Baskı, s. 43)

IEA adlı kuruluşun yaptığı değerlendirmede Türk öğrenciler fen dalında sondan altıncı matematik dalında sondan sekizinci diye aktarıyor Özdemir İnce (a.g.e, s. 29) Ne Almanya’da ne Fransa’da bizdeki İmam Hatip liselerine benzer bir okul yoktur. İmam hatipleştirmenin kısa tarihine de değinen Özdemir İnce, 1950’den itibaren özellikle Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin yüzlerce okulu açarak eğitimi dinselleştirdiğini söylüyor. 1958’de 26 adet olan sayı 1969’da 71’e, 1997’de 600’e ulaşmış.

“Üst kimlik İslam” diyen İslamcı gazete yayınını eleştiren İnce, RTE’nin Yeni Zelanda’dan, “Bizdeki  etnik unsurları birbirine din bağlar.” dediğini de aktarır. (s. 91)

AKP’nin İmam Hatip politikası buydu.

İmamokrasi “Türk toplumunun İslamileşmesinden kaygılanmak sanıldığı gibi bir paranoya değil zira tamamen ya da kısmen İslamileşmiş bir toplumda artık ne demokrasi ne de özgürlükler vardır.” (s. 160) diyen Özdemir İnce, “AKP’nin Mısır ve Suriye siyaseti irticaya dayandığı için iflas etmiştir.  RTE hükümeti Arapların iç işlerine karıştığı için, bu dünyayı kendine düşman etmiştir.” demekteydi…

“Balkanizasyon” politikası Osmanlı topraklarında ulusal toplulukların gerici ve milliyetçi yargılarla bir araya gelmesi olanaksız devletler haline getirmeyi amaçlayan emperyalist devletlerin parçalama politikasıydı. Örneğin 1850’lerde “Yakındoğu Konfederasyonu” adıyla İstanbul merkezli bir konfederasyon oluşturulmak istemişti. Başına da kukla bir halife getirip bu amaç gizlenmek istenmişti. Projenin mimarı İngiltere’dir.

“Stratford Caning” adlı bir İngiliz elçisi, 1850’li yıllarda babıali diplomasisini ve padişahı idare edecek derecede Abdülmecit’le yakın dostluk kurmuştu. Hem mutaassıp hem de  bir Türk düşmanıydı. Sir “Hamilton Seymour” isimli İngiliz elçisi ise Rus Çarı I.Nikola’ya şu teklifi yapmıştır: “Kollarımız arasındaki hasta adamın ölmesini beklemektense neden iyileştirmeyi düşünmüyoruz?”

“Westminster” modeli İngiltere’ye (Britanya İmparatorluğu) özgüdür.  Anayasa yoktur. Merkeziyetçi yönetime rağmen kamuoyunun önceliklerini dikkate alan politik kültür egemendir.

İngiltere Haklar Yasası, İngiliz Parlamentosunun 1689’da yayınlayarak, egemenliğin parlamentonun eline geçtiğini bildirdiği yasaydı. İlkeleri:

Parlamento tam bir özgürlüğe sahip olacak, sık sık toplanacak, seçimler serbest olacak, parlamentonun kabul ettiği yasa kral  dahil herkesi bağlayacak ve parlamento izni olmadan asker  ve vergi toplanamayacaktır.

Bu yasa ile  hukukun üstünlüğü  ve demokrasinin kilit  ilkeleri  İngiltere’ye yerleşerek uygulanmaya başlamıştır.

İngiltere’de 1215 yılında Magna Carta ile meşruti monarşiye geçilmişti. Baronlar yani yerel beylerle (toprak sahipleri)  yapılan anlaşmayla kralın yetkisinin sınırlandırılmasının ilk adımı atılmıştı.

“Magna Carta Libertetum” (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi), günümüzdeki anayasal düzene kadar yaşanılan sürecin ilk basamağıdır: Delil olmadan dava açılamaz (madde 38), yasaya uymayan karar olmadan tutuklama, hapis, sürgün, kötü muamele olmaz (madde 39), adalet gecikmez (madde 40), yasaları bilmeyen kişi yetkili olarak atanamaz (madde 45).

11.Yy’da ticaretin gelişmesiyle burg adı verilen kalelerde yaşamaya başlayan “Burjuvazi”  (burgensis) denen kent soylu sınıf ortaya çıktı. Kralların danışmanları (kurul) Magna Carta ile temsil meclisine dönüşmüş ve ticaret burjuvazisini de temsil etmeye başlamıştı. Burjuvalar (avam) ve toprak soylularını (lordlar) temsil ediyordu. İlk partilerin nüvelerini işte bu kabineler oluşturdu.

Parlamento, Fransızca “Parler” (Konuşmak) sözünden gelmektedir. “Kabine” ise İngilizcede küçük oda demektir. Birleşik Krallık parlamentosu Londra’daki Westminster Sarayı’nda toplanır. Bugünkü lordluk statüsünün ise soylulukla bir ilgisi olmayıp sadece saygınlık ifade eder, Lordlar kamarası üyeleri de partiler tarafından atanma yoluyla seçilirler.

9 Mayıs 2012’deki toplantıda kraliçe gelecekte lordlar kamarası üyelerinin de avam kamarası üyeleri gibi seçimle belirleneceğini ifade etmişti. Zira halk tarafından seçilmişler lordlar kamarasının üyelerinin muhalefetine rağmen reform talep etmektedir.

İngiltere’de People’s “Charter” (Halkın Talepleri Bildirgesi)  proletaryaya da oy hakkı sağlamıştı.

Sağlayan da 19.Yy’daki ilk bağımsız işçi hareketi Chartist harekettir. 1857’de Londra’da çalışanlar (alt ve orta sınıflar) bir bildiri yayınlayarak taleplerini iletirler.  “Feargus Edward O’Connor” tarafından kaleme alınan bildirge 1836’daki durgunluk sonrası işçilerin  “İşçiler ve Çalışanlar Derneği” çatısı altında toplanıp da yayınladığı 6 maddelik bir bildirgeydi.  Genel oy, gizli oy ve açık sayım ilkesi milletvekili seçilmek için bir miktar varlık sahibi olma koşulu dışında 10 saatlik iş günü yasasını da parlamentoya kabul ettirebilmiş, seçme seçilme hakkının tanınmasında da büyük rol oynamıştır.

İngiltere’de kadınlara oy hakkı ise “Suffrage” hareketi ile 1830’larda başlayıp ancak 1918’de seçme ve seçilme hakkının verilmesiyle sonuçlanabilmişti.  Süfrajetlerin başlattığı girişimler 30 yaşını dolduran kadınlara seçme hakkı getirdi.

“Teokratik Monarşi” tek kişinin egemenliğindeki dine dayanan yönetim. Sistemin temeli dogmalara dayanır: S.Arabistan, İran ve Vatikan böyledir.

Engizitor şeriatle yönetim, “Entegrizm” de gericilik, aşırı muhafazakârlık olarak tanımlanabilir. “Roger Garaudy” genel özelliklerini “Entegrizm” kitabında açıklamaktadır. Entegrist hali dinde değişikliği onaylamama halidir: Hareketsizlik (uyumu red), muhafazakârlık (geçmişe dönüş)  ve dogmacılık (taassup, sürtüşme, kavgacılık, uzlaşmama) gibi.

Platon’a göre devlet, bilgi, akıl, erdem, doğruluk gibi değerler üzerine kurulmalıdır. Anayasa monarşi ve demokrasi (özgürlük ve bilgelik) karması olmalıdır. Platon’un siyasi diyalogları üç başlık altında toplanmıştır: Devlet,  Devlet Adamı ve Yasalar. Mülkiyetteki aşırılığın ve eğitimdeki yozlaşmanın yaratacağı yönetime (Timokrasi) ve aileye ilişkin görüşlerini daha sonra Yasalar’da yumuşatmış, sitedeki uyumu bozmayacak kadar herkese bir parça toprak ve belli sayıda  (5040) insanın yaşayacağı site görüşünü savunmuştur.

“Sofokrasi ya da İdeokrasi” (filozof krallık), “Devlet” adlı eserde Platon’un önerdiği bilgeliğin egemen olduğu yönetim tarzıdır. Platon, Devlet’te, şehrin iyi bir koruyucusu olacak kişi için “yaratılışı itibariyle filozof, coşkun ruhlu, atik ve kuvvetli olmalıdır.” demektedir (Kum Saati Yayınları, s. 77)

“Timokrasi” ise askerlerin diktatoryasıdır (güç, otorite, altın, para ve mülkiyet hırsı).

“Demokratizm”, demokrasiye inanan ve ondan hoşlanan insanların yaşam felsefesi, zaman ve mekana göre değişen demokrasi tanımlamasıdır. Demokrasi, çok olanların, haklarını da koruması ve azınlıkların da kendini geliştirecek ortamları sunmasıdır. Yunanca bir sözcük olan demokrasi,  yurttaş topluluğu anlamına gelen “Demos” ile yönetme anlamına gelen “Kratos” sözcüklerinin birleştirmesinden türetilmiştir.

Kratos, Yunanistan’daki 18 yaşın üzerinde binlerce yurttaştan oluşan kitlesel bir açık hava toplantısıydı. “İsegoria” ise mecliste herkesin sahip olduğu söz alma hakkına denirdi. Yunanlılarca demokrasi ile benzer anlamda kullanılmıştır. Meclis toplantıları kurayla seçilmiş 500 kişilik bir kurula “Bule” bölünmüştü. Bu kurulun görev süresi 1 yıldı kurulun üyeleri ise arka arkaya olmamak üzere en fazla iki kez seçilebiliyordu.

“Demokrasi çoğunlukların diktatörlüğüdür.”

(Pierre-Joseph Proudhon)

“Otonomi” kendi yasalarıyla yönetilme, özerklik, “Nomos” yasa demektir. Otonom kendi kendini yönetendir yani özyönetimdir. Halkın kendi kendini yönetimidir. Özerklik karşıtı olan “Heteronomi”  (Yaderklik) ise insanların kendi dışında kurallara göre davranışta bulunduğu bir düzeni, heteronom da yönetileni ifade etmektedir.

Otoriteye dayalı devlet biçimleriyle ilgili eleştiri getiren “Anarşizm” (Yöneticisiz Toplum) ve “Anarko Komünizm” (Komünalizm) de eşitlik ve özgürlük temelinde otoriter topluma karşı farklı bakış açılarıyla ön plana çıkmakta.

Anarşizm düşüncesinin başlıca teorisyenleri, Pierre-Joseph Proudhon, William Godwin, Mihail Bakunin, Pyotr Alekseyeviç Kropotkin ve Errico Malatesta sayılabilir. Bunlardan biri olan Rus devrimci ve kolektivist anarşizm kuramcısı Bakunin, “Eğer şimdiye kadar çıkarlar asla ve hiçbir yerde karşılıklı uyuşmaya erişememişse, bu suç, çoğunluğun çıkarlarını ayrıcalıklı bir azınlığın yararına kurban eden devlete aittir.” demekteydi (Tanrı ve Devlet, Belge Yayınları, 2. Baskı, 2013, 285).

Anarşist felsefenin ilk temsilcisi, Platon’un “Devlet”ine karşılık, özgür bir topluluk fikrini öne süren Stoa felsefesinin kurucusu Kıbrıslı Zenon’du. Anarşizmi ilk sistematik hale getiren İngiliz filozof “William Godwin”dir.

Kendini “anarşist” olarak adlandıran ilk kişi ise “Pierre-Joseph Proudhon”dur. Anarşizmi kendi kendini idare eden fertlerin yönetim şekli olarak tanımlar.

Proudhon’a göre, iktidarların birbirine karşıt iki ilkesi vardır: Otorite ve özgürlük. “Federasyon” kendi kendini yöneten, karşılıklı güvene dayanan anlaşmalar ve kuvvetler ayrılığı prensibine göre düzenlenmiş evrensel oy hakkı ve eşitlik temelinde birliklerdir.  İlk anarşist düşünür olmasına rağmen 4 iktidar çeşidi sayar, hükümet sistemleri ve siyasal yapıları otoriter ve özgürlükçü rejimler olmak üzere ikiye ayırır: Otoriter rejimler Krallık-Aristokrasi ve Komünizm “Panarşi”. Özgürlükçü rejimler Demokrasi ve Anarşi “Self-Goverment”.

“Federasyon İlkesi”nde, “Özgürlük fikrinin güçlü cazibesine rağmen, ne anarşi ne demokrasi, hiçbir yerde fikirlerindeki çeşitliliği ve bütünlüğü koruyarak örgütlenememişlerdir.” demektedir. (Öteki Yayınevi, 1. Baskı, 2014, s.31)

Demokratik iktidarı özgür katılım ve muvafakat ile gerçekleşir görüyor. Sözleşmeden doğan toplumu, otoriter, ataerkil, monarşik ve komünist devletin karşısında saflaştırır Proudhon. Anarşi idealinin akıbetini ise ilke, yasallık ve ahlaki ölçülerine rağmen bunları koruyamayan sonsuz bir arzu “Desiderato” durumuna düşmüşlük, mahkumiyet olarak görür.

“Özgürlükçü Sosyalizm” yanlısı olan  “Murray Bookchin” anarşizmle toplumsal ekolojiyi sentezleyerek “Özgürlükçü Yerel Yönetim” kavramını ortaya atmıştı. Bookchin, doğanın kültürel evrimini “Organik Toplum” ve “Hıyerarşik Toplum” olarak ikiye ayırmaktadır. İlki eşitlikçi, sembiyotik insan topluluklarını da içeren yapı, ikinci tür emir ve itaat sistemini kurumsallaştıran ekonomik sınıflar ve bürokrasinin yeraldığı yapıdır.

“Noam Chomsky” “Eşitlik olmadan demokrasi olmaz.” görüşünü savunmakta, Ellen Meiksins Wood” ise “Kapitalizmle demokrasi bağdaşmaz.” demektedirler. Günümüzde sanayi toplumunun gelişmesiyle beraber “Yeşil Siyaset” ya da “Politik Ekoloji” de şiddet karşıtı, katılımcı ve toplumsal adaleti savunan, çevreci amaçlara değer veren bir görüş olarak ortaya çıktı. Seksizm ve savaş karşıtlarını da içine alan bu hareket 1979’da Almanya’da kurulan Yeşiller Partisi ile Avrupa’da varlığından sözettiriyor…

“Mülkiyet hırsızlıktır!” der Proudhon, ve “İktidar kirletir, mutlak iktidar mutlaka kirletir.” der Bakunin de. Anarşistler ve komünistler için mülkiyet ya da devlet bir özgürlük sorunudur da.

Bakunin, “Sosyalizm olmaksızın özgürlük ayrıcalık ve haksızlıktır. Özgürlük olmaksızın sosyalizm kölelik ve şiddettir.” derken,  Bakunin destekçisi İtalyan Anarşist “Carlo Cafiero” ise “Bir kimse komünist olmadan anarşist olamaz, çünkü anarşi ve komünizm devrimin iki asıl ilkesidir.” demişti.

“Demarşi ya da Sınırlı Demokrasi”, otorite ve iktidarların halka karşı yetkilerini sınırsız kullanamadığı bir demokrasi şeklini ifade etmektedir. Eski Yunan’da “Demarchia” şehir yönetimi anlamına gelmekteydi.

Bazı ayrıcalıklı yönetim biçimleri: Poliarşi, plütokrasi, meritokrasi, mediokrasi, kritarşi, talassokrasi, stratokrasi, androkrasi, gerontokrasi ve idiokrasi olarak sayılabilir.  “Poliarşi”, elitlerin egemen olduğu sanayi toplumlarını ifade eder. “Plütokrasi”, zenginlerin yönetici kesimi oluşturdukları zengin egemen siyasal yapıdır. Meritokrasi”, kısaca liyakat düzeni,  yönetim gücünün, kişilerin bireysel üstünlüğüne ve yeteneğine yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir. Kişiler görevlere eğitim ve kapasiteleri temel alınarak atanırlar. “Kritarşi” yargıçların “Talassokrasi”  deniz kuvvetinin  “Stratokrasi” askerlerin liderlik konumunda olduğu bir yönetim şeklidir. “Mediokrasi” vasat, ortalama kişilerin yükseldiği yönetimdir. Katı hıyerarşik kıdemci düzendir. “Androkrasi ya da Fallokrasi” erkeklerin egemen oldukları (patriyarkal)  toplumsal düzeni ifade eder. “Gerontokrasi” yaş hıyerarşisine dayalı yönetim biçimi,  İdiokrasi” ise, geri zekalıların egemen olduğu toplumsal düzendir.

Alman filozof “Christian Wolff”a göre “Siyaset Felsefesi” insanı toplu halde ve yerleşik düzene geçmiş bir konum içinde yaşayan varlık olarak ele alan felsefe disiplinidir. Çoğunlukçu ve eşitlikçi adalet fikrini savunan ABD’li filozof “John Rawls”ın temel eseri  A Theory of Justice  (Bir Adalet Kuramı) 20.yüzyılın siyaset felsefesi alanında hazırlanmış en önemli kitap olarak görülmektedir.

Rawls, ABD ve Kanada mahkemelerinde sıklıkla alıntı yapılan ve ABD ile Birleşik Krallık politikacılarının siyaset felsefesi alanında en çok atıfta bulunduğu filozoftu. Toplumsal adalet ilkesini savunan Rawls, “Toplumun refahı, en kötü durumdaki bireyinin durumundan daha iyi değildir” der ve toplumsal eşitsizliklerin toplumda dezavantajlı durumdakilerin yararı gözetilerek çözümlenmesini önerir…

Romalıların otorite kabul ettiği yüksek nitelik ve sahibi olan kişi,  “Primus İnter Pares” (Eşitlerin Birincisi) olarak ifade ediliyordu. Ortaçağ Fransasında bütün soylular yani derebeyleri (senyör)  eşitti.  Kral da bir senyördü ama eşitlerin arasında birinci idi.  Vasal ile senyör arasında birinin toprak kullanma diğerinin asker sağlama hakkı kazandığı “Fief” sözleşmesi yapılıyordu. Böylece feodal düzende vasallar da soyluluk ünvanı kazanıyordu…

Fransa İhtilali’nden önce toprakların 2/3’ü kilise (ruhban sınıfı) ve soylulara (asiller) aitti. Basını kral denetlerdi.16.Louis ‘in yönetiminde Hollanda ve Polonya kaybedilmiş, imparatorluk zayıflamıştı. Buna karşılık kral ve ailesi lüks ve israf içinde yaşamaktadır.

Fransa kral ve aristokrasi yanlısı “Jironden” ve aşırı cumhuriyetçiler “Jacoben” arasında keskin mücadelelere sahne oldu. Ancak etkili ama kısa süren devrim her iki tarafın sonunu da giyotinle noktalamıştı. Birisi de “Georges Jacques Danton”du…

“Halkın tehlikeli tek düşmanı var o da hükümettir.”

(Georges Jacques Danton)

İlkçağlardan bu yana ideal devlet aristokrasi yanlısıydı (Platon, Aristo, Cicero). Aristokrasinin özü ise bilgelikti.

Ortaçağın din temelli (teolojik) felsefesi de Aristo’nun Poetika’sını esas alır ve bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır düşüncesinden yola çıkarak akıl yoluyla gelen eleştirileri çürütmeye çalışır (düz mantık). Dinsel kaidelerin tartışılmazlığı desteklenir.

“Deux Glavies” (Çifte kılıç kuramı ya da iki kılıç kuramı), düşüncesine göre iktidar dünyevi ve ruhani iktidar olarak ikiye ayrılmaktadır. I.Gelasius, 492-496 yılları arasında papalık döneminde çifte kılıç kuramını ortaya atarak tinsel (ruhsal) kılıcın devletten (hükümdardan) daha üstün olmasını savunmuştur. Bu görüşe göre iktidarın kaynağı da sorgulanamaz şekilde kilise sayılıyordu. Tinsel kılıcın üstün olmasını savunan İngiliz din adamı “Johannes Parvus” papalığa boyun eğmeyen kralların tiranlaştığını söylemiştir. Papa III.İnnocentus ise şöyle diyordu: “Krallar beden üzerinde iktidar sahibidir, papazlar ise ruh üzerinde. Ruh bedenden ne kadar değerli ise papalık da krallardan o kadar değerlidir.  Hiçbir kral İsa’nın vekiline kendini adayarak hizmet etmediği sürece doğru bir hükümranlık süremez.”

“Thomas Hobbes” 1651’de yazmış olduğu kitapta Tanrı’ya dayanan iktidar ya da en yüksek iktidarı Tevrat ve İncil’de de geçen su canavarı Leviathan’a benzetmişti. “Leviathan” bir kralı temsil ediyordu. Devin bir elinde kılıç, bir elinde de başpiskoposluk sembolü bulunmaktaydı.  Kılıç,  toplumsal sözleşmeyle ortaya çıkan güvenlik ihtiyaç ve yararını meşale ise aydınlanma’yı (aydın despot) temsil ediyordu. Seküler ve maneviyatın egemenlik içindeki birliğini yansıtan her iki tarafın sembollerini tutan gövdenin yapısı da bir vatandaşlar topluluğu olan “Commonwealt” (Devlet) figürünü sembolize ediyordu.

Rönesansla beraber seküler (laik)  gelişmeler, ulusal monarklar ve reform hareketi kilise otoritesini derinden sarstı. Bunun yanında 1524’te “Alman Köylüler Savaşı” ve “Thomas Müntzer”in başını çektiği ayaklanmalar da politik ve dinsel baskıya karşı eşitlikçi toplum arayışının mücadele sembollerinden oldu. Hazırladığı 12 maddelik bildirgede Müntzer, “Efendilerin el koyduğu topraklar komüne iade edilmedir.” diyordu.  Friedrich Engels’e göre köylülerin diliyle konuşan bir devrimcidir Müntzer.

Ayaklanmalar tarihinin ilk büyük önderi “Spartaküs”tür. Onun önemi Roma Cumhuriyetine karşı ilk büyük köle ayaklanması olmasında yatıyor.  Trakyalı Spartaküs Güneş Şehri ütopyasında Thurium’u başkent yaparak bir liman şehrine çevirir. Amacı “Likurgos” (Lycurgue) gibi Sparta’daki kanunları uygulayabileceği örnek bir devlet kurmaktı. Spartaküs kenti 9 kişilik temsilciler meclisi ile yönetiyordu. Güneş Şehri anayasasının ilk maddesi kölelik ve köle ticaretini yasaklamıştı. Kadın ve erkekler eşitti.   Yasaları kil ve gümüş tabaklar üstüne 3 ayrı dilde (Germen, Trakya ve Yunan) yazdırıp Latince olarak kent meydanına astırıyordu. Thurium’da altın ve gümüş kullanımını yasaklamıştı. Para yerine mal değiş tokuşu yapılıyordu. Her grup kendi toprağını kendi işlerken, hayvan ve ürünler merkezdeki yönetime aktarılıyordu.

Tarihin bilinen ilk büyük eşitsizlik ayaklanmasına Spartaküs önderlik etmişti ancak Aristonikos’un ayaklanması Spartaküs’ten önceki en büyük ayaklanmadır.  Bergama kralı III.Attalos ölünce Romalılar Bargama’nın varisi olduklarını öne sürmüşlerdi. “Aristonikos” ve kardeşi buna karşı çıkmışlar, köle ile serflere özgürlük ve eşitlik vaat etmişlerdi.   “Heliopolis” (Güneş Şehri) kurulacak burada kardeşlik içinde yaşanacaktı. Düşüncelerinin temeli “Kymeli Blassius”a dayanıyordu. Blassius stoacı bir düşünürdü ve toprak reformu yapmak isterken öldürülen Tiberius Gracchus’u desteklemişti. 1.Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki Marksistler de kurdukları siyasi birliğe “Spartakusbund” (Spartaküs hizip) adını vermişlerdi.  Bu birlik daha sonra Alman Komünist Partisi’ne dönüşmüştü.

 “Anaksimander ya da Anaksimandros”  (MÖ. 610-546) öğretilerini kaleme almış ilk filozoftur. Öğretmeni Thales’in suyu doğanın ana maddesi görmesini karşılık “Aperion” (Sonsuzluk) ilkesini ortaya atmıştır. Evrene farklı gözle bakıp inceleyen ilk kişidir.  Ona göre dünya boşlukta sallanan bir silindirdi.

15 ve 16.Yy’da  insanlık, keşifler, bilimsel yenilikler ve düşünce dünyasında gelişmelere tanık olurken Giordano Brunove “Galileo Galilei” gibi bilim insanları  Hristiyanlık‘a aykırı gelen düşüncelerinden dolayı dinci dogmatizmin tepkisiyle karşılaştı. Sapkın ilan edilen Bruno yakıldı, Galileo ise ömür boyu hapse mahkum edilmişti. Galileo, “Kuşku bilimin babasıdır” diyordu. Yakılan Bruno’dan ortaçağ karanlığına yayılan ışık ise şu sözlerle parlıyor: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”

Ta ki “Hümanizm” (İnsancıllık) temelli aydınlanma düşüncesi gelişene kadar. Hümanizme, dinin ve ahiretin değil dünyanın ve insanın yetilerine öncelik tanınana kadar.

Bu düşünce özgürlükçülük, akılcılık ve evrenselcilik gibi temel ilkelere dayalıdır. Aydınlıkçı düşünce, mistisizm ve gizemcilik yerine de bilim ve şüpheciliği (asıl yaratıcılığın kaynağı) temel almaktaydı. Thales, Xenophes, Anaksagaros, Perikles, Protagaros,  Demokritos, Desiderius Erasmus’un daha sonra da Thomas More, Rabelais, Montaigne, Shakespeare gibi isimlerin hümanist düşünceye büyük katkıları oldu.

17.Yy’da din temelli tartışmaların yerini Avrupa’da ideolojik tartışmalar siyaset ve din ayrışmaları “Büyük Kopuş ya da Great Schism” almıştır. Savaş ve devrim, sosyal adalet, sınıfsal ayrılıklar ve milli kimlikler…

Kilise sezgi ve tefekkür yoluyla kazandığını iddia ettiği bilgiyi de (gnostisizm) tekeline almıştır. Sekter dinsel yapı farklı düşünce ve her türlü şüpheciliği sapkınlıkla suçlar. Buna karşılık iktidar ortaklığı kilise ve kale sahibi (hükümdarlar) arasında paylaşılmaktaydı. Bu ikisi arasında yüzyıllarca süren yetki savaşı ve rekabette halkın payına düşen ise sadece kölelik ve yoksulluktu. Bilgi halk için Ezoterik (içrek) yani dışa kapalıydı. “Johann Christoph Friedrich von Schiller” Alman hükümdarları arasında en açık fikirli ve sanatsever olarak bilinen düka “Prens Holstein-Augustenburg” a yolladığı mektuplardan birisinde (10.mektup) şunları yazmaktadır: “Gerçeğin dışına çıkmaya cesaret edemeyen asla hakikati elde tutamaz.” (Estetik Üzerine, Kaknüs Yayınları, 1 Baskı, 1999, s.44)

Kilise o zamana kadar yer merkezli (geosentrik) görüşün doğru olduğunu ileri sürüyordu dünyanın sabit,  gezegenlerin (gökcisimlerinin) ise onun etrafında döndüğünü iddia ediyorlardı. Bu inanış 17.Yy’a kadar sürdü.

