Etiket arşivi: Tamer

PEKİ KÜRESELLEŞME KİMİN İÇİN?

Ulaşım, iletişim ve kaçınılmaz küreselleşme…

Küreselleşme, teknolojik ulaşım ve haberleşme alanlarında meydana gelen değişmeler sonucu bütün dünyanın ekonomik, politik ve kültürel anlamda bütünleşmesini ifade ediyor. Ulaşım bütünleşmeyle ilgili ilk önemli aşamaydı…

M.Ö.3000 yıllarında Rusya’nın güneyinde tekerleğin kullanılması ardından M.Ö.2500 yıllarında at’ın binek hayvanı olarak insanlığın istifadesine sunulması giderek zorba ve talan ekonomisinde kullanılması ulaşımla ilgili buluşların başlangıcıydı. Dünyanın global bir köy haline gelmesi atla başlıyor.

Bilim devrimi yani buhar gücünün bulunması, katı ve sıvı yakıtların ulaşımda kullanılmaya başlanması ile yeni teknolojik gelişmelerin ortaya çıkması ise ulaşımda dönüm noktası olmuştur. Telefon, telgraf ve telsiz bulunmasıyla iletişimin teknik boyutları daha da geliştirilmiştir.

Çeşitli düşünürler iletişim kavramı üzerine görüş ileri sürmüşlerdi. 19.yy sonunda insanların yönetimini de kapsayan gelişmelerle ilgili ilk kuramsal açıklamalar liberal görüşün savunucusu Adam Smith’e dayanmaktadır. Smith “Bırakınız Yapsınlar”ın Cosmopolis’inde bolluk ve büyüme için işbölümü ve iletişim olanaklarının gelişmesini varsayıyordu.

1789 Fransız Burjuva Devrimi ulusal bütünleşme adına bu gelişmeyi daha da özgürleştirmişti. 18.yy liberalizmin, 19. yy ise iletişimin temel teknik sistemleriyle serbest değişim ilkesinin yaratıldığı insan topluluklarında bütünleştiriciliği etken sayan görüşün başlıca kavramlarının doğuşuna tanık olmuştur: İşbölümü, ağ, gelişme, yığınların yönetimi…

Saint Simon iletişimde anahtar bir kelime olan ağı toplumsal-fizyolojik açıdan organizmal bir düşünce olarak ortaya atıp insan ve iş yönetimine geçişte toplumsal örgütleniş biçimlerinin ipuçlarını veriyordu. Ağ örgüsü ya da dokusu endüstriyel işletimde sistem olarak tanımlanır.

Herbert Spencer, organik bir sistem olarak tanımlanan iletişimle ilgili bu yaklaşımı geliştirip işlevini açıklığa kavuşturdu. İşlevler belirlenip, parçaların birbirine bağımlılığı organizma toplumunun somut örneği. İletişim sisteminin iki bileşeni dağıtıcılık ile düzenleyicilikti. İlki dolaşımı sağlarken ikincisi de egemen merkezin çevresiyle olan karmaşık ilişkilerinin yönetimini sağlamaktadır. İkincisi merkezin kendi etkisini yayabileceği medyasıdır. Yöntemler ise bildiriler, sondalamalar, basın, posta, telgraf, basın ajansları vs.

İletişimle ilgili üçüncü kavram gelişmedir. Saint Simon’un öğrencisi Auguste Comte Spencer’in görüşlerine yaklaşır. Fizyolojik gelişme yasaları ve işbölümüyle ilgilenmiştir. Tarihi teolojik yani düşsel, metafizik yani soyut ve pozitif yani bilimsel 3 döneme ayırdı. Sonuncusu bilim çağıydı. 2.Dünya Savaşı’ndan sonra medyalara stratejik bir rol veren gelişme anlayışıyla canlandı. Siyasal coğrafya ve jeopolitik temeller ise 1897’de Alman Friedrich Ratzel tarafından atıldı. Gücün mekansal boyutuna ilişkin bu düşüncede mekan yaşamsal mekana dönüşür. Ağlar ve devreler ülkeye can verir. “Devlet toprağa demirlenmiş bir örgüttür” der Ratzel. Ülkedeki organizmal ilişkilerle ilgileniyordu. Değişim, etkileşim, devingenlik vs. yaşamsal enerjinin dışavurumudur.

Saint Simon’ın görüşleri planlı ve kısmen bilimsel örgütlenmiş bir toplumdan burjuva toplum yapısına ilişkin kuramlara evrildi. Comte’un bilgi yoluyla toplumun dönüşümüne inanan öğretisiyle Spencer’in herşeyin kendiliğinden gelişeceğine inanan ve toplumu biyolojik organizmaya benzeten organik toplum kuramı ile çözümlenemezdi.

Ekonomik, politik, askeri, teknolojik güç odakları, yeni dünya düzenini ve küresel ilişkileri düzenleyen otorite dünyayı yöneten egemen güçtür diyordu Antonio Negri.

Egemenliğin biçimi değişti, birçok unsuru barındırıyor şimdi. Bunun araçları da ulusal ve ulus üstü kuruluşların organlarıdır. Emperyal egemenlik yani otorite ABD önderliğinde gayri resmi biçimde paylaşılmıştır aslında. Thomas Jefferson gibi federalist yazarlar ABD ideolojisinin babalarıdır. Antik dönem özellikle Roma İmparatorluğu’nun emperyal modelinden esinlendiler. Onlara göre iktidar ağ içinde etkili bir biçimde dağılmalıydı. Bütün dünyaya hükmedecek şekilde sınırlar kaldırılmalıydı. Mekansal sınrılarla birlikte zamansal sınırlarda öyle; tarih, kimlik, geçmiş vs. askıya alınıp mevcut durumlar sonsuz kılınmalıydı. Hatta yönetim doğrudan insanlar üzerinde etkili kılınmalıydı.

Foucault’a göre bu durum otoriter toplumdan kontrol toplumuna geçişti. Üretim biçimleri, dağıtım, adetler, gelenekler vs. bu mekanizmanın komut ve aygıtlarıyla düzenleniyordu.

İletişim sistemleri ve enformasyon ağları yoluyla iktidar beyinleri ve bedenleri de kontrol altına alıyordu. Bu yeni egemenlik kurma aracını Foucault, “Biyo-İktidar” olarak kavramlaştırmıştı.

Kapalı ekonomiden Pazar ekonomisine geçiş 12.yy’dan sonra başlamıştı. İnsanlığı birleştiren binlerce yıllık din ve tanrı olgusunun yerini pazar ekonomisinde para almıştı. Para, bankalar, faiz vs. dinsel açıdan bir çelişki gibi görünüyordu ancak para ile tanrı imgeleri arasında bir denge oluşturularak egemenlik tepkiyi azaltarak sürdürülebilirdi. 14.yy’da yoksulluğa isyan edenler tarafından bu imajın sarsılması gerçeğe dönüştü. Günümüzde kitle iletişim araçları yeni ideolojik silahıdır iktidarların.

Kitlesel iletişim toplumları etkileyen yeni olgudur. 20.yy başından itibaren gelişen kitle iletişim araçları insanların ilgi alanlarını biçimlendirdi. Siyasi sistemleri etkileyen önemli bir güç haline geldi.

W.Lippman “Kamuoyu” isimli kitabında “kafalarımızın içindeki resimler” kuramıyla kitle iletişim araçlarının üstün gücü ve etkisine dikkat çekti. Harold D.Laswell’in “Dünya Savaşında Propaganda Teknikleri” ve A.J.Mackenzie’nin “Propaganda Boom” adlı kitaplarında ise özellikle ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın Birinci Dünya Savaşındaki propaganda çalışmalarına yer verilmişti.

İletişimle ilgili çalışmalar özellikle askeri ve politik kaygılarla başlamıştır. Bu alandaki çalışmalara öncülük yapan kurumun ABD’nin “Ordu Enformasyon ve Eğitim Bölümü Araştırma Birimi” olması dikkat çekicidir.

Geniş halk yığınlarını denetim altında tutma, biçimlendirme, yönlendirmede kitle iletişim aygıtları yararlanılan etkili bir güç olmuştur.

1929’daki dünyanın içine düştüğü ekonomik krize karşı ABD “New Deal” adlı bir program geliştirmişti. Borsa, bankacılık ve ticaret sektörlerini vuran kriz için uygulanan programın halka benimsetilmesinde iletişim alanında yapılan çalışmalar ve kitle iletişim araçları kullanılmıştır.

ABD’nin dünyaya empoze ettiği yeni sosyal devlet anlayışının geliştirilmesi şeklinde ekonomik anlayış aslında kapitalizmin uluslar arası düzeyde rekabet edebilmesini amaçlıyordu. ABD bu gelişmeyle sosyalizm karşısında kapitalist sistemi test etmek ve kapitalizmin iç işleyişinden kaynaklanan sorunların ertelenebileceğini göstermek istemiştir.

Böylece ilk kez ABD öncülüğünde kitle toplumu, kitle kültürü, tüketim ve refah toplumu kavramları 1945 sonrasında kapitalist ekonomiyle birlikte ABD’nin tanımlanmasında başvurulan yaygın ve çekici kavramlar haline getirilmişlerdir. Batı’nın öncülüğünü de 1930’lardaki bu toplumsal sistem sayesinde ele geçirmiştir yani ABD. Batı’nın iletişim alanındaki kuramsal çalışmalarının bu öncülükteki rolünün de etkisi olmuştur. Kimdi bunlar, sayalım; Phillippe Gaillard, Jean Luc Pouthier, Paul Verschave, Joseph Pulitzer vs.

İletişim, toplumsal yaşamın başından bugününe kadar her alanda ve koşulda görülen bir toplumsal eylem olmuştur. İnsanın doğa ile ilişkilerinden doğan sınırlarını aşıyor en sonunda toplumlararası boyuta taşıyordu. Atla başlayan globalleşme böylece akıl almaz boyutlara ulaşıyordu. Küreselleşme ise teknolojik gelişme ve bilgi toplumunu doruğa ulaştırdı. Ülke ve uluslar arası alanda serbest piyasa ve serbest ticaret yaygınlaşmış, dünya ticareti artmıştır. Ancak gelişmeler istihdamı ise olumsuz etkilemiştir.

Teknolojik ağlar sadece üretimi değil, iletişimle birlikte sosyal yapıları da etkiledi. Doğal sınırlar ortadan kalkıyor, dil, aile, ülke gibi aidiyetle ilgili öğeler önemini kaybediyordu. Eski Roma, Batı’nın bugünkü kimliğini kazanmasında pay sahibidir. Çünkü Roma uygarlığı batı toplumları için bir dünya imparatorluğunu ifade etmekteydi. Bugün ABD için kullanılan yeni imparatorluk tanımlamasında olduğu gibi. Çünkü Roma askeri ve politik üstünlüğünü üretimde söz sahibi olması sayesinde kurmuştu. Örgütlenme biçimiyle, toplumsal ilişkilerdeki rolüyle, kurduğu iletişim biçimiyle tıpkı bugün ABD’nin yaptığı gibi egemenliğini kurumsallaştırmıştır. Yves Renouard “Haberleşmenin Gelişimi” adlı eserinde Roma’da bu amaçla “Cursus Publicus” isimli çağının en ileri iletişim sisteminin varolduğunu belirtmişti. Muazzam bir yol ağı üzerinde kurulu bir sistemle adeta “bütün yollar Roma’ya çıkar” sözü doğrulanırcasına askeri ve idari amaçla geliştirilen yollar çöllerin içlerine kadar uzanıyordu. Roma’nın geliştirmiş olduğu haberleşme sistemi bundan ibaret değildi. Julius Sezar döneminde “Acta Senatus”a ait tutanaklar halkın görebileceği yerlere asılıyordu.

İtalyan Komünist Partisi kurucusu marksist kuramcı Antonio Gramschi tarafından kullanılmıştır ilk kez “hegemonya” kavramı. Bir devletin diğer devletler üzerindeki gücünü, otoritesini, aynı zamanda devletler arası ilişkilerde ekonomik, politik , toplumsal, kültürel, ideolojik bakımından bütünlüğü ifade ediyor.

Yani hegemonya “emperyalizm” kavramıyla içiçe geçmiş kavram. Büyük egemen güçleri ifade ediyor. Örneğin 15.yy. da Portekiz ve 16. yy. da İspanya sömürgeci politikası nedeniyle dünyanın “hegemon güç”leri idiler. 17.yy.da Fransa, 18-19. yy da İngiltere, 20. yy da ABD hegemon güç haline gelmiştir. Emperyalist batının dünyada egemenlik kurmasıyla toprak işgallerinin nedeni belliydi. En önemlisi de ekonomik nedenliydi. Tekelci sermaye için yatırım, pazar, hammadde, nüfus alanları yaratmak amaçlanıyordu. Emperyalizmin marksist bakış açısıyla ilk ciddi yorumu 1916’da Lenin tarafından yapıldı, “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı kitabında. Lenin, emperyalizmi kapitalizmin tekelci aşaması olarak görüyordu. Marksistlerle beraber bazı klasik ve liberal ekonomist düşünürler de emperyalizmin nedenleri üzerine görüşlerini dile getirdiler, David Ricardo, Adam Smith, John A.Hobson bunlardan birkaçıydı. Örneğin Hobson “Emperyalizmin Ekonomik Anakökü”nde yervermiştir.

Makhiavelli, Bacon ve Hitler’in yorumları egemenlik kurma isteği üzerinedir. Stratejik ve güvenlik amaçlı yayılma, bölgelerle başka ülkelerdeki yönetimleri elegeçirme isteği de başka bir nedendi. Azgelişmiş ülkelere yapılan yardımların arkasında emperyalist amaçlar yattığı kabul edilmektedir.

Emperyalizmin önemli aşamalarından birisi Amerika kıtasının keşfedilmesiyken ikinci aşama endüstri devrimiyle gerçekleşiyordu. 16.yüzyılda Avrupa’da başlayan makina devrimi yerini 18.yy’da tarımsal üretimin makine ve fabrikalara evrilmesiyle teknolojik devrime bırakıyordu. Çok uluslu şirketlerin tekeline geçen bilimsel ve teknik buluşlar ve gelişme “teknolojik” devrimin zeminini hazırlamıştır. Hem toplumsal ilişkileri hem de yapıyı etkileyen büyük değişimler getirmiştir. Bugünün neo-emperyalizm’ine giden sürecinin temelleri işte bu dönemde atıldı. Asıl sömürü toprak işgallerinin olduğu 15.yy’da değil kitle iletişim araçlarının ülkeleri, kültürleri, dili, aileyi hatta giderek özgürlükleri ortadan kaldırdığı 19.yy’da başlamıştır. Genişleme politikalarının önemli adımı iletişim teknolojilerinin ve buluşlarının ortaya atıldığı son 200 sayılır.

1945’te hukuk ve kurumlarıyla oluşan “yeni dünya düzeni” aslında devletler arasında yapılmış bir anlaşmaydı. Bütün ilişkiler hegemon güçlerin kontrolü altında kurumsallaştırılmıştır. Bu hegemon güçlerin çıkarları için kullandığı sözde meşru bir araç olmuştur.

Emperyalizmin bir aşaması olan küreselleşme kavramı, Ellen Meiksins Wood’un sözleriyle “günümüzde solun boynuna dadanmış en ağır ideolojik albatros”. Sınıf ve devlet iktidarına ilişkin öne sürülen liberal ekonomik, sosyal, kültürel bütünleşme ve tektiplilik. Hatta daha da ileri gidip bir alternatifsizlik, ideolojik bir bozgunculuk yaratıyor.

Emperyalizmin gelişmesi birinci dünya savaşı sonrası keynesyenlik, dünya kapitalizminin gelişimi ve 3.dünya ülkelerinin doğuşu gibi bazı değişmelerin sonucu ortaya çıkıyordu. Marx, küreselleşmeye giden süreçte kapitalist üretim biçiminin temelini, dünya sermayesi tarafından atılmasına bağlıyordu. Küreselleşmeyi emperyalist yapan ise pazar kavgasıydı. Bunun sonucunda üç emperyalist blok ortaya çıkmıştı: Avrupa Birliği, Japonya ve ABD.

Aslında önceleri azgelişmiş ülkeler lehine gerçekleştirilen dünya ticaretinde haksızlığa ve rekabete neden olan döngü çok basitti; Petrol ülkeleri paralarını yüksek faizle batı bankalarına yatırıyor, batılılar da borç olarak azgelişmişlere veriyorlardı. Bunun sonucunda dünya ticareti ihracat maliyetleri nedeniyle azgelişmişler aleyhine işliyordu. Yani ulusal sermayeye kıyasla küresel sermaye sahipleri daha fazla kazanıyorlardı.

1989’da The National İnterest dergisinde “Tarihin Sonu mu?” adlı bir makale yazan futurist yazar uyama küreselleşmenin göstergelerinden biri olan Sovyetler Birliği’nin dağılmasının kapitalizmin nihai zaferi olarak kabul edilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD’nin hedefi yeni güç odaklarının ortaya çıkmasına engel olmaktır. Küreselleşme 3 denge üzerine kurulmuştu: Klasik ABD öncülüğünde uluslar arası denge, çok uluslu şirketler ve ulus-devletler arası denge, süper zenginler ile diğer ikisi arasındaki denge.

“Süper Piyasalar” denilen özellikle borsa oyunları ile uluslar arası pazarın kontrol edilmesi amaçlanıyordu.

Emperyalizm nedir? Sefalet, hastalık, zulüm, ölüm… Anlamı bu. Sömürgeciler toprakları işgal ediyordu, emperyalistler ise mali sermayeyi savaşla birlikte sokuyor. Aynı şey olmadıkları ortada. Yeni dünya düzeni, küreselleşme ve en sonunda emperyalizm ulusal boyutta sonuç olarak ciddi bir tehdide dönüştü. Milliyetler sorunu, yurtseverlik, ulusal çıkarların korunması, vatanın savunulması gibi burjuva ideolojik argümanlara yönelen yaklaşımlara dikkat çekti.

Buna karşılık, oysa, küreselleşme karşıtları dünyanın yüzde 20’lik azınlığı karşısında büyük bir kesimi temsil ediyor. Çevreciler, feministler, anarko sosyalistler, yeşiller, faşizm karşıtları eşcinseller, vicdani redçiler, pasifistler, savaş karşıtları, ırkçılık karşıtları, otonomlar, sendikalistler vs. insanlığa kaçınılmaz bir süreç olarak empoze edilmeye çalışılan küreselleşmeye karşı.

Öte yandan kapitalist enternasyonalciler ise ulus-devletlerin parçalanmasını gizliden gizliye savunurlarken sadece karlarını düşünmekte. Yerelleştirme ve özelleştirme politikalarının altında bu neden yatıyor çünkü. Her ulus-devlet dünya ticaretinden ve yatırımlardan, teknolojilerinden daha çok pay alma yarışında birer rakip olabileceklerdi.

Bu yüzden devletler küçültülmeli hatta eritilmeli idi. İMF, Dünya Bankası gibi küresel kuruluşlar vasıtasıyla güçleri zayıflatılmaktadır aslında. Ki ulusal sınırlar kolayca aşılabilsin. İletişim ve ulaşım alanındaki teknolojik ilerlemenin doğurduğu küreselleşme piyasalar arasındaki ulusal sınırları kaldırdı. Yatırım, istihdam, üretim, gelir ve pazarlama ile ilgili kararlar hatta yönetim süreçleri çok uluslu şirketlerin ellerine geçmiştir. Küreselleşmeye karşı günümüzün yeni toplumsal hareketlerinin karakteri kadın, çevre, demokratik talepler vs. biçiminde ortaya çıkıyor.

Gelecek üzerine yazanlar dünyanın “medeniyetler çatışmasına” doğru gittiğini ileri sürüyorlar. İnsanlık dünyanın bütünleşmesine karşı değil, çıkar gruplarının oluşmasına karşıdır. Bu gruplar bütün dünyaya egemen olmanın derdindeler ve Anglo-Amerikan modeli dediğimiz yeni anlayışı savunanlar Avrupa sosyal modeline karşı da ucuz işgücü, az gelir, minimum sosyal haklar istiyor. Çok uluslu şirketler ve holdinglere her türlü olanaklar sunulurken, bunlar da devletleri kontrolleri altlarına almaktalar.

George Bush ve soğuk savaş döneminden kalanların bütün kaygısı iktidarlarını antagonizmalar yaratarak sağlama almak. ABD diasporaları, AB, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkeleri kendi hegemonyası için tehdit görüyor. Tıpkı Eski Romalıların başkalarına yaptıkları gibi. Roma da demokrasi perdesi altında kendi dışındaki barbarların birleşmesine engel olmayı hedeflemiyor muydu? Bush evangelizminin altında yatan gerçek ekonomik çıkarları din düşmanlığı ile süsleyerek dünyanın tepkisini dindirmeyi denemekten başka bir şey değil. Belli ki Afganistan modeli Irak’ta da denenmiş oldu. Şimdi dünyayı yönetmek için uygun global politik strateji devletleri düşman görerek en büyük parçalanmayı sağlamak. ABD’nin İran ile Irak arasındaki savaşta gizlice İran’a silah pazarlaması da bu amacın görünen yüzüydü. 1990’ların başında tecrit ve çifte çevreleme şeklindeki Ortadoğu politikasının kendi çıkarlarına dönük olduğunu göstermiştir. Demokratik, reformcu ve devrimci muhalif kitlelere karşı ABD kukla hükümetlerle, askeri diktatörlükleri açık ya da gizli desteklemiştir.

Küresel siyaset üzerindeki etkisi sadece bugüne dayanmayan ABD her dönem kendine yeni hedefler, yeni haydutlar yaratmıştır. 1925’te Monroe doktriniyle “Amerika amerikalılarındır” ilkesini ortaya atıp sonra bu savı 1948’de yardım altında Avrupa kıtasına taşıdılar. Bu paketlerin yerini sonraları Amerikan karargahları ile garnizonlar ve müdahaleler almıştır. Neo-Emperyalizm’in mührü değişik doktrinler halinde zaman zaman bütün kıtalara vurulmuştur. Hem de başkanlarının ya da üst düzey görevlilerinin adlarıyla anılır: Marshall, Truman, Eisenhower, Nixon, Ford, Carter, Clinton doktrinleri ABD’ye çıkarları için ilan ettikleri hassas ve kritik bölgelere müdahale hakkı tanımaktadır. Bu açıdan 4 Temmuz 1492 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin özgürlüklere dokunan eşitlik sağlamayan devlet varlık nedenini yitirir, böyle bir devlete karşı mücadele meşruiyet kazanır demesi de ilgi çekicidir. 1980’lerin başında ABD Pakistan aracılığıyla Afganistan’da sonra dan bomba yağdırdığı mücahitleri Sovyetler ve komünist Afgan hükümetine karşı silahlandırmıştır. Batılı yahudi düşmanlığı ise dün anti-semitizm iken yerini önce bütün dünyada komünizme bugün ikiyüzlüce müslüman düşmanlığına bırakmıştır ama bugün Irak’ta asıl sergilenen nedenin neo-emperyalistlerin Ortadoğu ile ilgili çıkarlarının olduğu açıkça görünmektedir. İsrail’in ABD destekli fiziki olarak da ördüğü duvarın Berlin duvarından ne farkı vardır, ABD ve İngiliz çıkarlarının korunmasından öte?… İşgal edilen topraklarda İsraillilerle Araplara farklı farklı yasalar uygulanmaktadır. İkinci dünya savaşından sonra Dünya Bankası ve İMF gibi kurumlar aracılığıyla özellikle ABD ve İngiliz ekonomilerini korumak için hazırlanan planlar günümüzde küresel güç odaklarınca soykırıma varan yöntemlerle korunuyor.

Söz konusu güç odaklarının en büyük silahı askeri müdahalelere başvurmadığı yerlerde borsa, bankacılık sistemleri vs. demiştik. Küreselleşme bütün dünyada azgelişmiş ülkeler için özelleştirme, sosyal harcamalarda azalma ve çevre kirliliği demek. Bunların yerine büyümede yavaşlama, döviz ihracı, hisse senedi alım satımı gibi gelişme sağlamayan dolaylı yatırımlarda artış demek. Kriz demek.
Her yönüyle elektronik iletişimle bağlantılı olarak ortaya çıkan mali küreselleşmenin salt parasal alandan daha geniş ekonomik ve kültürel alanlara yayılması yönetim ve pazarlamacı kuramcılar tarafından tezgahlandı. “evrensel tekbiçimlenme” yani ihtiyaçların ortaklaşmasına, rekabete, pazarların tüketim için strajik olarak planlanmasına ve iletişim aygıtlarının bunlar için kullanılmasına 1983’te vurgu yapan ABD’li Theodor Lewitt bir ilktir.

Kanadalı coğrafyacı ve politik iktisatçı Harold Adam İnnis’in şu sözleri unutulmamalıdır: “İletişim teknolojisi siyasal ve ekonomik süreçlerin temelidir”. Dünya artık kaçınılmaz bir şekilde açık ekonomide bankacılık, döviz alışverişi , tröst ve borsa gibi araçlarla emperyalizm ve tekelci büyük burjuvazinin hegemonyasına girmiştir.