“Yine de dönüyor!”

(Galileo Galilei)

17.Yy’da Galileo Galilei, günmerkezlilik görüşüne güçlü destek vererek Roma Katolik Kilisesi‘ne karşı çıkmıştır. “Nikolas Kopernik”in savunduğu “Helyosentrik” (Güneş Merkezli) dünya görüşü ise yerküre ve diğer gezegenlerin güneş çevresinde, dünyanın kendi ekseninde döndüğünü savunuyordu Rönesans sonrası Avrupa’da Kopernik’le başlayıp Kepler, Galileo ve Newton’la devam eden bilimsel devrim 17.Yy’da doruğa ulaştı.

Bunların tartışılmaya başlanması bile Aydınlanma ışığının parlayışına etken olur. Dinde “Reformasyon” (Yenilik) dönemine girilir. Çağa damgasını vuran ise heretik düşünceler ve laiklik kavramıydı. Papalık ya da ruhban karşılığı (antiklerikal) fikirler filizleniyordu.

Eski Yunanca “Laizos” yani laik, kilise dışı rahiplerden başkası anlamına gelir. Aydınlanmacı devlet görüşünün temeli “John Locke” ile “Jean Jacques Rousseau”nun liberal ve toplumsal sözleşmedeki görüşlerinden oluşur. Buna göre, akıl özgür olmalıdır, toplumsal yaşama öncelik verilmelidir, devlet organik kutsal varlık olarak kabul edilemez, devlet esası birey haklarını korumalıdır…

Rousseau, “Bir halk boyunduruktan erken kurtulduğu sürece iyiyi yapmış olur. Toplumsal düzen uzlaşma üstüne kurulmuştur. Özgürlükten vazgeçmek, insan olma özelliğinden, insan haklarından,  dahası ödevlerinden vazgeçmektir. Bir çoğunluğu boyunduruk altına almakla, bir toplumu gözetmek arasında her zaman büyük fark vardır. Sayıları ne olursa olsun, dağınık halde yaşayan insanlar, art arda bir kişinin sultası altına girdiler mi, bence artık ortada bir halk ve onun lideri değil, bir efendi ve köleleri var demektir; belki bir kütleden sözedilebilir ancak, bir toplumdan değil; ortada ne kamu yararı, ne de siyasal bir yapı vardır çünkü.” demektedir.  (Toplum Sözleşmesi, Oda yayınları, 2008, 1. Basım, s. 8-13-16)

TAMER UYSAL

-DEVAM EDECEK-

POLİTİK SİSTEM VE SEÇİM (1)

 

tamer uysal “Condito sine qua non” ya da “Sine qua non” “Olmazsa Olmaz” anlamına gelen Latince bir deyim.

“Maurice Duverger” siyaset bilimine önemli katkılar yapmış bir hukukçu, anayasa hukuku uzmanı…

Anayasa tartışmalarının yapıldığı şu günlerde okul yıllarında hukuk derslerindeki hocalarımızın sık sık referans aldığı siyasi tartışmalarda da sık sık adı geçen bir isim olduğu için Maurice Duverger ‘i bu yazı konusunun da olmazsa olmazı olarak başa aldım.

Parti sistemleri ve seçim rejiminin birbirinden ayrılmadığını ifade eden Duverger, 1974 yılında yazdığı kitapta net bir başlık kullanmıştı: “Seçimle Gelen Krallar”

ABD dahil egemen partili sistemleri ve kuvvetler ayrımının olduğu ülkeleri bile eleştiren Duverger anayasa değişikliği ile getirilmek istenen Türk Tipi Başkanlık için ne derdi acaba?

Maurice Duverger, “Hukukun kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.” diyordu.

Başlıkla söz konuyu özetliyor…

Bir iki ufak hatırlatmalarla girelim başkanlık meselesine…

12 Haziran 1776 Virginia Haklar Bildirgesi’nde benimsenen önemli ilke yasama, yürütme ve yargı organlarını birbirinden ayıran kuvvetler ayrılığı ilkesidir. 15 Aralık 1791’de yayınlanan “Haklar Bildirgesi”nin 1787’de ABD Anayasasından sonra getirilen birey haklarını güvence altına alan 10 ek maddesiyle de eyaletlerde daha önce olan uygulamalar sınırlandırılmış.

28 Ağustos 1789’da Fransız Devrimi’nin ardından ulusal mecliste kabul edilen “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” Fransız anayasasının da özü.  İnsanların özgür ve eşit olduğunu, zulme karşı direnme ve mutlak egemenliğin millete dayalı olduğu ve din, sosyal inanç sebebiyle hiçbir kimsenin kınanamayacağını ifade eder.  Toplam 17 madde. Bu bildirgedeki 16. Maddeye dikkat. Diyor ki bu madde de, “Hakların güvence altına alınmadığı ve güçler ayrılığının belirlenmediği bir toplumun anayasası yoktur.”

Anayasal cumhuriyet, devlet yönetiminin anayasaya dayanmasını ifade eder.  Devlet iktidarını sınırlandıran ve kişi haklarını güvence altına alan durum da budur.

Fransız devriminin idealleri özgürlük eşitlik ve kardeşlikti. Tiers etat (3.sınıf) yani soylu ve kilise dışındaki tabaka da, 1789’da ilan edilen bildirgeyle hak ve özgürlük kazanmış oluyordu.

İlk eseri konuşmalarda cumhuriyeti amaçlarken “Prens”te (Hükümdar) olağanüstü yönetim biçimi olarak devlet için dini ve yasaları araç olarak gören ve monarşiyi öven Niccolo Machiavelli bakın ne diyor:

 “Bilge bir insan olduğu izlenimi bırakan bir hükümdarın, ülkesinde öyle bilinmiş olmasının onun doğasından kaynaklanmadığını, çevresindeki danışmanlarına dayalı olduğunu söyleyenler kesinlikle yanılırlar. Çünkü kendisi bilge olmayan bir hükümdarın iyi danışmanlara sahip olamayacağı genel ve şaşmaz bir kuraldır. Eğer akıllı değilse öğütleri bir araya getirip bir bireşime varamayacaktır.” (S.91, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5.Baskı, 2011)

Bir elin nesi var, iki elin sesi var “Machiavelli” bile böyle diyorsa !

Tiranlara yön gösterdiği için Machiavelli’yi eleştirenlerden biri de Fransız tarihçi Jean Bodin’dir.  1576’da yayınladığı “Devletin Altı Kitabı”nda mezhep kavgalarının son bulması için kralın yetkilerinin arttırılmasını ister…

Jean Bodin iktidar ve egemenliği kanunca kısıtlanmayan manasına gelen Souveraineté” sözcüğünü ortaya atmıştır.

Kendisi bir burjuva olan Bodin, burjuvazinin görüşlerini benimser. Tiranların öldürülmesini savunup  anarşiyi  destekledikleri için monarkomakları eleştiriyordu. Oysa mezhep kavgalarından muzdarip olan monarkomaklar Fransa’daki din savaşlarına bir son vermek istiyor, Fransa’nın da milli birliğinin oluşmasını savunuyorlardı.

Bu kısa tarihi hatırlatmalardan sonra gelelim şu bizim başkanlık meselesine…

80’lerde öğrenci olduğumuz yıllarda ilk sınıfta okuduğumuz derslerden birisi idi ve o zaman ders kitabımız Prof. Dr. Esat Çam’ın yazdığı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden yayınlanan bir kitaptı: “Siyaset Bilimine Giriş”.  Bendeki  1981 baskısı.

İletişim Fakülteleri’nin birinci sınıfında hala aynı isimle okutulur mu bu ders, aynı kitap okutur mu bilmem. Hazine değerinde bir kitaptır. Bendekinin arada sayfalarını çevirip çevirip göz atarım.

Kitapta çağdaş siyasal rejimler 3 başlık altında sıralanıyor: Parlamenter rejimler (Çift ve çok partili rejimler), ABD Başkanlık rejimi ile SSCB tipi Totaliter rejim şeklinde…

Çift partili siyasal rejimlere İngiltere’yi,  çok partili siyasal rejimlere Fransa’yı örnek veren Esat hoca Başkanlık rejimini ise şöyle değerlendiriyor:

“Başkanlık rejiminin değerlendirilmesinde gözetilmesi gereken bir husus bu rejimin Amerika’ya özgü oluşudur. Başkanlık rejimi teorik olarak Latin Amerika ülkelerinde de görülebilmekle beraber gerçekte seçmenlerin fikirlerinden çok askerlerin hakimiyetinin kişilere bağlı olması nedeniyle yürümemektedir.  Partiler kök salamamakta ve darbelere zemin bulunmaktadır.  Başkan parlamentoya hakim olmakta ve yarı diktatör bir rejime dönüşmektedir.” (s. 463)

SSCB’yi ise “Demokratik merkeziyetçilik” ilkesine dayanan bir ülke olarak ele alan Esat hoca,  SSCB’nin tek parti ve devlet organları tarafından yönetildiğini ifade ederek, “Komünizm sınıfların ortadan kalkmasıyla gereksiz olan baskıcı aygıtın (devletin)  yok olmasını, onun yerine özgür işçiler toplumunun geçmesini öngörür.” (s.547)

Ben de V.İ.Lenin ve K.Marx’tan bu konuyla ilgili birer örnek söz vereyim mi?

Marx, “Devlet biçimleri ‘devletin özgürlüğünü’ kısıtladıkları ölçüde özgür sayılırlar.” derken, Lenin, “Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır.” demektedir…

Sonra da Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın durumlarına geçiyor Esat hoca…

Mussolini İtalya’sında ve Hitler Almanyası’nda millet meclislerinin devlet şefi  (Duce ile Fuhrer) karşısında hiçbir bağımsızlığa sahip olmadığını ifade ediyor (s. 460). Mutlak monarşiden farklarının işlevleri karışık ıvır zıvır bir sürü ama sonuçta hepsi de liderin direktifleriyle hareket eden organdan ibaret olduklarını belirtiyor.

Faşist devletlerde güçler ayrımı göreceli ve görünüştedir. Mutlak monarşide güçlerin mutlak birliği söz konusudur.

Esat hocanın kitaptaki özeti bunlardan ibaret…

Okul biteli neredeyse 40 sene geçmiş. Bunca sene sonra temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp öne sürülen “Başkanlık Sistemi” de ne ola ki. Yeni zuhur etmiş bir şey mi? Hayır. Çam’ın söz ettiklerinden pek farklı şey yok.

ABD’deki Başkanlık Sistemi öyle de, ya buradaki…

O ise ne? O kimine göre tam bir muamma bilene göre tam bir çakma…

Hukuk sistemine,  iktidar veya sosyal bilimlere ilişkin ne yazık ki hiçbir kuram, hiçbir özgün deneyi olmayan devletin, hükümetin uyduruk başkanlık tipinin adı “Türk Tipi Başkanlık Sistemi”…

Bu model diye lanse edilen şeyin oylanması aklın alabileceği bir şey değil zaten…

Cumhuriyet nedir, tekrar tanımlayalım mı?

Cumhuriyet, “İktidarın belli bir süreliğine, belirlenmiş yetkilerle, halk tarafından seçildiği devlet yönetimidir.”

Belli süreliğine… diyor, belli süreliğine… Türk Tipi hangisine uyuyor?

Cumhuriyet’deki “Cumhur” toplum anlamına geliyor. Demek ki cumhuriyet de topluluk, bir araya gelerek oluşmuş topluluk gibi anlamlara geliyor…

Son yıllarda bizim siyasi literatüre sembolik cumhurbaşkanlığı yanında bir de “Etkin Cumhurbaşkanı” (Yarı Başkanlık) da girmiş. Aslında hikâyesi uzun. Yarı başkanın yetkileri geniş. Bize yabancı olmayan “Partili Cumhurbaşkanı” ise 1930’lar ve 1940’lar M.Kemal ve İsmet İnönü döneminde, Tek partili Türkiye’de uygulanmış.

Ama bak, “Tek Partili Türkiye”sinde…

Kuvvetler birliğine dayanan bu sistem, parti başkanının yasama yetkisinin  de olduğu devlet başkanlığı biçimini ifade ediyor…

Hatırlatalım, “Korkak insan özgürlüğün fırtınalı denizi yerine despotluğu tercih eder.” 
demiş Thomas Jefferson…

Thomas Jefferson ve  John  Adams’ın Amerikan Anayasası yapım sürecinde katkılarının büyük olduğu bilinir.

Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi 4 Temmuz 1776’da ilan edilmiştir. Büyük bölümünün yine Jefferson tarafından kaleme aldığı bilinmekte. 13 Amerikan kolonisinin  Büyük Britanya’dan  bağımsızlık elde ettiğini  ilan eden bu belgeye göre, doğal haklar, yaşama hakkı, hürriyet hakkı ve mutlu bir yaşam arayışı insanların en temel hakları olarak sayılmışlardır.  Jefferson şöyle diyor: “Yürütme kuvveti hükümetimizde benim özen gösterdiğim tek ve en temel konu değildir. Şimdiki durumda yasa koyucuların tiranlığı en korkunç tehlikedir.”

Biraz daha açalım bu konuyu. Başkanlık sisteminin bilinen tanımını yapalım…

Başkanlık rejimi, başkanın ve parlamentonun seçimle işbaşına gelip başkanın olağanüstü yetkili olduğu ancak yasama, yargı ve yürütmenin birbirinden bağımsız olduğu bir yönetim şeklidir…

Devletin iskeletini üç ayak oluşturuyor.  Üç ana kuvvete (organa) dayanan sistem,  Yasama (Kongre), Yürütme (ABD Başkanı) ve Yargı (Yüksek Mahkeme)’den oluşuyor…

Amerikalılar Yüksek mahkeme’ye “Supreme Court” diyorlar. Supreme Court, son başvuru makamıdır.

ABD Anayasası Birleşik Devletler’in en üstün hukuk kaynağı.  Ve ABD Anayasası siyaset kültürünün merkezindeki en eski anayasa…

ABD Başkanlık Sistemi’nin yönetim yapısı da 3 ayaklı… Bunlar Federal hükümet; Başkan, Başkan Yardımcısı ve Kabine.

Ordu teşkilatı başkana bağlı. Federal devletin yasaları eyaletinkilerden (federe devletlerden) üstün. ABD Silahlı Kuvvetler’i federe devlete müdahale edebiliyor. Eyaletlerin polis teşkilatı bulunuyor.

Başkan 4 yıllığına üst üste iki kez seçilebiliyor. Fakat seçim kaybettikten sonra üst üste bir daha seçim kazananı yok. Yeniden seçilen de yok. Bir istisna hariç. O da paternalist biri, Grover Cleveland”dır.

Şöyle diyormuş Cleveland: “Paternalizme halkın inandırılmaması gerekir. Halka paternalist amaçlarla yapılacak devlet fonksiyonları dışındaki devlet hizmetlerini desteklemeleri öğretilmelidir.”

Bizde 15 yıldır aynı iktidar…

Federe devletin (eyaletlerin) temsilcileri valiler. Valileri seçen ise yöre halkıdır. Bizde atayan 15 yıllık iktidar…

Başkanlık sistemi başkanın kişiliğine bağlı olarak diktatörlüğe dönüşme riski taşıyor deniyor ya bazı Güney Amerika ülkelerinde işte böyle olmuş.

ABD Anayasası dinin ölçüt olarak kullanılmasını yasaklıyor. Anayasa’nın 6.maddesine göre, “Birleşik Devletler’de herhangi bir görev veya kamu hizmeti için liyakat unsuru olarak bir din sınavı gerekmeyecektir.” deniyor…

Başkanı parlamentonun görevden alma yetkisi yok ABD’de… Ancak kınıyor, buna da “İmpeach” diyormuş Amerikalılar. “İmpeachment”, dedikleri Temsilciler Meclisi’nin bir soruşturması. Yüksek Mahkeme Başkanı senatoya başkanlık ediyor. Senato mahkumiyet kararını 2/3 çoğunlukla verebiliyor sadece. Yani nitelikli çoğunlukla.

İmpeachment ise ABD tarihinde sadece 3 kez vuku bulmuş. 1868’de Andrew Johnson, 1998’de Bill Clinton’la ilgili soruşturmalar beraatla sonuçlanmışlar. 1974’te Richard Nixon soruşturması biraz daha karanlık. O istifa ile sonuçlanmış…

“Allan Lichtman”, ABD başkanlık seçimlerini doğru tahmin eden ünlü bir siyasal tarih profesörü. Lichtman Donald Trump’un mutlaka impeachment yöntemiyle görevinden uzaklaştırılacağını savunuyor…

ABD başkanlık seçimleri “İki Dereceli Seçim”dir. Birinci seçmenler ikinci seçmenleri seçerler. Yani halk milletvekili ve başkanı seçen temsilcileri seçer.

Burada bir parantez açalım…

Fransa’da da senato üyelerini halk seçmez, seçenleri halk seçer. Almanya Cumhurbaşkanı da 2 dereceli oylamayla seçilir. Federal Seçiciler Kurulu  (parlamento üyeleri ve partilerin aday gösterdiği seçiciler) sadece cumhurbaşkanı belirlemek için toplanır.

ABD başkanlık seçimi 4 yılda bir yapılır. Başkan ve başkan yardımcısı seçmek için. Devlet başkanı hükümetin de başıdır.

ABD başkanlık sisteminde Temsilciler Meclisi ve Senato üyeleri her eyalette halk tarafından salt çoğunlukla  (oy çokluğuyla) seçilirler (Louisiana ve Washington’da iki aşamalı seçim sistemiyle).

Temsilciler meclisi seçimlerinde “Dar Bölge Sistemi” uygulanır. Her bölgeden 1 adayın seçilmesi esasına dayanan sistemde nüfusa göre üye toplamı  eyaletlere paylaştırılır.

İki dereceli seçim sisteminin ılımlı ve yetenekli  adayları seçtiği düşünülmekteydi. John Stuart Mill’e göre seçiciler halkın tercihinden farklı olarak  kendi çıkarına uygun  adayı belirlemektedir.

Türkiye’de ise 1946 yılından bu yana seçmenin temsilcisini doğrudan seçtiği “Tek Dereceli Seçim sistemi” uygulanmaktadır. Ne güzel değil mi arada kimse yok.

Bunu da anımsatalım…

Başkan (hükümet) ile Temsilciler Meclisi ayrı seçimlerle yapılır. ABD başkan ve temsilciler seçimi  “Salt Çoğunluk” (yarısının bir fazlası) sistemine dayanır.  Meclis Başkanı ve komisyonların  başkanları çoğunluk partisinden seçilir. Azınlıkta olan partinin meclis kararlarında etkisi olmaz. Çoğunluk parti ile hükümet iki ayrı partide de olabilir.

ABD’de ön seçimlerde “Caucus” denilen siyasal parti üyelerinin bir araya geldiği müzakere toplantıları yapılır. İlk ön seçimin yapıldığı eyalet “New Hampshire”dir. Çünkü küçük bir eyalet olduğundan, başkanla direk ilişki kurmak da mümkün olduğundan kazanacak adayın seçiminde de ipucu vermektedir.

Genelde nüfus yoğun, kentleşmiş ve deniz kıyısındaki eyaletler demokratların çoğunluk olduğu eyaletler, Güney ve iç batı kısımda eyaletler cumhuriyetçilerin çoğunluk sahibi olduğu eyaletlerdir. Amerikalıların “Salıncak Eyalet” dedikleri diğer bölgelerde oylar iki parti arasında gidip gelmektedir.

“Cumhuriyetçi Parti” ekonomik liberal merkez sağ siyaseti savunuyor. Genelde protestanlar ve evangelistler (tutucu ve hristiyanlığı yayma yanlısı protestanlar) tarafından desteklenir. Yani muhafazakâr kesimler tarafından destekleniyor.

“Demokrat Parti”nin pozisyonu merkez soldadır. Merkez sol ve sosyal liberal ideolojiyi izler. Yüksek eğitimli ve göçmen kesimler (tabi zenciler de)  Demokrat Parti’nin savunanları…

ABD Yüksek Mahkemesi bir idari yargı mekanizmasıdır ve en üst temyiz mahkemesidir. Kongre ve eyaletlerin çıkardığı yasaların ABD Anayasasına uygunluğunu denetler. Yasama ve yürütme kararlarını da denetler. Senato’nun önerdiği Başkan’ın atadığı 9 üyeli bir organdır. ABD Yüksek Mahkemesi toplumdaki birleştirici bir güç niteliğindedir.

“Avrupa uluslarında, mahkemeler sadece bireyleri yargılayabilir;  ama Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi,  egemenleri kendi önüne çıkarabilir.” diyor Tocqueville.” (Amerika’da Demokrasi,  İletişim Yayınları,  2016, 1. Baskı, s. 163)

Çift meclisli olan ABD Parlamentosu (Kongresi) toplam 595 üyeden oluşur. Senato üst, Temsilciler Meclisi alt meclistir.

“Gerekli ve Uygun Şart” (Necessary and Proper Clause) Kongre’nin güçleri Anayasa’da sayılanlarla sınırlıdır; tüm diğer güçler eyaletler ve halka aittir ancak bu madde Kongre’ye “belirtilen güçlerin uygulanması için gerekli ve uygun olan her kanunu yapma” yetkisi verir.

“ABD Senatosu” nun her eyaletten seçilen 2’şer olmak üzere toplam 100 üyesi bulunur. Üyelerinin 2/3’ü 2 yılda bir seçimle yenilenir.

Temsilciler Meclisi ise toplam 435 üyelidir. Üyeleri her 2 yılda bir yenilenir. Her eyaletten seçilen üye sayısı eyaletin nüfusuna bağlı olarak değişir ve federal halkı temsil eder.

“Üyeleri her iki yılda bir yenilenir.” cümlesinin üzerinde duralım.

Tocqueville, “Seçimlerin azlığı devleti büyük krizlerle yüzyüze bırakır. Fazlalığı ise hummalı bir galeyana sürükler. Amerikalılar bu iki kötülükten ikincisini tercih ettiler.” diyordu (s. 212)  Amerikalılar yasama organının üyelerinin doğrudan halk tarafından ve kısa süre için atanmasını istemişlerdi…

Hani “Zırt pırt seçime ne gerek var” diyorlar ya…

ABD’de yasa tasarılarını iki mecliste de ayrı ayrı oyluyorlar. Sonucun farklı olması halinde karma komisyonda karara bağlanarak Başkan’a sunuluyor. Başkanın veto (reddetme) yetkisi var.

“Mutlak Veto”da yasa kanunlaşmaz. “Geciktirici Veto”da ise yasa meclisteki 2/3’ü çoğunlukla kabul ediliyor. Başkan bir kanunu en çok 2 defa veto eder (Bütçe ve Kesin Hesap Kanunu’nu ise veto edemez.)

Gelelim bazı organlarına…

“Bütçe ve Yönetim Ofisi”, 1939 yılında kurulan başkana bağlı çalışan bütçeyi hazırlayıp kongreye sunan kuruluş. Fakat Kongre bütçe üstünde oynama yapabiliyor. Ödenek ve vergilerin miktarlarını yeniden düzenleyebiliyor.

“Speaker” yani Temsilciler Meclisi Başkanı ABD siyasi protokolünde 3 numaralı kişidir. Senato ve Temsilciler Meclisi’nin ortak toplantılarına başkanlık eder. Amerikalılar meclis adına konuşan kişiye de speaker derler…

“Select-men”, ABD kentinde idari kuvvetleri elinde bulunduran kişi…

“Charles-Louis Montesquieu”, 1748 yılında yayınlanan  “Yasaların Ruhu Üzerine”de batılı demokratik sistemin temellerini attı.  Kamu hukukuna ve siyaset bilimine “Kuvvetler ayrılığı” ilkesini getirdi.  Gücün gücü sınırladığı ve en iyi hükümet biçimi olarak  “Temsili Cumhuriyet” (Halkın seçtiği hükümet) fikrini ortaya koydu.  “Alexis  de Tocqueville” ise küçük bölgelere de idari özerklik  tanınarak  “Katılımcı Demokrasi”nin yani siyasal özgürlüğün ve demokratik kültürün  geliştirilebileceğini savunmuştur.

Tocqueville “Milli irade, tüm zamanların düzenbazlarının ve tüm çağların  despotlarının  en yaygın şekilde  suistimal ettikleri kelimelerden birisidir.  Amerika’da   halkın egemenliği ilkesi yasalarla ilan edilmiş ve özgürce yazılmış.” derken (a.g.e., s. 78) “Avrupalılar aceleyle  biçimlendirilen bir savaş silahı gibi görür. Amerikalılar sayılarını  görmek ve böylelikle  çoğunluğun ahlaki  etkisini  zayıflatmak için  örgütlenirler. Çoğunluk üzerinde baskı yapmak için uygun argümanları icat eder ve bir araya getirirler. Bu yolla iktidarı  ele geçirme umudu taşırlar.” demekte.  (a.g.e., s. 205)

Hukuk, toplumsal düzene ilişkin güvenlik, özgürlük ve eşitlik sağlayan yazılı kurallar olarak tanımlanır. Doğal haklar ise bireyin doğuştan sahip olduğu devlet tarafından yasaklanmayacak temel haklarıdır. “Friedrich Carl von Savigny” ve “Hugo Grotius”un üzerinde önemle durduğu “Tabii Hukuk” (Lex Naturalis) çağın gereklerine uyan ve dünyanın her yerinde olması gereken hukuktur. Doğal Hukuk, yazılı olmayan ve olması gereken rasyonel hukuktur.

Doğal hukuku sistematize eden “Aquinalı Thomas”,  biçimlendirenler ise Platon, Aristo, Cicero, John Locke, Hugo Grotius,  Thomas Hobbes ve Samuel von Patendorf olmuşlardır…

“Virginia  Haklar Beyannamesi”, 12 Haziran 1776’da Virginia  Kongre üyelerinin oylarıyla kabul edilmişti. George Mason’un kaleme aldığı deklarasyon Amerikan ve Fransız yurttaş hakları  bildirgelerini de etkilemiştir. Bu bildiri doğuştan gelen doğal haklar ve  yetersiz hükümete isyan hakkını da  içeren bir belgeydi.