Peki küreselleşme kimin için?

Dün iki kutuplu olan bugün ABD’nin tek süper güç olarak kaldığı dünyada 2 bin yıllık gelişmenin son 20 yıla sığdığı değişimler yaşandı. Ancak dünyanın en zengini ile yoksulu arasındaki fark gittikçe büyüdü. Küreselleşme bütün dünyaya eşit zenginlik getirmedi. En zengin ülkeler ülkeler üretimin yüzde 86’sını, en fakirler yüzde 1’ini üretiyor şimdi. Yani ilk yüzde 20 ile son yüzde 20’si. General Motors’un, Exxon Mobil’in vs. yıllık ciroları Danimarka’nın, Avusturya’nın bütçelerinden büyüktür. 3 kişi toplam 48 ülkenin gayri safi milli hasılalarından daha fazla servete sahip. Dünyanın en zenginleri ise topu topu sadece 20 kişidir. Chossudovsky’nin deyişiyle yeni dünya düzeniyle küreselleşme, küresel soygunun bir “maske”siydi. Tıpkı eski dünyanın mitleri gibi.

Öte yandan denetimsiz teknolojilerle doğa hızla tahrip ediliyor. Azgelişmişlerle hegemon güçlerin kaynakların kullanılmasına ilişkin olanak, amaç ve çıkarları başka başka. Dünya’ya en fazla zehiri salanlar kullananlar da yine dünyayı yöneten aynı güçler. Rio’da, Seattle’da Porto Allegre’deki büyük tepkiye rağmen doğanın katledilmesi asit yağmurları, ozondaki delinme, iklim değişikliği, küresel ısınma, orman yangınları, deniz kirliliği vs. son hızla sürüyor. 2 milyar insan açlıkla karşı karşıya. 2,5 milyar insan sağlık hizmetlerinden yoksun.

Baudrillard, Lyotard ve Fukuyama gibi geleceğe ilişkin yazanlar karamsar tablolar çiziyor. Bugün toplum ve doğa adına bütün değerler hızla aşınmakta. Günümüzde Jean Jacques Rousseau’nun bireyin toplumsal uyumunu içeren yasal önermeleri değil ama egemen güçlerin bireyci kuruluşlarının Dünya Ticaret Örgütü’nün, OECD’nin vs. prensip ve dayatmaları geçerli oluyor. Para merkezli bu kuruluşlar bu yüzden doğayı, insanlığı daha aymazca yok edebiliyor. Küreselleşme yanlıları bunu istiyor.

TAMER UYSAL

L’ÉTAT, C’EST MOİ  (DEVLET BENİM) !

L’ÉTAT, C’EST MOİ  (DEVLET BENİM) !

(Louis XIV)

Avrupa ülkeleriyle özellikle Hollanda ile yaşanan diplomatik sorun yıllar önce Cem Özer’den alıntıladığım yazıyı aklıma getirdi. Kriz, Cem Özer’in bizim muhafazakârlarımız Batı’nın nimetlerinden yararlanırken halka bunları yasaklayıp kötüler şeklindeki sözlerini (Acemi Yazılar, Parantez Yayınları, 1997) hatırlatıyordu.

Almanya’da mitingi engellenen Bekir Bozdağ’ın “Bir toplumun toplantı yapmasına izin vermeyen bir demokrasi olabilir mi?” lafına “Demek ki 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlayabileceğiz. Bu beyan arşive girmiştir çünkü” demişti Cem Özer.

Bir lokma bir hırka, İslami burjuvazinin (muhafazakar demokrat)  yoksul yığınlara  dünyanın değersiz olduğu  biçiminde  dayattığı, azla yetinmeyi öğütleyen   sufi  (mistifikasyon)  inançtır. Her ne kadar  kapitalizmin  felsefesiyle çelişse de  İslam burjuvazisinin  yaşam biçimiyle de çelişiyor halbuki…

Eski Yunan ve Roma’da sıkça kullanılan demagoji, hitabet yoluyla din ve millet gibi kavramlar üzerinden propaganda yöntemi idi. İki yüzlülük ve asıl niyeti gizlemek ise takiyedir. Aksi halde savunma yapar, methiyeler düzer. Buna da apoloji diyoruz.

Bir kriz de  Almanya’dan sonra Hollanda’yla yaşandı. Hollanda’yla sınırlı kalmadı tabi. İki ülke arasında sorun olmaktan çıkıp adeta restleşmelere varan bir Avrupa Türkiye (AKP) sorunu haline geldi.  Yurt dışında yaşanan hadiseler Türkiye’de anayasal bir hak olması ve yasalarla tanınmasına rağmen toplantı ve gösteri yürüyüşü gibi etkinliklerde sıkça karşılaşılan “Efradını cami, ağyarını mâni” muameleleri de akla getirmiş oldu.

Türkiye’de sorun sistemdir. Ne başkanlık ne başka bir şey.  Çoğulcu olmayan sistemdi çünkü.

Çoğulcu (nispi) demokrasi, çoğunluğun hakimiyetini reddeden, azınlıkların ve muhalefetin de korunmasını savunan demokrasi biçimidir. Çoğulculuk, yönetimin paylaşılmasıdır, çoğunlukçuluk ise çokluğu bütünden üstün tutar. Çoğulcu, çoğunluğun mutlak egemenliğini kabul etmez.

Çoğunlukçu (mutlak) demokrasi,  çoğunluk kurallarının mutlak (kati) olduğu, azınlık  hakları ile  kuvvetler ayrılığını sınırlayan  çoğulcu demokrasiye göre çoğunluğun aldığı  kararları  sınırsız ve kesin  sayan bir  demokrasi biçimidir.

Türkiye’de ne yazık ki siyasette çoğulcu kültür geliştirilemedi, gelişmedi.

Ve şu torba yasalar… Oldu bittiye getirilen bu düzenleme ve uygulamalar kısaca hesap vermekten kaçınmayı ifade ediyor ve yönetim ile yargıda çoğunlukçuluğa dayanan sistemden kaynaklanıyor. 12 Eylül’de de benzer şekilde siyasal iktidar cunta anayasasının sağladığı yetki ve meclisteki çoğunluğa dayanarak adeta temsilde adalet ilkesini yok sayarak devleti kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) yönetti.

Türkiye’de temsili demokrasi de hep sorunlu olmuştur. Özellikle 80 sonrası uygulanmaya başlanan yüzde 10’luk seçim barajı rejimin meşruiyetini ve adalet ilkesini büsbütün bozmuştur. Torba yasalar  halkın iradesine aykırı,  birbirinden farklı  yasaların  aynı kanun içinde onaylanması işlemidir birkere. Toplumun kabul etmeyeceği yasalar bu yolla  TBMM’nden geçmektedir.

Gelelim Başkanlığa..

Başkanlık Sistemi de zaman zaman sağ muhafazakar ve liberal iktidarların son dönemlerinde ya da  kapitalizmin olağan kriz dönemlerinde istikrar kavramını ve  sistemdeki tıkanıklığı bahane ederek ileri sürdükleri bir talep olagelmiştir. Bir takım zahirperestin yeniden ortaya attığı bu fikrin tartışılması abesle iştigal değil de ne?..

Getirilmek istenen solipsist (tek adamcı, tek benci) ve adeta lejitimist (hükümdarcı, meşrutiyetçi) benzeri bir rejimle başkanlık sistemi de onun otoritesi de salt idari işlerle sınırlı kalmayacak çeşitli sosyal konularda çıkacak yönetmeliklerle  (çevre, kadın hakları vs) tüm bireylere ve toplumsal yaşamın her alanına nüfuz edebilecektir.

Seçimin olmadığı yerde özgürlük de yoktur. (Jean-Marie Cotteret ve Claude Emeri)

Cami ne kadar büyük olsa imam gene bildiğini okur” şeklinde bir atasözü yok mu? Çoğunlukçu yönetim anlayışıyla milliyetçi muhafazakar  devlet tekelinin meşruiyet kazanması şimdiye kadar koparılan yaygaradan ve tepedekilerin tercihlerinden anlaşılıyor. Diğer bir deyişle dervişin fikri neyse zikri de o oluyor.

Lenin’in “Din adamı siyasetçi ve eğitimci olmamalıdır.” sözünün gerçekliği apaçık ortaya çıkıyor, sergileniyor da…

Tıpkı iktidar amaçlı kurumlar gibi “halkın temsilcisi” olarak görülen ve zamanla içi boşaltılan STK’lar yerine halktan ve emekten yana demokratik kitle örgütlerinin (DKÖ) işlevsiz kalmaları gibi… Bu yapıların yeniden ve güçlü temsil vasfı kazanmaları dururken o da ne?

Başkanlık…

Dernekler kanunu ve örgütlenme hakkı gibi konularda  yasal düzenlemelerin  yapılması gerekirken.

Türkiye’deki önemli sorunlardan biri de artık malumunuz olduğu üzere. Yaratılan engeller kadar muhalefet boşluğu da var. Saydığımız nedenleri de dahil ederek farklı görüş açılarının dile getirilememesi önemli sorun. Yönetim sorunları ve perspektife karşılık alternatif olarak görülen muhalefetin laik eğitim, sağlık ve eğitime daha çok bütçe, fırsat eşitliği gibi  sınırlı kalan söylemleri yanında, eşitlikçilik, özgürlükçülük ve ilericilik gibi  temelli ve köklü, birleştirici ve bütünleştirici ilkelerle çözümleri geliştirilemiyor. Dinci – pragmatist (yararcı) tezlere karşı bu argümanlar demokrasi, katılım ve adalet gibi talepler kadar inandırıcı ve umut olamıyor.

Türk tipi diye ifşa edilen başkanlık sistemi ise çoğulculuk açısından çözüm olmayacağı gibi aksine çoğunlukçu sistemin dayattığı bir keyfiyet olarak daha büyük sorunlara gebe. Ve siyasal haklar ve temsil olanaklarını çok daha fazla kısıtlayacak  tek adam rejiminin somutlaşmış bir örneği olarak adeta bundan sonra “devlet benim” der gibi karşımızda duruyor.

Zaten farklı mıydı ki…

TAMER UYSAL

KAPİTALİZM, KRİZ VE SADAKA KÜLTÜRÜNÜN TEMELLERİ

KAPİTALİZM, KRİZ VE SADAKA KÜLTÜRÜNÜN TEMELLERİ

(1)

Monthly Review, 1949’da Paul Marlor Sweezy ve Leo Huberman tarafından çıkartılan sosyalist bir dergidir. Özellikle ABD ve Batı dünyasında Marksizm ile radikal devrimci akımları canlı tutan ana kaynaklardan biri olarak gösterilmekte.

Sweezy, Paul Baran’la birlikte kaleme aldıkları “Tekelci Sermaye” (1966) adlı kitapta kapitalizmin kronik krizlere yatkınlığından söz etmiş dev şirketlerin egemenliğinin dünya kaynaklarını insafsızca kullanması, israfçılık ve savaş ekonomisiyle bağlantılarını açıklamıştı. Monthly Review Dergisi’nin editörü John Bellamy Foster ise “Neoliberalizm ve Kriz” adlı kitapta (Kalkedon Yayınları tarafından derlenip yayına hazırlanmış) kapitalist sistemin egemen olduğu dünyanın kimsenin nasıl “başa çıkılacağını” ya da durduracağını bilmediği yeni bir krizle daha baş başa kaldığını belirtiyor…

Bütün dünya kriz sonrası kurtarma paketleri açıklarken Türkiye ve özellikle İstanbul hediye çeklerini, doğalgaz abonelerine yaz ortasında verilen kömür torbalarını konuşuyor. Zamlar ve zehir de cabası. Kamu ve dış ticaret bütçesi açıkları gibi gerekçelerle İMF’ye kredi için başvurulması ise seçim öncesi uygulanan sadaka ekonomisiyle çelişiyor…

Peki AKP’nin seçim öncesi jestleri ne anlama geliyor? Hiç gündemde yokken birden ortaya atılan yasa tasarısı ile dağıtılan yardımlar tipik bir diğerkâmlık (Comte’cu altruizm) mı yoksa oylara konulmuş ipotek mi sayılmalı? Krize teskin edici ilaçlar kullanarak sadece vicdanlarımızın harekete geçmesi mi yoksa sadece burjuva hukukuyla aklıevveline mi güvenmemiz bekleniyor?

AKP ekabirlerinin kendine has bir dili ve jargonu vardır. Kriz tartışmalarında başbakanınkiler depreşti. Sokaktaki vatandaşa göre pusulasız yol alan kaptan, nemelazımcılıkta bu kısır tartışmaları da bir odağa dönüştürecek, hükümetinin somut bir önlem paketi (İMF parası, Arap sermayesi ile işçi dövizlerini çekmek istemek yanında) sunamaması veçhesiyle yine tepki doğurarak kendi taraftarlarının gözünde karizmayı iyice çiziktirmeye başlayacaktı.

Sözcü gazetesinden Murat Muratoğlu “İşadamlarının AKP aşkı sona mı erdi?” diye soruyor şöyle devam ediyordu: “Önceki dönemin kaymağını yiyen işadamları 2007 seçimlerine geldiğimizde AKP’ye tam destek ile yola devam dedi. Reel Kesim Güven Endeksi 112.4 iken 2.dönemine başlayan AKP işler biraz ters gidince sağladığı güveni iyice kaybetti. Ve bu endeks Kasım 2008’de 45.6’ya kadar geriledi” (22 Aralık 2008)…

Son krizde de tartışmalar tüketimi pompalayacak ve piyasaları canlandıracak paranın dışardan gelmesini bekleyen İMF’cilerle Türkiye’nin kendi kendine yeter (otarşi) bir ülke olma potansiyeline inanan karşı taraflar arasında sisteme dair ciddi açılımlar getirecek bir hissi yaratamayacaktır.

Krizin 2007’den önce sinyallerini verdiği Türkiye’de neler konuşuluyor; Başbakan Dünya Kadınlar Günü nedeniyle düzenlenen bir törende genç nüfusun önemine değinip ailelere en az 3 çocuk öneriyor ve bakın ne diyor: “Benim 4 tane çocuğum var. Memnunum, keşke daha fazla olsaydı”…

Başbakan kadın örgütlerinin büyük tepkisini çeken açıklamasını 5 yıldızlı otelde düzenlenen Aile Şurası’nda da tekrarlıyor. Katıldığı 5. Aile Şurası’nda Eski Almanya Başbakanı Gerhard Schröder ile uluslararası bir toplantıda yaptıkları aile konusuna ilişkin sohbeti anımsatarak Schröder’in Alman ailelerindeki yaşlanmadan söz ettiğini “Öyle bir gün gelecek ki belki yine biz sizin kapılarınıza geleceğiz” dediğini anlatıyor ve ekliyordu: “Belki herkese iş bulamayabiliriz. Bulamıyorsak (Bu ülke demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti) diyorsak o zaman o sosyal denilen bölüm var ya onun içini iyi dolduruyoruz. Örneğin ailelere destekler vereceğiz” Kasım ayı itibariyle ihtiyaç sahibi 106 bin kişiye bakım sağlandığını itiraf eden Başbakan bu konudaki hizmetlerin artarak devam edeceğini kaydederek bütün bu çalışmaların sadece aile kurumunun güçlenmesi için yapıldığını savunuyordu…

19. Yy’ın sonuna doğru İngiltere’de de Türkiye’de olduğu gibi “Yoksullara Yardım Yasası” tartışılmakta ve yasanın uygulama alanı genişletilmeye çalışılmakta. Amaca ters düştüğü için bu yasaya karşı çıkar Malthus ve 1798 yılında “Nüfus ilkesi Üzerine Bir Deneme (An Essay on the Principle of Population)” adlı kitabı yazar. Ne tesadüftü ki “Ben İstanbul’un İmamıyım” diyen R.T.E. gibi Malthus da din adamı; bir papazdır fakat “Malthusçuluk” diye anılan görüşleri onunkilerle taban tabana zıttır.

Malthus’a göre her 25 yılda nüfus geometrik olarak artıp ikiye katlanırken gıda maddeleri artışı ise aritmetik bir dizi izler. Yardımlar aslında çocuk sahibi olmayı teşvik ederken, dolayısıyla nüfus sınırlanmadığı takdirde gelecekteki yoksulların sayısını da arttırmış olacaktı. Sonuçta Malthus da klasik bir İngiliz iktisatçısıydı, 18.Yy’da İngiltere’de de hala imtiyazlı sınıfların hâkimiyetinde iktisadi liberalizm savunulmakta idi…

“Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu”nda Max Weber, “Kapitalizm ve Yahudiler”de Werner Sombart üretim, birikim ve harcama gibi davranışların kökenini Protestan ahlâkı ve Yahudi dininin değerlerine dayayarak kapitalizmin yükselişi ve kapitalist üretim arasında bağ kurmaktadır. Günümüzde ise “A Farewell to Alms (Sadakalara Veda)” da Gregory Clark’ta olduğu gibi refah ve gelişimi zengin ve üst sınıfların gen farklılığına yoranlar, yoksulluktaki sebeplerinden biri olarak Malthus tezini reddediyor olsa da kapitalist değerlerin kalıtsal yayılmasına ilişkin ırkçı, dinci ve sınıfçı önermeleri insanlar arasındaki eşitsizlik ve şiddeti açıklamaya yetemiyor.

Karl Marks “Kapitalist Birikimin Genel Yasası”nda “nüfus teorisyenlerinin çoğu Protestan papazlarıdır” derken “bu nazik sorunun, saygıdeğer Protestan teolojisinin ya da daha doğrusu Protestan kilisesinin, dün de, bugün de tekelinde bulunması çok ilgi çekicidir” diye de ekliyordu (Kapital cilt 1).

Dünyadaki 6,5 milyar insan ABD’deki küçük bir grubun oligarşik (establisment) güdümündedir. Buna karşılık dünya nüfusunun yüzde 70’i açlık ve yoksulluk koşullarında yaşamını sürdürüyor. Dünya ticaretinin yüzde 70 i çok uluslu şirketler arasında cereyan ediyor. 500 en büyük çok uluslu şirket yabancı sermaye yatırımlarının yüzde 80’ini, dünya üretiminin yüzde 30’unu yapmakta. Gıda maddeleri alanındaki çok uluslu şirket yoğunlaşması çok daha büyüktür. Beş çok uluslu şirket dünya tahıl ticaretinin yüzde 90’ını denetliyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) açıkladığı rapora göre, dünyada 1 milyara yakın insan yoksulluğun en alt sınırında yaşıyor. Maslow’un güdülere dayanan hiyerarşik sisteminin sonundaki “Topluma Katkı gereksinimi” olarak ifade ettiği basamağı gerçekleştirmek hiyerarşik sistemin daha ilk basamağındaki fizyolojik ihtiyaçları karşılanamayan milyarlar için hiçbir anlam ifade etmiyor.

Krizler yoksullara ayrılan kaynakların daha da kısılması anlamına mı geliyor? Dünyada bu konuda neler yaşandığını örneğin 1994’te Johannesburg’ta yaşamına son veren gazeteci Kevin Carter’ın trajik fotoğrafından anımsamalı. Kevin Carter Pulitzer ödülünü yanı başındaki akbabayla ölümü bekleyen aç bir Afrikalı çocuğun resmini çekerek almaya hak kazanmıştı. Edebiyat dalında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü alan Yaşar Kemal’in davetlilere hitaben Başbakanın da hazır bulunduğu törende yaptığı konuşmada durup dururken “milyonlarca insan açlıktan ölüyor” diyerek “Ya insanlık yok olacak ya bu sistem yok olacak” diye de eklemesi ise boşuna değil:

“İnsanlık çok kötü günler geçiriyor. Edebiyatım umurumda değil namusum umurumda. Dünyamız değişti. Birçok hayvanın, bitkinin, böceğin, kuşun soyu tükendi. Bu bir felaket. Yazık olur bu dünyaya insanlığın sonu gelirse”.

Bu sözler kaynağını Anadolu’nun börtü böceğinden ot ve çiçeğinden alan dünya çapındaki romancının isyanıdır. Başbakan ise törende öğrenciyken sadece İnce Memed’i okuduğunu açıklamıştı. Zeliş’i de okusaydı ve onu da okumuş olduğunu söyleyebilseydi keşke. Çünkü Zeliş, Necati Cumalı’nın yoksulluk yüzünden babasının borçlusuna vermeye çalıştığı genç bir kızın öyküsünü anlatır.

Çıplak Vatandaş (Yön: Başar Sabuncu) filmindeki gibi çarpık düzende tüm çabasına karşı ailesine para yetiştiremeyip kafayı üşüten 5 çocuklu İbrahim’in (Şener Şen) halini örnek olarak alan aklıselimler için de bu öneriye anlam vermek zordur. Hatırlarsanız daha sonra Başbakan bu kez “En az 3 diyorum” diye ekleyip farklı bir mesaj vererek yine gündemi başka bir tarafa çekmeyi başarmıştı.

Başbakanın 3 çocuk çağrısından sonra AKP Trabzon milletvekili Mustafa Cumur da 4 çocuk yapılmasını önermişti. Mustafa Cumur’un gerekçesi ise işsizlik, göç gibi nedenlerle nüfusun azalarak Trabzon’da milletvekili sayısının düşmesini önlemekti.

Türkiye’de doğurganlık oranları ortalaması yüzde 2.5 civarında. Son yıllarda düşme görülmüştür (yüzde 6-7’lerde seyrediyordu). Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ise doğurganlık oranı diğer bölgelere göre oldukça yüksektir. Batıda yüzde 2, doğuda yüzde 4-4.5 düzeylerdedir. Ortalama yıllık nüfus artış hızı Karadeniz’de de yüksektir. Bölgedeki ortalama yıllık nüfus artış hızı binde 3’dür. Doğurganlık oranı doğuda batıdan yüksektir. Türkiye’nin en gelişmiş bölgesi olan Marmara bölgesinin nüfus yoğunluğunun yüksek fakat doğurganlık oranının en düşük olması en fazla göç alan bölge olduğunu göstermektedir. Ayrıca Karadeniz bölgesinde de nüfus azalması dikkat çekmektedir. Bu durum doğurganlık oranı göreli olarak yüksek olan bu bölgeden diğer bölgelere yoğun bir göçün olduğuna işaret etmektedir.

Türkiye nüfus büyüklüğü açısından dünya sıralamasında 20. sırada bulunmaktadır. Az gelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerle nüfus özellikleri bakımından karşılaştırıldığında az gelişmiş ülkelerin doğum oranı ve nüfus artış hızının yüksek, genç nüfusun oranının fazla olduğu görülmektedir.

DİE’nin açıkladığı son nüfus istatistiklerine göre Karadeniz bölgesi Türkiye’nin en hızlı göç veren bölgesi, üstelik bu bölgenin doğurganlık oranı düşük de değil. Buna karşılık Trabzon kilometrekareye düşen insan sayısı bakımından 209 kişiyle Türkiye’nin nüfusu en yoğun beşinci ili. İstanbul, Kocaeli, İzmir ve Hatay’ın ardından geliyor. Karadeniz’de işsizlik ve yoksulluk çok yaygın ve burası Türkiye’nin en yüksek tarımsal istihdamına sahip bölgesi. Tarım istihdamının toplam istihdama oranı Türkiye’de yüzde 48.4 iken, Trabzon ve Rize’de yüzde 64.3, Ordu’da yüzde 73.5, Gümüşhane’de yüzde 76.5, Giresun’da yüzde 70.3 ve Artvin’de yüzde 60.9 düzeyinde. Örneğin Trabzon’da şehir nüfusunun oranı yüzde 49.1, yani nüfusun yarısı hala kırsal alanda yaşıyor. Ancak herkesin arazisi çok küçük ve doğurganlık oranının Türkiye ortalaması düzeyine düşmesinde kente göç yanında, eğitim düzeyinin yükselmesi de etken. (Kaynak: Karadeniz Krizini Asıl Şimdi Yaşıyor İşte Bölgenin Ekonomik Resmi, Abdurrahman Yıldırım, Sabah Gazetesi, 03 Ağustos 2005)…

Kendi halinde yaşayıp giderken nereden çıktı şimdi yine bu kriz diyen sokaktaki sade vatandaş bile İMF’den hayır gelmeyeceğini anlamışken alınan bu borç niye diye de sormadan edemiyor. Kriz, kimine göre seçim kimine göre geçim, kimine göre mikro ekonomik kimine göre makro ekonomik sebepten ister istemez hakkında çok yazılıp konuşulan konuya dönüşünce sır ve ezoterik bir kavram olmaktan çıktı. Tabi ki bazen sıkça başvurulan teürji ve safsata gibi çareler kriz gibi kapitalizm için başlıbaşına sorunsal olan konularda sökmediğinden herkes yaşamını normal akışıyla sürdürmeyi sağlayacak bir çözüm (ya da önlem paketi) uygulanmasını istemekte. İMF’yle yapılan kredi anlaşmasının gündeme gelmesinde ise iktidar kadar patronlar klübünün de etkisi olmuştu.

Hükümetlerin ise önlem paketlerini açıklarken borç aldığı IMF’nin talimatlarını göz önünde bulundurmaları kaçınılmazdır. IMF Başkanı Dominique Strauss- Kahn, “Hiçbir ülke finansal krizden muaf değil” demişti. Bütün hükümetler İMF’ci değil miydi zaten, AKP de diğer hükümetler gibi İMF’nin çizdiği programa sadıktır. Başbakan’a ait “bize bir şey olmaz”, “bizi teğet geçti” ve “kriz inişe geçti” gibi söylemler başlı başına bir anlam ifade edebilir mi? Yeni İMF Başkanı “Borç verirken kendi ideolojik çizgimiz ve kriterlerimizi göz önünde bulunduracağız” şeklindeki sözlerle de bunu açıkça ifade etmektedir.

İngiltere’de yayınlanan sol eğilimli The Independent Gazetesi de Batı’nın Türkiye’deki otoriter laiklerle Müslüman demokratlar arasındaki gerilimde AKP’nin yanında yer alma eğiliminde olduğunu ifade ediyordu. AB Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn AKP’nin kapatma davası sırasında AKP kapatılırsa Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerinin askıya alınabileceğini ifade etmesi AB’ye bağımlı bir ülke olan Türkiye’de aslında daha fazla reform bekleyen Batı için liberal AKP’nin daha akla yatkın bir seçenek olduğunu gösteriyor…

TC sermayesinin dışa bağımlılık hali proaktif olmasına asla fırsat tanımaz. Fakat nedense mücbir sebepten farz edilen ekonomik ve sosyal hadiseler karşısında her daim Türkiye’de reaktiflik, emekçilere karşı sanki haklı gösterilip kendini savunma bir tür müziç bir iztirar hali mevcuttur. 1970’lerde otoriter ve totaliter (bütüncül) şeklinde ülkeleri sınıflayan da ABD’dir. Totaliter yapı Amerikan tarzı propagandist bin bir hile ve düzenle kısmen ortadan kaldırılmış olsa da otoriter (buyurgan) yapı yine ABD tarafından dayatılmıştır. 1950’lerden sonra başlayan Amerikan destekli kurumsallaşma (iktidar erki, medya erki vs.) 12 Eylül’den sonra tahkim edilerek sekterizm ve sol anti-emperyalist mücadelenin sindirilmesiyle sonuçlanmıştır.

Küresel ekonomik kriz paradan para kazanma döneminin ürününden de başka bir şey değildi. “Borç almak köleliğin başlangıcıdır” diyen büyük yazar Victor Hugo’nun sözünü hatırlayalım. Ancak tarihin en sistemli iaşe ve yakacak organizasyonuna karşı sedatif etki ile tepkileri bir derece pasifize edilen biçare ve pek mümeyyiz görünmeyen toplum için hem ekonomik konjenktür (gidişat) hem kralın çıplak olup olmadığı sonuç itibariyle anlaşılacaktır. Bir süre daha tatlı sözlerle ve çeşitli hediyelerle oyalanmak halk tabiriyle ağza çalınan bir parmak bal anlamına da geliyor.

Sonunda bedava sirkenin baldan mı tatlı yoksa matah bir şey olup olmadığını zaman mutlak surette gösterecek ancak emekçiler açısından daima kendi sırtına yüklenmesi demek de olacaktı. Çünkü İMF’den gelecek olan 25 milyar dolarlık kaynağa karşılık eski ödeme planına göre 1 yıl içinde İMF’ye geri ödenecek 50 milyarlık borç daha var. Borcun yeni bir borçla ödenecek olması İMF’nin asgari ücret pazarlığında da görüldüğü gibi taraflık ve ücretlere tahdit dayatması anlamına geliyor

Din siyasette araç olarak kullanılmış, 12 Eylül ırkçı ve gerici partilerin iktidar yolunu açmıştır. Dünya’da ve Türkiye’de sosyal devlet ve ulusal politika arayışları gündemde ancak ANAP ve 1980 sonrası özelleştirme uygulamalarıyla dış pazarlara bağımlılık arttırılmıştır.

İleri teknoloji transferi ve istihdam yaratmak amacıyla baş tacı edilen yabancı sermaye gelişmekte olan ülkelerin öz kaynaklarını (vergi muafiyeti, ucuz arazi vs.) teşviklerle ele geçirmekte şirket satın alma ya da birleşmeler yoluyla da ulusal ekonomileri denetim altına almaktadır. “Küreselleşme ve Direniş” adlı kitabıyla tanınan ABD’li sosyolog ve siyaset bilimci James Petras “Türkiye Derviş ile özelleştirme ve liberalizasyon, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, emek pazarının kuralsızlaştırılması sürecini başlatmıştı” diyordu. AKP ise “babalar gibi satarım” diyerek Halk ve Ziraat Bankası dışında Türkiye’nin banka ve finans sektörünün yarısını yabancılara devretti. Hizmet sektörünün yüzde 75’i yabancıların kontrolü altına girdi. KİT’ler tasfiye edildi. Tarım, sanayi, iletişim ve enerji gibi işkollarındaki önemli kuruluşlar yabancı sermayeye aktarıldı.

AKP’nin uyguladığı politikalar Osmanlı Devleti’nin çöküş ve parçalanma dönemine de benzetiliyor. Türkiye ekonomisi adeta mandacılık tipi sömürge ve vesayet altındaki ülkelerin durumunu anımsatıyor. Başbakan çeşitli kürsülerden mütemadiyen “BOP’un eşbaşkanıyım” şeklinde müşabih lafları müftehir tavırla dile getirirken Erol Manisalı, 10 Kasım 2008 tarihli yazısında gerçeğin üstüne basarak “Amerikan başkanları ise kapitalist oligarşinin emirlerine uymakla yükümlü yöneticilerdir” demekte. Ilımlı İslâm projesi Türkiye’de BOP’un bir parçası olarak devreye sokulmuştur…

İMF (İnternational Monetary Fund), emperyalistlere hizmet en önemli kuruluşlardan birisidir. Sermayesinde ve kararlarında ABD’nin tayin edici rol oynadığı bir finans kurumudur. Bretton Woods Konferansı sonucunda (ABD’de) 1945’te kurulan İMF 1947’de finansal operasyonlarına başlamış ve 1998’den bu yana neoliberal programı uygulamaktadır. Amacı doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını (yabancı bankalar, yabancı şirketler ve tarımsal üretimin kısılması) teşvik etmektir. İthalat, tüketim ve yüksek faizli borçlarla ulusal ekonomileri batağa sürükleyen İMF tekellere ve çok uluslu şirketlere bağımlı kılarken özelleştirme, hayat pahalılığı ve işsizlik gibi sorunlara yol açmaktadır. Güney Asya ülkelerinde siyasi istikrarsızlık ve vahim sonuçlara yol açan başarısız bir neoliberal politika aracı olmuştur

IMF’yle yapılan anlaşmalar stand-by adını alır. Kullanmak amacıyla üye ülkelere kota koyar. Aslan payı ABD’nindir. Japonya, Almanya, İngiltere ve Fransa onu izler. İMF emri altına giren ülke istikrar ve ödemeyi garanti edecek programı yani niyet mektubu (letter of intention) taahhüd eder. Türkiye ise İMF’nin en sadık müşterisidir…

Kapitalist liberal politikalar krize girdiğinde yine kapitalist sosyal demokratik keynesyen politikalar devreye girer. Keynesyen model kapitalist pazarın canlandırılması için devlet harcamalarının arttırılmasından başka hiçbir şey değildir. Aslında yaşanılan her kriz yeni yeni tekelci oluşumlara yol açmaktadır. Bütün büyük krizler (buhranlar) büyük kârları hedefleyen kapitalist spekülatörlerin eseridir. Ergin Yıldızoğlu, “salt sermaye için değil sınıflar arası ilişkiler açısından kriz bir yenilenme anıdır” diyor (Cumhuriyet, 22 Ekim 2008). Marks, kapitalist krizi yok oluş olasılığının ortaya çıktığı an değil aynı zamanda sermayenin yenilenme ve temizlenme süreci olarak görüyordu (Kapital Cilt 1-3). Krizler verimsiz yapılar, fazla kapasite, fazla mallar ve fazla işgücü tasfiyesine neden oluyor. Bazıları devlet tarafından korunmak isterken ayrıcalıklı sınıflar krizin maliyetini ise topluma yüklüyor ve sermaye merkezileşip emek süreleri yeniden düzenleniyor

Mustafa Sönmez “kriz son tahlilde sermaye birikimi sürecinin aksaması, kâr oranlarının veri bir duruma göre düşme eğilimi göstermesi demek” diyor (100 Göstergede Kriz ve Yoksullaşma, İletişim Yayınları, 2002). Krizin aşılması demek sermayenin yeniden üretimi için yeni bir model yeni bir format bulması demektir diyen Sönmez her krizin bir yeniden yapılanma bir ayıklanma süreci olduğuna işaret ediyordu. Karl Marks’ın deyimiyle sadece sermayedarların çalışanları mülksüzleştirdiği bir dönem değil kapitalistlerin de kapitalistler tarafından mülksüzleştirildiği bir dönemdir. İşletmeler açısından sonuç iflas, tasfiye, el değiştirme veya birleşmeler idi.

Yeniden şekillenme ekonomik olduğu kadar politik ve sosyal alanda da yaşanır. Türkiye’de ise Anayasa, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyor ama milli servetin önemli kısmını paylaşan aile sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor. KİT ve bütçe açıkları, fonlar ve yerel yönetim harcamaları derken 2001 krizinin Türkiye’ye faturası 130 milyar dolardı. Sabancı (döviz spekülasyonu yapan) ve Oyak gibi (bankacılık ile finans ve çeşitli faaliyet alanlarını birleştiren) holdingler 2001 krizini büyük kârlarla kapatmıştı. Buna karşılık hortumlanan, döviz borcu kabarık ve öz sermaye yapısı zayıf olan yerel ölçekli bankalar ve işletmeler batmıştır

1929’daki Büyük Buhran (The Great Depression) insanlık tarihinde bir kez oldu bir daha yaşanmaz deniyordu. Yeni küresel krizle bu sözler de anlamını yitirmiş oldu. 1929’da 4 bin banka batmış, 50 milyon kişi işini kaybetmişti. Toplam üretim yüzde 42, dünya ticareti yüzde 65 azalmıştı. Dünya’nın 1929’da yaşadığı büyük kriz 2.Dünya savaşının yol açtığı ekonomik canlanmayla kurtulmuştur. Sıcak savaşlardan daha ucuza gelen bir yatırım olarak ortaya sürülen liberal felsefenin “neo”su da iflas etmiştir

ABD’de geçen yıl konut piyasasında başlayan ve Birleşmiş Milletler’in ”yüzyılın krizi”, Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) ise ”dünya ekonomisinin 1930’larda bu yana karşılaştığı en tehlikeli finansal şok” olarak nitelendirdiği küresel finansal kriz, dünya gündeminin en önemli maddesi olmayı sürdürüyor. 2008 başında petrol ve altın fiyatları yükselmiş, borsa düşmüş, mortgage kredileri geri dönmeye başlamış ve işsizlik oranı yükselmişti. İngiltere’de halkın önemli bölümü yoksullaşmıştı. Bankalar battı. Belçika’da enerji ve gıda fiyatları yükseldi. Almanya’da yoksulluk 4’te 1 oranında arttı. İtalya’da sosyal güvenlik, gelir adaletsizliği ve fiyat düzeyinin artışına sebep oldu. Türkiye’de ise kriz üretim ve talebin düşmesi, işyerleri kapanışları, büyümenin azalması, işsizlik, devlet ve reel sektör borçlarının artışıyla sonuçlanmıştır.

Yabancı ülkelerde önlem paketi mevduat güvencesi ve geçici mevduat sigortası devreye sokuldu. Dünya genelinde ülkeler toplam 5,5 trilyon doları aşkın kurtarma paketleri açıklamasına rağmen hala kontrol altına alınamayan küresel kriz, başta otomotiv sektörü olmak üzere reel sektörü de etkilemeye başladı. Küresel krizle baş edebilmek için Amerikan Merkez Bankası (Fed) ve diğer merkez bankaları tarihte görülmemiş şekilde koordineli olarak faizleri düşürürken, AB ve diğer bazı ülkeler bankalardaki mevduat garantisini artırırken, bazıları ise tam güvence getirdi. AB içinde kendi bankalarına yüzde 100 mevduat güvencesi sağlayan ilk ülke İrlanda oldu

ABD 700 milyar dolarlık finans sektörü kurtarma paketi uygulamaya soktu. Almanya tüm banka hesaplarını güvence altına aldı, en büyük ikinci kredi sağlayıcısı Hypo Real Estate ve ikinci büyük bankası BayernLB kurtarıldı. İngiltere mortgage bankası Bradford Bingley’e el koydu. 350 milyar dolarlık bankacılık destek paketi devreye sokuldu. İspanya’da 30 milyar euroluk fon oluşturuldu. Hollanda’da Fortis kısmen kamulaştırıldı. İzlanda’da ise devlet ülkenin üçüncü büyük bankası olan Glitnir Bank’ın yüzde 75 hissesini devraldı. Bu krizde Rusya borsası 2/3 oranında değer kaybederken, 1998’de de serbest piyasa ekonomisine geçtikten sonra kısa vadeli dış borçlarını ve hazine kâğıtlarını ödemekte zorlanmıştı. Rusya’da başta yolsuzluk, gelir dağılımı dengesizliği ve işsizlik olmak üzere sorunlar gün geçtikçe artıyor.

1970’lerden sonra başlayan aşırı üretim ve kapasite fazlası, finans sektörünün devreye girmesi (aşırı sermaye birikimiyle Avrupa ve Japonya’da) ve ABD Merkez Bankası’nın (Fed) sistemin hakimi haline gelerek piyasalara faiz yoluyla müdahale etmesiyle krizler peş peşe başlamıştı. ABD merkezli kapitalist sisteme entegre olmuş yoksul veya az gelişmiş ülkelerin etkilenmeyeceğini öne sürmek (decoupling hipotezi) inandırıcılıktan yoksundur. Ekonomik Krizin asıl kurbanları her defasında yoksullar ve orta sınıf oluyordu. Meksika, Arjantin, Türkiye, Asya, Rusya vs arka arkaya krizler yaşamıştır.

Türkiye’de 2006’dan itibaren büyüme azalırken tüketim harcamaları düşmeye başlamıştır. TEPAV (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı) gibi kuruluşlar krizin Türkiye’yi de vuracağını açıklamıştı. Örneğin TEPAV’a göre kriz; kredi, portföy, tüketici davranışları ve dış ticaret olmak üzere Türkiye’yi dört koldan vuracaktır (2007 – 2008 Küresel Finans Kriz ve Türkiye: Etkiler ve Öneriler Raporu – TEPAV). Türkiye bu krizin de asıl altında kalacak ülkeler arasında gösterilmektedir. Krize karşı henüz ciddi bir önlem paketi açıklanmamıştır. İlk aşamada ise küresel kriz Türkiye’ye ihracatın azalması, yabancı ülkelere döviz aktarımı (sıcak para akışıyla portföyün boşaltılması), büyümede gerileme, kredi kaynaklarının tıkanması ve işsizlik artışı olarak yansımıştır.

(2)

Atlas Dergisi’ndeki (Sayı 101 / Ağustos 2001) bir soru dikkat çekiyordu. “Daha zengin ve yalnız bir insanlık mı düşlerdiniz yoksa daha çok paylaşan ve daha mutlu bir insanlık mı?” Üniversite yıllarında hocalarımızın bizden yanıtını beklediği başka bir soruyu daha anımsıyorum: “Teknolojinin geliştiği günümüzde mi, yoksa ilkçağlardaki insanlar mı daha özgürdü acaba?” Aslında bu soru insanlığın ilk çağlardan beri tartıştığı temel sorunlardan bir tanesini “egemenlik” ve “çelişki” kavramının ortaya çıkmasında vardığı aşamayı ortaya koymaktadır.

Ramazan çadırları ve toplu iftar yemekleriyle işareti verilen sadaka kültürü AKP’nin kömür torbaları ve erzak kolileriyle şirazesinden çıkarak sadaka dağıtan bir devlet modeli ortaya çıkarmıştı. Mustafa Balbay bir yazısında “sosyal devlet yerini sadaka sistemine bıraktı” diyordu.

Kısaca hatırlatayım. MÖ 7.Yy’da yaşayan Yunanlı bilgin Hesiod başlangıçta insanların sade ve basit bir yaşam sürdüklerini ifade eder. MÖ.4.Yy’da yaşayan Empedokles ise Hesiod’a katılarak “Altın (mutlu) Dönem”de hatta insanlarla hayvanlar arasında bile düşmanlık olmadığını çünkü doğanın bütün canlılara yeterli kaynağı sağladığını belirtiyordu. Bu dönem doğanın nimetlerinden beraber yararlandıkları hiç kimsenin kimseye egemen olmadığı henüz savaşlar ve çelişme (mücadele) olmayan bir dönemdir, fakat para ile servetin ortaya çıkması Demir (karmaşa) dönemini yani tahakküm ve cebir dönemini de başlatmıştı.

Bu görüşe karşı çıkan Demokritos altın dönemden demir dönemine bir geçişin söz konusu olmadığını insanların tersine daha olgun dönemlere ulaştığını ileri sürüyordu. Tarih içinde insanlar medenileştikçe karmaşa ve güçlüklerden de uzaklaşıp daha müreffeh bir hayata ulaşmıştı. Demokritos’un yaşadığı dönem Yunan felsefesinde “kozmolojik dönem” olarak adlandırılan M.Ö. 600’den 450’ye kadar süren ilk dönemdir. M.Ö. 450 civarı kısmen erken Yunan felsefesinin iç dinamiklerinden kısmen de siyasî koşullardan kay­naklı, Atina’da bir değişimin yaşandığı demokrasinin de başladığı dönemdi. Egemenlik kavramı medenileşme sonucuydu Demokritos’a göre. Bu konuya eleştiriler Fredy Perlman ve John Zerzan gibi anarko-pritimitivistlerden gelmiştir ancak John Moore’un “A Primitivist Primer (Primitivist Okuma Kitabı)’nda da belirttiği gibi nüfus konusunda bile anarko-primitivistler arasında bir fikir ve oy birliği yoktur. Anarko-primitivistler modern teknoloji ya da uygarlığa değil güç ilişkilerini biçimlendirdiğini ileri sürdükleri bütün sistemlere karşıdır.

Marks Engels’le birlikte kaleme aldıkları Alman İdeolojisi’nde ise geçim araçlarının üretimini yaşamı sürdürmek için gerçekleştirilen tarihsel ilişkiler ya da toplumsal faaliyetin temeli olduğunu ifade etmektedir:

“Ama yaşamak için her şeyden önce içmek, yemek, barınmak, giyinmek ve daha bazı başka şeyler gerekir. Demek ki, ilk tarihsel eylem, bu gereksinmeleri karşılayacak araçların üretimi, maddi yaşamın kendisinin üretimidir, ve bu, binlerce yıl önce olduğu gibi, bugün de salt insanlar yaşamlarını sürdürebilsinler diye günbegün, saatbesaat yerine getirilmesi gereken tarihsel bir eylem, bütün tarihin temel bir koşuludur”.

Hesiod’a göre tarih, sürekli bir dönüşün hareketidir. Yani tarih, altın dönemden başlayarak demir döneminden geçtikten sonra yeniden altın dönemine dönen bir yol izler. Demokritos’a göre ise insanlık tarihi sürekli bir gelişimdi. İnsan, tarihin akışı içinde, başlangıçtaki hayvan yaşamından sürekli uzaklaşarak daha iyi bir yaşama kavuşmuştu. Karl Marks’ın 1841’de hazırladığı doktora tezinin başlığı da “Differenz der Demokritischen und Epikureischen Naturphilosophie (Demokritos İle Epikuros’un Doğa Felsefeleri)” adını taşımaktadır…

Günümüzde insan nüfusu ve etkisi hızla artarken doğanın yok oluş süreci hızlanmıştır. Tarım Devrimi, Sanayi Devrimi, Bilgi ve İletişim Devrimi gibi süreçlerden sonra doğal süreç modernite sonrası kullanıma açılan coğrafya ile birlikte insan sayısının çoğalmasına karşılık diğer canlı türleri ve doğal yaşamı hızla tüketmeye başlamıştır…

İşsizlik, açlık, yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliği toplumun başat sorunları. Yoksulluk özellikle doğu ve güneydoğu bölgesi olmak üzere bütün yurda yayılmış durumda. 8 milyon aileye kömür milyonlarca insana gıda paketi dağıtımının konuşulduğu bir ülke haline geldik. Her dört kişiden birinin açlık veya yoksulluk sınırında yaşadığı çalışma hakkından yoksun bırakıldığı bir ekonomik sistemle toplum yoksullaşıp iktidara kucak açar hale getirilmiştir.

İşte bu manzaranın fotoğrafı kısa bir süre önce gazetelere Adana’da da yansıyordu. Doğu ve Güneydoğu illerinden göç edenlerin yaşadığı yoksul mahallerin çocukları karınlarını doyurmak için semt pazarlarında atılan sebze ve meyveleri topluyordu. Pazar esnafına göre böyle çocuk sayısı son 1 yılda 3’e katlanmış.

Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir araştırmaya göre Türkiye’de 06-14 yaş arası her 10 çocuktan birisi yoksulluk nedeniyle ilköğretim hakkından yoksundur (10 Eylül 2008). Öte yandan paralı eğitim sistemi ve eğitim alanında uygulanan özelleştirme politikası nedeniyle ilk ve orta öğretim gibi temel eğitim basamağındaki dengeler bile bozulmakta.

Aslında dışa bağımlılık ve yoksulluk, toplumun cehaleti ve çaresizliğini kullanarak fonlanıyor. Dün çeteleri finansa eden sömürgeci anlayış günümüzde öz varlıklarımıza teker teker el koyarken bir yandan da açıkça yanlış hükümet politikalarını destekliyor. Türkiye’de şirket kurtaran TMSF ile kömür, gıda vs. yardımı yapan belediyeler de dahil olmak üzere aslında bütün kurumlar hazineye, hazine de dış ülkelere borçludur. Borçlandırma politikası ilk başta bütün devlet kurumlarında yaygınlaşıp aşağıdan yukarıya doğru bir silsile izler görünse de en nihayetinde toplumun alt kesimlerini sürekli yutmaya hazır dev girdaplara benziyor…

Kriz yüksek piyasa aygıtlarıyla (faiz, döviz, borsa vs.) işleyen küresel ekonominin aşırı üretim ve tüketim dengesizliğinin de bir sonucudur. Türkiye ticaretinin en önemli payını tekstil ve hazır giyim sektörü karşılamakta ve ihracatın (DTÖ verilerine göre) yüzde 83’ü ekonomik kriz sonucunda “derin ve uzun süreli” bir durgunluk içine gireceğini bildiren AB’ye yapılmaktadır. TÜİK’e göre 2007’de ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 63.1’di. Buna karşın dışarıdan başta petrol, demir ve çelik olmak üzere kara taşıtları ile bunların aksesuar ve parçalarını, değerli süs taşlarını ithal eden Türkiye’nin 2007 yılındaki ihracatı 107 milyar dolarken ithalatı 170 milyar dolar olmuş, 2007 yılında dış ticaret açığı, 2006 yılına göre, yüzde 16.3 artarak 62 milyar 833 milyon dolara yükselmiş ve 1 Temmuz 2007- 30 Haziran 2008’i kapsayan bir yıllık dönemde 72.1 milyar dolara ulaşmıştır…

Krizin vahameti anlaşıldıkça Başbakan’ın söylemleri de değişmekte. Krizle ilgili tartışmalar yerel seçim öncesi yarısı AKP’ye yandaş Türk medyasınca dile getirilmekten zaten kaçınılmıştı. Ancak Başbakan’ın “Küresel ekonomik kriz dünyada ciddi bir etki yarattı. İnşallah bizi teğet geçecek ve biz bunu en az zayiatla atlatacağız” (Radikal, 19 Ekim 2008) gibi sözlerine rağmen bir ciddi krizden dışa bağımlı Türkiye’nin etkilenmemesi beklenemezdi. Din üzerinden yapılan siyasetin sonucunda geldiğimiz, önce yoksullaştırılan sonra sadakaya alıştırılan ve teşhir edilen yardım kuyruklarındaki kalabalık ve izdiham manzaralarını anımsayalım. Sosyal devlet uygulamalarını sulandıran yöntemler sonucunda Deniz Feneri, Mercimek olayı vs. yargı konusu olmuşken de Şükran Soner Cumhuriyet Gazetesindeki köşesinde haklı olarak soruyordu: “Ya AKP’nin propagandasında da kullanılan devlet kaynaklarıyla yapılan yardımlarda yasal suç da işleniyor olmasının sorgulaması, hesabı olmayacak mı?” …

Sosyal yardım ve güvencenin tarihçesine baktığımızda çıkan yasa ve uygulamaların sınıfsal karakterli olduğunu ve fabrika sanayi kapitalizminin gelişmeye başladığı 17.Yy’da başladığını görürüz. Kapitalizmin temel ihtiyacı olan işgücü için çıkarılan ilk düzenlemelerin ortaya çıktığı ülke İngiltere’dir. 1601 tarihli yoksul yasası yoksulları güçsüz ve aciz yoksullar, düşkünler evi (almshouses) veya yardım evleri dışında verilen yardımlar (outdoor reliefs) aracılığıyla yardım edilen, çalışamayacak durumda olan hasta ve yaşlı kimseler ile çalışabilir acizler (paupers) diye iki kategoriye ayırmaktaydı.