“Habeas Corpus” yani ihzar müzekkeresi ise bireyin mahkeme huzurunda hazır bulunmasını isteyen  yargısal bir yazılı emirdir. 1679’da İngiltere’de çıkan Habeas Corpus yasasıyla yargıç kararı olmadan hiçbir bireyin gözaltında tutulmayacağına ilişkin bir karar alınmıştı. Bu yasa da sonraki ABD ve Fransız bildirgelerinin de temeli olmuştu…

Getirilen Türk Tipi Başkanlık Sistemi de ne ola ki diye kitapçı raflarına bakındık. RTE Hukuk Başdanışmanı’nın da vardı bir tane. Başkanlıkla ilgili bir kitap yazmış o da altı üstü anca alfabe kitabı kadar kalın bir şey. Tabi onu geçtik. İşimize yarar diye en kalınca olanında karar kıldık.

Almaya karar verdiğimiz kitabın adı “Başkanlık Sistemi” başlıklı olandı. Liberte Yayınları tarafından 2015 yılında ilk baskısı yapılmış. Editörleri, “Murat Aktaş” ve “Bayram Coşkun”.

Bu kitabın ilk başta oylumu cazip gelmişti. Ancak okudukça hacmi kadar tatmin eden bir içeriğe sahip olduğunu da gördüm. Çünkü kesintili, ek bilgisiz ve çok kısa kaynaklar hiçbir zaman tam güvenilir olmaz.

Kitapta ilk dikkatimi çeken isim benim de “Doğu Ergil” oldu. Neden, çünkü diğer yazarlara göre fazla medyatikti. Ergil hocanın ilk dikkatimi celbeden cümlesi de şu olmuştu: “Türkiye’de güçlü merkezi yapının üzerine bir de başkanlık sistemi gelirse güçler birliği iyice kurumlaşır ve yürütmenin denetlenmesi çok zorlaşabilir.” (s. 33)

Türkiye’deki sistem de zaten yönetici elitler egemenliği üzerinden işlemekte değil miydi?

Kesin kuvvetler ayrımı başkanlık sisteminin iyi  işlemesinin  en önemli güvencelerinden bütün notlar bunu işaret ediyor…

Ergil hocaya göre, ABD’deki başkanlık, tüm idari ve siyasi yetkiler ülke çapında paylaşıldığından gereken koordinasyon ihtiyacını karşılamak için var. Ama ülkemizde teklif edilen Türk tipi sistem  yargıçları atamada da başkanı yetkili kılıyor. Kendini denetleyecek kurumun  mensuplarını atamak  başkanı sınırsız  yetki ve sorumsuzluk ile donatmak  demekti. (s.34-33)

“Türkiye’de liderlik tartışmaları geçmişten bugüne kaht-ı ricalle lider egemenliği arasında sıkışmıştır.” (s. 430) diyen kitapta, “Merkezi yönetim, kuvvetler birliği ve güdük sivil (daha doğrusu sivil egemen) toplum ilişkisi kuvvetli, otoriter lider ve merkeziyetçi yönetim tarzını ön plana çıkarmıştır.” demekte Doğu Ergil. (s. 30)

Bu arada kaht-ı rical, istenilen düzeyde yöneticilerin bulunmayışı, mevcutların da bulunduğu koltuğu dolduramayışı, yetersiz görevliler için kullanılan bir sözcüktür…

Kitaba AKP’nin “Anayasa Uzlaşma Komisyonu”nun TBMM’ye sunduğu “Başkanlık  Sistemi Önerisi Tam Metni” de ek olarak konulmuş…

Kitapta yürütmenin başı olan Başkanın görevleri sayılıyor:

İç ve dış siyaseti yürütmek, bakanları atamak ve görevlerine son vermek, TSK’ya başkomutanlık etmek, kamu yöneticilerini atamak, sıkıyönetim ilan etmek, YÖK üyelerinin yarısını seçmek, üniversite rektörlerini seçmek…

Anayasa mahkemesi üyelerinin yarısını, Danıştay üyelerinin yarısını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını,  Hakemler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını seçmek…

Geriye başka ne kaldı ki…

Başkan hakkında, kişisel ya da göreviyle ilgili bir suç işlediği iddiasıyla TBMM üye tamsayısının en az 2/3’sinin vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebilir.

Başkan yardımcısı  başkan seçilenin oy pusulasında  yazılı kişi başkan seçildiği anda  başkan adayı seçilmiş de oluyor.

Başkanlık seçim süresinin 1 yıl ertelenmesine meclis karar verebilecek. Erteleme sebebi kalmamışsa aynı usule göre bu işlem tekrarlanabilir.

Seçilen kişi ömrü vaki oldukça başkan da kalabilir yani…

Kitaptan alıntılara devam edelim…

Madde 5/2: “Seçimden önce ve sonra suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, meclisin kararı olmadıkça tutulanamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.” (s.536, Başkanlık Sistemi Liberte Yayınları, 2015 1.Baskı,  Murat Aktaş, Bayram Coşkun).

Madde 6/3: “Milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, yetkili komisyonun bu durumu tespit eden raporu üzerine Genel Kurulca üye tam sayısının salt çoğunluğunun gizli oyuyla karar verilir.”

İki madde arasında ne büyük çelişki değil mi?

AKP’nin önerisine göre başkan, 40 yaşını dolduran üniversite mezunları arasından 5 artı 5 yıllığına halk tarafından seçilir diyor. Oyların çoğunluğunu alan aday başkan seçilir.

Adaylar ise en az yüzde 5 oranında oy almış siyasi partilerden seçilebilir deniyor. Yani en az 100 bin vatandaşın oyu gerekli…

Ama ne adalet değil mi?

1911’de yazdığı “Siyasi partiler” kitabında “Oligarşinin Tunç Yasası” diye bir kavram ortaya atmıştı  İtalyan sosyal bilimci “Roberto Michels”. Michels’e göre,  iktidar sahipleri çıkarlar gereği iktidarlarını sürdürme eğilimindedirler.

“Max Weber”den de etkilenen Michels, demokrasinin pratikte olanak dışı hale getirildiğini belirterek  seçimlerin halkın oligarşik yapıyı onaylamasından öte geçmediğini  demokrasi ile bürokrasinin hiçbir şekilde uyuşmadığını ortaya koymaktadır.

Toplumda fert sayısı arttıkça bürokrasi güçlenmekte kişi ya da küçük bir grup çıkarına uygun bir yapı ortaya çıkarmaktadır…

Barajlar da bu isteğin belirtisidir bana göre…

“Doğan Avcıoğlu”, 1961 Anayasası’nın ortaya çıkmasında rol oynayan tam bağımsızlıktan yana devrimci bir siyaset adamıydı.   Çok ilginç tespitleri ve kanıtları vardı…

Kalın kalın da kitapları vardır.

Bunlardan birisinde, “Türkiye’nin Düzeni”nde (Tekin Yayınevi, 2001) Avcıoğlu, “Jacques Lambert”in “Latin Amerika”  adlı incelemesinden alıntı yaparak şöyle demiştir: “Genel oya dayanan politik demokrasi tek başına ilkel toplulukları hızla değiştirmekte aciz kalmaktadır. Çünkü ağalık (casiquisme) ve büyük arazi mülkiyeti (latifundias) düzeni seçmenleri bağımlı tutmaktadır. Ancak bildiğimiz nokta seçim sandıklarından çıkan oyların büyük kısmının seçmenlerin kendi tercihlerinin sonucu olmadığıdır. Bu sebepten Türkiye’de seçim kazanmayı milli iradenin pırıltılı bir belirtisi saymak için halk henüz gerekli siyasi bilinçlenme seviyesine gelmiş olmaktan uzaktır.”

Türkiye’de de merkezileşmiş bir nüfus (ya da sanayi toplumu) var mı? Sanmam…

Çoğunlukla tercihler de, kır kentli ya da göçmen seçmen kitlesinin oluşturduğu sandıktan çıkan oylarla belirleniyor. Kapalı bölgeler; Karadeniz,  İç ve Doğu Anadolu gibi.

Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Tam tersine bahsettiğim eğitimli kır nüfusu, kentlere yığılmamış ama üreten ama sorgulayabilen de nitelikli nüfusa olan ihtiyacımızdır…

Ne diyordu İsmail Hakkı Tonguç: “Demokrasinin iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı… Topraksızı topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklikler ister. Bu zor demokrasidir ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir. Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş sayılır. Bu, oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz de demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler göreceğiz daha… “

Ne demişti ABD’li Sosyolog ve Eğitim Bilimci John Dewey, “Yönetilenler ve oy verenler eğitimli olmadığı sürece seçimle işbaşına gelen hükümet başarılı olamaz.”

Değil mi?

Bu konuyu açalım biraz…

Fransız tarihçi Lucien Febvre “İnsan yoktur, onu grup yönetir.” der. Alman siyaset felsefecisi  “Axel Honneth” ise toplumda “Kabul Görme”nin (recognition)  3 biçimi olduğunu söylüyor. Sevgi, haklar ve dayanışma…

Honneth’e göre, aile sevgi’nin, sivil toplum hak ve hukukun, devlet ise dayanışmanın temelidir.  3 sütuna oturur: Özgüven, özsaygı ve onur…

Irk, etnisite, cinsiyet, sınıf gibi çatışmalar aslında güdülenmiş kabul görme mücadelesidir…

“Glokalleşme” (Yetki Paylaşımı) , özerk yerel yönetimlerin merkezle birlikte yönetmesini ifade eder.

Oysa günümüzde yerelleşmeden anlaşılan ne midir?

Küreyelleşme yani yerel yönleri güçlendirip dışa saçılma siyaseti. Küre-Yerelleşme şubelere yetki aktarımıdır…

“Tefrik-i Vezaif”, görevler ayrımını ifade ederken, “Tevsii Mezuniyet” (Yetki Genişliği) kavramı yerel (taşra) birimlerinin merkeze bağlı olarak, merkezin denetimi altında görev yürütebilmelerini ifade etmektedir.1982 Anayasası’nın 126’ncı maddesine göre Türkiye’de illerin idaresi bu esasa dayanıyordu…

Bilhassa 90 sonrası “Demokratik Kitle Örgütü” (DKÖ) yerine iktidar mücadelesini grup çıkarına indirgeyici bir kavram olarak “Sivil Toplum Kuruluşu” (STK) kullanılmaya başlanmıştı. Sosyal devlet anlayışının terk edilmesinden sonra boşluk üçüncü sektör denen STK’larla doldurulmaya, kamusal alan da bu doğrultuda işlev kazanmaya başladı.  Bunun sonuçlarından birisi de “Deregülasyon” yani kamusal alanın daraltılmasıydı.  Böylece “İnterpellation” yani belli bir ideolojiye mensup sınıfları aynı siyasal projeye yönlendirme (Paralojizm) özellikle STK’lar aracılığıyla yapılmaktaydı…

Yerinden yönetim” iki türlü gerçekleşmekte.

“İdari Yerinden Yönetim” hizmet yönünden yerinden yönetimdir. Belediyeler,  köyler ve il özel idareleri gibi.

“Siyasi Yerinden Yönetim”  (Federalizm) ise bölgesel kimlik (federe devletin anayasasına göre bağlılık), federal devletin anayasasına göre bağlılık ulusal kimlik olarak tanımlanır. Dış ilişkiler, maliye, güvenlik ve adalet dışında merkezden alınarak yerel yönetimlere aktarılır.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan tam 55 yıl sonra yerel yönetim kavramıyla tanışmış.

Bülent Ecevit başbakan olduğu 42. Hükümet döneminde 5 Ocak 1978-12 Kasım 1979 tarihleri arasındaki kabinede “Yerel Yönetim Bakanlığı”  adıyla bir bakanlık yer bulmuş.  Türkiye’nin ilk ve tek yerel yönetim bakanlığı hükümetin değişmesiyle de kaldırılmış.

Bakanlık 22 aylık bu kısa sürede de özellikle belediye gelirlerinin artması konusunda çalışmalar yapmış.

“Civilisation” Türkçe’de uygarlık sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan Fransızca bir sözcük.  İster istemez uygarlık deyince Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin o ünlü deyişi akla geliyor. “Uygarlık tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan bir uygarlık çağını yaşıyoruz.” diyordu Nietzsche…

  1. yüzyılda Voltaire tarafından yazına sokulmuştur. 19. yüzyılda ise aynı kelime, bilgi, beceri anlamında kullanılmış. Sivilizasyon, günümüzde “Otonom” (Özerk) devletten ayrılmış güç ve yapılanmayı ifade ediyor. “Siyasal Katılım”, seçimler ya da etkin katılım (DKÖ, yerel ve ulusal faaliyetler)  siyasal istem ve yöneticilerin belirlenmesi yoluyla kararları etkilemektir.

Yorumlarını Aristo’nun öğretilerinden yola çıkarak yapanlar “Peripatetik” olarak tanımlanırlar. “Politika” adında da bir kitabı yayınlanmıştır. Aristo, “Politika, toplumun halka dair yaptığı tüm etkinliklerdir.” diyordu…

İktidar ya da “Sosyal İktidar” başkalarını kontrol etme yeteneği, “Siyasal İktidar” toplumun bütününü etkileyen iktidar, “Egemen İktidar” ise yasama yargı ve yürütmeyi içermektedir.   Montesquieu,  “Yasaların Ruhu” (De l’esprit des lois)  adlı kitabında kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. Güçgücü durdurur demekteydi…

Sivil toplum, toplumsal farklılaşmanın olduğu toplum içerisindeki çeşitli grup ve kurumların karşılıklı etkileşimde bulunduğu toplumsal kurumdur. Ancak sivil toplum  (civitis), iktidar mücadelesini salt grup çıkarına indirgemekte. Örnek vereyim, “Ulusal Demokrasi Fonu” (NED) adı altında ABD askeri güç yanında sivil faaliyetlerini sağ (IRI) ve sol (NDI)  eğilimli STK’lara destek vererek, iş çevrelerinde yürüttüğü faaliyetleri ise “Uluslar arası Özel Girişimciler Merkezi”nin (CİPE) desteklediği STK’larla sürdürmektedir. Amacı, Ortadoğu’da etkinlik kurmak ve çıkarlarını korumak, süper gücünün devamını sağlamaktır. Bu kuruluşlar “Povermental” yani ABD’ye bağlıdırlar…

Günümüzde kamu yönetim alanında yaygın olarak kullanılan kavramlardan bir diğeri de “Governance” (Yönetişim)… Bir sosyal ve siyasal sistemde bütün aktörlerin toplam çabasıyla oluşan düzen olarak tanımlanan yönetişim terimi, birbirine bağlı durumlarda birbirine karşıt aktörlerin oluşturduğu ağsal yapıyı koordine eden süreç olarak ifade ediliyor…

Hukuk (emretme gücü), maliye (para, vergi, kamusal harcamalar) ve zor kullanım (polis ve asker) olarak egemenlik sisteminin 3 temel aygıtı.

Louis Althusser, “ideoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları”nda “Devlet aygıtı dediğimiz şu öteki somut gerçeklikte belirli soyutlama ilişkisi içinde bulunan hukuk, hem baskıcı hem de ideolojiktir.” der ve ideolojiyi tanımlarken maddi hayat şartlarıyla hayali ilişkilerin temsili diyerek iki alanı vurgular: İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları. Althusser’e göre iktidar ve rejim ideolojik aygıtların katkısı olmadan sürdürülemezdi. (M. Naci Bostancı, Siyaset ve Medya Alaca Karanlığın İki Atlısı, Özgür Yayınları, 2011, 1. Basım, s.161)

Alexis de Tocqueville 1835’te yazdığı “Amerika’da Demokrasi” adlı kitapta yönetim ile halk arasında sivil toplum kuruluşlarının denge işlevi gördüğünü ifade ediyordu. Ancak kavramı 1767’de yazdığı “Sivil Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme”  adlı makalede ilk kullanan “Adam Ferguson”dur…

Tocqueville’ye göre, “Birleşik Devletler’de idari kuvvetin yapısında merkezi ve hıyerarşik hiçbir şey yoktur; bu nedenle onu göremezsiniz.”  (a.g.e., s.92)

Amerikan demokrasisinin özelliklerini Tocqueville,  yerel hükümetler, kapitalizmle birlikte yaygınlaşan sivil toplum yapısı, anayasa,  gelişkin ve özerk yerel yönetim kurumları,  din ile siyaset ayrımı gibi olgularla   ele alarak Avrupa Devletleri’yle  Birleşik Devletler  farkını ortaya koymuştur. Avrupa’nın merkeziyetçi yapılanmasına karşılık da başat etken olarak Birleşik Devletler’deki ademi merkeziyetçilik uygulamadaki fark olarak görülmektedir. Eşitlik, adalet, özgürlük kısaca demokrasiye ilişkin bir takım kavramların temeli olarak sivil toplum demese de dernek veya halkın kurduğu örgütlerden, bu kuruluşların çokluğunca yaratılan ABD sivil toplum yapısından sözetmektedir: “Amerikalılar toplumsal otoriteye güvensiz ve tedirgin gözlerle bakarlar ve sadece onsuz yapamayacakları zaman bu otoritenin iktidarına başvururlar.” (a.g.e., s. 200)

Hümanist sosyolog “Charles Cooley”in ortaya attığı “Ayna Benlik” kavramına göre başkalarının algısı bizim kendi algımızı da etkilemektedir…

İnsanlar çıkarları sözkonusu olup haksız oldukları zaman gerçeklerle yüzleşmek istemezler ve saldırganlaşırlar. Doğruyu savunmak işlerine gelmez çünkü. İşte “Lobicilik”, özel grup çıkarları sağlamak amaçlı siyasal kararları etkileme faaliyetidir…

Örgüt ise bir amaç için bir araya gelen bir organizasyonun tümünü kapsar. Örgüt tipleri formal ve informal yani resmi veya resmi olmayan örgüt biçimindedir. “Formal Örgüt” içinde statüye dayalı ilişkiler, “İnformal Örgüt” içinde de kişiye dayalı ilişkiler geçerlidir.

Biçimsel örgüt, amaç görev ve sorumluluk ve kuralların önceden belirlendiği sıra düzenine ve kişisel ilişkilere dayalı bir yapılanmadır.

Tanımlanmış liderlik tipleri ise şöyle…

Kurallara uyum ödül içeren ödül ve cezaya dayalı liderlik “Nomothetic”,

Bireysel çaba ve gereklere bağlı liderlik “İdiographic”,

Ve bürokrasi ile bireylerin gereksinimlerine dönük liderlik “Transactional”.

Örgütsel lider (nomothetic) bürokratik yönelimli, bireysel lider (idiographic) kişilik yönelimli, durumsal lider (transactional) durum yönelimli olmaktadır.

En uygun model durumsal liderlik olarak tanımlanıyor…

Max Weber, “Bürokrasi ve Otorite” adlı kitabında 3 otorite tipi saymıştı: “Geleneksel Otorite” (hanedanlıklar, krallıklar), “Karizmatik Otorite” (akıl ve kudret sahibi kişi) ve “Yasal ve Ussal Otorite” (yasal ve halkın rızasına dayanan modern dönemin şekli). Weber, “Toplumların kültürel boşluğa düştüğü zamanlarda toplumsal kuramları değişen kültürel değerlere  uydurmayı başaran kişi  karizmatik liderdir.” diyordu.

Karizma, Emre Kongar’a göre “Türkiye’de sorgulanmaz, erişilmez, büyüleyici, sürükleyici etki” anlamında kullanılmaktadır (Cumhuriyet, 24 Mayıs 2010).

Sosyolojide çeşitli grup sınıflandırmaları yapılmıştır fakat en yaygın ve temel olanı Charles Cooley tarafından literatüre sokulan “Birincil Grup” ve “İkincil Grup” ayrımıdır. Birincil gruplar yakın ve yüzyüze ilişkilerin varolduğu  gruptur. Orada bizlik ve dayanışma duygusu sözkonusudur. İkincil grup ise resmi  ve kurumsal (birincil grupların içinde geliştiği) gruptur. İkincil gruplar resmi (formal) gruplar olarak da tanımlanmakta…

Ortak amaçları olmayan, rastlantı sonucu oluşmuş, birbiriyle yakınlığı bulunmayan ve sürekliliği olmayan insan toplulukları ise “Kalabalık” tanımlanır.

Örnek mi? Sahildeki insanlar, marketteki müşteriler veya bir konserin izleyicileri…

Ancak “Toplumsal Gruplar”, belli bir amaç için en az 2 kişiden oluşmuş aralarında ilişki (etkileşim) olan ve sürekliliği olan insan topluluğudur. Örneğin, siyasi partiler, dernekler,  sendika, aile ve okul grubu böyle… .

Bir kurum ise “Örüntüler” (birim) toplamıdır.

İngiltere ve bağlı ülkelerde (Birleşik Krallık) özerk nitelikli yarı kamusal kuruluşlar  (quango), hem kamu hem de hükümet dışı  (STK) özellikler taşır. Melez (hibrid) organizasyonlardır… Özerk olmasına rağmen uygulamada atama ve finansman merkezi idarenin etkisi altındadır. Devlet tarafından parasal yönden desteklenirler.

İngiltere’de 1980-90 arası birçok alan (su gibi) özelleştirilmişti. 1988’den itibaren sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerle genişletilmiştir. “Quango”ların sayısının artması kamuoyu tarafından kuşkuyla karşılanmaktadır…

“Ey hürriyet, senin adına ne cinayetler işleniyor!”

(Madame Roland)

Bizim ilk ademi merkeziyetçilerimiz “Prens Sabahattin” Osmanlı hanedanından (paşaoğlu) federalizm taraftarıydı. Edebiyatta ise “Yeni Turan”daki ütopik görüşleriyle de “Halide Edip Adıvar” (Türkiye’de Şark Garp ve Amerikan Tesirleri). Adıvar aynı zamanda bir Amerikan mandacılığı önermişti. Kemalist devrimden sonra ABD’ye de yerleşti.

H.Edip kitabına, “Tüm vakalar bir araya gelse bile Fransız Devrimi’nin yerini tutamaz; Fransız Devrimi dünyada şimdiye kadar gerçekleşmiş en şaşırtıcı hadisedir.” diyen, Fransız devrimini eleştiren muhafazakâr ve liberal İngiliz devlet adamı Edmund Burke’nin şu sözleriyle girer: “Cemiyet hakiki bir kontrattır. Fakat devlet, herhangi bir anlaşmaya bağlı bir şirket telakki edilemez. Geçici bir alaka ile başlanıp, ortakların arzuları ile feshedilmez. Bu, bütün ilimlerde ortaklık, bütün sanatlarda ortaklık, bütün fazilet ve tekâmülde ortaklıktır. Böyle bir ortaklık, nesiller boyunca elde edilemeyeceği için, sadece yaşayanlar arasında hüküm süren bir ortaklık olamaz. Bu, yaşayanlar ile ölmüşler ve istikbalde doğacaklar arasında tesis edilebilen bir ortaklıktır.”

John Stuart Mill ise, “Kendi yaşama planını seçmeyi dünyaya ya da kendi çevresinde bulunanlara bırakan kimsenin, maymun gibi öykünme yetisinden başka hiçbir yetiğe ihtiyacı yoktur. Kendi planını kendi seçen kimse ise bütün yetilerini kullanır.” demektedir (Özgürlük Üzerine, Oda Yayınları,  1. Baskı, s. 82). “Egemen ve merkezi her devlet potansiyel olarak saldırgan ve diktatörcedir.” Simone Weil’in faşizmin egemen olduğu İkinci Dünya Savaşı yıllarında söylediği bir sözdü.

Postmodernist düşünürler Gilles Deleuze ile Felix Guattari birlikte yönetim alanına ilginç bir siyaset felsefesi yaklaşımı getirdi.  Kapitalizmi bunalımlar sistemi olarak tanımlıyorlar devlet yerine Deterritorialization” (Yersiz Yurtsuzluk)  kavramını öne sürüyorlardı. Yersiz yurtsuzluk merkezsiz ve gövdesiz, yatay yayılan, iktidardan sakınan düşünce yöntemidir. Göçebelerin yaşam ve örgütlenme biçimi, hristiyanlık ve batıya karşı yıkıcılık imgelemi olarak ele alınıyordu. Kapitalizmin ayakta kalışının nedenini çelişkilere (dışlama) bağlıyordu.

1944’te ABD’li tarihçi  “Richard Hafstad” popülerleştirdiği sosyal darwinistlerin ileri sürdüğü düşünceye göre vahşi ırklar medeni ırklar tarafından yok edilecekti.  Herbert Spencer, “Sentetik Felsefe Sistemi”nde toplumların da canlı bir organizma gibi işlediğini öner sürüyordu.  Spencer, sanayileşme, işbirliği ve rekabete uyum sağlayan bireyin yüksek düzeye ulaşacağını savunuyordu. Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisini savunarak “Devlete Karşı Birey”de evrimin görünmez el gibi özel çıkarı genel faydaya dönüştürdüğünü iddia ediyordu.

Faşizmi,  ırkçılık, sömürgecilik ve nazizmi körükleyen bu anlayışı İngiliz liberal siyasetçi “Richard Cobden” de savundu. Bir tekstil sanayicisi olan Cobden 1846’da halka ucuz tahıl sağlayan “Corn Yasası”nı kaldırttı. Sanayi işçisi artmıştı. Herkese iş vaat ediyordu.  Almanya’da Ferdinand Lassalle ve Bismark uzlaşmasıyla eşit hak ve ücretler tunç yasasıyla işçi sınıfının hareketleri sınırlanmıştı…

Faşizm insanlar üzerinde vahim ve derin etkiler bırakır…

“Proto Faşizm”, faşizmin temelini oluşturan daha sonra gelen faşist ideolojileri etkilemiş modern faşizme öncülük etmiş Roma ve eski Avrupa rejimlerinin  (Almanya, İtalya, İspanya) hukuk ve yönetim şekillerini ifade ediyor…

Diktatör terimi Antik Roma’da senato tarafından acil durumlarda yönetime  atanan ve olağan üstü yetkiler verilen “Magistratus” (Halkın Efendisi) ünvanından gelmektedir.

Eski Roma’da magistralar,  siyasi ve askerî otoriteyi elinde bulundurur,   yılda bir defa seçilir ve bir yıl süreyle görev yaparlardı. Promagistralar ise eyaletlerde 1 yıl için görev yapan valilerdi.

İmperium (buyurma) yetkisi olan üst düzey magistraların güvenliğini  “Lictor” denilen  muhafızlar üstlenirdi. Lictorlar ellerinde yetki ve güç sözünü sembolize eden daha sonra İtalyan Faşizminin de simgesi haline gelen  “Fasces” denen baltaları taşırlardı.

Faşizm sözcüğünün kökeni Roma İmparatorlarının otoritesinin sembolü fasces adlı baltadan gelirmiş ya Latince fasces, demet  anlamına gelen “Fascis” kelimesinden türetilmiş…

İmperium, yetkisine sahip kişi, “Magistra” ya da Promagistra olarak kendisine tanınan yasal hakları yerine getirme konusunda mutlak bir otoriteye sahipti. Roma Cumhuriyeti’ne özgü bir siyasi kurum olan bu makam normal magistraların yetkisinin üzerinde olağandışı görevler üstlenen olağandışı bir magistralıktı.

Julius Sezar (MÖ 100-44), yetkilerini kullanarak ilk “Autogolpe” (Sivil Darbe) ile Roma Senatosu’nu kaldırıp kendini imparator ilan eden kişi oldu.

Cumhuriyet bürokrasisini merkezileştirmiş, kendini hayat boyu diktatör ilan edince bir grup senatörce suikastle öldürülmüştür. Jul Sezar ölümünden sonra da Roma tanrılarından birisi ilan edilmiştir.

Lucius Cornelius Sulla Felix (MÖ 138-78), senatoların yetkilerini arttıran ve bu yönde kanunlar çıkartan bir diktatördü. Felix döneminde güçlenen aristokratik kliklerden Optimates, senatonun yetkisini arttırıp pleplerinkini kısmayı amaçlamıştı. Çünkü tribünün, yani güçlü generallerin yönetime egemen olmalarını istemiyorlardı. Buna karşılık Populares kliği, pleblerle halk meclislerinin gücünü arttırmak istedi. Onlar da Sezar döneminde güçlenmişlerdi.

İspanyolca bir terim olan Autogolpe,  günümüzde Latin Amerika’da görülen sivil darbeleri ifade eder. Örneğin Peru’da Alberto Fujimori devlet başkanı iken parlamentoyu lağvederek iktidarı kendi bünyesinde toplamıştır.  Kendi kendine darbe sonucunda anayasa ve bağımsız mahkemeler de rafa kalkar.

Sivil darbelerin diktaya dönüşmeleri muhtemeldir. Bir sivil darbenin ortadan kalkması askeri darbeye göre daha zordur. Askeri darbelerden sivil hayata dönüş muhtemelken sivil darbeciler menfaat ve destekçi grupları geliştirmeye eğilimdir…

İkinci dünya savaşı yıllarında siyasi iktidarı tek elde toplayan gri rejimler, demokrasi ile totaliterlik karışımı ara rejimler yani  “Otoriterizm” de egemen olmuştu. 1970’lerde ABD, yönetime ilişkin tanımlama yaptı ve ülkeleri “Totaliter Ülkeler” ve “Otoriter Ülkeler” olarak ikiye ayırdı. Totaliter ülke Amerikalılara göre SSCB idi. Totoliter, bütüncül yani her alanda yetkili yönetimleri tanımlarken otoriter ülkeler bazı Batı yanlısı ülkeler gösteriliyordu. Otoriter ülkeler ise buyurgan, yönetimi sınırsız yetkili, siyaset ve basın üzerinde baskıcı olan ülkeleri ifade ediyordu…

Karanlıkta kar yağıyor,
Sen Madrid kapısındasın.
Karşında en güzel şeylerimizi
Ümidi, hasreti, hürriyeti
Ve çocukları öldüren bir ordu.

(Nazım Hikmet)

Hayvan Çiftliği’nde (1945) dünyanın tüm liderlerini 2.Dünya Savaşı yüzünden eleştirir “George Orwell”. 2. Dünya Savaşı yıllarında yayınlanan “1984” adlı antiütopik (distopik) romanında Yevgeniy İvanoviç Zamyatin’in “Biz” (1920) ve Zamyatin’den esinlenen “Aldous Huxley”in hedonizmin de eleştirisini yapan “Cesur Yeni Dünya” (1931) romanlarından da etkilenerek otoriter toplumlara gönderme yapar. İspanya iç savaşına da katılan Orwell bu romanı Franko’nun İspanya’sından esinlenerek yazmıştır.

Her üç roman sosyal bilim kurgu kabul edilir.

Romanda hayali bir partinin şu 3 temel sloganı vardır:

Savaş Barıştır,

Özgürlük Köleliktir,

Bilgisizlik Kuvvettir.

Sevgi bakanlığı işkenceden, bolluk bakanlığı fakirliği sürdürmekten, barış bakanlığı da savaştan sorumludur. 1984 romanında sözü geçen “Big Brother” (Hepimizin Abisi ya da Büyük Abi) terimi oligarşinin otokrat yönetimini korumak için kendine uygun gördüğü  sanal kişiyi temsil eder ve merkezi otoriteyi simgelemektedir. “Big Brother is Watching You”  bireyin merkezi otoritece sürekli gözlem altında tutulduğunu sistem dışına çıkanın cezalandırıldığını ifade ediyordu…

Herbert Marcuse, Walter Benjamin ve Theodor Adorno gibi düşünürler kapitalist topluma kültürel ve ekonomik boyutta eleştiriler getirmişti. Örneğin, Alman düşünür Theodor Adorno, Batı baskıcı ve yasakçı kapitalist toplumsal ilişkilerinin ve üretim ilişkilerinin (teknokrasi vs.) insan ilişkilerini de tahrip ettiğini savunuyordu.

“Teknokrasi” toplumsal ilişkiler ve devlet yönetimde sosyal ihtiyaçların karşılanması yerine teknik olanakların geliştirilmesini öncelik alan bir yönetim şekli.

Bugünkü yabancılaşma ve tekdüze yaşam normlarının başat sebebi budur. Georg Lukacs da yabancılaşma  kavramından yola çıkarak  kapitalist toplum ilişkilerinde  belirleyiciliğin  meta ilişkileri olduğunu ifade etmektedir. Bunu “Reification”  (Şeyleşme)  terimiyle açıklamıştı. Adorno, Lukacs ve Ernst Bloch yabancılaşma üstüne değerlendirmeler yapan, eleştirel toplum yanlısı düşünürler  totaliter toplumsal yapılara karşı  modernite toplumunun sürdüğünü savunmaktaydı…

“Güç ne kadar büyükse kötüye kullanılmasının tehlikesi de o kadar fazladır.”

(Edmund Burke)

Avusturyalı nörolog “Sigmund Freud”e göre insanda doğuştan gelen iki eğilim var diyor. Bunlar, “Libido” (Cinsellik) ve “Destrüdo (Saldırganlık). Freud’un psikodinamik yaklaşımına göre libido içgüdüsel bir enerjidir. İsviçreli psikiyatr  “Carl Gustav Jung”, bu enerjinin bireyin gelişim sürecinde ortaya çıkan moral destek olduğunu savunuyor.  Destrüdo ise bireyde içgüdüsel olarak varolan zarar verme isteği, hatta kendini ve çevresini de öldürme içgüdüsü olarak tanımlanıyor…

“Hasrolmak” sözcüğünü, bir şeyin bütününü birine ayırmak,  vermek anlamında da bilmekteyiz…

Aşırı yetki tanımak “Omnipotans” ve “Egoizm” gibi bencil ve merkezcil üstünlük taslayan baskıcı çıkışları, “Hedonizm” zevkçilik ya da “California Sendromu” diye de tanımlanan davranışları tetikleyebilmekte…

Sosyolog ve kültür kuramcısı “Stuart Hall”a göre iletişimin önemli ilkelerinden biri diyalektiktir. İletişimdeki süreç karşılıklılık esası taşımalıydı.

Bugün “Diyalektik” (tartışma) yöntemden çok ”Retorik” (hitap ve ikna sanatı) geçerli sayılmakta.

Bunu iletişim sayıyorlar…

Diyalektik (akıl) karşısına “Metafizik” de (Duyu Ötesi) konuyor ve bilim yoluyla ulaşılamayan konulara sezgi yoluyla üretilen bilgiyle açıklık getirilmek isteniyor ya.

Peki geldiğini mi sanıyorlar? Sormadan edemiyor insan…

İletişim,  bir “Methüsena” (Ululama)  ya da bir metafizik (dogma) konusu olmaz. Olamaz.

TV’de ya da başka kitle iletişim ortamlarında başkanlıkla ilgili bir çalıştaymış, münazaraymış, müzakere, mukaleme ya da panel her neyse karşıtların bir araya gelip  tartıştıkları bir program adı duyduk mu?

Yok…

Bireyler nesneler gibi kutsanmışlar adeta çünkü. Sorgulanmaz, toz kondurulmazlar. Buna da işte “idealizasyon” diyoruz…

“Georg Wilhelm Friedrich Hegel” diyalektik materyalizmin kurucusu idi. “Diyalektik Mteryalizm”i tezler ve antitezlerle senteze varım yani yeni anlayışa ulaşma olarak özetleyelim.

Efendiyle  köle ilişkisinde  kölenin kurtuluşu ve özgürlüğü ancak toplumsal bilinçlenmesi (gerçek akıl düzeyine) ve kendi farkındalığına  varmasıyla olur.  K.Marx bu düşünceden yola çıkıp “İşçi sınıfının  kurtuluşu kendi eseri olacaktır.” demişti…

“Sophokles” ünlü tragedyası “Kral Oidipus”ta şöyle sesleniyor:  “Güzel şey ikbale ermek, iktidarı elde tutmak, üstün bilgili olmak!” (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları s. 12)

Tiran ya da tiranlık, zorla yasal güç elde eden, zorba, despot, kale sahibi hükümdar demek…

Zaman zaman kurulan askeri ya da sivil dikta rejimleri… Onlar da tiraniye…

“Tiyatro dilinde cinayet ve fena insan rolleri yapan aktris demektir.” diyordu Reşat Nuri Güntekin de (Anadolu Notları I-II, İnkılab Kitabevi, s. 139)

Platon’a göre demokrasi yozlaşırsa Tirani’ye yol açıyordu. Anayasa’yı özgürlük ve bilgelik karması olarak görür. Şöyle demektedir Platon: “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir.”

Eski Roma’lı düşünürlerden “Polybius”, “Marcus Tullius  Cicero” ve “Lucius Annaeus  Seneca” Roma siyasal düşüncesinin etkili düşünürlerindendi.

Polybius’un sınırlama dengeleme teorisinin Locke ve Montesquieu’nun kuvvetler ayrımına fikir kaynaklığı ettiği ABD Anayasası’nın hazırlanmasına da etkisi olduğu söylenmektedir.

Polybius, “Oklokrasi”yi yozlaşan demokrasi olarak tanımlamıştır. Yani bilgisiz, yeteneksiz ve etik olmayan gücün yönetimi; çoğunluk diktası da denebilir…

“Mobokrasi” ise, bir çete ve zümre yönetimidir.

Herodot ve Thucydides ile birlikte önemli bir antik Yunan tarihçisi, ilk evrensel tarih yazarı olan Polybius (MÖ 203-120), Roma’nın dünya egemenliğini ele geçirdiği bir dönemde kuramsal yaklaşımla Romanın yönetim döngüsünü ele alarak Roma’nın egemenliğinin Roma standartlarından ve yapısından kaynaklandığını ortaya atmıştı.

Polybius’a göre Roma’daki karma anayasa en uygun örnekti. Konsül (monarşi), senato (aristokratik) ve halk meclisleri (demokratik) ilkelere karşılık gelerek fren mekanizması gibi birbirlerini denetlemişlerdi…

Hukuk ve felsefe eğitimi almış Ciceron da,   Platon, Aristo ve stoacıların düşüncelerinden etkilenmişti.  Eski Yunan ve Roma’yı hristiyanlara aktarmış Aziz Augustine üstünde etkisi olmuştu. İdeal devlet, kurumsal düzen, başarı ve erdem gibi konular üzerinde yazılan eserlerle; Devlet Üzerine, Yasalar Üzerine, Yükümlülükler Üzerine ile dikkat çeker…

Ciceron’a göre yasaların kaynağı akıldır. Statükocu ve aristokrasiden yanadır. Devlet adamlığı ve görevlerini aileden üstün görür. Ciceron’a göre devlet, “Hukuksal bağlarla birleşmiş insanlar topluluğudur.” “Res Publica” kamuya ait olan şey,  “Res Privata” ise özel alana ait olan şeydi. İkisi karşı karşıyadır. Monarşinin özü, uyrukların sevgisi ve akıl, aristokrasinin özü bilgelik, demokrasinin özü ise özgürlüktü.

“Yasalar Üzerine”de şöyle diyor Cicero: “Yasa ne insanların zihinlerinde tasarlayarak oluşturduğu ne de halkların kararı olan bir şeydir, aksine genel olarak evreni yönetme ve yasaklama bilgeliğiyle idare eden ebedi bir olgudur.  ‘Yasa’ adına yaklaşması şöyle dursun, bazı çetelerin üzerinde anlaşarak aldığı, ziyadesiyle zararlı ve tehlikeli olan birçok kararı toplumlar bağlamında nasıl değerlendirmeli? Zira cahil ve tecrübesiz insanlar iyileştirici ilaçlar yerine zehirli ilaçlar yazıyorsa, onlara gerçek hekim reçetesi denemez,  halk nezdinde de, halkın zararlı olduğu halde kabul ettiği her şeye yasa denemez O halde yasa adil olan ve olmayan şeyler arasındaki ayrımın kendisidir.”  (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 1. Baskı,  2016,  s.37- 39)

Ciceron’a göre demokrasi yozlaşırsa tiranlığa dönüşür ve çoğunluğun tiranlığı olur.  İdeal devlet,  kral ve senato’dan oluşmalıdır (monarşi ve aristokrasi). Bilgelik böyle devlette hüküm sürer. Roma yayılmacılığını fethettiği yerlere barış ve refah getirdiğini akla uygun görüp destekler.

Ya hak eşitliği ya da eşitlik adaleti (İzonomi)!

Ciceron’a göre ideal lider, erdemli, adil, dürüst, bilgedir.  İyi yönetici hatip olmalıdır.

Niccolò Machiavelli Ciceron’un kitaplarındaki öğütlere tepki olarak yazmıştır.

Bir stoacı ve kynik olarak bilinen Seneca da politikadan uzak durmak ve mülkiyet edinmemek gibi fikirleri ortaya atmıştır. Ahlak felsefesiyle kişinin düzenle uyum içinde olmasını, basit (yalın) bir yaşamı savunur.  Seneca devleti kurmaya mülkiyet duygusunun yol açtığını belirtir. Devlet, eşitsizliğin, köleliğin ve mutsuzluğun sebebidir. Devlet öncesi toplumlarda da köleliğin olmadığını ifade eder.

Seneca’ya göre, bilgelik ve ahlak tarafından yönetilen krallık en iyi devlet yönetimidir. Devlet, evrensel ve bölgesel devlet olarak ikiye ayrılır. İlki kamunun olan yani aklın yolunda giden büyük devlet, ikincisi ise insanların bir bölümünü içine alan devlet. İnsan evrensel devlete hizmet etmelidir…

Otuz Tiran Savaşı (Pelopones) Atinalılar ve Spartalılar arasında geçmekteydi. Savaş sonrasında (MÖ. 404’ten sonra) yönetime geçen Critas liderliğindeki Atina’daki Spartalı oligarklar aşırı muhafazakârdılar ve 1500 kişiyi öldürdüler.

1 yıl sonra da kendileri de ortadan kalktılar…

Zalimliğiyle ünlü başka bir tiran da “Caligula”.

Eski Roma imparatoru Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’un lakabıydı Caligula. Her türlü işkence yöntemi denemekten ve öldürmekten adeta haz duyan İmparator “Albert Camus”un yazdığı oyunda şöyle demektedir: “Tuhaf şey! Öldürmediğim zaman yalnız hissediyorum kendimi. Yaşayanlar yetmiyor dünyamı doldurmaya, yetmiyor içimden şu sıkıntıyı koparıp atmaya. Uçsuz  bucaksız bir boşluk görüyorum siz geçince karşıma, bakmaya tahammülüm yok. Ölüler sarsın etrafımı, onların arasında buluyorum ben huzuru. Sahici olan onlar. Bana benziyorlar. Yolumu gözlüyorlar,  beni bekliyorlar. Nicesiyle konuştum, bağışlanmak için yalvardılar bana, dillerini koparttırdım.” (Caligula, Can yayınları, 2015, 1. Baskı, s. 129)

Romalı tarihçi  Suetonius,  Caligula’nın “Korktukları sürece bırakın benden nefret etsinler.” dediğini aktarır.

Caligula’nun zalimlik kadar deliliği de öyle bir safhaya varmıştı ki “İncitatus” adını verdiği atını tanrı ilan eder onu altınla beslermiş…

“Siyasal örgütlenmenin yasak olduğu tüm halklarda sivil örgütlenme de nadiren görünür.” (s. 553) diyen  Tocqueville, “Tek başına eyleme özgürlüğünden sonra insan için en doğal özgürlük, kendi çabalarını başkalarınınkiyle birleştirme ve müşterek eyleme özgürlüğüdür.” diyordu (s. 204)

“Ortak görmek, ortak işitmek, ortak tiksinmek, ortak haz almak ve ortak iş görmek mümkün müdür?”

(Platon)

Antik çağın ütopyacılar dönemi (MÖ. 5-4.Yy) tıpkı 19.Yy’daki Aydınlanma ve Rönesans gibi felsefe, sanat, bilim, edebiyat ve siyasette bir sıçrama dönemi idi.   Eski Yunan düşünürlerinin idealize ettikleri toplum yapısı, ütopyacı düşünürlerin esin kaynağı insanların zengin, mutlu, huzur içinde ve kavgasız yaşadığı saadet dönemi diye adlandırılan “Altınçağ”a dönüştü.

(2)

Eski Roma’nın siyaset felsefesine Eski Yunan kadar spesifik bir katkısı olmadı. Eski Yunan’ın evrensel düşüncesini alarak aynen uygulamış yasama ve yönetim kurumlarını günümüze aktarmıştır. “Ingenuus” Roma hukukunda doğuştan özgür olma durumunu ifade eder. I.Justinianos’un emri ile başlayan ve bir kanunlaştırma hareketi olan çalışmalar sonucu o zamana kadar uygulanan Roma Hukuku Corpus Juris Civilis” denilen külliyatı toplamıştı. Günümüzde Avrupa ülkelerinin hukuku temeli bu külliyata dayanmaktadır.

Şehir ya da site, “Synoecism” (topluluk ya da birliği) ve  “Prytaneium”tan (meclis binası) oluşmaktaydı. Bunlar da bugünkü “Müessesat-ı Medeniyye”ye de (uygar kurumlara da) tebarüz etmiştir…

Eski Roma’nın merkezi “Palatino Tepesi”nde idi. “Palace” (Saray) sözcüğünün etimolojik  kökeni buradan gelmektedir. Eski Yunan’da kentin yönetildiği meclis (senato) binalarına “Bouleterion” denirdi. “Prytanis” (başyargıç) ise Atina sitesi kent konseyine (senato) 15 hafta süreyle başkanlık ederdi…

 

Eski Roma’da ise “Odeon”lar bouleterion olarak da kullanılmıştı. “Concilium” (Konsül) ya da “Curia”  erkekler topluluğu demek olan Latince “Covia”  sözünden gelir. Kabile ve topluluk üyelerinin bir araya gelerek tartıştıkları yer anlamındadır.  Senato sözcüğüyse Latince “Senex” sözünden gelip yaşlı erkek anlamındadır. “Municipium” Latince kasaba ya da kent demektir,  onun çoğuluna “Municipia”  denir. Günümüzde İngilizcede belediye anlamında kullanılan “Municipality” sözcüğü de işte buradan gelmektedir.  “Municeps” yurttaş demektir…

Roma’nın yöneticileri halk tarafından seçilirken diğer kentlerin  yöneticileri merkezden, Roma’dan atanmaktaydı.  Soyluluklarına göre seçiliyorlardı. Curia bir anlamda  yerel yönetimin gerçekleştiği yer anlamına gelir.  Roma Forumu yapısı günümüzde kısmen de olsa tüm ihtişamıyla ayakta.

Municipium denen kent ya da kasaba niteliğine sahip her yerde senato ve yerel yöneticiler bulunurdu.

Antik Roma yerel yönetim meclisi “Ordo decurrionum” 2 yargıçtan oluşan bir yürütme meclisiydi. Belediye, vergi, güvenlik gibi işler uhdesindeydi.

Sırayla kent yönetimi, 4.Yy dan başlayıp 7.Yy’dan sonra ortaçağda tamamen özerkliğini yitirerek başpiskoposluk merkezine dönüştü. Doğu’da merkezi devletler batıda ise 11.Yy’dan itibaren 15.Yy’a kadar komünler orta çıkmaya başladı. Ticaret geliştikçe “Burg” denen kaleler belirmeye başladı. Burglar krallar tarafından da desteklendi. Çünkü krallığın geliri onlar sayesinde arttı ve orta sınıflar da gelişti.

Kentin kuruluş simgesi kral ve feodal beyden alınan “Charte” idi. Charte, anayasal bildirge ya da nizamname, devletin  veya yüksek otoritenin düzenlediği ayrıcalıkların belirtildiği özerklik izin ve yetki belgesiydi.

12.Yy’dan sonra kentler monarşik devletlere dönüşmeye başladı. Kentsel barış  yani kentlere özgü ceza hukuku uygulaması da başladı…

Eski Yunan ve Roma’da (antikite) kentlerde meşru birlik, “Auspicia” (Yönetime Katılım) klan ve aşiretlere (curia) veya politik kabilesel birliklere (soy) gibi geleneksel ya da ritüelistik biçimlere (Tribü) dayanabilirdi. Çünkü kent bir sınıfın çıkarlarına göre şekilleniyor dönem dönem bu sınıfa hizmet eden mekanlar olarak şekilleniyordu.

Hukuken güçlü olmasına rağmen fiilin güçlü olanın dediğini yapan organlar (süper noter) hale de dönüşürler.

“Kentin meclis üyeleri ve öteki memurları, lordun görevlileri olarak atanmayıp şehir halkı tarafından seçildikleri durumlarda bile şehir halkının temsilcisi değillerdi. Bu memurlar için kentsel hukuk, lordun hukukuydu.” diyordu Max Weber. (Şehir Modern Kentin Oluşumu, Yarın Yayınları, 2015, 11. Baskı, s. 124)

Sanayileşme ve küreselleşme kentin yapısını da değiştirirken para, mal ve bilgi akışına yön veren büyük kentler olmuştur.  New York, Tokyo ve Londra gibi. John Friedmann ve Goetz Wolff bu kentlere dünya kenti adını verdiler…

Eski Roma toplum yapısı, patriciler (soylular), praetorianlar (erken dönem orta sınıf) ve plepler (Roma halkı) diye genel iki sınıfa ayrılmıştır. Yani yöneten ve yönetilenler.

Eski Roma devletinin en tepesinde halk meclisi tarafından 1 yıllık görev için seçilen ve devleti birlikte yöneten iki yönetici (konsül) bulunuyordu. Bu unvan Fransız Devrimi sırasında 1792-95 arasında Fransa’yı yöneten “Ulusal Konvansiyon” (Ulusal Meclis) ardından kurulan “Direktuvar” (Direktörler) yönetiminin darbeyle dağıtılmasından sonra Napoleon’un başına geçtiği hükümet için de kullanılmıştır.

5 kişi ile başlayan direktuvar idaresinde toplam 13 kişi görev yaptı. Meclis ise Yaşlılar ve 500’ler olmak üzere iki kısımdı. “500’ler” yasama meclisiydi.

“Napoleon Bonaparte” 1799’da bir darbe yaparak direktuvar yönetimini dağıttı ve kendisini de kurulan Konsül idaresinin başına 1.Konsül atadı.

Konsül, ülkeyi beraber yöneten 3 devlet başkanından biriydi. İktidar ve mülkiyet temelli temsilden yana bir burjuva siyasetçi ve bir din adamı da olan eski direktuvar üyesi “Emmanuel-Joseph Sieyes”in hazırladığı darbe anayasası ile Napoleon Bonaparte, Emmanuel-Joseph Sieyes ve “Pierre-Roger Ducos” konsül oldular.  Anayasayı değiştiren Napoleon kendini en üst konsül ilan etti.

Napoleon daha sonra 2 konsülü değiştirdi. Cumhuriyet görüntüsüyle bir diktatörlük rejimi oluşturdu.

Şubat 1800’de halka Napoleon’un ömür boyu konsül olmasını onaylayan bir referandum düzenlendi. Napoleon ömür boyu konsül oldu.

1802’de cumhuriyet ilan edildi. Napoleon bu defa devlet başkanı seçildi. 1804’te yine halk oylamasıyla imparator seçtirdi.  Ancak akrabalarını tahta geçirmesi, milliyetçi akımlar, içteki karışıklıklarla savaşlar yenilgileri, işsizlik, vergiler vs. sonunu hazırladı. Sürgünde öldü.

Alexis de Tocqueville’nin “Demokrasi bir toplumun özelliği olduğunda, hangi koşullarda yönetimin de niteliği olur ve diktatörlüğe götürmez.” sorusuna yanıt aradığı ABD gezisine ilişkin gözlem ve düşüncelerini ifade ettiği bir kitaptı “Amerika’da Demokrasi”. Bu kitapta şöyle der, “Tüm zamanlarda tehlikeli olan despotizm bilhassa demokratik yüzyıllarda korkulacak bir şeydir.” (s. 540) “Hükümetler alışıldığı üzere iktidarsızlıktan veya tiranlıktan dolayı yok olurlar. Birinci durumda, hükümetler iktidarı kaybederler; diğerinde ise iktidar hükümetten zorla alınır.” ( Alexis  de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, 1. Baskı, 2016, İletişim Yayınları, s. 269)

Aristokrasi ve monarşiyi reddeden Tocqueville kendini yeni tür liberal olarak tanımlıyor ve demokrasinin içinde doğduğu ve sürdüğü özgül koşulları yerinde incelemek istiyordu. Bu sistemde ortaya çıkabilecek eski tiranlıklardan farklı ılımlı despotizm tehlikesine de  işaret eder.

Bu düşünür üzerine son elli yıldır çeşitli incelemeler yapılmış. Liberaller ve bazı sol çevreleri de etkilemiş Tocqueville…

Bu ilgi demokratik devrim sonrası ortaya sürdüğü demokrasi düşüncesi ve özgürlük çağrısında bulunmasından dolayı: “Aslında ben özgürlüğü tüm çağlarda sevebilirdim, ama içinde bulunduğumuz çağlarda ona hayran olmaya meylediyordum.” diyor. (Amerika’da Demokrasi,  İletişim Yayınları,  2016, 1. Baskı, s. 754)

Alexis  de Tocqueville, “De la démocratie en Amérique” (Amerika’da Demokrasi) kitabını 1848 devrimlerinin öncesinde Temmuz Monarşisinden sonra yazdı. Yani kitap burjuva kral ve liberal büyük burjuvazi destekli (mali sermaye) ılımlı bir liberal olan Louis Philippe döneminde (1835-1840) kaleme alınmış.