Kamu kaynakları üzerinde yük olarak görülmeye başlanacak ve yoksul yasalarının temel ilkelerinden biri olan “hak eden” eden “hak etmeyen” yoksul ayrımı, sosyal politika tarihinde modern sosyal güvenlik sistemleri kuruluncaya kadar sürekli tartışılan bir konu olacaktır. Özellikle liberallerin 1834’te çıkan yeni yoksul yasası üzerindeki baskı ve düşüncelerinin etkisi büyüktü. 18 Yy. liberalleri başta Adam Smith yoksullara yardım için yapılan yasal düzenlemelere sert biçimde eleştiriler getirip karşı çıkıyordu. İkamet yasasını piyasa ekonomisi için gerekli olan emeğin serbest dolaşımını ortadan kaldırdığı için engel olarak gören Smith’e göre emeğin dolaşımının olmaması aynı zamanda da mal dolaşımının da kısıtlanması anlamına gelmekte idi (Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations-Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Sebepleri Üzerine Bir Soruşturma), 1776). İngiliz kilisesi rahiplerinden Joseph Townsend ise 1786’da yazdığı “A Dissertation on the Poor Laws”da nüfusun açlık ile kontrol altına alınabileceğini ileri sürüyordu. Townsend’ın “ve toplumda en aşağılık, en pis ve en bayağı işlerin yapılabilmesi için daima bazı kimselerin bulunmaları bir doğa yasasıdır” şeklinde savunduğu görüşleri Marks, bunu da, özellikle yoksullar arasında faal olan nüfus ilkesinin sağladığını “sefaleti, zenginliğin zorunlu koşulu diye, zalim bir biçimde göklere çıkarmıştır.“ Kapital (Cilt-I) diyerek eleştirmektedir.

Karl Marks’a göre “Doğal nüfus yasası” denilen şeyin temelinde yatan kapitalist üretim yasasından başka bir şey değildi. Emeğin sömürülmesi kapitalist birikim sağlamak ve yeniden-üretimi için ücret artışının altta tutulmasını gerektiriyordu. Sermayenin kendisini genişletmesi için gerekli olandan çok daha fazla bir emekçi nüfusu, nisbi artı-nüfusu kendi enerjisi ve büyüklüğü ile doğru orantılı olarak durmadan üreten şey (emekçileri serbest duruma getirme işlemi) kapitalist birikimin ta kendisi idi. Büyük sanayi yedek bir sanayi ordusunun bulunmasını zorunlu bir koşul olarak görüyordu. Thomas Robert Malthus ise 1798’de “Nüfus ilkesi Üzerine Bir Deneme”de yoksul yardımlarının nüfusu artıracağını savunmuştu. Tarımsal üretimden imalat sanayine geçiş döneminde köylerden kasabalara ve kentlere akan nüfus çoğalmıştı. 1834’de çıkan yoksul yasasının hazırlanmasında faydalananlar açısından ahlâki dejenerasyona neden olacağını ileri süren Jeremy Bentham gibi liberallerin etkisi olmuştur. David Ricardo ise ücretleri düşürerek, yoksulluğu şiddetlendirdiğini iddia etmiştir. Modern kapitalizmin iyice oturması için (ekmeğin fiyatı artmıştı) 1846 yılında buğday ticaretini engelleyen yasa yürürlükten kaldırılmıştır. Bu dönemde yardımsever kuruluşlar ile işçi örgütlenmelerinin sayısında önemli oranda artış gerçekleşmişti.

Alman sosyal politikasının ve sosyal devletin gelişiminde iki aşama yoksul yardımları ve işçi politikasıdır. 1870 tarihli yardım bölgeleri yasasında (Relief Residence Law) yoksul yardımlarının yerel otoriteler tarafından yapılmasına karar verilmişti. Yoksul yardımları temelde sosyal düzensizliği engellemek ve çalışma etiği oluşturmak, çalışabilir durumda olup da yardım alanlara gözdağı vermek, nüfusun iç hareketliliğinin önündeki engelleri kaldırmak gibi amaçlar için uygulanmıştır. Bismarkyan paradigma (işçi politikası) ise 1848 sonrasındaki örgütlü sosyalist hareketlenmeyi bertaraf etmek, Alman bürokrasini harekete geçirmek gibi amaçları için uygulanmıştı. “Sosyal” kavramının ortaya çıkışı ile kapitalist üretim biçimi ve üretim güçlerinin ortaya çıkışı aynı paralellikte olmuştur. Kapitalist üretim için merkezi bir öneme sahip emek gücünün üretime katılımının devamlılığı, sosyal politika ve sosyal güvenlik gibi politika biçimleri kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Almanya’da sosyal güvenlik olgusuna hem kendi içindeki sınıf mücadelelerinin hem de uluslar arası alanda yeni gelişmekte olan yapıya karşı uyguladığı korumacı ekonomi politikalarının sonucu olarak bakılabilir.

Ülkemizde ise İmparatorluktaki sosyal güvenlik uygulamaları aile içi yardımlaşmalar, dinsel yardımlar, meslek kuruluşları olmak üzere üç kategoride toplanabilir. Dinsel kural ve geleneklere dayanan hayır kurumları Osmanlı’da yoksulların korunması açısından önemli rol üstlenmişlerdi. Zekât, fitre, sadaka ve bağışlar yoluyla yoksullara yardım yapılmıştır. Vakıflar ise daha organize sosyal yardım kuruluşları olmuştur. İmparatorluğun son dönemlerinde Darülaceze, Darüleytam ve Kızılay gibi kurumlar sosyal yardım açısından önem kazanmıştı.

Sosyal sigortalarla ilgili ilk yasa 27 Haziran 1945 tarih ve 4772 sayılı İş Kazaları, Meslek Hastalıkları ve Analık Sigortaları Kanunu’dur. Bu yasaya paralel olarak 16 Temmuz 1945 tarihinde İşçi Sigortaları Kurumu Kanunu çıkarılmıştır. 2 Haziran 1949 tarihinde 5417 sayılı İhtiyarlık Sigortası Kanunu çıkarılmış, daha sonra 1957 yılında Maluliyet, İhtiyarlık ve Ölüm Sigortaları Kanunu kabul edilmiştir. 1950 yılında Hastalık ve Analık Sigortaları Kanunu çıkarılmıştır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde dünyada sosyal güvenlik alanında ortaya çıkan gelişmelere ayak uydurmaya çalışmıştır. 10 Aralık 1948 tarihli “İnsan Hakları Evrensel Bildirisi” 6 Nisan 1949’da Bakanlar Kurulu’nca kabul edilmiş; 7 Nisan 1948 tarihli Dünya Sağlı Örgütü (WHO) Anayasası, 9 Haziran 1949 tarih ve 5062 sayılı yasa ile onaylanmış ve Türkiye Dünya Sağlık Örgütü üyesi olmuştur. Bu sözleşmeler Türkiye’ye sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında yükümlülükler getirmiştir.

1961 Anayasası’nda sosyal güvenlik ve sağlık kavramları birer hak olarak tanımlanmış ve bu hakların sağlanmasının devletin görevi olduğu kabul edilmiştir. 5 Ocak 1961 tarihli 224 Sayılı Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Yasası bu alanda önemli bir adım olmuştur. Bu yasa bütün sağlık hizmetlerinin finansmanının genel bütçeden karşılanmasını ve sağlık hizmetlerinin, yasal süreci izleyen herkese ücretsiz olarak verilmesini öngörmektedir. Yasaya göre “sosyalleştirme” uygulaması tüm illerde tamamlandığında, aynı zamanda herkesi içine alan bir sosyal sağlık güvencesi modeli de ortaya çıkmış olacaktır.

12 Eylül 1978’deki Alma-Ata Konferansı’nda aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Dünya Sağlık Örgütü üyesi 134 ülke, “2000 Yılına Kadar Herkese Sağlık” sloganıyla birlikte, kendi halklarını sosyal güvenlik kapsamına almayı da kabul etmişlerdir. Oysa bu süreç ülkemizde daha 1961’den itibaren başlatılmış ve 1978 Alma-Ata Konferansı’nda alınan kararlar bu sürecin önemine vurgu yapmıştır. Ancak, “sosyalleştirme” uygulaması, 1984’te tüm yurtta birçok aksaklıklarıyla birlikte tamamlanmış görünse de yasada belirtilen çoğu hedeflere ulaşılamamıştır. Sosyal güvenlik alanında yoğun düzenlemelere gidilen bu dönemde primli sistem açısından önemli bir gelişme, 1964’te kabul edilip 1965’te yürürlüğe giren 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu ile gerçekleştirilmiştir. Bu yasayla dağınık haldeki mevzuat bir bütün haline getirilmiştir. Bu gelişmeyi 1971 yılında kabul edilen ve esnaf, sanatkâr ve diğer bağımsız çalışanlara yönelik olan 1479 sayılı Bağ-Kur Kanunu izlemiştir. Yine bu dönemde Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ’nün 1952 tarihli 102 sayılı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin Sözleşmesi “ 29 Temmuz 1971 tarih ve 1451 sayılı kanun ile onaylanmış, Bakanlar Kurulu’nun 1 Nisan 1974 tarih ve 7/7964 sayılı kararnamesi ile yürürlüğe girmiştir. Bu önemli sözleşme sosyal güvenlik kavramının çağdaş tanımında da belirleyici role sahip olmuştur. Sözleşmede 9 risk sayılmıştır. Bu riskler; hastalık, analık, sakatlık, yaşlılık, işsizlik, iş kazası, meslek hastalığı, ölüm ve aile yükleridir.

10 Temmuz 1976 tarih ve 2022 sayılı yasayla, en geniş kapsamlı kamu sosyal güvenlik harcaması olarak bilinen “65 yaş aylığı” uygulamasının başlatılması, önemli bir sosyal güvence örneği olmuştur. Bu yasa ile “65 Yaşını Doldurmuş, Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz TC Vatandaşları”na karşılıksız aylık bağlanmıştır. 1980’li yılların başından itibaren kamu kesiminde çalışan sivil ve askeri personele yönelik tazminat niteliğindeki ödemeler, 1983 yılında sosyal yardım hizmetlerini tek çatı altında toplamayı amaçlayan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK)’in yeniden düzenlenmesi bu alandaki öne çıkan gelişmelerdir. 1983 yılında yürürlüğe giren 2925 sayılı “Tarımda Kendi Adına ve Hesabına Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kanunu” ve 2926 sayılı “Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu” tarım kesiminde çalışanlara da sosyal güvenlik sağlamayı hedeflemiştir. 7 Kasım 1980’de, 1968 tarihli Avrupa Güvenlik Kodu’nun onaylanması, 1965 tarihli Avrupa Sosyal Güvenlik Şartı’nın 14 Ekim 1989’da onaylanarak 24 Aralık 1989’da yürürlüğe girmesi sosyal güvenlikle ilgili olarak bu dönemdeki diğer gelişmelerdir. 7 Kasım 1980’de, 1968 tarihli Avrupa Güvenlik Kodu’nun onaylanması, 1965 tarihli Avrupa Sosyal Güvenlik Şartı’nın 14 Ekim 1989’da onaylanarak 24 Aralık 1989’da yürürlüğe girmesi de sosyal güvenlikle ilgili olarak bu dönemde dikkat çeken gelişmelerdir…

Neo liberal politikalarla artan yoksulluk karşısında özellikle 1980’den sonra Turgut Özal döneminde devlet eliyle yardımlara meşruiyet kazandırılmış, 1986’da halk arasında “Fak-Fuk-Fon” olarak bilinen Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu oluşturulmuştu. 2004’te de Başbakanlığa bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Herhangi bir sosyal güvenlik kuruluşuna bağlı olmayan ve sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanan yeşil kartlı sayısının günümüzde 10 milyona ulaştığı görülüyor.

Devlet sosyal yardım faaliyetlerini 1986 yılında kanun ile kurulan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu kaynaklarıyla bu Müdürlüğe bağlı Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları kanalıyla yapmaktadır. İlginçtir ki Başbakanın da önsözünü yazdığı Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü 2009-2013 Stratejik Planı’nda Gümrüklerden, Vakıflardan ve Sosyal Yardımlardan Sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hayati Yazıcı şöyle demektedir:

“Ekonomik ve sosyal yönden güçsüz olanlar lehine, toplumsal eşitsizlikleri ve sorunları giderici etkin ve yaygın sosyal politikalar uygulanmak suretiyle, bu alandaki kaynakların toplumun en yoksul kesimlerine ulaşması sağlanmıştır. Çünkü meselenin, ‘Balık vermek değil, balık tutmayı öğretmek’ olduğunun bilincindeyiz”…

Başbakan ise “Toplum refahının artırılması, adaletli gelir dağılımının sağlanması, ekonomi politikalarının etkili sosyal politikalar ile uyumlu yürütülmesine, toplum desteğinin alınmasına bağlıdır. Hükümetimiz döneminde ekonomik kalkınma politikaları etkili sosyal politikalarla dengeli bir şekilde yürütülmüştür. Ülkemizin ekonomik büyüme oranındaki ve kişi başına düşen milli gelirdeki artışların yanı sıra enflasyon oranının tek haneli rakamlara gerilemesi; toplumda güven duygusunu artırmış, gelir dağılımı üzerindeki olumlu etkiler toplumun her kesimine yansımış ve yoksul vatandaşlarımız da geleceğe çok daha umutla bakmaya başlamıştır” demektedir.

Ancak Başbakan nüfus artışı konusundaki söylemleriyle kendi Sosyal İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ile de çelişki yaşıyor görünmekte. AKP İzmir Milletvekili Nükhet Hotar Göksel daha önce nüfus artışı konusunda “asıl olan sayısal bir büyüklükten ziyade, nitel büyüklüktür ki bu da ilk planda eğitimle ilgili bir sorundur” demişti (Bakınız: Türkiye’de Demografik Dönüşümün Sosyal Politikalara Etkisi, Prof. Dr. Nükhet Hotar Göksel, 20 Ekim 2005). Türkiye doğum ve ölüm oranlarında orta risk grubundadır. Bebek ölüm oranı ise binde 37’dir.

Başbakanlık Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu bünyesindeki sosyal hizmet kuruluşlarındaki (çocuk bakımevi, huzurevi) dayak, işkence gibi muamelelerin medyaya yansımasının ardından yaşanan skandallarla da çelişki yaşanmakta.

Krizi fırsata dönüştürecek primi kimseye kaptırmak niyetinde olmayan Başbakan öyle ki bu krizi fırsat bilerek “2009 yılı bütçesi küresel finans krizinin Türkiye için fırsata dönüştürme bütçesidir” demekte ve 2 milyondan fazla aileye 7 milyon ton kömür dağıttıklarını saklamamaktadır. Gelinen süreçte AKP’li belediyeler kanalıyla da bazı ailelere kömür ve erzak torbası dağıtılması sık sık medyaya yansımaktadır.

Bu tür davranışların ilköğretim düzeyindeki çocuklar tarafından bile örnek alınıp konuşmalarına yansıdığını, bir ilkokul sınıf başkanlık seçiminde “Bana oy verirseniz 100 tane sakız alacağım”, “S ile konuşmayana 1 milyon vereceğim” gibi sözlerine kulak misafiri olmuş bir yakınımdan duydum. Yoksullar dilenci yerine konuyor, 3-5 günlük bazı gereksinmelerin karşılanması vasıtasıyla en demokratik haklardan birisi olan oy hakkına da ipotek konuyor. Bu ise düpedüz oy avcılığı değil midir?

Türkiye’de ücretler gıda harcamalarına bile yetmemektedir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2006 yılında Türkiye’de 13 Milyon yoksul insan olduğunu açıklamıştır. Başbakanlığa bağlı bir kuruluş olan TÜİK 2006 tarihli Yoksulluk Raporu’nda dört kişilik bir ailenin aylık açlık sınırını 205 YTL, aylık yoksulluk sınırını ise 549 YTL olarak hesaplamıştır. 26 Aralık 2008’de ise yeni asgari ücret 527,13 YTL olarak tespit edilmişti. Türkiye’de ödenen ücretlere bağlı olarak çalışanlar da yoksullaşmıştır. TÜİK’e göre yoksullar (nüfusun en alt diliminde yer alan kesim) gelirlerinin yüzde 75’ini zorunlu ihtiyaçlarına (gıda, konut, kira ve ulaştırma) ayırmaktadır.

Türkiye’de yoksulluğa karşı erzak ve kömür torbaları ile savaş verilmekte. Hükümet iktidarda olduğu dönemde (2003 – Nisan 2008) Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu kanalıyla 3.2 milyar YTL’lik yardım yaptığını açıklıyordu. Haberlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın valilere “vatandaşın kapısını çalın, gerekirse kömür kamyonunun şoför mahalline oturun, siz gidin dağıtın” şeklinde tavsiyede bulunduğu belirtilerek “Ben dağıtıyorum, tabi ki benim valim de dağıtacak. Bunu yaptığımız zaman büyüyeceğiz” dediği de ifade ediliyordu. Seçim dönemlerinde özellikle varoşlardaki seçmene kömür ve gıda yardımı yaparak oy toplamakla eleştirilen AKP hükümeti, son 5.5 yılda yaklaşık 6 milyon ton kömür dağıtmıştı. Dağıtılan kömürün değeri 1 milyar 86 milyon 958 bin YTL’ye ulaşırken, TKİ devletten 78 milyon 558 bin YTL alacaklı bulunuyor. En çok kömürün özellikle 2004 ve 2007’de yani seçim dönemlerinde gerçekleştirildiği 27 Aralık 2008 tarihinde Cumhuriyet Gazetesinde yayınlanan bir haberde ise ailelere belediyeler tarafından gerçekleştirilen kömür dağıtımının AKP’ye oy vermeleri yönünde yapıldığı da ifade ediliyordu. Örneğin “İzmir’e 100 bin ton kömür gönderildi” başlıklı haberlerde “Sokak aralarına dağılan kamyonetlerle, listelerdeki ailelerin evlerinin önüne, üzerinde ‘TC Başbakanlık’ ve ‘Para ile satılmaz’ yazılarının bulunduğu kömür torbaları indirilerek, teslim edildi. Her aileye 25’şer kiloluk 28 torba olmak üzere 700 kilo kömür yardımı yapıldığı öğrenildi” deniyordu…

Türkiye’de 12 Eylül’le birlikte bireyciliğin yaygınlaşıp itibar görmesiyle sivil toplumcu kesilme bireysel özgürlükçü olmanın ve kendini göstermenin yegâne ifadesi haline getirilmişti. 1980’li yıllarla beraber Türkiye’de de kamusal alanın daraltılmasıyla yerini sivilleşme ve sivil toplum gibi burjuvaziye özgü kavramlar doldurmaya başlamıştı. Sivil toplum kavramı toplumsal örgütlenme biçimi olarak geliştirildi. Sosyal refah devletinden (sosyal demokratik) sonra kapitalizmin yeni politik aşaması ve siyasal liberalizm ile muhafazakârlığın sentezi olarak gelişen yeni sağ (yeni muhafazakârlık) akım, eşitlik ilkesine devlet müdahalesini meşrulaştırdığı için karşı çıkıyor, özelleştirme ve deregülasyonu (kamusal alanın daraltılması) savunuyordu. Doğrudan siyasal katılımın aracı olan demokratik kitle örgütleri yerine 1990’lardan sonra sosyal devlet anlayışının terk edilmesiyle beraber neo-liberal bakışla oluşturulan boşluk üçüncü sektör aracılığıyla doldurulmak suretiyle kamusal alan yeniden örgütlenmeye başlamıştır.

Günümüzde özellikle ABD’de sivil toplum yerine üçüncü sektör kavramı da kullanılmaktadır. Üçüncü sektör, ulusal düzeyde birinci ve ikinci sektörleri etkilemek üzere bireylerin mal varlığını, dinamizmini, etkinliğini ve yaratıcılığını gönüllü olarak kamusal alana yönlendiren bağımsız vatandaşlar sektörü olarak tanımlanmaktadır. Burada sözü edilen birinci sektör devlet, ikinci sektör ise özel sektördür. Beşinci Kuvvet olarak da gösterilen sivil toplum örgütlerinin gelir kaynaklarının hemen hemen tamamı bağış ve yardımlardan oluşmaktadır. Ülkemizde yardım kampanyası valilik izni ile yapılabiliyor.

Türkiye’de 2008 Yılı başı itibariyle 5253 sayılı Dernekler Kanunu’na göre faaliyet gösteren dernek sayısı 78 bin’i aşmış olup bu derneklerin yaklaşık 15.000’ i Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği ve yine yaklaşık 10 bin’i Gençlik ve Spor Kulübü derneğidir. Birçok dernek denetimsiz olarak faaliyet göstermektedir.

Sadaka kültürü ve yardımlar konusunda dikkat çeken başka bir husus da yargıya intikal eden bir takım yolsuzluk vakalarıdır. Yardım toplayan kuruluşlar arasında yolsuzluğa karışanlar da bulunuyor. Yakın geçmişte de siyasal partiler tarafından sürdürülen yardım kampanyalarında toplanan trilyonların kişisel hesaplara aktarıldığı da anlaşılmıştı. 2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu ancak kişi ve kurumların sorumlu kurullarına kamu yararı taşıması şartıyla yardım toplama yetkisi tanıyor, kanun gereği şirketler ve siyasi parti teşkilatları ve bunların yan kuruluşları gibi tüzel kişilere yardım toplama izni verilmiyor.

Almanya’daki mahkemeler bazı derneklerin “bağış bedeli” altında yurttaşlardan topladıkları paraları bazı bürokratların hesaplarına aktardıklarını ve siyasal partileri desteklemek amacıyla kullanıldığını açıklamıştır. Oysa siyasal partilere yardım bir kapatma nedeni sayılıyor. Alman savcılar YİMPAŞ adlı yeşil sermaye kuruluşu tarafından toplanan paraların Türkiye’de AKP gibi partilerle dinci örgütlerin finansmanında kullanıldığını vurgulamıştır. Geçmişte aynı çizgide YİMPAŞ, Kombassan ve Jet-Pa gibi kuruluşlar yurtdışındaki yardımları hortumlamıştı. Özellikle hükümete yakın sayılan bu holdinglerin daha da güçlendiği öz kaynaklarıyla sermayelerinin katlandığı belirtilmektedir. 2000 yılında çıkarılan kanundan izinsiz halka arz yoluyla yurt içi ve dışında 5 milyon euro’luk bağış toplayan yeşil sermaye (İslâmi holdingler) kuruluşları da yararlanmıştır. YİMPAŞ, Kombassan, Sayha, Endüstri ve İttifak gibi kuruluşların cezaları ertelenmiştir (Birgün Gazetesi, 18 Ocak 2006).

Yurt dışındaki vakıf ve dernek gibi örgütlenmeler açısından en kapsamlı, en güçlü ve en organize İslâmi gruplardan birisi Milli Görüş Teşkilatı. RP’nin Almanya’da büyük bir yapılanma içinde olduğu biliniyor. 1975 yılında kurulan Avrupa Milli Görüş Teşkilatı’nın (AMGT) yaklaşık 25 bin üyesi, 480 cami derneği ve 15 şirketi var. Yıllık resmi bütçesi 10 milyon euro (Mustafa Balbay, Devlet ve İslam, 2007). RP’nin ise Bosna yardım paralarını Süleyman Mercimek’in yüksek faiz getiren mevduat hesaplarına yatırdığı anlaşılmıştır. Sultanbeyli’de kamulaştırılan bir arazinin parsellenip satılmasından elde edilen paranın da Süleyman Mercümek’in hesabına aktarıldığı ifade edilmiştir (Bakınız – TBMM Genel Kurul Tutanağı, 20. Dönem 1. Yasama Yılı 52. Birleşim, 15 Mayıs 1996).

RP’nin 1997 hazine yardımını da Süleyman Mercümek’in faizli hesabına aktardığı ve sahte belgelerle harcanmış gibi göstererek sahtecilik yaptığı da iddia edilmiştir (Bakınız TBMM Tutanak Dergisi 72. Birleşim, 25 Mart 1997).