Fransa İmparatorlarından Louis Philippe monarşisi (1830-1848) parlamento yönetimini de yani meclis hükümetini de desteklemişti.  Ancak aşırı demokrasiye karşıydı ve işçi ve orta sınıfların ayaklanması sonucu büyük burjuva destekli yıkılmıştır…

Demokratik cumhuriyetin sürdürülmesine katkıda bulunmuş üç ögeyi federal yapı,  kentsel kurumlar ve yargı kuvveti olarak gösteriyordu…

Bu kitabın gayesi de Birleşik Devletlerde uygulanan yasaları anlatmaktı: “Birleşik Devletler’de yürütme kuvveti kendisi adına eylemde bulunduğu egemenlik gibi sınırlandırılmıştır ve müstesnadır; Fransa’da ise her yere yayılmıştır. Amerikalıların federal bir hükümeti vardır; bizim ise ulusal bir hükümetimiz. Birleşik Devletler’de egemenlik birlik ve eyaletler arasında bölünmüştür, oysa bizde tektir ve sıkıca bağlanmıştır; buradan Birleşik Devletler’in başkanı ile Fransa’daki kral arasında gördüğüm ilk ve en büyük fark ortaya çıkar.” (s.139)

“Amerikalıların komşuları yoktur, sonuç olarak burada ne büyük savaşlar, ne finansal krizler, ne yıkımlar, ne de korkulacak işgaller sözkonusudur. Yüksek vergilere,  kalabalık bir orduya ve önemli generallere ihtiyaçları yoktur.  Amerikalıların, tüm cumhuriyetler için en korkunç musibet olan askeri görkemden korkacak bir şeyleri yoktur.” (s. 286)

Adil Zozani, ABD’de günümüzün toplumsal modellerinden biri diye nitelediği başkanlığın aydınlanma çağı fikirlerinin izlerini taşıdığını aktarıyor: Bunları yönetime etkin katılım ve yetkileri sınırlı devletçilik şeklinde sıralıyor.

Zozani “Model Ülke: Sistem tartışmasında Başkanlık” adını verdiği kitapta, ABD’deki sistemle ilgili “Amerikalılar Avrupa’daki gibi toprağa bağlı aristokrasiyi istememişler. Doğal olarak oradaki gibi kral-devletler de yok hanedanlıklar olmayacaktır.” diyor…

“Carl Friedrich”in “Sınırlı Devlet” kitabından alıntıladığı çoğunlukçu demokrasi uygulaması eleştirisini ABD’de despotluk oluşumuna karşı önlemin, katı bir güçler ayrımı yoluyla çözümlendiğini aktarır: “Çoklukla İngiliz, Avrupalı kolonilerin Amerika’ya ayak bastıkları 15.Yy’ın son döneminde karşılaştıkları sonsuz genişlikte işlenmemiş bir kara parçasıydı. Alman coğrafyacı Waldseemuller yazdığı bir makalede adanın adına ‘Amerika’ dedi. Liberal düşünce akımının ilk şekillendiği bu topraklarda eşit yurttaşlık kavramının yanına fırsat eşitliği kavramı da ilave ettiler.” (Öteki Yayınevi, 1. Baskı, 2016, s.142)

“Amerika’da bulunduğum süre boyunca fırsat eşitliği kadar dikkatimi çeken olgu olmadı.” demişti Tocqueville.

Günümüzde ABD şirketlerinin çıkarlar için kullandığı güç ve baskı “Dolar diplomasisi” olarak niteleniyor. Yüzyıl başlarında ortaya çıkan “Soyguncu Baronlar” ve “Zenginler Kulübü”  uluslar arası para akımı ve ticarette etkili ülkeler uluslar arası ekonomik sosyal çarpıklığın da asıl nedeni olarak görünmekte.

Jack London,  Amerikan halkına ithafen şöyle seslenmişti: “Kapitalist hükümetler nasıl hızla yıkılıyorlar da yerlerinde yine o kadar hızla halk cumhuriyetleri kuruluyordu. ‘Birleşik Devletler nerede kaldı?’ ‘Uyanın ey Amerikan ihtilalcileri!’,’Amerikaya ne oldu?’ Öteki memleketlerdeki muzaffer arkadaşlarımızdan bize uçan haberler işte bu biçimdeydi. Ama biz bir türlü başımızı doğrultamıyorduk, oligarşi önümüze dikilerek yolumuzu kapatıyordu. Kocaman bir canavar gibi başımızda bekliyordu.” (Demir Ökçe, Everest Basım Yayın, 2.Basım, 2003, s 158).

Ian Buruma ve Avishai Margalit “Occidentalism” (Garbiyatçılık) adlı kitapta  belli başlı  batılılaşma  karşıtı hareketlerin tarih ve nedenlerine ışık tutarken, 19.Yy ekonomik liberalizminin  yarattığı “Amerikanizm” ve “Makine Uygarlığı”nın birçok açıdan bu eleştirilerin odak noktasında olduğunu işaret ettiğini belirtmektedir…

Gelelim Rusya’ya…

Geniş coğrafyası, etnik ve kültürel çeşitliliğine bağlı oluşan idari bölünmeyle Rusya Federasyonu farklı toplumsal ve tarihsel yapılar ortaya çıkarmıştır.

“Sovnarkom” 15 kişilik konsey hükümeti 1946’ya kadar SSCB’yi yönetmişti.  Federal Meclis, üst yasama organı olarak eyalet, özerk bölge ve cumhuriyetlerden seçilen 180 üyeden oluşuyordu. Duma Çarlık Rusya’sında 1905-1917 arası, bu tarihten sonra da bugünkü gibi bir alt yasama meclisi olarak 450 üyesiyle 1993’e, Rusya Federasyonu Duması olana kadar varlığını sürdürdü.

Çarın atadığı valiler (gubernatör) illeri (nüfusu 300-400 bin) “Guberniya”ları yönetirdi. Esasen Rusya topraklarının 1/3’ü Çar ve 2/3’ü derebeyleri (boyar) arasında paylaşılmıştır. Feodal beylerin emrindeki bölgeler “Zemçina” olarak adlandırılıyordu. 1864-1917 taşra meclisleri ise “Zemstvo” olarak anılmaktaydı. Yerel özyönetim 18.Yy’da soylularca dayatılmıştır.

1850’lerde daha sonra Nietzsche’de de görülen “Nihilizm” Turgenyev öncülüğünde Rusya’da etkili olmaya başlamıştı. Din, töre ve her türlü kuralın insanı köleleştiren düşünce sayan Martin Heidegger’e göre nihilizm batı düşüncesinin temel öğelerinden biridir. Romanlarıyla köleliği, zulüm ve baskıyı eleştiren “İvan Turgenyev” “Babalar ve Oğullar”da “Nihilist, hiçbir kuvvet önünde eğilmeyen, hiçbir inanca bağlanmayan kimsedir.” diyordu…

Rusya’da otokratik yönetime karşı devrim düşüncesinin bir öncüsü de “Aleksandr Radişçev” sayılmaktadır. Rus edebiyatında kitabı yasaklanıp sürgüne gönderilen ilk yazar olan Radişçev ayaklanmayı halkın yazgısını değiştirmek için şart görüyor, yukarıdakilere ve liberal reformlara umut bağlamanın köylülerin yaşamını değiştirmeyeceğini savunuyordu. Mutlakiyetçiliği de eleştiriyordu.

Sürgün yerine giderken yazdığı bir şiirde şöyle diyordu Radişçev:

“Sor, neyim ve nereye gidiyorum?
Eskiden neysem oyum ve sonsuza dek öyle kalacağım:
Ne bir hayvan, ne bir kütük, ne de bir köleyim; ben bir insanım!”

Lenin 1917’deki Köylü Kongresi’nde “Rusya’daki toprak mülkiyeti rejimi korkunç bir sömürü düzeni yaratmıştır.” demişti.  Köylüler ortakçı olarak imparatorluk topraklarında (obsçina) kira ile vergi ödemek karşılığında karın tokluğuna çalıştırılıyorlardı. Narodnikler devrim düşüncesinin yayılmasında etkili olmuşlardı. Narodniklerin esin kahramanı Kazak ayaklanma önderi “Yemelyan Pugaçov”dur. Otokrasinin yıkılmasını ve toprağın köylüye verilmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. Bu devrimci hareket, köylülerin sosyalizmin temelini oluşturacağını da savunuyordu. Temsilcileri ise Aleksandr Ivanoviç  Herzen, Piyotr Lavroviç  Lavrov ile Nikolay Gavriloviç Çernişevski idi. Bunlardan biri ve kurucusu sayılan “Aleksandr Çernişevski” hakkında Karl Marx, “Rus eleştirisinin büyük bilgini. Çağımızın tüm ekonomicileri içinde tek özgün kafaya sahip olanı Çernişevski’dir; ötekileri sıradan derleyicilerden başka bir şey değildir.” derken  Lenin ise hakkında, “Onun etkisiyle, yüzlerce genç, devrimci oldu… Örneğin kardeşimi büyüledi; büyüsüne ben de kapıldım. İçimde çok derin bir iz bıraktı.” demişti. Karl Marx’a göre burjuva iktisadının iflasını ortaya koyan büyük bir eleştirmen, Lenin’e göreyse sınıf mücadelesinin ruhunu yansıtan militan bir demokrattı Çernişevski.

SSCB’nin kurulmasıyla birlikte eski imtiyazlıların ve devrim muhaliflerinin hiçbir ayrıcalıkları kalmamıştı. 1929’da kulak (zengin köylülük) tasfiye edilerek kolhozlara katıldı ve küçük üretimcilik teşvik edildi…

“Rusya Federasyonu Federal Meclisi” çift meclisli bir ulusal yasama organıdır. SSCB’deki “Yüksek Sovyet ve Halk Temsilcileri Meclisi”nin yerini almıştır. Devlet protokolü, Devlet Başkanı,  Başbakan ve Federasyon Konseyi Başkanı’ndan oluşmaktadır.

Milletvekillerinden oluşan “Devlet Duması” alt meclisi,  delegelerden oluşan “Federasyon Konseyi” üst meclisi oluşturur.

Yarı başkanlık sistemiyle yönetilen Rusya Federasyonu’nda Duma 450 sandalye ile temsil edilir. Dumanın bazı görevleri, başbakanın atanmasını onamak, Sayıştay başkanını ve üyelerinin yarısını atamak, 2/3 çoğunlukla Başkana ihanet suçlamasında bulunmak ve hükümete güven oylamasına karar vermek şeklinde sayılabilir. Ayrıca Dumanın ana birimleri çeşitli konularda işlevleri olan 30’a yakın komiteden oluşmaktadır.

Rusya’da toplam oyun yüzde 5’inden fazlasını alan partiler meclise milletvekili sokabilmektedir. 2016’daki sandalye (milletvekili) dağılımında,  “Vladimir Vladimiroviç Putin”in “Birleşik Rusya Partisi” (merkeziyetçi) 343 milletvekilliği kazanmıştı.  İkinci büyük parti ise “Gennady Andreyevich Zyuganov”un liderliğini yaptığı “Komünist Parti” 42 milletveli ile temsil edilir. Yahudi asıllı “Vladimir Jirinovski”nin aşırı sağcı milliyetçi muhafazakâr  “Liberal Demokrat Partisi”nin saldalye sayısı 39’dur.  Diğer sol parti merkez solu temsilen “Sergey Mironov”un Doğru Rusya Partisi’nin milletvekili sayısı ise 23’tür. Komünistler, “Doğru Rusya Partisi” ile “Rodina Partisi”nin sosyalist oyları bölmek amacıyla kurulduğunu savunmaktadır.

Bu 83 federe yapı 2’şer delegeyle olmak üzere Rusya parlamentosunun üst kanadı olan Federasyon Meclisi’nde (Federasyon Konseyi) toplam 170 konsey üye ile temsil edilir.

Rusya Federasyonu’nda 21 cumhuriyet,  46 oblast, 9 kray (yöre)  1 özerk bölge, 4 özerk birim ve 2 federal şehir yeralır. Cumhuriyetler otonom bölge (özerk) kabul edilirler. Anayasası, başkanı ve meclisi bulunur. Her biri etnik bir kökenin anavatanı kabul edilir.  Bununla beraber federal hükümetçe temsil edilip diğer federasyonlarda da olduğu gibi federal kanunlara tabidir. Örneğin, Çeçenya, Tataristan Dağıstan gibi.

Oblast yani özerk bölge, SSCB’de de özerk cumhuriyetten sonra gelirdi. Rusya 83 federe birime (subyekt) bölünmüş ve 46 tanesi “Oblast”tır. Örneğin Moskova bir oblasttır. Oblast valilerini Rusya  Federasyon Hükümeti atar ancak yerel meclis üyelerini yöre halkı seçerler.  Oblasttaki en büyük şehir merkez sayılır.

Kraylar  da (yöre) oblast gibidir. “Krai” adı tarihidir, zamanında öncü bölge sayıldıklarından bu isimle adlandırılmışlardır.

Rusya’da 1 tane özerk yahudi bölgesi vardır. “Jewish”  1928’de Stalin’in SSCB’de her etnik gruba bir özerk oblast verme projesiyle kuruldu.  Amaç etnik kimliğe millet statüsü kazandırmaktı. Ancak 2. Dünya Savaşı ve 1929 Ekonomik Buhranıyla gelen Yahudi (yidiş dilinden) sığınmacılar SSCB’nin dağılmasıyla yeniden Almanya ve İsrail’e göç ettiler.  Yahudi nüfusu yüzde 2’ye düştü.

Rusya’da 2 birim ise “Federal şehir” statüsündedir: Moskova 36 belediyesel rayon ve 36 şehirsel okrug, Sankt-Peterburg (St. Petersburg)    ise 18  rayondan (ilçe) oluşmaktadır. Okrug, idari bölgelerdir. Moskova’da üst kademe, Sankt-Peterburg’da alt kademe idari yapılanmayı ifade eder. 7 ve 5 milyonluk nüfuslarıyla büyük şehirlerdir.

Fransa’da yönetim bölgeleri “Arrondissement” (ilçe) olarak adlandırılır. İlk kez 1795 yılında uygulamaya konan bu sistem ihtiyaçlar ve sosyal kültürel yapıya göre şekillendirilmiş. Paris 12 arrondissement’e bölünmüştü. III. Napoleon’un “Büyük Paris” projesi kapsamında  “Georges-Eugène Haussmann”ın Paris’i yeniden planlaması kapsamında 1859’da arrondissement’ların sayısı 20’ye çıkarılmıştı.

Japonya’daki toplam 47 adet 1.düzen idari bölümlerden her birisi “Profektör” olarak adlandırılır.  1868’de kurulmuşlardır.  Doğrudan tek dereceli seçimle halk tarafından seçilen bir vali tarafından yönetilirler.

Tek meclisli  (gkai)  tarafından çıkarılan yönetmelik ve bütçelerle yönetilir. Her profektör kenti ilçe, kasaba ve köylere ayrılır.  Bazı profektörler de uzak bölgeler alt profektörlere ayrılır  (yönetimi kolaylaştırmak için). Örneğin Japonya’nın en kalabalık profektörlüğü olan Tokyo’ya (12 milyon) bağlı ilçe sayısı 1, belediye sayısı 39 adettir.  9 milyon nüfuslu Osaka’da ise 5 ilçe 43 belediye bulunur. Bölgeler ise idari ayrımlara tabi tutulmuştur.

Japonya’da yasal idari statüye sahip şehirler  “Belirlenmiş Şehir” olarak adlandırılır. 1 Nisan 2012’deki hükümet kararnamesi ile belirlenmiş, Yerel Özerklik Kanunu’na göre nüfusu en az 500 bin olan bu şehirlerin toplam sayısı 20’dir. Kamusal eğitim, sosyal refah, sağlık, iş izinleri ve kentsel planlama gibi profektörlük görevlerini gerçekleştirir.

Semt  (Ku) denen alt birimlere ayrılan kentlerde kamu görevleri yerine getirilir. Tokyo’da 23, Japonya’da 171 tanedir.

”Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?”
(Aurelius Augustinius)

Kleptokrasi, bir çalma rejimi olarak adlandırılır. Kleptokrat,  hırsız yönetim demektir. Devlet işlerine rüşvet, çıkar ve kişisel ilişkiler egemen olur. Zeynep Oral, Kleptokrasi için “Halkın kendi hırsızını kendi oylarıyla seçmesidir.” demişti (Cumhuriyet,  6 Mart 2014) Elde edememe sonundaki huzursuzluk ihtiras, haris aşırı derecede para hırsı (mammonizm) obsesif takıntılı durumlara sebep olmaktadır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, hürriyetsizliğin fakirlikten beter olduğunu belirtirek asıl korkunç ve tahammülsüz olanın hürriyetsizlik olduğunu ifade eder ve “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” romanında şöyle der: “Politikadaki hürmet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır.” (s.23) Tanpınar’a göre, “Bir ihtiras ne kadar masum olursa olsun yine tehlikeli bir şeydir.” (Dergah Yayınları, 13.baskı, 2008, s. 23)

“Sulta ya da Otorite” (Yetke)   başkalarını inandırıp kendisine bağlama, bir şeyi yasaklama ya da yaptırma gücünü ifade eder.   “Mutlakiyet” ise iktidarın yasal ve geleneksel sınırlamalar olmadan geniş alana hükmettiği bir siyasal düzendir.

“Monarşi” (Monarchie) dilimize Fransızcadan geçmiş Eski Yunanca bir sözcüktür. “Monos” (tek) ile “Archein” (yönetmek) fiilinden türemiştir, tek şef, tek kişinin yönetimi anlamına gelir. Mutlak monarşi ise, yasama yürütme ve yargının  (kuvvetler birliği) hükümdarda toplandığı yönetim sistemidir. İktidarın aynı aileden soydan geçme (patrimonyal) yoluyla kalması, devlet başkanının bu yetkiyi yaşamı boyunca elinde bulundurması, cezalandırma ve bağışlama yetkilerinin sadece padişahın elinde bulunması monarşiyi diğer yönetim biçimlerinden ayıran en önemli özelliklerdir.

“Meşruti Monarşi ya da Anayasal Monarşi” (Meşrutiyet), seçilmiş hükümet ve temsili bir kralın yönetimi.

“Parlamenter Monarşi” diye de tanımlanan meşruti monarşi, cumhuriyet ile mutlak monarşi arasında bir sistemdir.

İlk meşruti devlet Hitit İmparatorluğu’dur…

Doğu’da İslam toplumu ortaçağa denk gelen 8-13.Yy arasında bilimsel ve teknolojik gelişme çağı yaşadı. Tıpta “İbn-i Sina” astronomi ile matematikte de Kindi, Battani, Farabi, Harizmi  ve Ömer Hayyam Batı’da da bilinirlerdi.

“El-Kanun fi’t-Tıb” veya Latince ismiyle “Canon Medicinae” (Tıbbın Kanunu), Avrupa’da Avicenna olarak da bilinen İbn-i Sina’nın 14 ciltlik tıp ansiklopedisi Ortaçağ’da üniversitelerde ders kitabı olarak okutulurdu. İslam rönesansı haçlı seferleriyle Avrupa’ya da taşınmıştır.

Kuruluşu bütün konargöçer topluluklarda olduğu gibi beyliklerden devletleşme aşamasına giren Osmanlı da kurun-i vista yani orta çağların devlet yapısına ve yerleşik düzenine geçmişti. Feodal toplumdaki serf (köle)-senyör (oligark)  ilişkisi (servaj)   başta görülmediyse de toprağın giderek bölüşülüp meta haline gelmesiyle devlet ve uyruğu arasındaki maddi ilişkilere dönüşmüştür.

1876’ya kadar mutlak monarşi ile yönetilen yani padişahın her şeye mutlak egemen olduğu, padişahtan başka bir tek yetkili organın ve yetkilerini sınırlayan herhangi yazılı kanunun bulunmadığı Osmanlı Devleti ancak 1876’dan sonra meşruti monarşiye geçmiştir. Bu dönemde anayasa olmakla beraber mutlak güç yine de padişaha aittir. “Heyet-i Vükela” yani vezirler (sadrazam) ve nazırlar (bakanlar) olmakla beraber padişahın mutlak veto yetkisi vardı. “Meclis-i Mebusan” (Milletvekili Meclisi)  padişaha karşı sorumlu olduğundan sadrazam (başbakan) dahil hepsi padişah tarafından atanıp azledilebilirlerdi.

Padişahın sikke basımı, mehter çaldırma, sancak verme,  hutbe okutmak gibi bir takım kendine özgü onay simgeleri vardı. Osmanlı Devleti’nde topraklar sahiplerine göre kısımlara ayrılmıştı. Toprakların büyük kısmı derebeylerine aitti ve “Mütegallibe”nin (Zorba Takımı) elindeydi.  Bu despotik zümrenin gücünün halk üstünde büyük etkisi vardı; halkın fikirleri davranış ve özgürlüğü bu zadegan takımının baskısı altında tutulurdu…

Miri toprakları “Reaya” denen sınıf işlerdi. Kişi ve kurumlara bağlı topraklar “Vakıf” devlet hazinesine bağlı topraklar “Mukataa” Müslümanlara ait topraklar ise “Ösri” şeklinde ayrıma tabiydi…

“İlm-i Kelam” mütekallim (söyleyen, konuşan) sınıfa, İslamı akıl yoluyla savunmaya dayanan ilim İslam düşünürlerini filozoflardan ayırmak için takılan isimdi. Bilgi yerine inancı öne alan (fideizm)  ve din temelli Osmanlı Devleti’nin yıkılmasında etkisi olan dinsel kurumlardaki yozlaşma ve bilimsel yeniliklere ve değişime muhalefet halkın aydınlanmasına karşı çıkışlar yine obskurantist (karanlıkçı) çevrelerden geliyordu. Örneğin,1580’de Takiyüddin bin Maruf’un  İstanbul’da yaptırdığı rasathane şeyhülislam jurnaliyle yıktırılmıştı. Bugün bile sırrı tam olarak çözülememiş içeriğinde  132 harita da bulunan ünlü “Kitab-ı Bahriye”yi yazmış “Piri Reis” bile idam edilmişti. Çeşitli gemicilerin haritalarının birleşiminden oluşturulduğu varsayılan Piri Reis’in haritasındaki bazı detaylar tam olarak ancak ilk  kez ayrıntılı uzaydan 1968’de çekilmiş Dünya fotoğraflarıyla açıklık kazanabilmişti.

Tutucu çevreler, gerici güçler ve yeniçerilerin direnmelerine rağmen yenileşme dönemi; 1789’da tahta geçen III.Selim’in (1789-1807) uygulamalarıyla Osmanlı’nın yeniliklere açılması  başlamıştır. 1808’de 2. Mahmut döneminde ilk gazete “Takvim-i Vekayi” çıkarılmıştı (1831).  1839’da padişah ilan edilen Abdülmecit döneminde de meşrutiyeti destekleyen ilk özel gazete “Tercüman-i Ahval” yayınlanmıştır.

“Batıcılık”la, Türk toplumuna batıda gelişen düşünce, yönetim şekli ve yaşam tarzını uygulayıp ülkenin gelişimine katkı sağlamak amaçlanmıştı. Aydınlanma düşünce ve kurumlarıyla ilgilenen batıdaki gelişmelerle tanışan sınırlı aydınların girişimi ile Osmanlı Devleti’nde de bu düşünce biçimi etkili olmaya başlamış, 1839’da Gülhane Parkı’nda okunan fermanla Tanzimat (reform) ilan edilmiştir. Tanzimat döneminde siyasal ve hukuki yenilikler sürdürülmüştür. Ferman halkla payitaht (saltanat) ilişkilerine şekil vermeye başlamıştır: Vergi, emniyet, yargılama, askerlik, maaş gibi. “Darül Fünun” (Üniversite) kurulmuş, bir Bilim Kurulu “Encümen-i Daniş” oluşturulmuştur.  23 Aralık 1876’da ilk kez meşrutiyet ilan edilerek, 26 Temmuz 1908’de de Kanuni Esası (Anayasa) yürürlüğe sokulmuştur 2.Meşrutiyet ilan edilmiştir. Kanuni Esasi ile kurulan Genel Meclis “Meclis-i Umumi” yerel egemenlerin oluşturduğu “Meclis-i Ayan” ve seçilmiş milletvekillerinden oluşan Meclis-i Mebusan’dan oluşuyordu.

Koyu bir istibdat idaresi (baskı rejimi)  uygulanan 2.Abdülhamit döneminde Osmanlı Devleti toprak kaybetmeye de başlamıştı. Kurulan parlamento da 2 yıl sonra Abdülhamit tarafından dağıtılmıştır. Ziya Paşa ve Namık Kemal’le birlikte anayasayı hazırlayanlardan birisi olan Sadrazam “Mithat Paşa” düzmece bir kararla önce Taif’e sürgün edilir orada da boğdurulur.

“Tevhid-i Kuvva” (Kuvvetler Birliği) ilkesiyle yönetilen devletin yasama erki, yürütme ve yargı erkini de kullanması 1921 Anayasasında olduğu gibi padişah (halife) yetkisindeydi.  “İrade-i Seniyye” yani padişah emri de, “irade-i Şahane” yani ferman da fetva da padişahtaydı.

“Hilafet”  İslami siyasi ve hukuki bir yönetimdi. Halifeliğin siyasi önemini bilen Yavuz Sultan Selim’le Osmanlı’ya geçen halifelik (hilafet), saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılmasından sonra 3 Mart 1924’te kaldırılmıştır.

1924’te İngiliz hakimiyetinde hilafet yanlısı bir parti olan din ve liberal temelli “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” siyasal sahneye çıksa da 1 yıl sonra kapatıldı. Halife, farklı sosyal yapıya dayalı kabilelerden oluşan İslam toplumunda (ümmet) iç çatışmalarla dağılmayı önlemek için getirilmiş bir üst makam olarak görüldü. İlk büyük halifelik dönemi peygambere ilk vahiy indiği 610 senesiyle Ali’nin öldüğü 661 senesi arasıdır (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali). “Hulefai-i Raşidin” ise 4 büyük halifeden sonra gelen halifeler dönemidir. Zamanla İslam toplumunda da bölünmeler başlamış farklı itikad ve tarihsel kollar (mezhepler) ortaya çıkmıştır. Örneğin Rafıziler, Ebubekir ve Ömer’in halifeliklerini geçerli saymazdı…

“İbn-i Haldun”a göre toplumları mümkün kılan 3 sebep güvenlik, otorite ve ekonomik ihtiyaçlardır.

İbn-i Haldun devlet görüşünde bireyleri ilkellikten uygarlığa götüren nedeni toplumsal bağ (asabiyye) olarak görür. Haldun’a göre, bir grubu dayanışmaya iten öge başta kan temelliyken (soy asabiyeti) devlet aşamasına geçtikten sonra dinsel otoriteye bağlılık olmaktaydı. İlki “Nesep” (Şecere) diğeri “Müktesep” (Sebep) asabiyettir…

“Kut” eski Türkçe kutsal iktidar, üstün güç demekti. “Emir ül Müminin” (Ulül-ü Emir) ise bütün Müslümanların emiri demektir.  Kur’an’a göre (Nisa suresi) devletin esası devlet reisine (ulül emre) itaate dayalıydı. Ancak Ulül Emir (Emir Sahipleri) konusunda bir görüş birliği (açıklık) getirilmemiştir.