05 Mayıs 2005 tarihli Vatan Gazetesi’nde Veli Özdemir, “Erbakan ve Kutan’ın da aralarında olduğu kapatılan RP’nin 88 yöneticisi hakkındaki alacak davası ise sürüyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu hakkında da ‘özel evrakta sahtecilik’ iddiası yöneltilmiş, ancak dokunulmazlıkları nedeniyle kurtulmuşlardı. Bu paranın bugünkü karşılığı faizle birlikte 9.5 trilyon lira” diyor. Kanal 7’nin kuruluşunda Necmettin Erbakan, Recep Tayyip Erdoğan, Zahit Akman ve Zekeriya kahraman gibi isimler rol oynamıştı. Recep Tayyip Erdoğan, Melih Gökçek ve diğer AKP’li belediyeler Erbakan’ın “cihadın sesi” diye nitelediği Kanal 7’ye reklâm yayını için milyarlarca liralık para ödemişlerdi. Ayrıca Birgün’de yine (28 Eylül 2005) Ankara Büyükşehir Belediyesi Su ve Kanalizasyon İdaresi (ASKİ) ‘den spor klübüne de dernekler yasası ve mevzuatta düzenleme olmamasına rağmen trilyonlarca paranın aktarıldığı belirtilmişti…

(3)

Konfüçyus yüzyıllar önce (M.Ö. 5 ila 6.Yy) “Bir insanı doyurmak istiyorsanız, ona balık verin; aç kalmamasını istiyorsanız ona balık tutmayı öğretin” demişti ya Çinli yazgıcı-idealist düşünürün bu sözleri krizde akla gelince balıklar hükümetin icraatlarına yönelik eleştirilerde de yer aldı.

Immanuel Wallerstein’ın “Tarihsel Kapitalizm” adlı kitap kapağında Metis Yayınlarınca kullanılmış Pieter Bruegel’in “Büyük Balık Küçük Balığı Yutar” adındaki 16.Yy’a ait ahşap baskısındaki bir detay küresel olguya ışık tutuyor aslında. Bilindiği gibi büyük balıkları tutmak için balıkçılar yakaladıkları daha küçük balıkları feda ederler. Küçük balıklar büyük balıklar için yemdir çünkü…

1960’lı yılların sonlarından itibaren “Neo-Marksist teoriler” ön plana çıkmaya başlamıştır. En önemlilerinden birisi de ABD’li sosyolog İmmanuel Wallerstein’nındır. Dünya Sistemleri Analistine göre tarih boyunca küçük toplulukları içeren mini sistemler, Dünya imparatorlukları ve Dünya ekonomileri olmak üzere 3 temel sistem var olmuştur. Wallerstein’nın da ifade ettiği gibi günümüzdeki dünya sisteminde güçler, çevre, yakın çevre ve merkez olmak üzere zengin-fakir devletler şeklinde keskin çizgilerle ayrılmıştır.

Immanuel Wallerstein “World-Systems Analysis: An Introduction (Dünya Sistemleri Analizi Bir Giriş)”’te (Aram Yayınları – 2004) “gerçek krizler sistem çerçevesi içinde üstesinden gelinemeyecek güçlüklerdir” demekte kapitalist dünya-ekonomi olan içinde yaşadığımız modern dünya-sisteminin 1968’deki toplumsal hareketlerle krizi iyice su yüzüne çıkarmaya başladığını ifade ederek 45-50 yıl sürecek yeni bir geçiş süreci öngörmektedir. Bu süreç toplumsal çatışmalara gebe olarak nitelenmektedir. Küreselleşme yanıltıcı bir kavram zira küreselleşme olarak adlandırılan şey tarihsel kapitalizm içerisinde 500 yıldır gerçekleşen şeyin adıdır diyerek evrenselciliğin de altını çizen Wallerstein bu kavramı da bütün insanlığa eşit şekilde uygulanan genel kurallara öncelik verilmesi olarak tanımlamaktadır.

Richard D. Wolff emperyalizmi bir ekonominin diğer ekonomiler üzerinde uyguladığı kontrol araçları ağı olarak tanımlamıştı. Wallerstein ise emek dahil her şeyin metalaşmasını dünya sisteminin temel özelliği olarak görmektedir. 11 Eylül’den sonra ABD’nin yerine artık ulusları aşan aktörlerin devreye girdiğini ifade eden Wallerstein, BM, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, İMF gibi kurumların ABD’nin önderliğindeki batının tekelci şirketlerine hizmet eden birer egemenlik aracı olduğuna işaret etmektedir.

Çevre ülkeler ileri teknolojiye sahip olan merkezdeki zengin ülkelere ucuz işgücü ve hammadde sağlamaktadır. Yarı çevre ülkeler ise Brezilya, Rusya ve Çin gibi ülkelerdi. Günümüzde kısaca “BRIC Ülkeleri” diye anılan, küresel ölçekte ekonomik ve diplomatik ataklarıyla öne plana çıkan dört ülkenin arasında bulunduğu SB sonrası yeni kutuplu dünyada ABD, Avrupa ve G-7’lere karşı güçlü ittifaklar oluşmaktadır. 1996’da bir araya gelen beş ülke, Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan Şanghay İşbirliği Örgütü (Shanghai Cooperation Organization) adını almış ve bu yapılanma örgütün ilk toplandığı yerle anılarak (Şanghay Beşlisi) 2001’de Özbekistan’ın katılımıyla üye sayısını altıya çıkarmıştı.

Rusya merkezli İran ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi ülkelerle beraber Hindistan’ın da katıldığı Avrasya Birliği, ABD, İngiltere ve İsrail’den oluşan koalisyon “Büyük Ortadoğu Projesi” ile Avrupa merkezli bütünleşme sayılan AB’ye karşı günümüzde bu sürecin sonunda tartışılan yeni jeopolitik kavramlardandır.

İtalyan sosyalist siyaset bilimci Giovanni Arrighi de dünya sisteminin geleceği ve kapitalist evrim üzerine yazılar kaleme almıştır. Güney ülkeleri, kalabalık (pazar) nüfusa ve üreten bir işgücüne sahiptir. Arrighi bu yüzden Amerikan egemenliğinin Çin’in öne plana çıkmasıyla G. Asya’ya kaydığını savunmaktadır.

Alman asıllı Marksist tarihçi ve sosyolog Andre Gunder Frank Latin Amerika ülkelerindeki azgelişmişliği ise dünya kapitalizminin gelişmesine paralel olarak uzun yıllardan bu yana dünya işbölümüyle bütünleşmiş olmalarına bağlar. “azgelişmişliğin gelişmesi (development of underdevelopment)” adını verdiği bu yaklaşıma göre azgelişmişlik, uydu konumundaki geri kalmış ülkeler ile merkez konumundaki zengin ülkeler arasında, kapitalizmin dünya çapında genişlemesiyle başlayan ve bugün de devam eden ekonomik ilişkilerin tarihsel bir ürünüdür. Kapitalist ekonomik sistemden köklü bir kopuşu öneren Frank, bu görüşüyle günümüz düşünürlerini de etkilemiştir. Ulus-devlet içindeki metropol bölgelerin neo kolonileşmeye yol açarak eşitsizliği daha da arttırdığını ve elitist bir yapı ortaya çıkardığını öne sürerken D.L.Raby ise “Günümüzde Latin Amerika ve Sosyalizm” (Çeviri: Ertan Günçiner) adlı kitapta sistemi yenmenin tek olasılığının “antiemperyalist devrim” olabileceğini savunmaktadır…

Tekfir ve sekülerlik arasında çoğunlukçulukla çoğulculuğun ayırtına varmak da olasıdır. Katı sınıflara ayrıldığı ilk ve ortaçağlarda toplumun alt sınıflarına tinsel hazla yetinmek öğütleniyordu. İlkçağlarda Antisthenes, Aristippos ve Aipikuroscu felsefeyle yer edinen hazcılık Jeremy Bentham‘ın 18.Yy’da sistemleştirdiği pragmatist fikirler perspektifinde geliştirilmişti. 19. Yy’ın sonuna doğru İngiliz refah devleti inşa edilirken, deontologlar burjuva toplumda bireyin temel görevinin talihsiz ve yoksul insanlara yardım eli uzatmak, iyilik yapmak, cömert olmak olduğunu tartıştılar. Aile değerleri, çocukların ahlâki eğitimi, ticari sözleşmelere riayet etmek, borcunu ödemek gibi konularla birlikte “meslek kuralları” da deontoloji tartışmasına dahil oldu. İngiliz filozofu, ekonomisti, liberalizmin öncülerinden, utilitarianism fikrinin babalarından olan John Stuart Mill “insanlar kötülüğü arzuları güçlü olduğu için değil, vicdanları zayıf olduğu için yaparlar” diyordu. Bentham‘ın ve Mill’in yaklaşımlarının temeli tabiî ki bilimdışı, refahçı ve idealistti.

İtalyan Katolik tarikatı olan Fransiskenlik 13.Yy’da yoksulluk ve acıyı olgunlukla yüceltip meditasyon yöntemlerine başvuruyor ve azla yetinmeyi savunuyordu. Bu inanç günümüzde de Latin ve Doğu ülkelerinde yaygınlaşmaktadır. Ancak 3.dünyanın ve doğunun edebiyat ve fikir çevrelerinde fundamentalistlik kadar postkolonyal görüşler de yaygınlık kazanmıştı; Samir Amin, Edward W. Said ve Amin Maalouf gibi doğu kökenli yazarlar doğu toplumlarına ve 3.dünyaya ilişkin az gelişmişlik üzerine yaptıkları analizlerde Frank’in bağımlılık teorisi ile Wallerstein’ın dünya sistemi yaklaşımına katkı sunmuşlardı.

Samir Amin Wallerstein’in etkisinde 1988’de “Avrupamerkezcilik” adlı bir kitap yazmıştır. Amin’e göre emperyalizm ve küreselleşme birbirine sıkı sıkıya bağlıdır ve ABD’nin Irak işgalinin altında başlıbaşına petrol kaynaklarına sahip olma isteği yatmaktadır. Demokratikleştirme formülü ise sadece bir bahane bir masaldır. Edward Wadie Said, 1978’de yazdığı “Oryantalizm” adlı kitabında kapitalizmin doğu toplumlarındaki postmodernizm öncesi köksalma sürecine dair fikirler veriyordu. Amin Maalouf ise romanlarında doğu halklarının neden geri kalmış olduğu konusunda sürekli analizler ve tespitler yapıyordu…

İdeoloji bir sınıfa ait sistematik dünya görüşü olarak kabul edilmektedir. Kapitalist sistemle tüm toplumsal ilişkiler meta ilişkileri tarafından belirlenir hale gelmiştir. Karl Marks ve Friedrich Engels birlikte kaleme aldıkları “Alman İdeolojisi”nde toplumsal bilinci materyalist tarih anlayışının özü olarak kabul etmekte ve egemen sınıflara ait düşüncelerin çarpıtılıp ezilen sınıflara benimsetilmesini yanlış bilinçlenme (false-consciousness) olarak eleştirmektedir. Marks’ta “1844 Yazmaları”nda (insan doğası kuramıyla) ve “Gotha Programının Eleştirisi”nde “emeğin kurtuluşu, işçi sınıfının işi olmalıdır” sözleriyle aklın (bilinçlenmenin) önemine vurgu yapılarak proletaryanın kendi farkındalığına varmak ve gerçeklik kavraması olarak açıklık getirilen kavramlar Georg Lucas da yabancılaşma (Entfremdung) kavramından yola çıkılarak reification (şeyleşme) kavramı kullanılarak ifade edilmekteydi. Max Horkheimer ise meta kültürün (popüler kültür) yabancılaşmaya insan psikolojisini aşındırarak yol açtığını belirtmektedir. Burjuvazi bu kavramların gerçekleşmesi için çeşitli ayak oyunlarına ve türlü türlü yöntemlere başvurmaktadır.

Stalin’e ve Sovyet yönetimine karşı kullanılan iki ünlü simgeden biri soğuk savaş sırasında batıda özgürlük savaşçısı olarak tanıtılan ve romanları bestseller yapan Nikita Kruşçev’in desteklediği Aleksandr Soljenitsin’di. Sonuç olarak Soljenitsin’in Sovyetler Birliği dağıtıldıktan sonra günümüzde kitaplarının yüzüne bakan bile kalmamıştı. Uyguladığı perestroika (yeniden yapılanma) ve glastnost (açıklık) hareketleriyle ülkesinde deregülasyon (kuralsızlaştırma) ve liberizasyon (özelleştirme) politikalarına yol açan Gorbaçov ise son katıldığı 1996’daki devlet başkanlığı seçimlerinde yüzde 1’den daha az oy alarak ağır bir hezimete uğramıştı.

Batı bir taraftan çeşitli destabilizasyon politikaları üzerinden emperyalist politikaları realize etmeye çalışmış soğuk savaş dönemlerindeyse bir taraftan çeşitli hileler ve propagandist yöntemlere başvurmuştur. İşbirlikçi hükümetler muhayyel hadiselere tavassut ederek çıkarlarını sürdürmüşlerdir. Bir yandan da egemen güçlerin güdümlü ekonomilerde uyguladıkları rüşvet (kleptokrasi) ve kollamacılık devletin bürokratik yapısını yıpratmıştı. Yörecilik (partikülarizm) ve akrabacılık (nepotizm) tipi güncel patronaj ilişkilerle kirli sistem burjuva devletin bütün örgelerine adeta kanserli hücreler gibi yayıldı. Konformizm ile kariyerizm salgın hastalık haline gelerek doğru dürüst üretmeden tüketen “kısır sınıflar” peydahladı.

Avrupa’da reformcu sosyalistler (Eurocommunism yanlıları) A. Gramsci’nin düşüncelerini baz alarak Kruşçev’in Stalin karşıtı (destalinizasyon) politikalarına dayanan ve sosyalizme ancak seçimle geçilebileceğini savunan bir model geliştirdi. Adına günümüzde aktüel sosyalizm de denen demokratik sosyalizm ya da devrim restorasyon (pasif devrim) ılımlı parti zaferi aracılığıyla toplumu dönüştürmeyi ifade eder. Oysa akılcılık, toplumculuk ve bilimsellik gibi ilkelere dayanan bilimsel materyalizmin pratiğe dönüşümünde Lenin’e göre temel Marksist devrimdi.

Dünya, devrim tarihini antikomünist Richard Pipes ve Orlando Figes gibi Hitler Almanyasını kollayan Amerikalı ya da İngiliz yazarlarından okumak zorunda kalıyordu. Ancak John Reed gibi devrimi günbegün izleyip büyük bir doğrulukla ve bağlılıkla anlatanlar da yok değildi. Reed “kavga sırasında sevgim bağımsız kalamadı. Ama bu büyük günlerin tarihini yeniden yazarken, ger­çekleri saptamaya uğraşan titiz bir tarihçi olarak olayların üstüne eğildim” diyordu. John Reed’in yazdığı ve Grigori Aleksandrov’un yönetmenliğini yaptığı “Dünyayı Sarsan On Gün” (Yordam Kitap) 1917 Sovyet Devrimi’ni olanca canlılığıyla yansıtan sarsıcı bir yapımdır. Ülkemize Digital Kültür tarafından kazandırılan belgesel filmde, gerçek tanıklar ve görüntülerle, Rus tarihinin çarlık despotizminden Bolşevik Devrimi’ne doğru akan zaman dilimindeki tüm evreler ve olaylar olduğu gibi anlatılmaktadır:

300 yıllık çar hanedanı 160 milyon insanı (dünyanın altıda biri) kilise ile birlikte temsil etmektedir. Bütün kırsal arazi ve emlâk çar ailesine aittir. İktidarını ve sömürüsünü Tanrıyla payandalayan çar tahtı Tanrı tarafından bahşedilen bir nimet olarak görmektedir. Köylüler ölesiye çalışırken hanedan ise eğlencelerle vakit geçirmektedir. Öte yandan okuma ve yazmaya önem vermeyen kilise ve otokrat (buyurgan) rejim halk üzerinde baskı kurmuş, çara bağlı askeri kuvvetler köylerle kasabalara baskınlar düzenleyerek tutuklamalar ve sürgünler yapmaktadır.

Yüzyıllardır süregelen bozuk düzende köylülerin çalışma şartları çok ağırdır. 1889-1893 yılları arasında Samara’da yaşayan Lenin bu şehirde avukatlık yaparken açlık ve sefalete tanık olur, arkadaşları arasında Marksizmi gizlice yaymaya çalışır. Politik tavrı nedeniyle yardım kuruluşlarına katılmayı reddeden Lenin’e göre bu açlık ve sefalet kötü organize olmuş toplumun sonucudur. Toplum değişmeden kaldığı sürece her zaman böyle felaketlere açık kalacağını savunan Lenin tüm köylüleri kapitalist toplumun bu tavrına karşı tepki göstermeye çağırır…

Dünya kapitalizmin büyük kriziyle henüz karşı karşıyayken aynı yıl 1929’da Stalin “İktisat örgütlenmesinin sosyalist örgütlenme biçimi olarak kollektif çiftlikler, eğer başlarında gerçek devrimciler, Bolşevikler, komünistler bulunursa ekonomik inşa harikaları gerçekleştirebilirler” diyerek SSCB’de zengin köylülüğün (kulakların) sınıf olarak tasfiyesine girişecek, kollektivizasyon, endrüstrileşme ve planlı ekonomi politikasını devreye sokacaktır. İç savaştan sonra uygulanan NEP ile çarlık dönemi ve feodal kölelik (serflik) sisteminin tüm kalıntıları ortadan kaldırılmıştır. Fakat Stalin, ülkenin kalkınması hem de emperyalistlere karşı daha güçlü olabilmek için hızla sanayileşmeyi de hedeflemişti. Lenin’in demokratik halk devrimine sadık kalarak Rus tarım programını da izleyen Stalin’in 1929’da başlattığı ekonomik ve sosyal uygulamalarına karşılık ise 2.Dünya Savaşı öncesinde dünya siyaseti iki koldan gelişmiştir.

1929’da New York borsasının çökmesiyle 1920’lerin hızlı ekonomik gelişmesinin sona erdiği ABD’de iktidara geldiği aynı yıl F.Roosevelt New Deal (Yeni Düzen) olarak adlandırılan programı devreye sokarken 1933-1945 arası dönemi kapsayan programla aynı tarihlerde Naziler ise P.Joseph Goebbels’in propaganda bakanlığında savaş yanlısı politikalar izler…

Marks “insanlık tarihi sınıf çatışmalarının tarihidir” diyerek dünyanın geçireceği toplumsal süreci üretim tarzı itibariyle aşamalara ayırır. Bunlar ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist/emperyalist toplum ve sosyalist/komünist toplum şeklindeydi. Günümüz çok uluslu şirketlerin ve tröstlerin sultasındaki piyasalardan oluşmakta. Lenin’e göre emperyalizm, kapitalizmin ileri aşamasıydı ve “Emperyalizm genel anlamda, kapitalizmin bazı özelliklerinin gelişimi ve doğrudan doğruya devamı olarak ortaya çıkmıştır”. Bu aşamanın en belirgin özelliği ise mali sermayenin egemenliğidir.

1929’da olduğu gibi zaman zaman patlak veren büyük ekonomik krizlerde ekonomik ve sosyal önlem paketleri ortaya sürülerek emekçilerin tepkisi geçici olarak yatıştırılmaya çalışılır. 18.Yy’da gelişen sanayi devrimi ve kentleşmenin hayırhah ahval doğurmayacağı anlaşıldığında burjuvazi, üretim ve insan gücü (emek) ile ilişkilere bir çekidüzen vermek için sosyal politikalar geliştirmek ihtiyacı duymuştu. 1.Dünya Savaşı’ndan sonra 17 devletin koptuğu ve düvel-i muazzama’dan (büyük devletler) biri olan Osmanlı Devleti parçalanmış yerine ulus-devlet temelinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Büyük krizin ardından sahneye konan 2. Dünya Savaşı’na katılmayan Türkiye doğrudan zarar görmemiş ancak dolaylı yoldan bütün ülkeler gibi savaştan etkilenmiştir. Avrupa ülkelerinde feodalite yıkılıp yeni sınıflı toplum ve sermayenin gelişmesiyle sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan aydınlanma ve modernleşme hareketleriyle tipik antiklerikal ve akılcı ilkeler de uygulanmaya başlamıştı. Cumhuriyet ilan edildikten sonra laiklik ve çağdaşlık ilkelerini esas alan TC peş peşe uygulanan inkılâplar yoluyla saltanatı ve hilafeti kaldırarak Batı’nın egemenlik (ulus) şekline uyum sağlamaya çalışmıştır.

Osmanlı’dan devralınan ekonomik ve sosyal yapıyı değiştirmek için kolları sıvayan TC bürokrasisi de devlet kapitalizmi (devletçilik) yoluyla sanayileşmiş burjuva sınıflı bir toplum oluşturmayı hedefledi. Kalkınmanın lokomotifi olarak görülen ağır sanayinin dışında ufak tefek işler için özel girişimlere izin veriliyordu. 1930’ların sonuna kadar uygulanan devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke (SSCB ve Japonya’dan sonra) arasına girmeyi başaran Türkiye’nin Dünya ortalaması 119 iken 1929 yılında 100 olan dünya sanayi üretim indeksi, 1939’da 196’ya ulaşmıştı. 1927de 1000 olan milli gelir hızlı nüfus artışına rağmen, 1939’da 1625’e yükseldi.

Bir ekonomik politika olarak “devlet kapitalizmi” yaklaşık kırk yıl 1920’den 1930’ların sonuna kadar uygulandı. Türkiye’deki rejimin karakteri değiştikçe seçim sisteminin dayattığı iki partili siyasal yapının devlet-parti görünümü de değişiyordu. CHP’nin yerine gelen DP devletçi sistem yerine emperyalist ABD ile ilk güçlü ilişkileri kurmuş tekelci ve işbirlikçi burjuvaziyi atağa kaldırmıştı. İlerleyen yıllarda Türkiye ekonomisine biçilen rol ise montaj sanayii idi. Montaj sanayii, yabancı sermayenin pazarı ele geçirmek, ucuz işgücü, hammadde ile taşıma giderlerinden kurtulmak için egemen sınıflarla iş birliğine dayalı yarı sömürge feodal-komprador ekonomik modeliydi.

1970’li yıllarda ortaya çıkan petrol krizinin de etkisiyle dünya kapitalizmi değişim geçirmeye başladı. Batı sosyal devletçi, sosyal demokratik kapitalizm modelin uygulamalarını rafa kaldırıyordu. Toplumsal muhalefet ise diktatörlük öğeleriyle tahkim edilen devlet aracılığıyla bastırılacaktı. Devletin ekonomideki korumacı rolü bitiyor vahşi rekabet dönemi başlıyordu.

12 Eylül cuntası Türkiye’yi dünya kapitalizmine entegre etmek ve burjuvaziyi tekelci emperyalizmin istediği doğrultuda yapılandırmak için devreye sokulmuştu. 12 Eylül rejimiyle dışa bağımlı ekonomik bir yapı ve ihracata dayalı gelişen güçlü bir işbirlikçi burjuva sınıf oluşturmak için görev ANAP’a ve eski MSP’li Turgut Özal’a verilmişti.

Monetarizm aşırı sağcı noe-liberalist bir akım ve kapitalizmin geldiği en son aşamadır. Milton Friedman 1976 yılında “Paranın Miktar Teorisi Üzerine Çalışmalar” başlıklı bir kitap yayınlayarak monetarizmin (parasalcılık) temel ilkelerini ortaya atmıştı. 1970 krizini ve ekonomideki istikrarsızlığı Keynesyen uygulamalarla enflasyona bağlayan Friedman bunların yerine “süper kapitalizm” olarak da adlandırılan bir model öneriyordu. Friedman, sıkı para politikası ile devleti küçültme yanlısıydı ve sosyal harcamaları kısarak devleti özel teşebbüslerin yönetmesini savunuyordu. Monetaristler prensip olarak ekonominin hiçbir zaman tam istihdamda olmayacağını kabul ederek işsizliği, eşitsizliği ve yoksulluğu da her hâlükârda savunmuş oluyordu. 1970 sonrası Friedman’ın monetarist Chicago ekolü baş tacı yapılarak Türkiye’de dahil uluslararası kapitalist sisteme bağımlı bütün dünyaya model olarak 1979’da Thatcher ve 1981’de Reagan Hükümetlerince pompalanmıştı. ABD emperyalizminin desteğini alan işbirlikçi oligarşi de Türkiye’de monetarist modeli uygulamaya geçirmişti…

Literatüre “time-space compression (zaman-mekân sıkışması)” terimini kazandıran David Harvey’dir. İngiliz neo Marksist kuramcı ve coğrafyacı David Harvey 2003 ve 2005 tarihlerinde peş peşe “The New İmperialism” ve “A Birief of Neoliberalism” adlı 2 kitap yazmıştı. Harvey, ABD öncülüğünde neoliberalizm’in “zorla biriktirim” esasıyla finansal yöntemlere başvurup aşırı kârı dayattığını, 1970 sonrasında New-Conservation (Yeni Muhafazakârlık)‘a dönüştürülerek servetin üst sınıflarda toplanmasına aracılık ettiğini belirtmişti. Postfordizme “esnek birikim” adını veren Harvey’e göre iletişim ve küreselleşme, zaman ve mekân farklılığını ortadan kaldırıp hız ve boyutu arttırarak kapitalist sistemin yayılması ve sermaye birikimini kolaylaştırmıştı. Neoconservatizm de liberal ve serbestlik anlayışıyla (permissiveness) gelişip yayılmıştır.

Neo conservatizm (yeni muhafazakâr) ve neoliberal program taviz verilmeden Türkiye’de de sürdürülmüş, ANAP ve AKP gibi neoliberal politikaların uygulamacısı kesilen yeni sağ partiler ekseninde bütün ulusal varlıklar satılığa çıkartılmış emperyalist ülkelere aktarılmıştır. Tarım da dahil olmak üzere dışa bağımlılık artmıştır. ABD dünya ticaretinin 1/5’ine sahip bir ülkeyken Türkiye’nin ABD’ne ihracatı ise günümüzde yüzde 1 bile değildir.

Türkiye’de ABD mandacılarının hedefi ulusal kurtuluşçu mücadeleler döneminde dinsiz ve milliyetsiz bir devlet sayarak şu ya da bu gerekçeyle Amerikan mandacılığında diretmek değil miydi, günümüzde evangelistlerin ağırlıkta olduğu ABD emperyalizminin dini ve imanının da paradan ibaret olduğu görülmedi mi?; ırkçı ve sınıfsal bir temele sahip olan Neocon akım ABD’de tasarlanarak Leo Strauss’un Ortodoks Yahudi görüşleriyle ekonomi ve siyaset bilimine izafe edilerek dünyaya yayılmıştır. Özellikle bu görüş Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde medya gibi kamuoyunu oluşturan güç odakları tarafından kanalize edilerek Karl Polanyi’nin ifadesiyle toplumsal ve kültürün içine yerleşmişliği (embeddedness) sağlanıp ekonomiye hâkim kılınmıştır. 12 Eylül rejimi ile özellikle 1990 sonrasında neoconservatist programlar aşırı milliyetçi ya da muhafazakâr sözde girişimci bürokrasinin (girokrasi) uygulamaya geçirdiği aslında ulusal ekonomileri teslim almayı amaçlayan emperyalistler için yeni bir taktik olmuştur sadece.

Türkiye günümüzde borçla borç ödeyen bir ülke konumuna sokulmuştur. Dış borcun 50 milyar dolarlık kısmı 1 yıl içinde ödenmesi gerekirken İMF’yle yapılması düşünülen stand-by anlaşması bunun tipik bir göstergesidir. Türkiye son 10 yılda 54.5 milyar dolarlık dış borç faizi ödemek zorunda bırakılmıştır. Öte yanda borçlanma politikası yanında özelleştirmeler vasıtasıyla da öz kaynaklar elden çıkarılmaktadır.

Türkiye OECD’ye üye ülkeler arasında en adaletsiz gelir dağılımı sıralamasında ikinci, BM’e üye ülkeler arasında sondan 21. sırada bulunmaktadır. 9 bin dolar olarak gösterilen kişi başına düşen milli gelire karşılık 52.3 kişi yoksulluk, 10 milyon kişi açlık sınırında yaşamaktadır…

Sosyal yardımların bir ayağı da konuttur. Sağlıksız kentleşme ve özellikle konut sorunu sanayinin gereksinim duyduğu iş gücünü sanayi bölgelerinde toplamasından kaynaklanıyordu. Özellikle 3.dünya ülkelerinde zengin doğal kaynakların bulunduğu bölgelerde yaşayan batılılar kendilerini yerli halkın yaşadığı fakir bölgelerden soyutlayarak özerklik (otonomi) istemekte ya da yoksullar “gentrification (soylulaştırma)” gibi ırkçı ve sınıfçı temelli politikalarla yurtlarından kopartılmaktadır. İskoçyalı Marksist coğrafyacı Neil Smith’in üzerinde sıklıkla durduğu gentrification terimi yüksek gelirli kesimlerin düşük gelirlilerin yaşadıkları mahallelere yerleşerek buraları yenileyerek dönüştürmesini ifade etmektedir:

“Neil Smith’e göre, New York ve İstanbul’da olagelenler aslında yeni tür bir şehirciliğin habercisiydi. 1974 mali krizinden sonra değişen üretim coğrafyasının, merhalelerle şehirleri dönüştürmesinin sonucu olarak bir zamanlar Batı şehirlerinde orta sınıf tarafından gerçekleştirilen bir anomali olan soylulaştırma, özellikle şehir merkezi söz konusu olduğunda evrensel bir hal almıştı. Küresel finans sektörü, üretim ağları zayıflamış ulusal sınırlar içindeki merkezleri, daha çok finans ve ona bağlı örgütsüz hizmet sektörünün yoğunlaştığı metropolleri, ‘soylulaştırma’ ve emlak spekülasyonu vasıtasıyla yeni bir kapitalist artı değer üretme aracı olarak değerlendiriyordu” (Ulus Atayurt, Birgün, 27 Kasım 2007).

Türkiye’de AKP’nin de “kentsel dönüşüm” adıyla uygulamaya soktuğu projeler emekçileri ve yoksulları dışlayan bir “kentsel sürgün (displacement)” örneğine dönüştürülmüştür. Popülist bir yaklaşımla konut piyasasına el atan ve TOKİ’yi devreye sokarak bir siyasal rant aracına dönüştüren iktidar hem inşaat sektörünü canlandıracağını hem de bir süre için ekonomik durgunluğa çözüm bulacağını öne sürmüştür. Piyasa yaratılmaya çalışılırken stratejik kuruluşlar bile yok pahasına satılmıştır. ABD’de bile iflas etmiş sistemden (ipotekli satış) düşük gelir (ödeme gücü) ve yüksek maliyet (girdiler) gibi nedenlerle başarı ummak hem saçmalık kamu mallarını satışa sürerken bir yandan da devletin olanaklarıyla yoksul mahallelerinde pahalı ve lüks konutlar üretmek hem büyük bir çelişkidir.

Siyasal liberalizmin babası Adam Smith’in kehaneti gerçek mi oldu? Kendi başına buyruk her şeyin metalaştığı dünyada kapitalist toplum kendini kendini yönetmeye mi başlamıştı. Karl Polanyi günümüzde piyasa dizginlerini artık toplumdan kopartmış ve eğer düzenlenmezse kendini çevreleyen toplumu ve doğayı da yok eder demişti. David Harvey, Neil Smith, Cindy Catz ve Noel Castree gibi yazarlar çevre sorunlarının kökeninde de kapitalist iletişim ve toplumsal sistemin yattığını ifade etmektedir.

Özgürlükçü yeni sol akımlarla post Marksist jenerasyonun da kapitalist sisteme ilişkin eleştirileri var. Antonio Negri, Michael Hard ile yazdığı “Empiere (İmparatorluk)” adlı kitapla postmodernist sürece ilişkin yeni iktidar ve direniş teorisi gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Negri otonomi hareketiyle işçi sınıfının özerkliğini savunarak dünyanın “çokluk” diye tabir ettiği geri kalanının örgütlenmesiyle yeni muhalefetin oluşmakta olduğuna işaret etmektedir. Negri’ye göre Dünyanın imparatorluğu sadece Avrupa’yla sınırlı kalmayacaktı. Hardt’la 2004’te yine birlikte kaleme aldıkları “Multitude: War and Democracy in the Age of Empire (Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi)” adlı kitapta ise çokluk kavramını internet ve ağlı toplumun değişen üretim yöntemleri ve toplumsal mücadelesi üzerinden geliştirmiştir…

P.Sweezy ve P.Baran’la birlikte çağımızdaki kapitalizmin ekonomi politiği üzerine çalışmalar yapan ve Roosevelt döneminde Sovyet casusluğuyla suçlanan Harry Samuel Magdoff, 1969’da “Emperyalizm Çağı: ABD Dış Siyasetinin ekonomisi” adlı kitapta kapitalizmin günümüzdeki tekelci aşamasına vurgu yapar. ABD’nin hegemonik güç olmasının nedenlerini de açıklar. ABD’nin tek başına hegemon güç haline gelmesi süreci Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlamıştır. “Küreselleşme” söylemi böylelikle ortaya çıkmıştır. Hindistan’lı Marksist ekonomist Prabhat Patnaik ise yeni emperyalizm çağında kapitalist egemenliği finansal sermayenin farklılaşmış yapısında görür.

Wallerstein’ın sözünü ettiği “dünya ekonomileri” dönemi geniş siyasal örgütlerle devletlerin oluşturduğu tekelci dönemdir. Yönetsel açıdan gelişmemiş ilk toplulukların (mini sistemlerin) birleşmesiyle Dünya imparatorlukları (M.Ö.8 bin – M.S.1500 arası) ortaya çıkmış ve ekonomik faaliyetler belirli merkezlerde toplanmaya başlamıştı. Modernizm kapitalizmin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı, ulus devlet ise ticaret burjuvazisinin egemenlik sınırlarını çizmek ve kapitalist pazarı daha

Dünyanın en büyük “Yorkshire Kanarya Şovu” Edremit’te yapılacak

Edremit Belediyesi ve Edremit Yorkshire Kanarya Kulübü işbirliğinde bu yıl üçüncüsü düzenlenecek olan kanarya ırk güzellik yarışması hazırlıkları başladı.

“Yorkshire Kanarya Şovu” adıyla bu yıl üçüncüsü düzenlenecek olan ırk güzellik yarışması için Edremit Yorkshire Kanarya Kulübü, Edremit Belediye Başkanı Kamil Saka’yı ziyaret etti.

Edremit Yorkshire Kanarya Kulübü (EYCC) Başkanı Kamil Ekici, yönetim kurulu üyeleri Mehmet Ali Gürefeoğlu ve Hüseyin Salı, Edremit Belediye Başkan Yardımcısı Tamer Acar, 21-22 Ekim tarihlerinde düzenlenecek olan yarışma ile ilgili Edremit Belediye Başkanı Kamil Saka’ya bilgi verdiler. Edremit Yorkshire Kanarya Kulübü (EYCC) Başkanı Kamil Ekici, Edremit’teki güzellik yarışmasını dünyanın en büyük Yorkshire ırkı kanarya yarışması olma özelliği taşıdığını, etkinlik için önceki sene rekorlar kitabına da başvurulduğunu söyledi.  Bu yılki yarışmanın Edremit Belediyesi’nin ev sahipliğinde 21-22 Ekim tarihinde Güre Atatürk Sapor Salonu’nda farklı ülkelerden katılan yabancı hakemler binlerce kanaryanın katılımı ile daha geniş ve kapsamlı bir şekilde gerçekleştirileceğini açıkladı. Edremit Belediye Başkanı Kamil Saka, “Bölgemizde dünyanın en büyüğü olma özelliğine sahip böyle bir yarışmaya ev sahipliği yaptığımız için mutluyuz. Edremit doğasıyla ve sahip olduğu kültürle, coğrafi konumu itibariyle dünyanın sayılı yerleri arasında. Bu gibi etkinliklerle dünyanın dört bir yanından gelecek katılımcılar ve ziyaretçilerle adını uluslararası camiada duyuracak. Edremit artık yaptığı işlerle anılır bir kent olarak yaşamaya devam edecek.” dedi.

CHP ve Sol – 1

CHP ve Sol – 1

CHP 9 Eylül 1923’te kurulmuş bir partidir. Kurtuluş Savaşı’nda mücadele vermiş, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin bir devamıdır.

Bu anlamda, Sivas Kongresi partinin ilk kurultayı olarak kabul edilebilir. Önce Halk Fırkası daha sonra bugünkü adıyla 27 yıl tek parti olarak, 1950’den 1960’a kadar ana muhalefet partisi olarak 10 yıl bu ülkenin siyasi yaşamında rol oynamıştır. Partiyi kuranlar devletin de kurucusu olan kadrolardı. Asker ve aydın kesimdi.

Partinin amblemi olan 6 ok partinin de ilkelerini belirler.

CHP bugünkü siyaset dünyasının anladığı anlamda bir kadro partisi değildir ama kitle partisi de değildir. Bir yarı kadro partisi görünümündedir.

Bilindiği gibi kadro partileri, daha çok milletvekili çıkarma çabası duyan, iktidarı milletvekillerine tanıyan zümre partileridir. Üyeleri arasındaki ilişkiler menfaat ve paraya dayanır. Örgüt disiplinleri zayıf, lider ve kurucuları sadece işadamı, tüccar gibi varlıklı kesimden oluşan elittir.

Oysa kitle partileri bu kesimler karşısında devletin ve halkın çıkarlarını korur. Akılcı, rasyonel, somut konulara ve sorunlara dönük siyaset yapar. Çatışma yerine tartışma, bölünme yerine birlik ve beraberlik ile katılım gibi ilkeleri esas alır.

Türkiye’nin üst yapı kurumlarında nitelikleştirme olmayışının doğurduğu toplumsal koşulların etkisiyle doğal olarak karşı fikre tahammülsüzlük oranı yüksektir. Genel kabul gören ama toplumun çıkarına olan alanlarda, sosyal sorunlara dönük, farklılıkları azaltan, işbölümü ve fırsat eşitliği yaratan, insancıl ve sağlıklı söylemler geliştirilmelidir.

Çokluğun her zaman demokrasi olmadığını da değerlendirmek gerekir. Meşruluk halk egemenliğine dayanmak demek olmalıdır.

Doktriner partiler siyasal evrim sürecini aşamazlar. Bu iddiada olan CHP’de de bu gelişim süreci aşılamadı. Bugünkü siyasal yapı devrimci, ilerici ve katılımcı değildir. Günümüzün Türkiye’deki popüler particiliği gibi belirli bir yapı tanımlanmaktadır.

CHP’nin tek parti dönemindeki rolü tıpkı Meksika Devrimci Kurumlar Partisi gibi, genç Afrika cumhuriyetlerinde olduğu gibi bir dönem ülkede modernleştirici nitelik taşımaktaydı. Ancak bu rol daha sonra değişmiştir. Atatürkçülük bir evrim geçirmiştir.

Mustafa Kemal’den sonraki CHP 1960’larda Demokrat Parti karşısında yükselen bir hareketlilik ve geniş yığınları içinde taşıyan bir toplumsal muhalefetliğe soyundu. Özellikle ordu içindeki genç subaylar ve kurtuluş savaşına dayanan bir geçmişin izlerini CHP’de arayan ve heyecan duyan üniversiteli gençliğin buluşma ve kaynaşma noktasıydı. 1960’lardaki sol ve sosyalist görüşlerin şekillenmesinde ve oluşan tabanda kurumsal olarak CHP’nin de kısmen rolü olacaktır.

Efsanevi kurucu ve önderlerini daha başta kaybetmiş olması ve ardından toplumun iç dinamiklerine açılamaması nedeniyle büyük kitlelere ulaşamayan TKP ile 1960’larda özellikle köy ve kırsal tabanlı TİP’in kuruluşuyla gelişen muhalefet çizgisi arasında birçok denemeye rağmen CHP geniş yığınları yakalamasını bilmiştir.

Fakat CHP içinde burjuvazinin temel unsurlarıyla emeği temsil eden kesimler içiçeydi. Bu yüzden taban içinde bir iktidar kavgası partinin iktidar ve özellikle muhalefet rolünü oynaması öncesinde de yaşanıyordu. Yani partinin karman çorman yapısı daha başlarda göze çarpıyordu. Bu bütün sosyal demokrat partilerde yaşanan süreçti. Ancak CHP’de işçi ve köylüleri temsil eden tavandan çok orta sınıfların özellikle de küçük burjuvazinin ve devletin bürokratik yapıları içinde yeralmış unsurların ağırlığı sözkonusuydu.

Sosyalistleşme sürecinde yaşanan önderlik kavgası ise CHP’de yine daha baştan fikir olarak tam merkezinde ortaya çıkmaktaydı. Yani bir yandan liberal burjuvazi ile öte yandan işçi köylü hareketi önderlik kavgası sürdürüyordu. Ancak CHP’de emekçi kitleler açısından hiçbir gelişme yaşanmamaktaydı. CHP’de burjuva kitle partisinden sınıf partisine geçiş kararı henüz verilememişti.

Çünkü 1960’lara kadar Türkiye’de böylesi bir hareket ne vardı ne de söz konusu olabilirdi. Varolma çabası gösterenler ise daha başlangıç noktasında Kemalizm tarafından ezildiler. Daha sonraki özellikle resmi partileşme çalışmaları ise hep cılız ve ilgisizlikle başbaşa kaldı ve tarih içinde silinip gittiler.

Kemalistler daha baştan sol ve komünist hareketler üzerinde hem ideolojik etki hem de hegemonya kurmuşlardı. Bu yüzden ciddi bir muhalefetle karşılaşmadı. Muhalefetin doğduğu yıllar 1960’lı yıllardır. 1950’li yıllarda ise Amerika ile işbirliği içine giren DP iktidarına ve eski TKP’li ve TİP’li aydınların, özellikle gençliğin ve işçilerin ilerici kesiminin üzerindeki etkisiyle Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya gibi öğrenci gençlik önderliğinde toplumsal muhalefet giderek “Milli Demokratik Devrim” tezi teorisyeni Mihri Belli’nin çağrılarına rağmen burjuvazinin merkezine kayan CHP’nin tutumuna da yönelecektir.

CHP’ye karşı artan muhalefetin nedeni açıkça parti içindeki antiemperyalist unsurların varlığına rağmen işbirlikçi diye nitelendirilebilecek kesimlerin de ortaya çıkmasıydı. CHP’ye karşı muhalefetin daha başta ileri gidememesinin nedeni ise o ana kadar proleter sosyalist bir partinin olmayışına bağlanabilirdi.

Gençlik önce TKP çizgisindeki Milli Demokratik Devrim öngörüsüne sarıldı. Buna göre sivil-askeri bir zümre ile “ilerici ordu” biraraya gelebilir, toplumsal muhalefet geliştirilebilir hatta işçi-köylü temeline dayanan bir iktidar da kurulabilirdi. Ancak umulan olmadı. Ne MDD’nin solda ilerici ordu illizyonu ne de Doğan Avcıoğlu’nun liderliğinde aydınların kemalizmin yozlaştırılmasına tepki olarak ortaya attıkları “çalışanların partisi” projesi tutmadı.

Sol ve sosyalist kesim politik önderlerini, örgüt ve ideolojik çizgisini bulmuştu. Kemalizme ve CHP’ye karşı ilk ciddi ve radikal eleştiriler gelmeye başladı. Örneğin Mahir Çayan şöyle diyordu: “Feodal komprador devlet mekanizması parçalanmış, yerine tek parti yönetimi altında küçük burjuvazinin diktatörlüğü egemen kılınmıştır”. Köylülük ve kır etkinleri çerçevesinde büyüyen radikal solun bir diğer temsilcisi İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalist iktidar hakkındaki görüşleri ise Çayan’dan pek farklı değildi, Kaypakkaya’da: “Kemalist diktatörlük işçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, küçük memurlar ve demokrat aydınlar üzerinde askeri faşist bir diktatörlüktür” diyordu.

Gençlik en başta bağımsızlık ve bunun için milli kurtuluşun önemine ve bilincine varmıştı. 1960’lı yıllarla büyüyen antiemperyalist gençlik mücadelesi, ilk defa “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” sloganını kullanarak alanlara çıkıyor, aynı içerikteki MDD teziyle mücadelesine dayanak noktası yapıyor ve taktik ile eylemlerinde kullanıyordu. Kemalizmin milli kurtuluşçu ve laik yanı öğrenci gençliğin eylem perspektifini iyi karakterize ediyordu. Gençlik ve aydınlar 5 yönlü bir demokratik savaş yürütmeyi amaçlıyordu: Tam bağımsızlık, düşünceye ve inanca özgürlük, eşitlik, işçi ve köylüye öncelik, toprak reformu gibi.

Solcu ve sosyalist öğrenciler üniversitelerdeki sosyal demokrat ve kemalist öğrencilerle de bu perspektifte birarada yürüyor fakat gerici unsurlarıyla mücadele etmekten geri durmuyorlardı. Başını Deniz Gezmiş’in çektiği Devrimci Öğrenciler Birliği DÖB’ün organize ettiği 29 Ekim 1968’deki “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” siyasal iktidarın engeliyle karşılaşıyordu. Buna karşılık DÖB lideri Deniz Gezmiş “antiemperyalist mücadele verilirken gençliğin politik partilerden bağımsız olmak zorunda” olduğunun altını çiziyordu.

Aynı yıllar bütün dünyada geniş kitlelerin katılımında benzer toplumsal olaylar yaşanmaktayken Türkiye’nin buna kayıtsız kalması beklenemezdi. Üstelik Türkiye’de geçmişten devralınan milli kurtuluşçu bir çizgi vardı. Bütün dünyada burjuva devrimlerden sonra gelişen modernizmin ulus-devlet ilkesinin etkisi altında kapitalizmin ortaya çıkarttığı sınıflı topluma karşı mücadele geleneği yaratılmıştı. Gençlik eylemlerinde Kemalizmin bağımsızlıkçı yönü ön plana çıkartılıyordu. Mustafa Kemal Atatürk 1923’teki İktisat Kongresi’nde “siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferlerle sağlamlaştırılmadıkça husule gelen zaferler payidar olmaz, az zamanda söner” diyordu. Buradan çıkışla devlet eliyle kalkınma yoluna gidildi. Ulusal burjuvazi yaratıldı. Tabi işçi sınıfı da bu toplumsal değişmenin içinde yer alarak ortaya çıkan çelişkilerin sonucunda zıddı olarak gelişti, büyüdü. M.Kemal’in şu sözleri hiç unutulmuyordu:

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören doktrin izleyen insanlarız”.

Özellikle üniversiteli gençliğin sol kanadının içinde bulunduğu kesimde M.Kemal’in emanet ettiği bağımsızlık ve cumhuriyete sahip çıkmak, emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadele etmek yönünde bilinç gelişiyordu. Ancak kemalist devrim ve uygulamalarına karşı gençlik içinde daha radikal görüşlerde ortaya çıkmaya başlıyordu. İbrahim Kaypakkaya bunun nedeni olarak , Kemalist devrimle komprador büyük burjuvazi ile feodal ağaların orta sınıfları giderek yedeğine almalarını gösteriyordu. Kurtuluş savaşından sonra komünistlerin görevi kemalist iktidarı devirip işçi-köylü ittifakına dayanan bir iktidar kurmaktır.

Yani 1960’lar ve 70’ler Sovyet, Çin, Latin Amerikan solculuğunun savunulduğu yıllar olmuştur. Küçük burjuvazinin paternalist anlayışı ile büyük burjuvazi parlamenterizmi arasında yoksul ve emekçi kitlelerin politik hareketi gelişimini tam olarak sürdüremedi. CHP’nin durumu ise bu güçlerin hegemonyası altında liderlikle kararsızlık gelgitleriyle sürüp gitmektedir.

CHP’ye egemen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği iktidarı ele geçirdikten sonra 27 Mayıs hareketi içinde önemli bir rol oynayan orta burjuvaziyi de birden karşısına almayı doğru bulmamıştır. Orta burjuvazinin 27 Mayıs Anayasası’na da giren bazı sınırlı demokrasi istemlerini bu nedenle kabul etmiştir.

1950’de iktidardan düşen komprador burjuvazi ile toprak ağaları kliğinin en baş temsilcisi DP ise kendisine de yönelen faşist baskılar karşısında “demokrasi” havariliğine çıkmış, orta burjuvazinin ve gençliğin bu yönde katılımını bir kaldıraç gibi kullanarak 1960’da iktidarı yeniden almıştır.

İşte gençlik bu oluşumu iyi gördü. 27 Mayıs hareketine önderlik eden ve sonunda iktidarı ele geçiren sınıf CHP’ye egemen olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliğidir. Orta burjuvazi ise onun peşinde yedek güç olarak kalmıştır. Örneğin Kaypakkaya’nın 27 Mayıs Cuntasını değerlendirmesine göre DP Amerikancı, CHP ise Almancı komprador burjuvazi ve toprak ağalarının işbirliğini temsil etmekteydi.

Yarı sömürge ülkelerde burjuva parlamentosu, şekilcilik ve göz boyama aracı, formalite bir meşrulaştırma biçimiydi. Yarı bağımlı, yarı sömürge komprador ekonomisi işçinin, köylünün, küçük kentli burjuvazisinin, küçük memurların baskı altında tutulduğu, ezildiği, susturulduğu ve şiddet, zindan, ağa zulmü her türlü yasaklar altında inim inim inletildiği bir düzendi.

Kısaca işte böyleydi toplumun muhalif, ilerici ve yoksul kesimlerinin gözünde egemen devlet anlayışı… Daha sonraki dayatmalar ise hep revizyonist, reformist ve küçük burjuva oportünizmi olarak görülmüştür.