ABD’liler din ile siyasetin uyumunu bozmamış Tocqueville’ye göre, “Birleşik Devletler’de tüm mezhepler, büyük bir hristiyan birliği oluştururlar ve hristiyanlığın ahlakı her yerde aynıdır. Amerika’nın büyük kısmı, Papa’nın otoritesinden kaçtıktan sonra, hiçbir dinsel üstünlüğe itaat etmemiş insanlardan oluşuyordu.  Bunlar o halde yeni dünyaya en iyi biçimde demokratik ve cumhuriyetçi olarak adlandırabileceğim bir hristiyanlığı getirdiler. Bu da kamusal meselelerde cumhuriyetin ve demokrasinin kurulmasını kolaylaştırdı.” (s. 296-299)

Bizdeki sistemin adı İmamokrasi mi?

Özdemir İnce, 1950’den 2000’e kadar tam 50 yıl içinde “Tevhid-i Tedrisat” (öğretim Birliği) kanununun parçalandığını, devlet bürokrasisinin, toplumun yapı ve kurumlarının planlı olarak kadrolaştırıldığını ifade ediyordu. ( İmam Hatip Saltanatı ve İmamokrasi,  Tekin Yayınevi, 2016, 1. Baskı, s. 26-27)

  1. Aliyar Demirci “Başkanlık Sistemi” kitabındaki makalesinde Recep Tayyip Erdoğan’dan “Üniversite eğitiminden çok müktesebatındaki imam hatip lisesi eğitimi, özellikle 80 sonrasında içinde yeraldığı Milli Görüş Hareketi’nin bu okulları öne çıkarmış olması dolayısıyla dikkat çeker.” şeklinde bahsederken, “1990’larda imam hatipli olmak bazı çevrelerde yarı politik bir kimlik olarak benimsenmiştir.” diyor. Demirci’ye göre, “Esasen siyasi partiler kanunumuz ve parti içi tüzükleri merkeziyetçiliği ve genel başkan otoritesini güvenceye alır. Liderler Türk toplumundaki mutlakçı kültürel geleneğe bağlı olarak eleştirilmesi ve buna hoşgörü ile yaklaşmayı sanki bir güçsüzlük belirtisi olarak algılarlar.” (Liberte Yayınları, 2015, 1. Baskı, s. 43)

IEA adlı kuruluşun yaptığı değerlendirmede Türk öğrenciler fen dalında sondan altıncı matematik dalında sondan sekizinci diye aktarıyor Özdemir İnce (a.g.e, s. 29) Ne Almanya’da ne Fransa’da bizdeki İmam Hatip liselerine benzer bir okul yoktur. İmam hatipleştirmenin kısa tarihine de değinen Özdemir İnce, 1950’den itibaren özellikle Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin yüzlerce okulu açarak eğitimi dinselleştirdiğini söylüyor. 1958’de 26 adet olan sayı 1969’da 71’e, 1997’de 600’e ulaşmış.

“Üst kimlik İslam” diyen İslamcı gazete yayınını eleştiren İnce, RTE’nin Yeni Zelanda’dan, “Bizdeki  etnik unsurları birbirine din bağlar.” dediğini de aktarır. (s. 91)

AKP’nin İmam Hatip politikası buydu.

İmamokrasi “Türk toplumunun İslamileşmesinden kaygılanmak sanıldığı gibi bir paranoya değil zira tamamen ya da kısmen İslamileşmiş bir toplumda artık ne demokrasi ne de özgürlükler vardır.” (s. 160) diyen Özdemir İnce, “AKP’nin Mısır ve Suriye siyaseti irticaya dayandığı için iflas etmiştir.  RTE hükümeti Arapların iç işlerine karıştığı için, bu dünyayı kendine düşman etmiştir.” demekteydi…

“Balkanizasyon” politikası Osmanlı topraklarında ulusal toplulukların gerici ve milliyetçi yargılarla bir araya gelmesi olanaksız devletler haline getirmeyi amaçlayan emperyalist devletlerin parçalama politikasıydı. Örneğin 1850’lerde “Yakındoğu Konfederasyonu” adıyla İstanbul merkezli bir konfederasyon oluşturulmak istemişti. Başına da kukla bir halife getirip bu amaç gizlenmek istenmişti. Projenin mimarı İngiltere’dir.

“Stratford Caning” adlı bir İngiliz elçisi, 1850’li yıllarda babıali diplomasisini ve padişahı idare edecek derecede Abdülmecit’le yakın dostluk kurmuştu. Hem mutaassıp hem de  bir Türk düşmanıydı. Sir “Hamilton Seymour” isimli İngiliz elçisi ise Rus Çarı I.Nikola’ya şu teklifi yapmıştır: “Kollarımız arasındaki hasta adamın ölmesini beklemektense neden iyileştirmeyi düşünmüyoruz?”

“Westminster” modeli İngiltere’ye (Britanya İmparatorluğu) özgüdür.  Anayasa yoktur. Merkeziyetçi yönetime rağmen kamuoyunun önceliklerini dikkate alan politik kültür egemendir.

İngiltere Haklar Yasası, İngiliz Parlamentosunun 1689’da yayınlayarak, egemenliğin parlamentonun eline geçtiğini bildirdiği yasaydı. İlkeleri:

Parlamento tam bir özgürlüğe sahip olacak, sık sık toplanacak, seçimler serbest olacak, parlamentonun kabul ettiği yasa kral  dahil herkesi bağlayacak ve parlamento izni olmadan asker  ve vergi toplanamayacaktır.

Bu yasa ile  hukukun üstünlüğü  ve demokrasinin kilit  ilkeleri  İngiltere’ye yerleşerek uygulanmaya başlamıştır.

İngiltere’de 1215 yılında Magna Carta ile meşruti monarşiye geçilmişti. Baronlar yani yerel beylerle (toprak sahipleri)  yapılan anlaşmayla kralın yetkisinin sınırlandırılmasının ilk adımı atılmıştı.

“Magna Carta Libertetum” (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi), günümüzdeki anayasal düzene kadar yaşanılan sürecin ilk basamağıdır: Delil olmadan dava açılamaz (madde 38), yasaya uymayan karar olmadan tutuklama, hapis, sürgün, kötü muamele olmaz (madde 39), adalet gecikmez (madde 40), yasaları bilmeyen kişi yetkili olarak atanamaz (madde 45).

11.Yy’da ticaretin gelişmesiyle burg adı verilen kalelerde yaşamaya başlayan “Burjuvazi”  (burgensis) denen kent soylu sınıf ortaya çıktı. Kralların danışmanları (kurul) Magna Carta ile temsil meclisine dönüşmüş ve ticaret burjuvazisini de temsil etmeye başlamıştı. Burjuvalar (avam) ve toprak soylularını (lordlar) temsil ediyordu. İlk partilerin nüvelerini işte bu kabineler oluşturdu.

Parlamento, Fransızca “Parler” (Konuşmak) sözünden gelmektedir. “Kabine” ise İngilizcede küçük oda demektir. Birleşik Krallık parlamentosu Londra’daki Westminster Sarayı’nda toplanır. Bugünkü lordluk statüsünün ise soylulukla bir ilgisi olmayıp sadece saygınlık ifade eder, Lordlar kamarası üyeleri de partiler tarafından atanma yoluyla seçilirler.

9 Mayıs 2012’deki toplantıda kraliçe gelecekte lordlar kamarası üyelerinin de avam kamarası üyeleri gibi seçimle belirleneceğini ifade etmişti. Zira halk tarafından seçilmişler lordlar kamarasının üyelerinin muhalefetine rağmen reform talep etmektedir.

İngiltere’de People’s “Charter” (Halkın Talepleri Bildirgesi)  proletaryaya da oy hakkı sağlamıştı.

Sağlayan da 19.Yy’daki ilk bağımsız işçi hareketi Chartist harekettir. 1857’de Londra’da çalışanlar (alt ve orta sınıflar) bir bildiri yayınlayarak taleplerini iletirler.  “Feargus Edward O’Connor” tarafından kaleme alınan bildirge 1836’daki durgunluk sonrası işçilerin  “İşçiler ve Çalışanlar Derneği” çatısı altında toplanıp da yayınladığı 6 maddelik bir bildirgeydi.  Genel oy, gizli oy ve açık sayım ilkesi milletvekili seçilmek için bir miktar varlık sahibi olma koşulu dışında 10 saatlik iş günü yasasını da parlamentoya kabul ettirebilmiş, seçme seçilme hakkının tanınmasında da büyük rol oynamıştır.

İngiltere’de kadınlara oy hakkı ise “Suffrage” hareketi ile 1830’larda başlayıp ancak 1918’de seçme ve seçilme hakkının verilmesiyle sonuçlanabilmişti.  Süfrajetlerin başlattığı girişimler 30 yaşını dolduran kadınlara seçme hakkı getirdi.

“Teokratik Monarşi” tek kişinin egemenliğindeki dine dayanan yönetim. Sistemin temeli dogmalara dayanır: S.Arabistan, İran ve Vatikan böyledir.

Engizitor şeraitle yönetim, “Entegrizm” de gericilik, aşırı muhafazakârlık olarak tanımlanabilir. “Roger Garaudy” genel özelliklerini “Entegrizm” kitabında açıklamaktadır. Entegrist hali dinde değişikliği onaylamama halidir: Hareketsizlik (uyumu red), muhafazakârlık (geçmişe dönüş)  ve dogmacılık (taassup, sürtüşme, kavgacılık, uzlaşmama) gibi.

Platon’a göre devlet, bilgi, akıl, erdem, doğruluk gibi değerler üzerine kurulmalıdır. Anayasa monarşi ve demokrasi (özgürlük ve bilgelik) karması olmalıdır. Platon’un siyasi diyalogları üç başlık altında toplanmıştır: Devlet,  Devlet Adamı ve Yasalar. Mülkiyetteki aşırılığın ve eğitimdeki yozlaşmanın yaratacağı yönetime (Timokrasi) ve aileye ilişkin görüşlerini daha sonra Yasalar’da yumuşatmış, sitedeki uyumu bozmayacak kadar herkese bir parça toprak ve belli sayıda  (5040) insanın yaşayacağı site görüşünü savunmuştur.

“Sofokrasi ya da İdeokrasi” (filozof krallık), “Devlet” adlı eserde Platon’un önerdiği bilgeliğin egemen olduğu yönetim tarzıdır. Platon, Devlet’te, şehrin iyi bir koruyucusu olacak kişi için “yaratılışı itibariyle filozof, coşkun ruhlu, atik ve kuvvetli olmalıdır.” demektedir (Kum Saati Yayınları, s. 77)

“Timokrasi” ise askerlerin diktatoryasıdır (güç, otorite, altın, para ve mülkiyet hırsı).

“Demokratizm”, demokrasiye inanan ve ondan hoşlanan insanların yaşam felsefesi, zaman ve mekana göre değişen demokrasi tanımlamasıdır. Demokrasi, çok olanların, haklarını da koruması ve azınlıkların da kendini geliştirecek ortamları sunmasıdır. Yunanca bir sözcük olan demokrasi,  yurttaş topluluğu anlamına gelen “Demos” ile yönetme anlamına gelen “Kratos” sözcüklerinin birleştirmesinden türetilmiştir.

Kratos, Yunanistan’daki 18 yaşın üzerinde binlerce yurttaştan oluşan kitlesel bir açık hava toplantısıydı. “İsegoria” ise mecliste herkesin sahip olduğu söz alma hakkına denirdi. Yunanlılarca demokrasi ile benzer anlamda kullanılmıştır. Meclis toplantıları kurayla seçilmiş 500 kişilik bir kurula “Bule” bölünmüştü. Bu kurulun görev süresi 1 yıldı kurulun üyeleri ise arka arkaya olmamak üzere en fazla iki kez seçilebiliyordu.

“Demokrasi çoğunlukların diktatörlüğüdür.”

(Pierre-Joseph Proudhon)

“Otonomi” kendi yasalarıyla yönetilme, özerklik, “Nomos” yasa demektir. Otonom kendi kendini yönetendir yani özyönetimdir. Halkın kendi kendini yönetimidir. Özerklik karşıtı olan “Heteronomi”  (Yaderklik) ise insanların kendi dışında kurallara göre davranışta bulunduğu bir düzeni, heteronom da yönetileni ifade etmektedir.

Otoriteye dayalı devlet biçimleriyle ilgili eleştiri getiren “Anarşizm” (Yöneticisiz Toplum) ve “Anarko Komünizm” (Komünalizm) de eşitlik ve özgürlük temelinde otoriter topluma karşı farklı bakış açılarıyla ön plana çıkmakta.

Anarşizm düşüncesinin başlıca teorisyenleri, Pierre-Joseph Proudhon, Wlliam Godwin, Mihail Bakunin, Pyotr Alekseyeviç Kropotkin ve Errico Malatesta sayılabilir. Bunlardan biri olan Rus devrimci ve kolektivist anarşizm kuramcısı Bakunin, “Eğer şimdiye kadar çıkarlar asla ve hiçbir yerde karşılıklı uyuşmaya erişememişse, bu suç, çoğunluğun çıkarlarını ayrıcalıklı bir azınlığın yararına kurban eden devlete aittir.” demekteydi (Tanrı ve Devlet, Belge Yayınları, 2. Baskı, 2013, 285).

Anarşist felsefenin ilk temsilcisi, Platon’un “Devlet”ine karşılık, özgür bir topluluk fikrini öne süren Stoa felsefesinin kurucusu Kıbrıslı Zenon’du. Anarşizmi ilk sistematik hale getiren İngiliz filozof “William Godwin”dir.

Kendini “anarşist” olarak adlandıran ilk kişi ise “Pierre-Joseph Proudhon”dur. Anarşizmi kendi kendini idare eden fertlerin yönetim şekli olarak tanımlar.

Proudhon’a göre, iktidarların birbirine karşıt iki ilkesi vardır: Otorite ve özgürlük. “Federasyon” kendi kendini yöneten, karşılıklı güvene dayanan anlaşmalar ve kuvvetler ayrılığı prensibine göre düzenlenmiş evrensel oy hakkı ve eşitlik temelinde birliklerdir.  İlk anarşist düşünür olmasına rağmen 4 iktidar çeşidi sayar, hükümet sistemleri ve siyasal yapıları otoriter ve özgürlükçü rejimler olmak üzere ikiye ayırır: Otoriter rejimler Krallık-Aristokrasi ve Komünizm “Panarşi”. Özgürlükçü rejimler Demokrasi ve Anarşi “Self-Goverment”.

“Federasyon İlkesi”nde, “Özgürlük fikrinin güçlü cazibesine rağmen, ne anarşi ne demokrasi, hiçbir yerde fikirlerindeki çeşitliliği ve bütünlüğü koruyarak örgütlenememişlerdir.” demektedir. (Öteki Yayınevi, 1. Baskı, 2014, s.31)

Demokratik iktidarı özgür katılım ve muvafakat ile gerçekleşir görüyor. Sözleşmeden doğan toplumu, otoriter, ataerkil, monarşik ve komünist devletin karşısında saflaştırır Proudhon. Anarşi idealinin akıbetini ise ilke, yasallık ve ahlaki ölçülerine rağmen bunları koruyamayan sonsuz bir arzu “Desiderato” durumuna düşmüşlük, mahkumiyet olarak görür.

“Özgürlükçü Sosyalizm” yanlısı olan  “Murray Bookchin” anarşizmle toplumsal ekolojiyi sentezleyerek “Özgürlükçü Yerel Yönetim” kavramını ortaya atmıştı. Bookchin, doğanın kültürel evrimini “Organik Toplum” ve “Hıyerarşik Toplum” olarak ikiye ayırmaktadır. İlki eşitlikçi, sembiyotik insan topluluklarını da içeren yapı, ikinci tür emir ve itaat sistemini kurumsallaştıran ekonomik sınıflar ve bürokrasinin yeraldığı yapıdır.

“Noam Chomsky” “Eşitlik olmadan demokrasi olmaz.” görüşünü savunmakta, Ellen Meiksins Wood” ise Kapitalizmle demokrasi bağdaşmaz.” demektedirler. Günümüzde sanayi toplumunun gelişmesiyle beraber “Yeşil Siyaset” ya da “Politik Ekoloji” de şiddet karşıtı, katılımcı ve toplumsal adaleti savunan, çevreci amaçlara değer veren bir görüş olarak ortaya çıktı. Seksizm ve savaş karşıtlarını da içine alan bu hareket 1979’da Almanya’da kurulan Yeşiller Partisi ile Avrupa’da varlığından sözettiriyor…

“Mülkiyet hırsızlıktır!” der Proudhon, ve “İktidar kirletir, mutlak iktidar mutlaka kirletir.” der Bakunin de. Anarşistler ve komünistler için mülkiyet ya da devlet bir özgürlük sorunudur da.

Bakunin, “Sosyalizm olmaksızın özgürlük ayrıcalık ve haksızlıktır. Özgürlük olmaksızın sosyalizm kölelik ve şiddettir.” derken,  Bakunin destekçisi İtalyan Anarşist “Carlo Cafiero” ise “Bir kimse komünist olmadan anarşist olamaz, çünkü anarşi ve komünizm devrimin iki asıl ilkesidir.” demişti.

“Demarşi ya da Sınırlı Demokrasi”, otorite ve iktidarların halka karşı yetkilerini sınırsız kullanamadığı bir demokrasi şeklini ifade etmektedir. Eski Yunan’da “Demarchia” şehir yönetimi anlamına gelmekteydi.

Bazı ayrıcalıklı yönetim biçimleri: Poliarşi, plütokrasi, meritokrasi, mediokrasi, kritarşi, talassokrasi, stratokrasi, androkrasi, gerontokrasi ve idiokrasi olarak sayılabilir.  “Poliarşi”, elitlerin egemen olduğu sanayi toplumlarını ifade eder. “Plütokrasi”, zenginlerin yönetici kesimi oluşturdukları zengin egemen siyasal yapıdır. Meritokrasi”, kısaca liyakat düzeni,  yönetim gücünün, kişilerin bireysel üstünlüğüne ve yeteneğine yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir. Kişiler görevlere eğitim ve kapasiteleri temel alınarak atanırlar. “Kritarşi” yargıçların “Talassokrasi”  deniz kuvvetinin  “Stratokrasi” askerlerin liderlik konumunda olduğu bir yönetim şeklidir.Mediokrasi” vasat, ortalama kişilerin yükseldiği yönetimdir. Katı hıyerarşik kıdemci düzendir. “Androkrasi ya da Fallokrasi” erkeklerin egemen oldukları (patriyarkal)  toplumsal düzeni ifade eder. “Gerontokrasi” yaş hıyerarşisine dayalı yönetim biçimi,  İdiokrasi” ise, geri zekalıların egemen olduğu toplumsal düzendir.

Alman filozof “Christian Wolff”a göre “Siyaset Felsefesi” insanı toplu halde ve yerleşik düzene geçmiş bir konum içinde yaşayan varlık olarak ele alan felsefe disiplinidir. Çoğunlukçu ve eşitlikçi adalet fikrini savunan ABD’li filozof “John Rawls”ın temel eseri  A Theory of Justice  (Bir Adalet Kuramı) 20.yüzyılın siyaset felsefesi alanında hazırlanmış en önemli kitap olarak görülmektedir.

Rawls, ABD ve Kanada mahkemelerinde sıklıkla alıntı yapılan ve ABD ile Birleşik Krallık politikacılarının siyaset felsefesi alanında en çok atıfta bulunduğu filozoftu. Toplumsal adalet ilkesini savunan Rawls, “Toplumun refahı, en kötü durumdaki bireyinin durumundan daha iyi değildir” der ve toplumsal eşitsizliklerin toplumda dezavantajlı durumdakilerin yararı gözetilerek çözümlenmesini önerir…

Romalıların otorite kabul ettiği yüksek nitelik ve sahibi olan kişi,  “Primus İnter Pares” (Eşitlerin Birincisi) olarak ifade ediliyordu. Ortaçağ Fransasında bütün soylular yani derebeyleri (senyör)  eşitti.  Kral da bir senyördü ama eşitlerin arasında birinci idi.  Vasal ile senyör arasında birinin toprak kullanma diğerinin asker sağlama hakkı kazandığı “Fief” sözleşmesi yapılıyordu. Böylece feodal düzende vasallar da soyluluk ünvanı kazanıyordu…

Fransa İhtilali’nden önce toprakların 2/3’ü kilise (ruhban sınıfı) ve soylulara (asiller) aitti. Basını kral denetlerdi.16.Louis ‘in yönetiminde Hollanda ve Polonya kaybedilmiş, imparatorluk zayıflamıştı. Buna karşılık kral ve ailesi lüks ve israf içinde yaşamaktadır.

Fransa kral ve aristokrasi yanlısı “Jironden” ve aşırı cumhuriyetçiler “Jacoben” arasında keskin mücadelelere sahne oldu. Ancak etkili ama kısa süren devrim her iki tarafın sonunu da giyotinle noktalamıştı. Birisi de “Georges Jacques Danton”du…

“Halkın tehlikeli tek düşmanı var o da hükümettir.”

(Georges Jacques Danton)

İlkçağlardan bu yana ideal devlet aristokrasi yanlısıydı (Platon, Aristo, Cicero). Aristokrasinin özü ise bilgelikti.

Ortaçağın din temelli (teolojik) felsefesi de Aristo’nun Poetika’sını esas alır ve bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır düşüncesinden yola çıkarak akıl yoluyla gelen eleştirileri çürütmeye çalışır (düz mantık). Dinsel kaidelerin tartışılmazlığı desteklenir.

“Deux Glavies” (Çifte kılıç kuramı ya da iki kılıç kuramı), düşüncesine göre iktidar dünyevi ve ruhani iktidar olarak ikiye ayrılmaktadır. I.Gelasius, 492-496 yılları arasında papalık döneminde çifte kılıç kuramını ortaya atarak tinsel (ruhsal) kılıcın devletten (hükümdardan) daha üstün olmasını savunmuştur. Bu görüşe göre iktidarın kaynağı da sorgulanamaz şekilde kilise sayılıyordu. Tinsel kılıcın üstün olmasını savunan İngiliz din adamı “Johannes Parvus” papalığa boyun eğmeyen kralların tiranlaştığını söylemiştir. Papa III.İnnocentus ise şöyle diyordu: “Krallar beden üzerinde iktidar sahibidir, papazlar ise ruh üzerinde. Ruh bedenden ne kadar değerli ise papalık da krallardan o kadar değerlidir.  Hiçbir kral İsa’nın vekiline kendini adayarak hizmet etmediği sürece doğru bir hükümranlık süremez.”

“Thomas Hobbes” 1651’de yazmış olduğu kitapta Tanrı’ya dayanan iktidar ya da en yüksek iktidarı Tevrat ve İncil’de de geçen su canavarı Leviathan’a benzetmişti. “Leviathan” bir kralı temsil ediyordu. Devin bir elinde kılıç, bir elinde de başpiskoposluk sembolü bulunmaktaydı.  Kılıç,  toplumsal sözleşmeyle ortaya çıkan güvenlik ihtiyaç ve yararını meşale ise aydınlanma’yı (aydın despot) temsil ediyordu. Seküler ve maneviyatın egemenlik içindeki birliğini yansıtan her iki tarafın sembollerini tutan gövdenin yapısı da bir vatandaşlar topluluğu olan “Commonwealt” (Devlet) figürünü sembolize ediyordu.

Rönesansla beraber seküler (laik)  gelişmeler, ulusal monarklar ve reform hareketi kilise otoritesini derinden sarstı. Bunun yanında 1524’te “Alman Köylüler Savaşı” ve “Thomas Müntzer”in başını çektiği ayaklanmalar da politik ve dinsel baskıya karşı eşitlikçi toplum arayışının mücadele sembollerinden oldu. Hazırladığı 12 maddelik bildirgede Müntzer, “Efendilerin el koyduğu topraklar komüne iade edilmedir.” diyordu.  Friedrich Engels’e göre köylülerin diliyle konuşan bir devrimcidir Müntzer.

Ayaklanmalar tarihinin ilk büyük önderi “Spartaküs”tür. Onun önemi Roma Cumhuriyetine karşı ilk büyük köle ayaklanması olmasında yatıyor.  Trakyalı Spartaküs Güneş Şehri ütopyasında Thurium’u başkent yaparak bir liman şehrine çevirir. Amacı “Likurgos” (Lycurgue) gibi Sparta’daki kanunları uygulayabileceği örnek bir devlet kurmaktı. Spartaküs kenti 9 kişilik temsilciler meclisi ile yönetiyordu. Güneş Şehri anayasasının ilk maddesi kölelik ve köle ticaretini yasaklamıştı. Kadın ve erkekler eşitti.   Yasaları kil ve gümüş tabaklar üstüne 3 ayrı dilde (Germen, Trakya ve Yunan) yazdırıp Latince olarak kent meydanına astırıyordu. Thurium’da altın ve gümüş kullanımını yasaklamıştı. Para yerine mal değiş tokuşu yapılıyordu. Her grup kendi toprağını kendi işlerken, hayvan ve ürünler merkezdeki yönetime aktarılıyordu.

Tarihin bilinen ilk büyük eşitsizlik ayaklanmasına Spartaküs önderlik etmişti ancak Aristonikos’un ayaklanması Spartaküs’ten önceki en büyük ayaklanmadır.  Bergama kralı III.Attalos ölünce Romalılar Bargama’nın varisi olduklarını öne sürmüşlerdi. “Aristonikos” ve kardeşi buna karşı çıkmışlar, köle ile serflere özgürlük ve eşitlik vaat etmişlerdi.   “Heliopolis” (Güneş Şehri) kurulacak burada kardeşlik içinde yaşanacaktı. Düşüncelerinin temeli “Kymeli Blassius”a dayanıyordu. Blassius stoacı bir düşünürdü ve toprak reformu yapmak isterken öldürülen Tiberius Gracchus’u desteklemişti. 1.Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki Marksistler de kurdukları siyasi birliğe “Spartakusbund” (Spartaküs hizip) adını vermişlerdi.  Bu birlik daha sonra Alman Komünist Partisi’ne dönüşmüştü.

 “Anaksimander ya da Anaksimandros”  (MÖ. 610-546) öğretilerini kaleme almış ilk filozoftur. Öğretmeni Thales’in suyu doğanın ana maddesi görmesini karşılık “Aperion” (Sonsuzluk) ilkesini ortaya atmıştır. Evrene farklı gözle bakıp inceleyen ilk kişidir.  Ona göre dünya boşlukta sallanan bir silindirdi.