CHP tek parti döneminde programı Batıdan, değişik ideolojilerden etkilenme, bir sentez dönemiydi. Mesela devletçilik ilkesi batılı uygulamalardan etkilenmeydi. Bugün özelleştirmeyi savunmaktadır. Parti programına bakıldığında görülebilir.

1946-1960 dönemine bakıldığında CHP’nin dışında DP’nin de Atatürkçülükle bağlantı kurma çabaları vardır. Ancak bu uygulamalar çoğu zaman Atatürkçülük karşıtı gerici ve popülist karakter taşımaktadır. Düşünce deformasyona uğratılmıştır.

1960-1971 arasında Atatürk devrimlerine sahip çıkma zorunluluğu duyulmuşsa da bir ortanın solu sloganı tutturularak sosyal tabanı değiştirme yönünde uygulamalara girişilmiştir. Gelinen durumda da farklı gruplar farklı yorumlarla Atatürk’e izafe etmeye çalışmışlardır.

Rustow’un deyişiyle kemalist temel hedefler bugün güçlü bir savunmaya muhtaçtır. Kalabalık ve gürültülü bir siyaset sahnesinde çözüm ile yeni tekniklere ihtiyaç vardır.

Artık sistem ile özellikle yeni dünya düzeni ve batı emperyalizmi karşısında kemalizmin güncel tutumuyla bir yere varmak zordur. Aslında bugün bayraktarlığı yapan kesimler de toplumun en tutucu, kastlaşmış ve değişime direnen kesimleri olup çıkmıştır. Bu günkü haliyle sekülerizmde ısrarcı olan tiplerin çoğu dünyanın sömürgeci ve kapitalist güçlerinin yanında yeralmak istemektedir.

Kişilerin siyasete yaklaşımlarına ve siyasete girişleriyle siyasal partilerde yer alış amaçlarına bakıldığında çeşitli kriterler görmek mümkündür. Bunlar, etkilenme, ideolojik bağlılık, kişisel, mesleki ilerleme hırsı ile beklentiler ve bireysel itilerdir. Bu açılardan bakıldığında da bir kitle partisi olan CHP’nin ilkelerine ve parti disipline ciddiyetle eğilmesi beklenir.

Katı olmamakla birlikte halkçı ideolojiye bağlılık, parti içinde örgütsel sululuk gösteren ve kafa değiştiren tipler yerine devrimci, yenilikçi zinde güçlere yer verme, örgütsel disiplinci, elitist değil çok sayıda aktif katılımcı, kadrocu olmayan, tartışan çoğunlukçu ve demokrat bir ilkelilik yapısına kavuşturulmalıdır.

Bilindiği gibi geleneksel toplumlar duygusal ve ideolojik çevre içinde gelişir. Doğal olarak tartışmalar da ödünsüz ve katı olabilir. Ancak ideoloji sadece kişilerin, grupların üzerine kurulduğunda daha da katılaşıp despotlaşabilir. Parti içinde demokrasiden sözedilmek isteniyorsa o zaman üyeler ve parti yönetiminde eşitlik, katılım, halka açık denetim, tartışma ve doğruyu bulma gibi kriterleri öne almak gereklidir.

CHP’nin kadro partisi yapısı ikinci dünya savaşı yıllarına kadar sürdü. 22 yıl yani 1945’e kadar. 1960’larda toplumsal yapı değişmekle birlikte siyasal yapıyla çelişmeye başlamıştı. Birbirine benzeyen partiler Türkiye siyasetine egemen oldu.

CHP eğer bugün halka dayalı bir parti olma iddiasını sürdürmek istiyorsa hem bu kriterleri hem de yapısında bulundurulması gereken kesimleri aramalıdır. Aydın, emekçi, işçi, köylü’den oluşturulacak bir taban bu…Ve bu tabana seslenecek bir söylem geliştirmelidir. Şeyhlerin eteklerine yapışmamalıdır.

CHP’nin batıcılığı ise Jöntürk batıcılığına ve pozitivizmine dayandırılan bir batıcılıktı. Bu anlamda Comte ve Durkheim’in Jöntürk pozitivizmi, bilimsellik, ve ilerleme hem Atatürk’ün hem de CHP’nin resmi söylemi olmuştu. Siyasi konjenktür değiştikçe partinin karakteri de değişiyor.

Pozitivizmin hristiyanlıktan kopuş, halkçılık sürekli ilerleme yani terakki, inkilapçılık gibi ilkeleri kemalizmide etkilemişti. Zaten Kemal Tahir’in Şeyh Edebali’nin denen metni asıl kaleme alan kişi olduğu iddiaları da daha sonra dile getirilmişti. Devlet Ana romanından yola çıkılarak tarihçi-romancı tarzıyla yazan Kemal Tahir’den etkilenme olabileceği bile söylenmişti. Kemal Tahir’in marksist olmadığı ATÜT kavramını sık sık işlediği vs. medyada tartışılan konulardan biri olacaktır.

Yeri gelmişken burada Kemal Tahir’in devletçilik anlayışının Osmanlı-Selçuklu-İslam köküne dönmek olarak dile getirildiğini de söyleyelim.

Marx, Eski Roma’dan Hindistan ve Çin’e kadar bütün Asya’da uygulanan üretim yapılarını incelemiş, Avrupa dışındaki kimi toplumlarda kimi yer ve zamanlarda uygulanan üretim ve mülkiyet ilişkilerini, tarzlarını tanımlandırmıştı.

İç dinamikler incelendiğinde feodal beylerle merkezi devletin toprak mülkiyeti iktidar kavgasıdır da… Mülkiyetin devlete ait olduğu toplumlarda toplumsal yapının ve kentlerin daha çabuk geliştiğini, altyapıların devlet tarafından meydana getirilmesi nedeniyle de meta üretiminin arttığını ve kır-kent bağının güçlendiğini ortaya koymuştur, Marx.

Marx’ın vardığı sonuç toplumun alt yapısının yani ekonomisinin üretim ilişkileri tarafından belirleniyor olduğunu ortaya koymasıydı. Üretim üretim tekniğini, üretim tekniği üretimin biçimini, üretim biçimi de sosyal yapıyı belirlemekteydi.

Osmanlı Toplumunun da Asya’daki toplumsal kuruluşların özelliklerini yansıttığı biliniyor. 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı’da toprakta mülkiyet devlete aitti. Bu topraklara devlete ait anlamında da “miri” topraklar denirdi. Bu dönem İkinci Mehmet yani Fatih dönemine denk gelmektedir.

1960’lı yıllarda MDD çizgisinde ve YÖN hareketi içinde yeralıp YÖN Bildirisi’ne imza koymuş bazı sol aydınlar marksist olmayan kalkınma modellerini öne sürmek ve sosyalist olmayan unsurlardan çözüm bekleyen tutumlarından dolayı eleştirilmiştir. Deniz Baykal’ın söylemi çerçevesinde gündeme taşınıp dile getirilen tartışma kısmen Kemal Tahir’in bu tutumudur. Yani Osmanlı’nın sadece bir tarihsel dönemine bakıp Osmanlı’nın “sol” olduğunu açıklamak…

Son günlerde bu konularla ilgili tartışmalar son hızda aldı başını gidiyor. Politik çevrelerdeki bu tartışmalara edebiyat çevresi de katıldı. Özellikle de Kemal Tahir ve İdris Küçükömer adını anarak yapıyorlar bu tartışmaları. Şimdilik “en azından bu da yeter” demek geliyor içimizden…

Başta Nazım Hikmet ve Kemal Tahir olmak üzere sol aydınların neredeyse tümünü bütün yönleriyle sorgulamadan sağa maletme hastalığı başladı. Bu da “Muhafazakar Demokrat !”ların yeni bir taktiği olsa gerek…

Yapılan eleştirilerde marksizmin batılı olup olmadığı tartışılıyor. Marks, Engels’le ve Lenin’le birlikte dünya enternasyonalist işçi ve komünist hareketinin üç önemli isminden biriydi. Elbette felsefesinin bilimsel temelleri Alman filozofu Hegel’e ama ondan da önceleri Eski Yunan düşünürlerine kadar iniyordu. Klasik İngiliz İktisadı’nın teorisine ve Fransız soluna dayanacaktır. Lenin’e göre hareketin başı diyalektik materyalizm teorisiydi. Marksizm devrimciliğin ilmidir. Marks’ta sistemin merkezine “ekonomi politik” oturtulmuştu. Marks” insanlık tarihi sınıfların savaşımlarının tarihidir” diyordu. Lenin ise marksist görüşü pratik alanda geliştirip proletarya diktatörlüğü aşamasına geçmeyi marksistlik olarak değerlendiriyordu.

Lenin’e göre pratik bilgi hem evrensel hem de gerçeklikle içiçe olduğundan teoriden daha üstündü. Bir bilim haline geldiğine göre sosyalizmin bir bilim gibi ele alınması yani öğrenilmesi gerekirdi. Engels’in bu görüşü ise bilimin ne bir ulusa ne de bir coğrafyaya izafe edilemeyeceğini göstermektedir. 1970’lerin konusu da Kemal Tahir’in yaklaşımlarının çelişkili ve bilimsel olmadığı yönündeydi.

Bizim amacımız da yazının bu kısmında tam anlamıyla sadece Baykal’ın görüşlerinin kökenine inmek değil. Bir tartışmayı varolan gerçeklikler ve objektif kriterleri ışığında doğru zemine oturtabilmekti. CHP’nin kısmen 1999 seçimleri sonrası başlatılan yeniden yapılanma çalışmaları sırasında yaşananları hatırlatmak da istedik. Öteden beri Türkiye solunun sahiplendiği ortak mülkiyeti savunan Simavna Kadısı İsrail’in oğlu Şeyh Bedrettin’e karşılık ahi örgütünün kurucusu Şeyh Edebali’nin devletten önce insanı öne çıkaran yaklaşımının CHP Genel Başkanı tarafından dile getirilmesi “CHP sağa mı kayıyor” tartışmalarını alevlendirmişti. Devlet ile birey ekseninde tartışmalar hep yapılageldi. Ama insanın insanla-doğayla ilişkilerini etraflıca ayakları üstüne oturtan toplumcu düşünce gerçekte yine solculuk olmuştur. Sömürünün ilk adımı emekte başlıyor, çok uluslu tekellerde bitiyor. Birey ve devlet bunun neresinde; hepsinde… Marks, teori yığınlara aktığında maddi güç olacaktır diyordu. Buanlamda düşünce insanın beyninin içinde durmasıyla bir şey ifade etmiyor, bireyci, faydacı ve pragmatik olmaktan öte insanlığın yararına olmak için eyleme dönüşmek zorunda.

Sınıfsız bir topluma işaret eden halkçılık, sürekli ilerleme demek olan inkilapçılık kavramlarına İttihad ve Terakki döneminde de yer verilmiştir. Tahir’in romanlarında olduğu gibi mesela Yorgun Savaşçı’da…

“Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” diyen bilme ve fenne dayanan pozitivist açıklama da CHP’nin öncülü Kemalizme dayandırılmaktadır. Laiklik, yazı, kadın hakları, giyim kuşam, eşitlik gibi sürekli yenilikler hedefleyen devrimcilik ve gerçekçilikle çakışan bir zamanlama ustalığı taşıyordu, Atatürkçülük…

Ancak… Niyazi Berkes’in şu saptaması çok dikkat çekici ve yerindedir:

“Kemalizmin talihsizliği, devrimciliğin, henüz geri yapısı değişmemiş bir topluma daha ileri bir uygarlığın gerektirdiği zihniyeti yazı, kıyafet, takvim, kanun gibi araç veya sonuç niteliğinde olan şeyler yoluyla yerleştirme olarak anlaşılması, arkadan gelen kuşaklara da böyle tanıtılması oldu. Atatürk’ün asıl başardığı iş toplumsal değişmelerin yapılması için gerekli olan yeni bir yönü ve ortamı açmak olmuştur”.

Şimdi 1960’larda 70’lerde Türkiye’de siyasete egemen olan Mahir Çayan’ın üstüne basa basa dile getirdiği devrimci güçte “politik öncülük” tartışmalarının ne kadar yerli yerinde ve yararlı olduğu ortaya çıktı. Kaldı ki Can Yücel’in “insan gibi insan” dediği bilim adamı İdris Küçükömer ve Doğan Avcıoğlu gibi isimler de layık oldukları takdiri görmüşlerdir.

Bugün gelinen noktada kapitalizm kendine özellikle iki düşman yaratmıştır. Birincisi devrimci güçler, ikincisi ise radikal dinci-ihtilalci güçler.

Bu anlamda da tıkandığını görüyoruz, Şeyh Edebali’yle ilgili söylemin.

13 Mart 2001 itibariyle de bölünmüşlük, eski liderlerin istifası ve istifalara giden bir süreç yaşandı CHP’de…

Atatürk’e hep 4 temel düşünce alternatifi sunuldu. Biri islamcılık, diğeri osmanlıcılık, ve turancılık ile batıcılıkla, Ziya Gökalp’in milliyetçiliği. Atatürk dine dayalı teokratik ve yayılmacı yani expansiyonist, ırkçı akımları reddetmiştir. Özünde devrimcidir. Değişmenin amacı da üstyapılar, ekonomi ve devletçilik uygğulamalarıydı.

Az gelişmiş ülkelerde ideoloji ulusal birlik sağlamak için kullanılan güçlü bir yapıştırıcıydı. Aşiretler arasında, etnik kökler arasında ayrılıklar gideriyor, farkları kaldırıp uyum sağlatan bir rol oynuyordu.

İnsan ve toplum arasındaki sosyal ilişkiler de bu ideoloji ve adalet çevresinde düzenlenebilmiştir. Biz de Atatürkçülük bir parti misyonu olmuştur, CHP’de. Ancak ideologlar da beraberinde gelmiştir. Kemalizm onların ağzıyla öğretilmiştir. Örneğin 6 ilkenin ulusçuluğu tamamlayan değerler olduğu söylenmiştir.

Atatürk’e ve kemalizme yansıtılan yanıyla jöntürk hareketinin de ittihad ve terakkinin de temel stratejik hedefleri bu olmuştur; Osmanlı İmparatorluğunun parçalanışını durdurmak…

Bilinçli hedef ise burjuva sınıflı olmayan bir toplumdan, Türkiye toplumundan çağdaş, kapitalist bir toplum yaratmak.

Cumhuriyete miras kalan bu hedef strateji, ekonomik yapıyı değiştirecek, parçalanmayı önleyecekti. Milli işletmeler kurulacak, milli ekonomi geliştirilecek, sermaye birikimi hız kazanacaktı. Ekonomik bağımlılık adeta parçalanmayla eşdeğer tutuluyor ve kurtuluşun ikinci bölümü ve devamı gibi kabul ediliyordu.

Ancak ne CHP’nin ne de kemalizmin geldiği süreç bugün için en azından TC’nin bunu doğrulayan durumundan çok uzakta kalmıştır.

Jöntürk hareketi de, ittihad ve terakki hareketi de burjuva sınıfını oluşturmak için her türlü çabayı göstermişti. Osmanlıdan umut kalmayışı, Cumhuriyet kadrolarıyla organik ilişkilerin kurulması sonucunu doğurdu. Osmanlı istibdadını teşhir etmek için programlarını Fransız devrimci literatüründe ve pozitivist sosyolojik kuramlardan alan hareketlerin bugünkü durumuna da iyi bakmak gerekli.

Hürriyet, eşitlik, halkçılık gibi kavramlarla süslenen, halk kitlelerinin desteğini bekleyen, daha sonra da halktan destek görmeyince bunları defterden silen hareketin bugünkü durumuna bakmak gerekir.

Gelinen nokta işte şudur: Otoriter, seçkinci, militarist, siyasi ve askeri eylemle karışık bir karakterize olma durumu.

Başından sonuna muhafazakar, despot, giderek yayılmacılığa dönüşen ve sonu trajediyle (Enver Paşa) biten bir yaşanmış öykünün başlarında gelinen modern-burjuva toplumlu bir süreç. Başında Alman heyyülası, şimdilerde Amerikan Emperyalizminin kıskacında yozlaşan, yozlaştırılmış, başındaki anlamını da içinde barındırmayan günümüzün cilalanmaya çalışılan versiyonu ve yeni macerası.

Halkçı-Emekçi, tam bağımsızlıkçı bir yapıdan giderek uzaklaşan bir anlayış ve yaklaşım.

İşte bugünün CHP’sinde yansıyan partiler üstü durumun özeti bu.

-DEVAM EDECEK-

TAMER UYSAL

Aydınlar Üzerine…

“Kapalı odanızdan çıkın, çevrenize bakın ve yanıtlarınızı sokakta arayın. Her yerde barışçıl ve silahsız yurttaş yığınlarını kurşunlayarak iç savaşı başlatan bizzat hükümet olmamış mıdır?” Lenin (İki Taktik)

Aydınlar ya da aydın sorunu üzerine yazılmış en bilindik derli toplu kitap Jean Paul Sartre tarafından yazılmıştır “Aydınlar Üzerine” (Plaidoyer pour les intellectuels) . Geçtiğimiz yıl okumuştum aydınlar üzerine kitabını. Sartre, tarihte Nobel ödülünü ilk reddeden kişidir bunu açıklarken “resmi ödülleri hep reddetmişimdir” diyordu… 1938 de kaleme aldığı bu eserin Fransa’nın Cezayir soykırımı ile Nazilerin henüz Musevilerin soykırımına (holokost) başlamadıkları yani 2.Dünya Savaşı’nın başına denk gelmiş olması önemini daha da arttırmaktaydı. Kitabında özetleyecek olursak aydın için, “ezilen sınıf için şüpheli, egemen sınıf için hain” sayılan kişi saptamasını yapıyordu Sartre. Sartre’a göre kısaca aydın, “Çabası hâkim sınıfça suç sayılan kimse” idi.

Evvelki yaz görevden istifa ettikten sonra emekli olana kadar olan boşluğu doldurmak için edindiğim yazlığın olduğu Kumla’da (Gemlik’e bağlı bir sayfiye) okuduğum aydınlar üzerine yazılan birçok kitaptan da birisiydi.

Kumla’da sadece kitap mı okuyordum? Hayır. Büyük Kumla’da küçük parkta kitap okuyup kulaklığımı takarak sevdiğim müzikleri de dinliyorum. Büyük Kumla’dan Küçük Kumla’ya dönüşümde yolumun üzerinde hoşuma da giden ama nedense hep çok sakin fakat çaldığı müzikler genelde ilgimi çeken bir cafe vardır. Girişindeki takta “Laz Olympus” yazan bir eğlence merkezinin içindeydi.

Yine birgün kulaklığı çıkarıp elime alarak önünden geçerken bahçesinde bir masa çevresinde oturmuş 3-4 genç…

O sırada sık sık dinlediğim Metallica’nın en hit parçalarından birisi çalıyordu: “Wherever I may roam”. Gençlerden biri nereden geliyor bu ses diye sağına soluna bakıp arkadaşlarına sormuştu. İçlerinden biri beni gösterince bu gencin yumruğunu kaldırarak bana uzun bir “helal” çekmesi aklımdan hiç çıkmıyor…

Metallica ya da mensup olduğu heavy metal grupların yaptığı müzik bazı çevrelerce ülkemizde de, gürültücü, ahlak dışı işlere veya şiddete özendiren bir müzik türü olarak görülür ve böyle “kültürleme” yaptığı iddia edilir. Öyle mi peki? Yok…

Metallica ve önde giden heavy metal gruplar ki (öncü olarak hep Megadeth ve İron Maiden’le birlikte akla gelir) aksine şiddeti teşvik etmezler, eskilerin deyimiyle eğretileme, mecazlar ya da taliller yoluyla yererler…  Aksine batıyı batılı eleştiren varoluşçuluğun öncüsü Kierkegaard’ın deyimiyle “estetik aşama”ya takılıp kalmış yani hazların peşinde koşan kesimlerin yaşam biçimlerini eleştirirler…

Bunlardan birisi de hiç kuşku yok ki burjuvazinin kapitalist sistemlerin krize sürüklediği toplumsal koşullarda başvurdukları savaş politikalarıdır… Misal “No Remorse” tam da böyle bir şarkıdır:

“Kan besliyor savaş makinesini

Ülkeyi yiyerek yolunu açarken

Duymuyoruz kederi hissetme gereksinimini

‘Acıma yok’ tek emirdir bizim için


Yalnızca güçlüler sağ kalır

Zayıf ırkı kurtarma isteğimiz yok

Yeni gelen herkesi öldürmeye hazırız

Suratınıza doğrultulmuş dolu bir silah gibiyiz”,

der Metallica…

“Aydın kendi çıkarlarıyla toplumun çıkarlarını eş gören toplumun demokrasiye kavuşması için kendini borçlu ve sorumlu sayan kimsedir” demişti Aziz Nesin [Fehmi Enginalp’in (Aziz Nesin’in Bursa Günleri) kitabındaki  Nahit Kayabaşı ile Söyleşisi’nden alıntıladım] Her çağ ve toplumda ne yazık ki koşullara göre olması gerek aydın için bir de aydın sorunu var. Fazıl Say, “Arabesk, toplumsal çöküşün ölümü bekleyen tembel ruhudur” demişti bir yerde. Hadi bugün taverna müzisyenleri bar şarkıcılarını geçtik de o koca koca aydın geçinen yazarların filozofların tavrına ne demeli… Çıkardan yana olmak mı, bir tür korkaklık mı?..

“Entelektüel devrimci olabilmek için entelektüel olmaktan vazgeçmek gerekiyor.” demekle ne demek istemişti  Godard (bu sözü aktaran Ataol Behramoğlu, Türk Aydınının Sivas’la İmtihanı, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2008)

Walter Benjamin 1933’te Almanya’yı terk ederek Paris’e yerleşmiş Yahudi kökenli ve Nazi baskısıyla intihara sürüklenmiş Marksist bir ideolog idi. Erich Mühsan, vicdani retçi (savaş karşıtı) olduğu için Oranienburgh’taki bir toplama kampında öldürüldü.

Buna karşılık Carl Schmitt, Hitler’in hukuk danışmanı anayasa mahkemesi başkanı oldu.  Anayasal (çoğunluğun) diktatörlüğünü savunmuştur.  “Parlamenter Demokrasi Sorunsalı” diye de bir kitap yazmıştır. Michel Faucoult, Leon Strauss hatta Nietzsche’yi etkiledi.

Nazi ideolojisinin felsefesine soyunmuş “Varlık ve Zaman”ın yazarı Profesör Martin Heidegger de bunlardan birisiydi.

Hitler denen ırkçı diktatörün böyle yandaşları da olmuştu ne yazık ki…

Bugün subliminal (gizli) ya da  açık açık (doğrudan) mesajlarla veriliyor doz…   Desensitize (tıpça duyarsızlaşmış, hissizleşmiş) bir toplum yaratılmak isteniyordu… Öyle ki ilk denemeler de (lobotomi) o dönemde yapılmıştır…

Oysa her koşulda  aydının mazeretsiz tavrı muhalif olmaktır Sartre’a  göre… “Entelektüelin görevi mistifiye edileni demistifiye etmektir” diyordu Fikret Başkaya. Yani anlaşılmaz hale sokulanı anlaşılır hale getirmek…

Metallica’da olduğu gibi militarizm, şiddet ve uyuşturucu karşıtı ya da “Barış mesajları” etkili olur mu olmaz mı? Elbet tartışılır…

Knut Hamsun gibi faşizm yanlısı Nobel ödüllü ünlü yazarlara karşılık bu ödülü reddeden Sartre “Kapitalistlerin benden intikam alma isteğinden başka bir şey değil” diyebiliyordu. “Legion d’honneur” ödülü veriliyordu bunu reddedebiliyor,  “Sartre, her şeyden önce bir Fransa’dır” diyebiliyordu De Gaulle. Çünkü Sartre, Fransa’nın Cezayir’deki soykırımına karşı dik duruş sergileyebiliyor ve sözde vatansever Fransızların eleştiri oklarını üzerine çekerek katliamcıların sundukları  “Vatan hainliği” payesini de göze alabiliyordu…

Sartre’nın  “orta sınıf ürünü”  diye nitelenen aydın konusunda başlattığı tartışma, aydınlar ile sorumluluğunu taşıdığı kitleler arasındaki günümüzde  aydın sorunu olarak ele alınmakta. Aydın kavramı bizde de Vedat Günyol ile başlayan bir dizi tartışmaya konu olur ve Oğuz Atay, Melih Cevdet Anday, Yusuf Atılgan, Demirtaş Ceyhun gibi yazarlarca roman veya deneme gibi türler yoluyla ele alınırlar…

Aydın konusundan ne anladığımız bugün hala tartışmalıdır ya da tartışılmalıdır…

“Bugün bizi yakından ilgilendiren sorun aydınlar tabakasıyla proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır.” Lenin (Bir Adım İleri İki Adım Geri)

Tamer UYSAL

https://www.facebook.com/tamer.uysal.125

Politik Sistem Seçim (3)

“Hilafet” İslami siyasi ve hukuki bir yönetimdi. Halifeliğin siyasi önemini bilen Yavuz Sultan Selim’le Osmanlı’ya geçen halifelik (hilafet), saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılmasından sonra 3 Mart 1924’te kaldırılmıştır.