15 ve 16.Yy’da  insanlık, keşifler, bilimsel yenilikler ve düşünce dünyasında gelişmelere tanık olurken Giordano Brunove “Galileo Galilei” gibi bilim insanları  Hristiyanlık‘a aykırı gelen düşüncelerinden dolayı dinci dogmatizmin tepkisiyle karşılaştı. Sapkın ilan edilen Bruno yakıldı, Galileo ise ömür boyu hapse mahkum edilmişti. Galileo, “Kuşku bilimin babasıdır” diyordu. Yakılan Bruno’dan ortaçağ karanlığına yayılan ışık ise şu sözlerle parlıyor: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”

Ta ki “Hümanizm” (İnsancıllık) temelli aydınlanma düşüncesi gelişene kadar. Hümanizme, dinin ve ahiretin değil dünyanın ve insanın yetilerine öncelik tanınana kadar.

Bu düşünce özgürlükçülük, akılcılık ve evrenselcilik gibi temel ilkelere dayalıdır. Aydınlıkçı düşünce, mistisizm ve gizemcilik yerine de bilim ve şüpheciliği (asıl yaratıcılığın kaynağı) temel almaktaydı. Thales, Xenophes, Anaksagaros, Perikles, Protagaros,  Demokritos, Desiderius Erasmus’un daha sonra da Thomas More, Rabelais, Montaigne, Shakespeare gibi isimlerin hümanist düşünceye büyük katkıları oldu.

17.Yy’da din temelli tartışmaların yerini Avrupa’da ideolojik tartışmalar siyaset ve din ayrışmaları “Büyük Kopuş ya da Great Schism” almıştır. Savaş ve devrim, sosyal adalet, sınıfsal ayrılıklar ve milli kimlikler…

Kilise sezgi ve tefekkür yoluyla kazandığını iddia ettiği bilgiyi de (gnostisizm) tekeline almıştır. Sekter dinsel yapı farklı düşünce ve her türlü şüpheciliği sapkınlıkla suçlar. Buna karşılık iktidar ortaklığı kilise ve kale sahibi (hükümdarlar) arasında paylaşılmaktaydı. Bu ikisi arasında yüzyıllarca süren yetki savaşı ve rekabette halkın payına düşen ise sadece kölelik ve yoksulluktu. Bilgi halk için Ezoterik (içrek) yani dışa kapalıydı. “Johann Christoph Friedrich von Schiller” Alman hükümdarları arasında en açık fikirli ve sanatsever olarak bilinen düka “Prens Holstein-Augustenburg” a yolladığı mektuplardan birisinde (10.mektup) şunları yazmaktadır: “Gerçeğin dışına çıkmaya cesaret edemeyen asla hakikati elde tutamaz.” (Estetik Üzerine, Kaknüs Yayınları, 1 Baskı, 1999, s.44)

Kilise o zamana kadar yer merkezli (geosentrik) görüşün doğru olduğunu ileri sürüyordu dünyanın sabit,  gezegenlerin (gökcisimlerinin) ise onun etrafında döndüğünü iddia ediyorlardı. Bu inanış 17.Yy’a kadar sürdü.

“Yine de dönüyor!”

(Galileo Galilei)

17.Yy’da Galileo Galilei, günmerkezlilik görüşüne güçlü destek vererek Roma Katolik Kilisesi‘ne karşı çıkmıştır. “Nikolas Kopernik”in savunduğu “Helyosentrik” (Güneş Merkezli) dünya görüşü ise yerküre ve diğer gezegenlerin güneş çevresinde, dünyanın kendi ekseninde döndüğünü savunuyordu Rönesans sonrası Avrupa’da Kopernik’le başlayıp Kepler, Galileo ve Newton’la devam eden bilimsel devrim 17.Yy’da doruğa ulaştı.

Bunların tartışılmaya başlanması bile Aydınlanma ışığının parlayışına etken olur. Dinde “Reformasyon” (Yenilik) dönemine girilir. Çağa damgasını vuran ise heretik düşünceler ve laiklik kavramıydı. Papalık ya da ruhban karşılığı (antiklerikal) fikirler filizleniyordu.

Eski Yunanca “Laizos” yani laik, kilise dışı rahiplerden başkası anlamına gelir. Aydınlanmacı devlet görüşünün temeli “John Locke” ile “Jean Jacques Rousseau”nun liberal ve toplumsal sözleşmedeki görüşlerinden oluşur. Buna göre, akıl özgür olmalıdır, toplumsal yaşama öncelik verilmelidir, devlet organik kutsal varlık olarak kabul edilemez, devlet esası birey haklarını korumalıdır…

Rousseau, “Bir halk boyunduruktan erken kurtulduğu sürece iyiyi yapmış olur. Toplumsal düzen uzlaşma üstüne kurulmuştur. Özgürlükten vazgeçmek, insan olma özelliğinden, insan haklarından,  dahası ödevlerinden vazgeçmektir. Bir çoğunluğu boyunduruk altına almakla, bir toplumu gözetmek arasında her zaman büyük fark vardır. Sayıları ne olursa olsun, dağınık halde yaşayan insanlar, art arda bir kişinin sultası altına girdiler mi, bence artık ortada bir halk ve onun lideri değil, bir efendi ve köleleri var demektir; belki bir kütleden sözedilebilir ancak, bir toplumdan değil; ortada ne kamu yararı, ne de siyasal bir yapı vardır çünkü.” demektedir.  (Toplum Sözleşmesi, Oda yayınları, 2008, 1. Basım, s. 8-13-16)

(3)

Hukuku, toplumsal düzen güvenlik eşitlik ve özgürlük sağlayıcı kuralların tümü diye tanımlamıştık. Tabii (doğal) hukuku da çağın gereklerine uygun dünyanın her yerinde olması gereken hukuk diye…

Tanımlanan doğal hukuk ise, insanın doğuştan sahip olduğu hakları kapsar, insanın devredilemez bırakılamaz dokunulmaz olan 3 temel hakkı ise yaşama, hürriyet ve mülkiyet hakkıdır.

Jean- Jacques Rousseau,  Thomas Hobbes,  ve John Locke doğal hukuku savunuyordu. Homo Homini Lupus”nsan İnsanın Kurdudur)” sözünü öne çıkartan Thomas Hobbes, doğuştan bencil olan insanın şiddete eğilimli ve kendi çıkarını düşünen varlık olduğunu ileri sürmekteydi.

“Antonio Gramsci”ye göre halk kendiliğinden ortak çıkarlar etrafında toplanmış bir bütün değildir. Siyasetin görevi farklı çıkarları uyumlu hale getirmekti (ya da uyumlu olduğu yolunda algı yaratır) (Siyaset ve Medya, s. 44).

 

“Maduniyet”, post kolonyal yazında ezilen sessizlerin fikirlerini öne çıkaran eleştiri okulu olarak tanımlanıyor. “Subaltern” ise İngilizcede azınlık (ekalliyet) ve iktidar hegemonyasından dışlanmış kesimi ifade eder.

“Edwart Said”ten etkilenen “Antonio Gramsci”ye göre madun, seçkinlerce dile getirilmeyen, kamusal alanda söz hakkı olmayan kesim olarak tanımlanıyor. “Madun” yani dışlanan ya da egemen sisteme göre öteki sosyal, ekonomik ve kültürel açıdan ele alıp sosyal bilimlere kazandırmıştır.

“Pasif Devrim” Gramsci’nin kullandığı İtalyan ulus-devlet inşaasının ilerici bir parti yerine ılımlı bir partinin zaferiyle gerçekleştirilmesini ifade etmekte. Halkın demokratik talep ve beklentilerini kısmen gerçekleştirerek, liberal ve yeni muhafazakâr hegemonyayı sağlamlaştırmaktadır.

“Popülist Demokrasi” siyasal popülizm ya da gerici popülizm, reform ve referandumla siyasal katılımcılığın savunulmasıdır. İdeolojik olmayan çoğunluğu ve kitleyi hedefleyici söylemler içermektedir. “Popülizm” devlet ve organlarının halkın yararı ve toplumsal gelişme için kullanılmasını ifade eder.

Popülist diktatörlük için örnek Arjantin ve “Peronizm” verilebilir. 1946’da başkan olan “Juan Domingo Peron” düşük gelirli işçiler için çalışırken eşi de kadın hakları için çalışıyordu. Oy hakkının getirilmesi, işçi sendikalarının örgütlenmesi,  fakir halka para, gıda ve ilaç yardımları ve çocuklar için kampanyalar yürütülmüş, “Eva Peron” da adeta putlaştırılmıştı…

“Anayasa” egemenlik hakkı ve yetkisinin devlete verildiğini belgeleyen toplumsal bir sözleşmedir, Devletin yönetim şeklini ifade eder. Etkin bir denetim sisteminin   (yönetsel yargı) hukuk devletinin temel şartı olduğunu ifade eden Alman hukukçu “Rudolf von Geneist” olmuştu.

Anayasa değişikliği aklıma askeri darbelerle ünlü Latin Amerika hakkında yazılan kitapta geçen bir terimi getiriyor.

İtalyan romancı “Giuseppe Tomaci Di Lamodeusa”nın “Il Gattopardo” romanına atıfta kullanılan bir sözcük, “Gatopardist” Hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyi değiştirme. Kitabın çevirmeni Aylin Topal aktarıyordu (Latin Amerika’yı Anlamak, Yordam Kitap, 2007, s. 100). “Jorge Sanmartino”nun “Arjantin Kriz Sonrası İktisadi Dönüşümler ve Siyasi Dinamikler” başlıklı yazısında geçiyordu ve yazar 2001 krizinden sonraki ekonomik ve sosyal gelişmelerin sosyalist hareketler ve sendikalar üzerindeki etkilerini açıklıyordu.

Peronistler darbeyle devrilmelerine rağmen 1973’te milliyetçi politikalarıyla yeniden iktidara gelmişlerdi.  Peronizm 1946-55 ile 1973-74  yılları arasında  devlet başkanlığı yapan  Juan Peron’un uyguladığı popülist milliyetçi politikalardı. Peronist parti programı köklü değişiklikler yerine sınıfsal hareketler ve kitle eylemlerine karşı sadece tazminat düzenlemeleri, asgari ücret zamları,  karma ekonomi, yoksullara yardım, özel emeklilik sistemi gibi bir takım ılımlı değişiklikleri içeriyordu.

Merkez sol hükümetle 2003’te yeniden iktidara gelen “Néstor Kirchner” Juan Peron gibi toplumsal ve militan hareketlerin öfkesini bastırmak ve işsizliği hafifletmek için ılımlı önlemler hayata geçirir. Amaç,  toplumsal tepkiyi kontrol altına almak ve kurumsal sistemi yeniden inşa etmektir. Ancak üst sınıflar lehine işleyen seçim mekanizması siyasi partiler sisteminin zaman içinde parçalanmasına yol açıyordu. Sosyalist sol ise bu yeni kalkınmacı temelde merkeze itilmiş, sendikalar kontrol altına alınmıştır.

John Locke,  aydınlanma ve akıl çağının kurucusu sayılmaktadır. Locke mutlak özgürlüğe karşıydı yani bir insanın özgürlüğü başkasının özgürlüğüne zarar vermesi halinde hükümsüzdü. Gelenek ve otoriteye karşı çıkılmasını savunan liberallerin öncüsü Locke’e göre, toplum için sınırları çizilmiş bir özgürlük savunulabilirdi.

Thomas Hobbes’e göre insan doğal haklarını, Locke’e göre yargı ve ceza haklarını bir otoriteye bırakıyordu.

Eski Yunan’da özgür vatandaşlar politikaya zaman ayırabilirlerdi. Mitlerden sıyrılıp doğal olayları açıklayan akla dayalı düşünce böyle serpildi. “Büyük İskender” Atina sitesini tanımlarken şöyle demişti: “Atina ne bir devlet, ne bir şehirdir. Atina her ikisinin de üstünde bir fikirdir.”

Schiller “Aydın insan tabiatı kendisine dost kılar ve ancak zorbalığını düzenlemekle hürriyetine saygı gösterir. Karakter bütünlüğünü, zorgulu (baskıcı) bir devleti, hür bir devletle değiştirebilecek güçlü ve yararlı olması gereken bir halkta aramalıdır.” diyordu (Estetik Üzerine, Kaknüs Yayınları, 1 Baskı, 1999, s. 22).  Schiller’den etkilenen “Herber Marcuse” ise, “Biricik ilgili soru acaba insan gereksinimlerinin artık baskının ortadan kaldırabileceği bir yolda ve düzeyde yerine getirileceği bir uygarlık durumu usa uygun bir biçimde tasarlanabilir mi sorusudur.” diye sormadan edemiyordu. (Eros ve Uygarlık Freud Üzerine Felsefi Bir İnceleme, İdea yayınevi, 1998, 3. Baskı, s.117)

“Demokrasi despotizmin en ileri şeklidir.” Aristo

Aristo, devletin amacını birliği sağlamak olarak görür. Eğitim ve ortak örf ile adetler birliğin temelidir. Platon akla ağırlık verirken,  Aristo yasa ile geleneklere verir. Site her şeyden önce gelir.  Aristo’ya göre bir tiran uyruklarının güveni, gücü ve kafası olmamasını isteyen kişiydi ve “Tiranlık, devlet dediğimiz siyasal birlik üstünde despotça yürütülen monarşi biçimidir.” diyordu (Politika, Remzi Kitabevi, 18.baskı, 2016, s.99).

Aristo “Politeia” (Politika) adlı eserde 3 yönetim biçimi sayıyordu: Monarşi (ama tiranlık olmamalı), Aristokrasi (ama grubun elinde olmamalı) ve Demokrasi (ama cahil kişilerin egemenliğinde olmamalı). Platon’a ve tilmizi Aristo’ya göre de tiran,  aldığı kararlarda hukuk dışı davranan ve şiddete başvuran kişi olarak tanımlanmaktadır. Oysa halkın başbakanı “Prostates” (Halkın Koruyucusu) idi Aristo’ya göre…

Aristo’nun amacı iyiye ve mutluluğa “Endomania”ya ulaşmaktı Erdemli yasaları savunuyordu. Mutluluk erdem olmadan varolamazdı. En iyi olan mutluluk da iyi niteliklerin uygulanması ve en geniş ölçüde gerçekleştirilmesi demekti.  Mutluluğun ise 3 koşulun birlikteliğine bağlı olduğunu savunuyordu: Haz ve keyifli hayat, özgür ve sorumluluk sahibi yurttaş ile araştırıcı ve filozofça yaşam.

Aristo’ya göre “Herkesin mutlu olarak yaşayabileceği biçimde düzenlenmiş anayasa en iyi anayasadır.” (Politika, Remzi Kitabevi, 18.baskı, 2016, s. 212)

Çağdaşı “Kıbrıslı Zenon” mutluluğu amaçlayan bir okul kurmuştu. Epiktotes, Kleanthes, Chrysipsos, Seneca, M.Aerelius, Poseidonius bu ekolün temsilcisi oldular.

Orta sınıfçı olan Aristo, Politika adlı eserinde her şeyin aşırısına karşı olup “Polisi” dediği ılımlı yönetim biçiminin yozlaşmasıyla ya çoğunluğun (demokrasi) ya da azınlığın diktasının (oligarşi) ortaya çıkacağını ifade etmişti. Polisi ya da Polis, orta sınıfların oligarşi ile demokrasi karmasının yönetimi idi ve aşırı zengin ya da fakirlik gibi aşırılıkların site uyumunu bozacağını düşünüyordu.

Sosyolog “Emre Kongar” tarihsel gelişim sürecine göre totaliter yapıyı İrtica (Gericilik) kategorisine koymaktadır. “Totalitarizm” günümüzde demokrasiye göre karşı devrimci sürec olarak tanımlanır (Neonaziler, Taliban, Ku Klux Klan vb.).

Totalitarizm, tüm yetkilerin merkezde toplandığı devlete mutlak itaat bekleyen diktatörlük biçimi. “Totus” Latince bütün demektir. “Totalitario” (Tekçilik) Benito Mussolini’nin icadıdır.. Totalitario sözcüğünü kullanan Mussolini’dir: “Devlet içinde herkes, devlet dışındaki hiçbir kimse, devlete karşı olan hiçbir kimse.”

“Cesur Yeni Dünya”nın önsözünde, “Totaliter devlet, siyasi patronların ve onların yönetici ordularının tüm güçleri kendisinde toplayan hükümetinin, kölelerden oluşan nüfusu köleler köleliklerini sevdikleri için zor kullanmaksızın kontrol ettikleri devlettir.” der

“Devlet” devamlı ve üstün bir otoriteye sahip bütün olarak tanımlanmaktadır. Üç unsurdan oluşan bir bütündür: Halk, ülke ve yönetim ile düzen yani egemenlik.

Mutlak monarşi hükümdarlıktır, cumhuriyet halk yönetimidir, meşrutiyet hükümdarla meclis…

“Kötü yasalar zulmün en berbat şeklidir.”

(Edmund Burke)

“Faşizm”, kısaca “Sermayenin Diktatoryası” olarak tanımlanmaktadır. Mussolini, “Faşist devlet korporatiftir.” demişti.  Avusturyalı iktisatçı “Joseph Alois Schumpeter”  sanayii gelişimini sağlayan gücün sermaye olduğunu ifade ederken kapitalizmin korporatist sosyalizme dönüşeceğini ileri sürüyordu.

“Fascism Anyone” (Herhangi Faşizm) adlı makalesinde “Lawrence Britt” başta “Adolf Hitler” ve Mussolini’nin uygulamalarını inceleyerek vardığı tespitlerle faşizme ilişkin 14 karakteristik özellik belirlemişti. Bunlar şu şekilde ifade edilebilir: Dinle devleti iç içe geçirmek, kitle haberleşmeyi sıkı kontrol altına almak, adam kayırmacılık, rüşvetçilik, emeğe baskı, cinsiyetçilik, militaristlik ve sürekli milliyetçilik vurgusu, aydın ve sanatçıların dışlanması, polarizasyon (kutuplama) ve antagonizma (düşmanlar yaratma) siyaseti,  insan haklarını çiğnemek ve hileli seçimler.

“Korporatizm”, bizcilik, birlikçilik, birliktecilik demektir. Belli bir topluluğu içine alıp diğerlerini dışlamaktadır. Faşist Mussolini devleti bireyin üzerinde görüyor, ulusu da devlette cisimleştiriyordu. Birey yerine ulus-devlet varsayıyordu. 1945’te Faşizm, şirketçilik (corporatism) diye adlandırılmalıdır. Çünkü şirket ve devlet gücünü birleştirir.” demiştir.

Naziler ise “Gamalı Haç”ı (Svastika) sembol yapmışlardır. Svastika, Yunan gama harfine atfen verilmiş tarih öncesi dönemden bir simgedir. Sankritçe su (iyi) ve asti (olmak) sözcüklerinden mutlu ve sağlıklı olmak anlamına gelir. Hinduizm, Budizm ve Jainizm’e göre kutsaldır.

“Henri Michel” “Faşizmler” adlı kitapta, Nazilere aristokrasiden, üniversitelerden vs. seçkinlerin de büyük oranda katıldığını belirtiyor ve şunları yazıyor: “Nasyonal sosyalist parti üyelerinin büyük bir bölümü orta sınıflardan gelmekteydi ancak toplam üye sayısının üçte birini işçiler oluşturmaktadır.  Parti kırsal bölgelerden çok kentlerde güçlü bir biçimde tutunmakta ve özellikle Katolik bölgelerde köylüler, en az düzeyde temsil edilmektedir.  Her türden kadrolu memur sayısı yüksek tümü de fanatik Nazilerdi. Yani parti Alman toplumunun tümünü temsil etmekteydi.” (İletişim Yayınları, 2011, 1. Baskı, s. 51)

Hitler faşizmi demokratik yollarla örülmüştü. Askeri yol deneyen monarşistlerin “Kapp Darbesi” başarısız olmuştur.  Ancak yine de militarist hareketlerin yolu açmıştır. Hitler’in hukuk danışmanı ve Anayasa Mahkemesi Başkanı olan “Carl Schmitt” “Parlamenter Demokrasi Sorunsalı” adlı bir kitap yazmış ve anayasal çoğunluğun diktatörlüğünü savunmuştur. Sonra Schmitt’e faşist bir anayasa yazdırılmıştır. Propaganda bakanı “Joseph Gobels” ise Almanya’daki tüm haber kaynaklarını kontrol altına aldırır, kitapları da yaktırır. Yahudi ve komünistlerin öldürülmesi talimatını veren “Reinhard Heydrich” Gestapo’nun bağlı olduğu  “Reich Güvenlik Başdairesi”nin (RHSA) başına geçer. Herman Göring” “Gestapo”yu (Alman Gizli Servisi) kurmuş, Gestapo da sivilleri kışkırtmakla görevlendirilmiştir. Yahudi katliamlarından sorumlu  “Adolf Eichmann” ise “Nihai Çözüm” (Gaz odalarındaki toplu kıyım) denilen toplama kampları ve “Seyyar Ölüm Birlikleri”ni (Einsatzgruppen) planlayan kişidir.

Hitler ordusunun temelini oluşturan 1. Dünya Savaşında yenik düşen Alman ordusu mensuplarıyla Almanya’daki işsiz, lumpen ve devşirmelerden oluşan “Hür Kıtalar”dır (Freikorps). “Heinrich Himmler”in görevi Nazi SS lideri olarak toplama kampları açmak ve Nazi karşıtlarını yok etmekti. “Holokost”la  (Yahudi soykırımı) 10 milyondan fazla insanın ölümüne sebep olmuştu. Hitler’in savunma bakanı ise gerçek bir kasaptır, “Gustav Noske”

Hitler’in faşizm uygulaması Antika Roma gibi Avrupa proto faşizmin bir örneğidir. Yeni bir reichin hayalini kuran Hitler bu düşünceye “Üçüncü Reich” (Büyük Alman İmparatorluğu) demiş ve Almanlara şöyle seslenmişti: “Bin yıllık bir refah istiyorum.” 

Almanların reich dedikleri tarihteki 3 dönem zenginlik,  refah ve krallık dönemlerini ifade etmektedir.   İlki I.Otto’nun başındaki “Kutsal Roma Germen İmparatorluğu”, ikincisi ise Bismark’ın başındaki “Alman İmparatorluğu”.

1933’teki seçimlerde de “Bana bir 10 yıl verin Almanya’yı tanınmaz hale getireyim” diyen Hitler 2.Dünya Savaşı’nda 65 milyon insanın ölümünden sorumludur ve bunların yüzde 67’si sivildir.

1940’ta İspanya,  İtalya ve Almanya çelik paktı oluşturdular. Amaç Hitler’in Avrupa’daki hakimiyetini kolaylaştırmaktı.  Hitler ve Mussolini’nin de desteklediği “Francisco Franco”, 1975’e kadar 36 yıl İspanya’yı diktatörlükle yönetmişti. Ordusunu “Falanks” (Falanjist) denen askeri birliklerden oluşturmuştur. Onu diğer faşist liderlerden ayıransa 2.Dünya Savaşı’ndan ve anti-semitizmden uzak duruşuydu. Franco da ideolojik olarak laiklik uygulamalarına karşı çıkan tutucu, gelenekçi ve köktenci bir diktatördü. Hemen yanı başındaki Portekiz’de de “António de Oliveira Salazar” “Yeni Devlet” (Estado Novo) adıyla sağcı otoriter bir rejim kurmuştur…

Ortaçağın sonlarına doğru ortaya çıkmaya başlayan ve 18.Yy’da değerli maden ve servet birikimine dayalı bir ekonomik model baş tacı ediliyordu: “Merkantilizm ya da İktisadi Milliyetçilik”. Devletin kaynağını zenginlik ve tüccar çıkarı görüyor, ekonominin (kapitalizmin) sermaye birikimine dayalı toplum ve kültür içine yerleşmişliğiyle (embeddedness) daha sonra neo liberal sistemin dayanaklarını da oluşturur.

“Zaman Mekan Sıkışması” (Time-Space Compression) terimini kazandıran İngiliz sosyal kuramcı “David Harvey”dir. Harvey, iletişim ve küreselleşmenin ekonomik açıdan zaman ve mekan farkını ortadan kaldırdığını vurgularken kapitalizmin coğrafyasının genişlemesiyle hız ve dolaşım boyutunun artmasının sermaye birikimini de kolaylaştırdığını ifade etmektedir.

Harvey, neoliberalizmin servetin üst sınıflarda toplanmasına yardım ettiğini savunmaktadır. “Yapıcı Yıkım” (Creative Destruction) adını verdiği kavramla sosyal adaletsizlik, bölünme ve farklılaşmaya yol açıldığını, “Fordist” dönemin “Esnek Birikim” olduğunu belirtmektedir.

Harvey, neoliberalizmin liberal ve serbestlik (permissivenes) anlayışıyla gelişip yayıldığını, 1970’lerden sonraysa neoliberalizmin yeni muhafazakârlığa (neo conservatizm) dönüştüğünü savunmaktadır.

Lenin, 1916’da kapitalizmin yeni piyasa (kaynak) bulmak amacıyla emperyalizme dönüştüğünü ifade eder (Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması). “Yeni Emperyalizm” (Kolektif Emperyalizm) ise para (finans) ve mali araçlar kullanılarak yapılan sömürüdür.

“Demirtaş Ceyhun” da, “Haçlı Emperyalizm” kitabında “Emperyalist Kapitalizm”i (Yarı Sömürgeleştirme), ABD ve Batı’nın Türkiye’de çıkarına uygun bir yönetim kurmak amaçlı, toplumun gelişimine aykırı formlar verip mezhep ayrılıklarını ve kavgasını körüklemek, kültürel ve sosyal yapıyı yozlaştırmak ve yabancılaştırmak şeklinde tarif ediyordu (Broy Yayınevi, 2009, s. 58).

“Yeni Amerikan Projesi” (PNAC), Washington merkezli Amerikan çıkarlarına göre uluslar arası pazar oluşturmayı amaçlayan, ABD’nin liderlik ve müdahalecilik politikasını yürüten (1997-2006) bir düşünce kuruluşudur.

“Yeni Dünya Düzeni” ise küreselleşmeye tapıncın ikonlarından biri (Yalçın Yusufoğlu, Küreselleşme ve Emperyalizm, Belge Yayınları)

ABD, Yeni Yüzyıl Projesi (PNAC) ve BOP planıyla Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek iddiasında. “Devlet İnşası” (2008) adlı kitapta “Francis Fukuyama” ABD’ye düşen rolü küçük devletlerin yapılandırılması ve güçlendirilmesi olarak görüyordu.  Devletin bileşenleri, sosyal ve kültürel değerlerin küresel çıkarlara uygun dönüşümü, bürokrasi, kurumsal planlama, siyasal ve sosyal normlar olarak sayılmaktadır.

Bu programın mimarları Samuel Huntington, Graham Fuller ve Zbigniew Brezinski gibi isimler dini uygulamalarının belirleyici bir özelliği olarak görürler ve muhafazakârlığı ABD politikalarının bir parçası olarak kullanmışlardır. Bu aşamada “Judeochretienisme” (Yahudi Hristiyanlığı) kavramı da din esaslı politikalarının temelini oluşturdu. Müslümanlığı dışlayan bu kavramla ABD’nin son yıllarda Ortadoğu’da yürüttüğü yeni muhafazakârlığa dayalı siyasi-askeri programı da çakışmaktadır.

“Tanrı Krallığı” Papa XVI. Benedictus’un BM’de yaptığı konuşmada ABD’nin kontrol altına almaya çalıştığı ve musevilerle hristiyanların egemenliğinin aynı olduğunu savunarak olumladığı Ortadoğu’yu yansıtır. 16 Nisan 2008’de ABD’ye yaptığı ziyarette “George W. Bush”u siyasetçi değil inanç adamı olarak gördüğünü ifade etmiştir. 20 Eylül 2002’de “ABD Milli Güvenlik Stratejisi” başlıklı resmi belgede geçen “Önleyici Vuruş” (Pre-emptive Strike) doktrininin ana hatlarını  “West Point” (ABD Kara Harp Okulu) mezuniyet töreninde yaptığı konuşmada ortaya koyan Bush, “Güvenliğimizi tehdit eden bir rejimi devirmek evrensel hakkımızdır, düşmanımızdan önce savaşı düşmanı düşmana götürmeliyiz, planlar dağıtılmalı, tehdit yok edilmelidir.” demişti…

“Neo Conservatizm”in (Neo-conculuk) düşünsel temelleri Hitler’in başhukukçusu (kronjurist) Carl Schmitt’in tilmizi ortodoks yahudi görüşleri modernize eden “Leo Strauss” tarafından atılmıştı.

Siyaset felsefesinde “Yeni Muhafazakârlık” ya da “Yeni Sağ” (New Right) da denilen bu yaklaşım, “Milton Friedman” ve “Friedrich August von Hayek”in serbest piyasaya uyguladığı (liberal muhafazakâr) felsefik görüştür. “Friedmancılık”, süper kapitalizm ve sıkı para politikası yanlısı uygulamaları ifade eder ve 80 sonrası Reagan ile Teacher liderliğinde dünyaya empoze edilmiştir. Türkiye’de ise Turgut Özal’la dayatılmıştır.

1928’de kurulduğu ileri sürülen “Opus Dei” adlı gizli yapılanma papayı hristiyanlığın kutsal önderi olarak gören Vatikan’a destek veren varlıklı ve elit kadrolar oluşturmayı amaçlayan aşırı sağcı bir tarikat olarak değerlendirilmekteydi.

“Olasılıksız” kitabıyla ünlü yazar “Adam Fawer” “Bilim ve Teknoloji Laboratuvarı”ndan (BTAL) sözediyor. 6 ana istihbarat ajansına (CİA, FBI, POD, FDA, NASA, NIH) çalıntı bilgi sağlayan bu kuruluşun temelinin de Truman’ın “Ulusal Güvenlik Ajansı”nı (UGA)  kurmasıyla 1952’de atıldığını açıklıyordu. Bu kuruluş güvenlikle ilgili konuşmaları dinliyor, istihbarat birimlerine aktarıyordu. 130 ülkedeki bilim insanlarını dinleyerek günde 250 milyon görüşmeyi inceleyebiliyordu (Olasılıksız, April Yayıncılık, 52. baskı, s.37).

“Ulusal Güvenlik Teşkilatı” (NSA) yabancı ülkelerin telefon, e mail vs. takip ederek bilgi toplayan hatta Sovyetlerin dağılmasında etkin rol oynayan bir kuruluş olarak değerlendirilmekteydi.

ABD gibi emperyal ülkeler aynı zamanda “Gönüllü Casusluk” (Walk-in Spy)  gibi farklı yöntemlerle de etkili olmaktaydı tabi…

Popüler kültür ve kapitalist meta kültürünün insan psikolojisini bozup aşındırarak yabancılaştırdığını savunur Alman düşünür ve toplumbilimci “Max Horkheimer”.

“Kültürleme” toplumsal uyumu için bireye geleneksel değerlerin empoze edilmesidir. Emperyalizmin de amacıdır. Günümüz ekonomik pratiği protofaşizmin saldırgan ve açık işgalcilik stratejisi gibi olmasa da değişik yöntemlerle sömürüye devam ediyor.

Hitler’in saldırgan devlet politikası olarak ileri sürdüğü “Lebensraum” (Yaşam Alanı) politikasının yerini benzer biçimde çok uluslu işletmelerce yürütülen “Land Grabbing” (Arazi Kapatma) politikası da almış bulunuyor…

Ve Şirketokrasi…

Şirketokrasi ne demektir? Kısaca şirketler tarafından kontrol edilen ekonomik ve politik sistem. Günümüzde ABD’de hasıl olan model “Şirketokrasi” olarak adlandırılır.

 “Jeffrey Sachs”a göre ABD’de hakim olan sistemin adıdır şirketokrasi. Oluşumunda 4 neden var:

Ulusal partiler zayıf kişisel temsil güçlüdür,

ABD ordusunun etkisi büyüktür,

Şirketlerin seçim kampanyalarına etkisi fazladır

Ve küreselleşmeyle işçilerden soyutlaşan dengesizlik.

C.Wright Mills”e göre bu sistemde denge güçlü elitlerden yana. Ülkenin geleceğini bankalar ve şirket sahipleri belirlemektedir. Doğanın ve insanın sömürüsünün nedeni bu dengesizlik…

“Bir kandırma ve yanılgının etkisi altında olmasalar insanlar asla özgürlüklerinden vazgeçmezler.”

(Edmund Burke)

“Lord Brougham” “Eğitim bir insanın diktatör olmasına değil, önder olmasına yarar.” diyordu. Saraysız Başkan olarak da anılan Uruguay Eski Devlet Başkanı Jose Mujica,  eski bir gerilla lideriydi ve maaşının çoğunu dünyanın en fakir başkanı olarak yardım kuruluşlarına bağışlıyordu. Mujika örneği, Latin Amerika’da da sosyal sınıfların mücadelesiyle isabetli liderler çıkarılabileceğinin iyi bir kanıtı.

ABD Başkanlık Sistemi de dahil bugün çoğunluk sistemine dayalı siyasal sistemler ve seçimler, kazanan partilerin hükümet adına çalışması için eş, dost ve seçmenine görev taksimine (spoil system) açık…

Partikülerleşme, nepotizm ve kliyentalizm…

Bunlar bu sistemlerin yarattığı sorunlar…

Partikülerizm” (Tikelcilik ya da Yörecilik),  salt aile ve yakın çevreye güvenç, bir toplumsal çözülme ve bölünme belirtisidir. “Nepotizm” (Akrabadan Gelen Torpil) patronaj ilişkilerinin aracı olarak devlet olanaklarından yararlanmada adaletsizliğin önemli etkenlerinden birisidir.

Ve “Kliyentalizm” de (Kollamacılık) genelde cumhuriyet ve demokrasi dışı yönetim biçimlerinde otoriteyi ya da yönetimi ele geçirmeyi planlayıcı himaye sistemidir. Seçmene seçilebilmek için ayrıcalıklı destek ve hizmet sunmak fakir ülkelerde sıkça görülen bir durumdur.

Mikro faşizm…

“Mikro Faşizm” ya da Mahalle Baskısı, dışlama, zorlama, yaptırım amaçlı toplum içinde kendinden farklı kesimlere uygulanan baskı biçimlerini ifade ederler. Küçük ölçekli ırkçılık, yerel milliyetçilik, ayrımcılık gibi sonuçlar doğururlar. (Mahalle baskısı 1981’de Şerif Mardin’in bir makalesinde kullanılmış ilk kez.  Tanıl Bora ise Birikim Dergisi’nde sıradan faşizm kavramı yerine kullanarak günlük ilişkilerde kendini dışa vuran baskı şeklinin en tehlikelisi olduğunu belirtmişti.)

“Coşkun Can Aktan” demokrasi’nin başarısızlığının ya da imkânsızlığının sebeplerini “Eksik Enformasyon” ve “Siyasal İlgisizlik” olarak görüyordu. (Demokrasi Poliarşi ve Demarşi, Çizgi Yayınları, 2000)

Aydınlanma Çağı’nın önemli isimlerinden İtalyan hukukçu ve filozof  “Cesare Beccaria, “Her zaman sıradan ve bayağı bir adam olan yüzsüz, yalancı, bilgisiz biri; halk içinde tapınılacak konuma gelebilir. Ancak, aynı kimse aydınlatılmış bilgili bir halk tarafından sadece bir aşağılanma konusudur.” der.

Halkın seçtiği temsilcilerin güç ve yetkilerini sınırsızca kullanmalarını sağlayan üzerinde önemle durduğu siyasal bilgisizlik, miyopluk, unutkanlık (amnesia)   gibi gerekçeler yanında liderlik ve elitizme yol açan çoğunlukçu siyasal sistem ve toplumsal yasalardaki eksiklerdir. 1961 anayasasına da giren sosyal barış, sosyal adalet gibi ekonomik ve sosyal yaşama ilişkin sosyal devlete özgü birtakım kavramlar ancak sosyal sınıfların mücadelesiyle gelişebilmiştir.

“Konformizm” bir kimsenin sorgulamasına engel olan etkene uyması marx’a göre sebebi siyasal haklardan yoksunluktur. Zıttı ise, Kollektivizm’dir.

“Kollektivizm” ise toplumsal kararlara etkin katılım, toplumsal çıkarlara uygunluk ifade eder.

Lenin, “İnsanlar, her zaman, siyasetteki aldatmaların ve aldanmaların aptal kurbanları olmuşlardır ve bütün ahlâksal, dinsel, siyasal ve toplumsal sözler, bildiriler ve vaatler arkasındaki şu ya da bu sınıfın çıkarlarını aramayı öğrenmedikleri sürece de, böyle kalacaklardır. Reform ve ilerleme şampiyonları, ne kadar barbarca ve çürümüş görünürse görünsün, her eski kuruluşun, belirli egemen sınıfların zorlamasıyla ayakta durduğunu görmedikçe, her zaman eski düzenin savunucularının oyununa geleceklerdir. Ve bu sınıfların direnişini kırmanın ancak bir tek yolu vardır; bu da, çevremizdeki toplumun içinde, eskiyi silip atabilecek ve yeniyi yaratabilecek kuvveti oluşturabilen -ve toplumsal durumları yüzünden oluşturmak zorunda olan- güçleri bulmak ve bu güçleri savaşım için bilinçlendirmek ve örgütlemektir.” demektedir.

Osmanlı döneminde de halk isteklerinin en büyük bölümü baskıcı devlet işlem ve eylemlerinden yakınma olarak ortaya çıkarken Cumhuriyet ve çok partili siyasal düzen siyasal hak ve ödevlerin kullanılması gereğini ortaya çıkarmıştı.

Halkın temsilcisi karşısında çıkarını ve kendisini koruyacak bir duruma gelmesini sağlamak ancak yönetilenleri gerekli bilgilerle donatarak yönetilenle arasındaki eşitsizliği ortadan kaldıracak seçileni seçene karşı savunma olanağı veren ve kimi üstünlükler sağlayan içreklik kabuğunun ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır.

TAMER UYSAL

L’état, C’est Moi (Devlet Benim) ! (Louis XIV)

 

 

tamer uysalAvrupa ülkeleriyle özellikle Hollanda ile yaşanan diplomatik sorun yıllar önce Cem Özer’den alıntıladığım yazıyı aklıma getirdi. Kriz, Cem Özer’in bizim muhafazakârlarımız Batı’nın nimetlerinden yararlanırken halka bunları yasaklayıp kötüler şeklindeki sözlerini (Acemi Yazılar, Parantez Yayınları, 1997) hatırlatıyordu.

Almanya’da mitingi engellenen Bekir Bozdağ’ın “Bir toplumun toplantı yapmasına izin vermeyen bir demokrasi olabilir mi?” lafına “Demek ki 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayabileceğiz. Bu beyan arşive girmiştir çünkü” demişti Cem Özer.

Bir lokma bir hırka, İslami burjuvazinin (muhafazakar demokrat)  yoksul yığınlara  dünyanın değersiz olduğu  biçiminde  dayattığı, azla yetinmeyi öğütleyen   sufi  (mistifikasyon)  inançtır. Her ne kadar  kapitalizmin  felsefesiyle çelişse de  İslam burjuvazisinin  yaşam biçimiyle de çelişiyor halbuki…

Eski Yunan ve Roma’da sıkça kullanılan demagoji, hitabet yoluyla din ve millet gibi kavramlar üzerinden propaganda yöntemi idi. İki yüzlülük ve asıl niyeti gizlemek ise takiyedir. Aksi halde savunma yapar, methiyeler düzer. Buna da apoloji diyoruz.

Birriz de  Almanya’dan sonra Hollanda’yla yaşandı. Hollanda’yla sınırlı kalmadı tabi. İki ülke arasında sorun olmaktan çıkıp adeta restleşmelere varan bir Avrupa Türkiye (AKP) sorunu haline geldi.  Yurt dışında yaşanan hadiseler Türkiye’de anayasal bir hak olması ve yasalarla tanınmasına rağmen toplantı ve gösteri yürüyüşü gibi etkinliklerde sıkça karşılaşılan “Efradını cami, ağyarını mâni” muameleleri de akla getirmiş oldu.

Türkiye’de sorun sistemdir. Ne başkanlık ne başka bir şey.  Çoğulcu olmayan sistemdi çünkü.

Çoğulcu (nispi) demokrasi, çoğunluğun hakimiyetini reddeden, azınlıkların ve muhalefetin de korunmasını savunan demokrasi biçimidir. Çoğulculuk, yönetimin paylaşılmasıdır, çoğunlukçuluk ise çokluğu bütünden üstün tutar. Çoğulcu, çoğunluğun mutlak egemenliğini kabul etmez.

Çoğunlukçu (mutlak) demokrasi,  çoğunluk kurallarının mutlak (kati) olduğu, azınlık  hakları ile  kuvvetler ayrılığını sınırlayan  çoğulcu demokrasiye göre çoğunluğun aldığı  kararları  sınırsız ve kesin  sayan bir  demokrasi biçimidir.

Türkiye’de ne yazık ki siyasette çoğulcu kültür geliştirilemedi, gelişmedi.

Ve şu torba yasalar… Oldu bittiye getirilen bu düzenleme ve uygulamalar kısaca hesap vermekten kaçınmayı ifade ediyor ve yönetim ile yargıda çoğunlukçuluğa dayanan sistemden kaynaklanıyor. 12 Eylül’de de benzer şekilde siyasal iktidar cunta anayasasının sağladığı yetki ve meclisteki çoğunluğa dayanarak adeta temsilde adalet ilkesini yok sayarak devleti kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) yönetti.

Türkiye’de temsili demokrasi de hep sorunlu olmuştur. Özellikle 80 sonrası uygulanmaya başlanan yüzde 10’luk seçim barajı rejimin meşruiyetini ve adalet ilkesini büsbütün bozmuştur. Torba yasalar  halkın iradesine aykırı,  birbirinden farklı  yasaların  aynı kanun içinde onaylanması işlemidir birkere. Toplumun kabul etmeyeceği yasalar bu yolla  TBMM’nden geçmektedir.

Gelelim Başkanlığa..

Başkanlık Sistemi de zaman zaman sağ muhafazakar ve liberal iktidarların son dönemlerinde ya da  kapitalizmin olağan kriz dönemlerinde istikrar kavramını ve  sistemdeki tıkanıklığı bahane ederek ileri sürdükleri bir talep olagelmiştir. Bir takım zahirperestin yeniden ortaya attığı bu fikrin tartışılması abesle iştigal değil de ne?..

Getirilmek istenen solipsist (tek adamcı, tek benci) ve adeta lejitimist (hükümdarcı, meşrutiyetçi) benzeri bir rejimle başkanlık sistemi de onun otoritesi de salt idari işlerle sınırlı kalmayacak çeşitli sosyal konularda çıkacak yönetmeliklerle  (çevre, kadın hakları vs) tüm bireylere ve toplumsal yaşamın her alanına nüfuz edebilecektir.

Seçimin olmadığı yerde özgürlük de yoktur. (Jean-Marie Cotteret ve Claude Emeri)

“Cami ne kadar büyük olsa imam gene bildiğini okur” şeklinde bir atasözü yok mu? Çoğunlukçu yönetim anlayışıyla milliyetçi muhafazakar  devlet tekelinin meşruiyet kazanması şimdiye kadar koparılan yaygaradan ve tepedekilerin tercihlerinden anlaşılıyor. Diğer bir deyişle dervişin fikri neyse zikri de o oluyor.

Lenin’in “Din adamı siyasetçi ve eğitimci olmamalıdır.” sözünün gerçekliği apaçık ortaya çıkıyor, sergileniyor da…

Tıpkı iktidar amaçlı kurumlar gibi “halkın temsilcisi” olarak görülen ve zamanla içi boşaltılan STK’lar yerine halktan ve emekten yana demokratik kitle örgütlerinin (DKÖ) işlevsiz kalmaları gibi… Bu yapıların yeniden ve güçlü temsil vasfı kazanmaları dururken o da ne?

Başkanlık…

Dernekler kanunu ve örgütlenme hakkı gibi konularda  yasal düzenlemelerin  yapılması gerekirken.

Türkiye’deki önemli sorunlardan biri de artık malumunuz olduğu üzere. Yaratılan engeller kadar muhalefet boşluğu da var. Saydığımız nedenleri de dahil ederek farklı görüş açılarının dile getirilememesi önemli sorun. Yönetim sorunları ve perspektife karşılık alternatif olarak görülen muhalefetin laik eğitim, sağlık ve eğitime daha çok bütçe, fırsat eşitliği gibi  sınırlı kalan söylemleri yanında, eşitlikçilik, özgürlükçülük ve ilericilik gibi  temelli ve köklü, birleştirici ve bütünleştirici ilkelerle çözümleri geliştirilemiyor. Dinci – pragmatist (yararcı) tezlere karşı bu argümanlar demokrasi, katılım ve adalet gibi talepler kadar inandırıcı ve umut olamıyor.

Türk tipi diye ifşa edilen başkanlık sistemi ise çoğulculuk açısından çözüm olmayacağı gibi aksine çoğunlukçu sistemin dayattığı bir keyfiyet olarak daha büyük sorunlara gebe. Ve siyasal haklar ve temsil olanaklarını çok daha fazla kısıtlayacak  tek adam rejiminin somutlaşmış bir örneği olarak adeta bundan sonra “devlet benim” der gibi karşımızda duruyor.

Zaten farklı mıydı ki…18 madee

TAMER UYSAL

SEÇİM VE DEMAGOJİ

 

 

 

Her doğan günle biraz daha

Arsız bir bulanıklıktır şimdi

Duru sularımıza yayılıp giden

Aydınlığı yenilmiş ülkemde

(Ferit Durmuş)

 

tamer uysalTabiat ana Anadolu’yu renkten renge boyamış: Ege ve Akdeniz’i maviye, Karadeniz ve Marmara’yı yeşile, İç Anadolu’yu sarı’ya Doğu ve G.Doğu’yu kahve rengine.

 

Siyasal haritaları bir yana bırakıp elimize coğrafya (fiziksel) haritayı aldığımızda böyle bir tablo çıkıyor karşımıza. Siz hiç siyasal haritalara bakmayın gene de. Dağların rengi doruklara çıktıkça koyulaşır  ve karaya çalar ama siyasetin tablosu doğuda karanlıktır hep.

 

Bakarsan bağ olur bakmazsan dağ…

 

Dağlar sadece doğu bölgelerinde mi? Anadolu’nun her yanında irili ufaklı dağlar bulunuyor tabi. Ama doğudakiler başka. Yıllar önce okuduğum bir şiir vardır, şiirdeki dizeler hep aklımda. Gazetenin bir okur köşesine gönderilmiş:

 

Bizim dağlar Uludağ’a benzemez
Gitar çalamazsın bizim dağlarda
Kayak yapamazsın
Ve toprağın altındadır evlerimiz
Acıdan,
Kahırdan
Gözyaşından
Her gün biraz daha batar derine
Ocaklarda tezek yanar ağabey
Odun yerine,
Sabahları kağnılar ezer uykumuzu
Onun bunun toprağına sürgünüz
Ne söylesek duyulmaz
Ne söylesek yalan
Çünkü bizden başka herkes haklıdır
Ve bu yüzden yıllar yılı
Sesimiz ağzımızda saklıdır 

(Doğan Ozan)

 

80’li yıllar içinde yayınlanmış “Uzak Sancı” adını taşıyan bir şiirdi. Beni etkilemişti, o yüzden hiç unutmam.

 

Uludağ’lı köylüler ise sanki asfaltı ilk kez görmüş gibi. Son 10-15 yıl içinde, “yolumuzu yaptılar” diyerek seçimlerde aynı  partiye bütün oylarını vermişlerdir. Bu taraftaki farsak böyle ya doğuda durum peki nasıldı?..

 

Bir dokun bin ah işit…

 

İşyerimden dönüşlerde sohbet için zaman zaman başka araçlara da binerdim. Yine bir gün Bursa’ya dönüşümde işyerimden geçen bir pazarcı arabasına binmiştim. Çocuk Muş’luymuş. “Abi” diye başladı: “Bizim orada da ne ekersen olur. Devlet destek verse burada ne işimiz var.”

 

Elma yetiştirmekten söz ediyordu.  Velhasıl onun da herkes gibi hayalleri büyüktü…

 

Anadolu “Anatole” dir aslında. Köken olarak (etimolojik) Yunanca bir sözcük. “Doğu”demek. Anatolia “Güneşin doğduğu yer”dir.  Bizanslılar ise Constantinopolis’in doğusunda kalan ülkeler için, özellikle Küçük Asya ve Mısır için kullanmış

 

Keser döner sap döner gün gelir hesap döner…

 

20’den fazla ülkede “Milliyetçilik Kuramları (Theories of Nationalism: A Critical İntrodustution)” milliyetçilik derslerinde temel okuma kitabı olarak kullanılmaktadır. Milliyetçilik Kuramları’na (Umut Özkırımlı) göre milliyetçilik söyleminin   3 temel özelliği vardır:

 

Millet her şeyden önce gelir… Millet kavramı suç sayılabilecek eylem ve davranışlarda bile temel bir meşruiyet kaynağıdır… Dünyayı biz ve onlar olarak ikiye ayırır: Kimlik ve karşı kimlik (öteki). Ötekilere göre üstün tuttuğu tanımı kendinden emin olamadığı için hep ayrı ve canlı tutar…

 

Tarih içinde hiçbir şey durduğu yerde kalmıyordu.

 

Ziya Gökalp’e göre millet, bir taraftan fertleri arasında tearüf (sempati), diğer taraftan fertleriyle başka milletlerin  fertleri arasında tenakür (antipati) bulunan bir zümre demekti.  (Terbiye ve Milliyet, Muallim Dergisi, 1916)

 

Ötekilik (alterite) günümüzde başka anlamlar ifade ediyor.

 

Taner Timur, “Milliyetçi ideoloji ister istemez etnik ve ırk çağrışımları yapan bir ideolojidir ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu özellikleri dolayısıyla Batı’da itibarını kaybetmiş, Yahudi ve göçmen işçi düşmanı aşırı sağ hareketlere  özgü bir ideoloji konumuna düşmüştür” diyordu. (Osmanlı Kimliği, İmge Kitabevi, 2010, 5.baskı, s. 65)

 

Çoğunlukla din ve milliyet gibi popüler kavramları kullanan demagoji halkın önyargı ve korkularına  dayalı yapılan  siyaset ve destek arayışıdır. Köleci toplumlara (Eski Yunan ve Roma)  dayanan bir sömürge aracıdır.

 

Fikret Kızılok “Süleyman Demirel en büyük demagogtur Türkiye’de” demişti. Bugün yaşasaydı bunu kim için derdi acaba?..

 

Sınıf ayrımını din-millet sütresiyle ne kadar payandalarsanız payandalayın iflas etmeye mahkumdur.

 

İncir babadan zeytin dededen…

 

Zeytin Arapça bir sözcüktür. Bütün kutsal kitapların da adını andığı bir ağaç. Ölmez ağaç, Tanrı ağacı vs. Zeytin mitolojide de (Eski Yunan ve  Mısır) geçer.  İspanya’ya zeytin yiyecek maddesi olarak Araplardan,   Yunanistan’a ise Anadolu’dan geçmiş: Tanrıça Athena ile denizler tanrısı Poseidon, Atina şehrinin koruyuculuğu için yarışmaya girerler. Şehre en faydalı şeyi getiren kazanmış sayılacaktır. Poseidon atı, Athena ise zeytin ağacını getirir. Athena kazanır ve şehrin koruyucusu olur.

 

Zeytin dalı barışın simgesidir. Zeytin başka neyi çağrıştırıyor? Zeytinin ya Türkiye’de başına gelenler…

 

Sidal çok bilinen bir Kürtçe isimdir. Ağaç dalı gölgesi anlamına gelir. Mahrumiyet bölgesi tanımı ise genelde doğu ve dağ bölgeleri için söylenir. Yaşamsal olanaklardan yoksunluğu ifade eder. Bunlardan biri de ağaçlardır, zeytin ağacıdır.

 

Ankara’dan Bursa’ya bir yolculuk sırasında yine doğu kökenli olduğunu tanışınca öğrendiğim sempatik bir genç “Abi ben hayatımda hiç zeytin ağacı görmemiştim”demişti bana. Zeytinin yetişmesi için Türkiye’de artık denize yakın olmak  falan mı gerekiyor.

 

Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’i ikiye ayırmasından 3 bin yıl sonra artık günümüzde iş makineleri, kavi robotlarla büyük barajlar dev gibi dağlar delip koca koca gölekler, göller yaratılıyor. Artık insanlık için hemen hemen her şey mümkün. İklimler, coğrafyalar bile değişebiliyor çünkü.

 

İnsanımıza bu tabloyu reva görenler unutmasınlar ki en güzel türküyü her zaman tabiat ana söyler. Güzel Anadolu’ya da silahların değil barış dallarının gölgesi düşsün!

 

Ağaç deyince bir yandan aklıma hemen Behçet Aysan ve Metin Altıok için kaleme alınmış “Kalem ve Toprak” adlı şiirin o güzel dizeleri de geliyor:

 

Bir kalem dikin toprağıma

İki ucu da açılmış sipsivri

Bir elime bir gece yapraklarına

 

Bir kalem dikin toprağıma

Tam da erken bahar vakti

Azar da kök salar belki

Elim gece yapraklarına

 

Bir kalem dikin mezarıma

Yan yana gelmemiş

Sözcükler var daha

(Hulki Aktunç)