1924’te İngiliz hakimiyetinde hilafet yanlısı bir parti olan din ve liberal temelli “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası” siyasal sahneye çıksa da 1 yıl sonra kapatıldı. Halife, farklı sosyal yapıya dayalı kabilelerden oluşan İslam toplumunda (ümmet) iç çatışmalarla dağılmayı önlemek için getirilmiş bir üst makam olarak görüldü. İlk büyük halifelik dönemi peygambere ilk vahiy indiği 610 senesiyle Ali’nin öldüğü 661 senesi arasıdır (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali). “Hulefai-i Raşidin” ise 4 büyük halifeden sonra gelen halifeler dönemidir. Zamanla İslam toplumunda da bölünmeler başlamış farklı itikad ve tarihsel kollar (mezhepler) ortaya çıkmıştır. Örneğin Rafıziler, Ebubekir ve Ömer’in halifeliklerini geçerli saymazdı…

“İbn-i Haldun”a göre toplumları mümkün kılan 3 sebep güvenlik, otorite ve ekonomik ihtiyaçlardır.

İbn-i Haldun devlet görüşünde bireyleri ilkellikten uygarlığa götüren nedeni toplumsal bağ (asabiyye) olarak görür. Haldun’a göre, bir grubu dayanışmaya iten öge başta kan temelliyken (soy asabiyeti) devlet aşamasına geçtikten sonra dinsel otoriteye bağlılık olmaktaydı. İlki “Nesep” (Şecere) diğeri “Müktesep” (Sebep) asabiyettir…

“Kut” eski Türkçe kutsal iktidar, üstün güç demekti. “Emir ül Müminin” (Ulül-ü Emir) ise bütün Müslümanların emiri demektir. Kur’an’a göre (Nisa suresi) devletin esası devlet reisine (ulül emre) itaate dayalıydı. Ancak Ulül Emir (Emir Sahipleri) konusunda bir görüş birliği (açıklık) getirilmemiştir.

ABD’liler din ile siyasetin uyumunu bozmamış Tocqueville’ye göre, “Birleşik Devletler’de tüm mezhepler, büyük bir hristiyan birliği oluştururlar ve hristiyanlığın ahlakı her yerde aynıdır. Amerika’nın büyük kısmı, Papa’nın otoritesinden kaçtıktan sonra, hiçbir dinsel üstünlüğe itaat etmemiş insanlardan oluşuyordu. Bunlar o halde yeni dünyaya en iyi biçimde demokratik ve cumhuriyetçi olarak adlandırabileceğim bir hristiyanlığı getirdiler. Bu da kamusal meselelerde cumhuriyetin ve demokrasinin kurulmasını kolaylaştırdı.” (s. 296-299)

Bizdeki sistemin adı İmamokrasi mi?

Özdemir İnce, 1950’den 2000’e kadar tam 50 yıl içinde “Tevhid-i Tedrisat” (öğretim Birliği) kanununun parçalandığını, devlet bürokrasisinin, toplumun yapı ve kurumlarının planlı olarak kadrolaştırıldığını ifade ediyordu. ( İmam Hatip Saltanatı ve İmamokrasi, Tekin Yayınevi, 2016, 1. Baskı, s. 26-27)

H. Aliyar Demirci “Başkanlık Sistemi” kitabındaki makalesinde Recep Tayyip Erdoğan’dan “Üniversite eğitiminden çok müktesebatındaki imam hatip lisesi eğitimi, özellikle 80 sonrasında içinde yeraldığı Milli Görüş Hareketi’nin bu okulları öne çıkarmış olması dolayısıyla dikkat çeker.” şeklinde bahsederken, “1990’larda imam hatipli olmak bazı çevrelerde yarı politik bir kimlik olarak benimsenmiştir.” diyor. Demirci’ye göre, “Esasen siyasi partiler kanunumuz ve parti içi tüzükleri merkeziyetçiliği ve genel başkan otoritesini güvenceye alır. Liderler Türk toplumundaki mutlakçı kültürel geleneğe bağlı olarak eleştirilmesi ve buna hoşgörü ile yaklaşmayı sanki bir güçsüzlük belirtisi olarak algılarlar.” (Liberte Yayınları, 2015, 1. Baskı, s. 43)

IEA adlı kuruluşun yaptığı değerlendirmede Türk öğrenciler fen dalında sondan altıncı matematik dalında sondan sekizinci diye aktarıyor Özdemir İnce (a.g.e, s. 29) Ne Almanya’da ne Fransa’da bizdeki İmam Hatip liselerine benzer bir okul yoktur. İmam hatipleştirmenin kısa tarihine de değinen Özdemir İnce, 1950’den itibaren özellikle Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin yüzlerce okulu açarak eğitimi dinselleştirdiğini söylüyor. 1958’de 26 adet olan sayı 1969’da 71’e, 1997’de 600’e ulaşmış.

“Üst kimlik İslam” diyen İslamcı gazete yayınını eleştiren İnce, RTE’nin Yeni Zelanda’dan, “Bizdeki etnik unsurları birbirine din bağlar.” dediğini de aktarır. (s. 91)
AKP’nin İmam Hatip politikası buydu.

İmamokrasi “Türk toplumunun İslamileşmesinden kaygılanmak sanıldığı gibi bir paranoya değil zira tamamen ya da kısmen İslamileşmiş bir toplumda artık ne demokrasi ne de özgürlükler vardır.” (s. 160) diyen Özdemir İnce, “AKP’nin Mısır ve Suriye siyaseti irticaya dayandığı için iflas etmiştir. RTE hükümeti Arapların iç işlerine karıştığı için, bu dünyayı kendine düşman etmiştir.” demekteydi…

“Balkanizasyon” politikası Osmanlı topraklarında ulusal toplulukların gerici ve milliyetçi yargılarla bir araya gelmesi olanaksız devletler haline getirmeyi amaçlayan emperyalist devletlerin parçalama politikasıydı. Örneğin 1850’lerde “Yakındoğu Konfederasyonu” adıyla İstanbul merkezli bir konfederasyon oluşturulmak istemişti. Başına da kukla bir halife getirip bu amaç gizlenmek istenmişti. Projenin mimarı İngiltere’dir.

“Stratford Caning” adlı bir İngiliz elçisi, 1850’li yıllarda babıali diplomasisini ve padişahı idare edecek derecede Abdülmecit’le yakın dostluk kurmuştu. Hem mutaassıp hem de bir Türk düşmanıydı. Sir “Hamilton Seymour” isimli İngiliz elçisi ise Rus Çarı I.Nikola’ya şu teklifi yapmıştır: “Kollarımız arasındaki hasta adamın ölmesini beklemektense neden iyileştirmeyi düşünmüyoruz?”

“Westminster” modeli İngiltere’ye (Britanya İmparatorluğu) özgüdür. Anayasa yoktur. Merkeziyetçi yönetime rağmen kamuoyunun önceliklerini dikkate alan politik kültür egemendir.

İngiltere Haklar Yasası, İngiliz Parlamentosunun 1689’da yayınlayarak, egemenliğin parlamentonun eline geçtiğini bildirdiği yasaydı. İlkeleri:

Parlamento tam bir özgürlüğe sahip olacak, sık sık toplanacak, seçimler serbest olacak, parlamentonun kabul ettiği yasa kral dahil herkesi bağlayacak ve parlamento izni olmadan asker ve vergi toplanamayacaktır.

Bu yasa ile hukukun üstünlüğü ve demokrasinin kilit ilkeleri İngiltere’ye yerleşerek uygulanmaya başlamıştır.

İngiltere’de 1215 yılında Magna Carta ile meşruti monarşiye geçilmişti. Baronlar yani yerel beylerle (toprak sahipleri) yapılan anlaşmayla kralın yetkisinin sınırlandırılmasının ilk adımı atılmıştı.

“Magna Carta Libertetum” (Büyük Özgürlükler Sözleşmesi), günümüzdeki anayasal düzene kadar yaşanılan sürecin ilk basamağıdır: Delil olmadan dava açılamaz (madde 38), yasaya uymayan karar olmadan tutuklama, hapis, sürgün, kötü muamele olmaz (madde 39), adalet gecikmez (madde 40), yasaları bilmeyen kişi yetkili olarak atanamaz (madde 45).

11.Yy’da ticaretin gelişmesiyle burg adı verilen kalelerde yaşamaya başlayan “Burjuvazi” (burgensis) denen kent soylu sınıf ortaya çıktı. Kralların danışmanları (kurul) Magna Carta ile temsil meclisine dönüşmüş ve ticaret burjuvazisini de temsil etmeye başlamıştı. Burjuvalar (avam) ve toprak soylularını (lordlar) temsil ediyordu. İlk partilerin nüvelerini işte bu kabineler oluşturdu.

Parlamento, Fransızca “Parler” (Konuşmak) sözünden gelmektedir. “Kabine” ise İngilizcede küçük oda demektir. Birleşik Krallık parlamentosu Londra’daki Westminster Sarayı’nda toplanır. Bugünkü lordluk statüsünün ise soylulukla bir ilgisi olmayıp sadece saygınlık ifade eder, Lordlar kamarası üyeleri de partiler tarafından atanma yoluyla seçilirler.

9 Mayıs 2012’deki toplantıda kraliçe gelecekte lordlar kamarası üyelerinin de avam kamarası üyeleri gibi seçimle belirleneceğini ifade etmişti. Zira halk tarafından seçilmişler lordlar kamarasının üyelerinin muhalefetine rağmen reform talep etmektedir.

İngiltere’de People’s “Charter” (Halkın Talepleri Bildirgesi) proletaryaya da oy hakkı sağlamıştı.

Sağlayan da 19.Yy’daki ilk bağımsız işçi hareketi Chartist harekettir. 1857’de Londra’da çalışanlar (alt ve orta sınıflar) bir bildiri yayınlayarak taleplerini iletirler. “Feargus Edward O’Connor” tarafından kaleme alınan bildirge 1836’daki durgunluk sonrası işçilerin “İşçiler ve Çalışanlar Derneği” çatısı altında toplanıp da yayınladığı 6 maddelik bir bildirgeydi. Genel oy, gizli oy ve açık sayım ilkesi milletvekili seçilmek için bir miktar varlık sahibi olma koşulu dışında 10 saatlik iş günü yasasını da parlamentoya kabul ettirebilmiş, seçme seçilme hakkının tanınmasında da büyük rol oynamıştır.

İngiltere’de kadınlara oy hakkı ise “Suffrage” hareketi ile 1830’larda başlayıp ancak 1918’de seçme ve seçilme hakkının verilmesiyle sonuçlanabilmişti. Süfrajetlerin başlattığı girişimler 30 yaşını dolduran kadınlara seçme hakkı getirdi.
“Teokratik Monarşi” tek kişinin egemenliğindeki dine dayanan yönetim. Sistemin temeli dogmalara dayanır: S.Arabistan, İran ve Vatikan böyledir.

Engizitor şeriatle yönetim, “Entegrizm” de gericilik, aşırı muhafazakârlık olarak tanımlanabilir. “Roger Garaudy” genel özelliklerini “Entegrizm” kitabında açıklamaktadır. Entegrist hali dinde değişikliği onaylamama halidir: Hareketsizlik (uyumu red), muhafazakârlık (geçmişe dönüş) ve dogmacılık (taassup, sürtüşme, kavgacılık, uzlaşmama) gibi.

Platon’a göre devlet, bilgi, akıl, erdem, doğruluk gibi değerler üzerine kurulmalıdır. Anayasa monarşi ve demokrasi (özgürlük ve bilgelik) karması olmalıdır. Platon’un siyasi diyalogları üç başlık altında toplanmıştır: Devlet, Devlet Adamı ve Yasalar. Mülkiyetteki aşırılığın ve eğitimdeki yozlaşmanın yaratacağı yönetime (Timokrasi) ve aileye ilişkin görüşlerini daha sonra Yasalar’da yumuşatmış, sitedeki uyumu bozmayacak kadar herkese bir parça toprak ve belli sayıda (5040) insanın yaşayacağı site görüşünü savunmuştur.

“Sofokrasi ya da İdeokrasi” (filozof krallık), “Devlet” adlı eserde Platon’un önerdiği bilgeliğin egemen olduğu yönetim tarzıdır. Platon, Devlet’te, şehrin iyi bir koruyucusu olacak kişi için “yaratılışı itibariyle filozof, coşkun ruhlu, atik ve kuvvetli olmalıdır.” demektedir (Kum Saati Yayınları, s. 77)

“Timokrasi” ise askerlerin diktatoryasıdır (güç, otorite, altın, para ve mülkiyet hırsı).
“Demokratizm”, demokrasiye inanan ve ondan hoşlanan insanların yaşam felsefesi, zaman ve mekana göre değişen demokrasi tanımlamasıdır. Demokrasi, çok olanların, haklarını da koruması ve azınlıkların da kendini geliştirecek ortamları sunmasıdır. Yunanca bir sözcük olan demokrasi, yurttaş topluluğu anlamına gelen “Demos” ile yönetme anlamına gelen “Kratos” sözcüklerinin birleştirmesinden türetilmiştir.

Kratos, Yunanistan’daki 18 yaşın üzerinde binlerce yurttaştan oluşan kitlesel bir açık hava toplantısıydı. “İsegoria” ise mecliste herkesin sahip olduğu söz alma hakkına denirdi. Yunanlılarca demokrasi ile benzer anlamda kullanılmıştır. Meclis toplantıları kurayla seçilmiş 500 kişilik bir kurula “Bule” bölünmüştü. Bu kurulun görev süresi 1 yıldı kurulun üyeleri ise arka arkaya olmamak üzere en fazla iki kez seçilebiliyordu.

“Demokrasi çoğunlukların diktatörlüğüdür.”
(Pierre-Joseph Proudhon)

“Otonomi” kendi yasalarıyla yönetilme, özerklik, “Nomos” yasa demektir. Otonom kendi kendini yönetendir yani özyönetimdir. Halkın kendi kendini yönetimidir. Özerklik karşıtı olan “Heteronomi” (Yaderklik) ise insanların kendi dışında kurallara göre davranışta bulunduğu bir düzeni, heteronom da yönetileni ifade etmektedir.
Otoriteye dayalı devlet biçimleriyle ilgili eleştiri getiren “Anarşizm” (Yöneticisiz Toplum) ve “Anarko Komünizm” (Komünalizm) de eşitlik ve özgürlük temelinde otoriter topluma karşı farklı bakış açılarıyla ön plana çıkmakta.

Anarşizm düşüncesinin başlıca teorisyenleri, Pierre-Joseph Proudhon, William Godwin, Mihail Bakunin, Pyotr Alekseyeviç Kropotkin ve Errico Malatesta sayılabilir. Bunlardan biri olan Rus devrimci ve kolektivist anarşizm kuramcısı Bakunin, “Eğer şimdiye kadar çıkarlar asla ve hiçbir yerde karşılıklı uyuşmaya erişememişse, bu suç, çoğunluğun çıkarlarını ayrıcalıklı bir azınlığın yararına kurban eden devlete aittir.” demekteydi (Tanrı ve Devlet, Belge Yayınları, 2. Baskı, 2013, 285).
Anarşist felsefenin ilk temsilcisi, Platon’un “Devlet”ine karşılık, özgür bir topluluk fikrini öne süren Stoa felsefesinin kurucusu Kıbrıslı Zenon’du. Anarşizmi ilk sistematik hale getiren İngiliz filozof “William Godwin”dir.

Kendini “anarşist” olarak adlandıran ilk kişi ise “Pierre-Joseph Proudhon”dur. Anarşizmi kendi kendini idare eden fertlerin yönetim şekli olarak tanımlar.
Proudhon’a göre, iktidarların birbirine karşıt iki ilkesi vardır: Otorite ve özgürlük. “Federasyon” kendi kendini yöneten, karşılıklı güvene dayanan anlaşmalar ve kuvvetler ayrılığı prensibine göre düzenlenmiş evrensel oy hakkı ve eşitlik temelinde birliklerdir. İlk anarşist düşünür olmasına rağmen 4 iktidar çeşidi sayar, hükümet sistemleri ve siyasal yapıları otoriter ve özgürlükçü rejimler olmak üzere ikiye ayırır: Otoriter rejimler Krallık-Aristokrasi ve Komünizm “Panarşi”. Özgürlükçü rejimler Demokrasi ve Anarşi “Self-Goverment”.

“Federasyon İlkesi”nde, “Özgürlük fikrinin güçlü cazibesine rağmen, ne anarşi ne demokrasi, hiçbir yerde fikirlerindeki çeşitliliği ve bütünlüğü koruyarak örgütlenememişlerdir.” demektedir. (Öteki Yayınevi, 1. Baskı, 2014, s.31)

Demokratik iktidarı özgür katılım ve muvafakat ile gerçekleşir görüyor. Sözleşmeden doğan toplumu, otoriter, ataerkil, monarşik ve komünist devletin karşısında saflaştırır Proudhon. Anarşi idealinin akıbetini ise ilke, yasallık ve ahlaki ölçülerine rağmen bunları koruyamayan sonsuz bir arzu “Desiderato” durumuna düşmüşlük, mahkumiyet olarak görür.

“Özgürlükçü Sosyalizm” yanlısı olan “Murray Bookchin” anarşizmle toplumsal ekolojiyi sentezleyerek “Özgürlükçü Yerel Yönetim” kavramını ortaya atmıştı. Bookchin, doğanın kültürel evrimini “Organik Toplum” ve “Hıyerarşik Toplum” olarak ikiye ayırmaktadır. İlki eşitlikçi, sembiyotik insan topluluklarını da içeren yapı, ikinci tür emir ve itaat sistemini kurumsallaştıran ekonomik sınıflar ve bürokrasinin yeraldığı yapıdır.

“Noam Chomsky” “Eşitlik olmadan demokrasi olmaz.” görüşünü savunmakta, “Ellen Meiksins Wood” ise “Kapitalizmle demokrasi bağdaşmaz.” demektedirler. Günümüzde sanayi toplumunun gelişmesiyle beraber “Yeşil Siyaset” ya da “Politik Ekoloji” de şiddet karşıtı, katılımcı ve toplumsal adaleti savunan, çevreci amaçlara değer veren bir görüş olarak ortaya çıktı. Seksizm ve savaş karşıtlarını da içine alan bu hareket 1979’da Almanya’da kurulan Yeşiller Partisi ile Avrupa’da varlığından sözettiriyor…

“Mülkiyet hırsızlıktır!” der Proudhon, ve “İktidar kirletir, mutlak iktidar mutlaka kirletir.” der Bakunin de. Anarşistler ve komünistler için mülkiyet ya da devlet bir özgürlük sorunudur da.

Bakunin, “Sosyalizm olmaksızın özgürlük ayrıcalık ve haksızlıktır. Özgürlük olmaksızın sosyalizm kölelik ve şiddettir.” derken, Bakunin destekçisi İtalyan Anarşist “Carlo Cafiero” ise “Bir kimse komünist olmadan anarşist olamaz, çünkü anarşi ve komünizm devrimin iki asıl ilkesidir.” demişti.

“Demarşi ya da Sınırlı Demokrasi”, otorite ve iktidarların halka karşı yetkilerini sınırsız kullanamadığı bir demokrasi şeklini ifade etmektedir. Eski Yunan’da “Demarchia” şehir yönetimi anlamına gelmekteydi.

Bazı ayrıcalıklı yönetim biçimleri: Poliarşi, plütokrasi, meritokrasi, mediokrasi, kritarşi, talassokrasi, stratokrasi, androkrasi, gerontokrasi ve idiokrasi olarak sayılabilir. “Poliarşi”, elitlerin egemen olduğu sanayi toplumlarını ifade eder. “Plütokrasi”, zenginlerin yönetici kesimi oluşturdukları zengin egemen siyasal yapıdır. “Meritokrasi”, kısaca liyakat düzeni, yönetim gücünün, kişilerin bireysel üstünlüğüne ve yeteneğine yani liyakata dayandığı yönetim biçimidir. Kişiler görevlere eğitim ve kapasiteleri temel alınarak atanırlar. “Kritarşi” yargıçların “Talassokrasi” deniz kuvvetinin “Stratokrasi” askerlerin liderlik konumunda olduğu bir yönetim şeklidir. “Mediokrasi” vasat, ortalama kişilerin yükseldiği yönetimdir. Katı hıyerarşik kıdemci düzendir. “Androkrasi ya da Fallokrasi” erkeklerin egemen oldukları (patriyarkal) toplumsal düzeni ifade eder. “Gerontokrasi” yaş hıyerarşisine dayalı yönetim biçimi, “İdiokrasi” ise, geri zekalıların egemen olduğu toplumsal düzendir.

Alman filozof “Christian Wolff”a göre “Siyaset Felsefesi” insanı toplu halde ve yerleşik düzene geçmiş bir konum içinde yaşayan varlık olarak ele alan felsefe disiplinidir. Çoğunlukçu ve eşitlikçi adalet fikrini savunan ABD’li filozof “John Rawls”ın temel eseri “A Theory of Justice” (Bir Adalet Kuramı) 20.yüzyılın siyaset felsefesi alanında hazırlanmış en önemli kitap olarak görülmektedir.

Rawls, ABD ve Kanada mahkemelerinde sıklıkla alıntı yapılan ve ABD ile Birleşik Krallık politikacılarının siyaset felsefesi alanında en çok atıfta bulunduğu filozoftu. Toplumsal adalet ilkesini savunan Rawls, “Toplumun refahı, en kötü durumdaki bireyinin durumundan daha iyi değildir” der ve toplumsal eşitsizliklerin toplumda dezavantajlı durumdakilerin yararı gözetilerek çözümlenmesini önerir…

Romalıların otorite kabul ettiği yüksek nitelik ve sahibi olan kişi, “Primus İnter Pares” (Eşitlerin Birincisi) olarak ifade ediliyordu. Ortaçağ Fransasında bütün soylular yani derebeyleri (senyör) eşitti. Kral da bir senyördü ama eşitlerin arasında birinci idi. Vasal ile senyör arasında birinin toprak kullanma diğerinin asker sağlama hakkı kazandığı “Fief” sözleşmesi yapılıyordu. Böylece feodal düzende vasallar da soyluluk ünvanı kazanıyordu…

Fransa İhtilali’nden önce toprakların 2/3’ü kilise (ruhban sınıfı) ve soylulara (asiller) aitti. Basını kral denetlerdi.16.Louis ‘in yönetiminde Hollanda ve Polonya kaybedilmiş, imparatorluk zayıflamıştı. Buna karşılık kral ve ailesi lüks ve israf içinde yaşamaktadır.

Fransa kral ve aristokrasi yanlısı “Jironden” ve aşırı cumhuriyetçiler “Jacoben” arasında keskin mücadelelere sahne oldu. Ancak etkili ama kısa süren devrim her iki tarafın sonunu da giyotinle noktalamıştı. Birisi de “Georges Jacques Danton”du…

“Halkın tehlikeli tek düşmanı var o da hükümettir.”
(Georges Jacques Danton)

İlkçağlardan bu yana ideal devlet aristokrasi yanlısıydı (Platon, Aristo, Cicero). Aristokrasinin özü ise bilgelikti.

Ortaçağın din temelli (teolojik) felsefesi de Aristo’nun Poetika’sını esas alır ve bir önerme ya doğrudur ya da yanlıştır düşüncesinden yola çıkarak akıl yoluyla gelen eleştirileri çürütmeye çalışır (düz mantık). Dinsel kaidelerin tartışılmazlığı desteklenir.

“Deux Glavies” (Çifte kılıç kuramı ya da iki kılıç kuramı), düşüncesine göre iktidar dünyevi ve ruhani iktidar olarak ikiye ayrılmaktadır. I.Gelasius, 492-496 yılları arasında papalık döneminde çifte kılıç kuramını ortaya atarak tinsel (ruhsal) kılıcın devletten (hükümdardan) daha üstün olmasını savunmuştur. Bu görüşe göre iktidarın kaynağı da sorgulanamaz şekilde kilise sayılıyordu. Tinsel kılıcın üstün olmasını savunan İngiliz din adamı “Johannes Parvus” papalığa boyun eğmeyen kralların tiranlaştığını söylemiştir. Papa III.İnnocentus ise şöyle diyordu: “Krallar beden üzerinde iktidar sahibidir, papazlar ise ruh üzerinde. Ruh bedenden ne kadar değerli ise papalık da krallardan o kadar değerlidir. Hiçbir kral İsa’nın vekiline kendini adayarak hizmet etmediği sürece doğru bir hükümranlık süremez.”

“Thomas Hobbes” 1651’de yazmış olduğu kitapta Tanrı’ya dayanan iktidar ya da en yüksek iktidarı Tevrat ve İncil’de de geçen su canavarı Leviathan’a benzetmişti. “Leviathan” bir kralı temsil ediyordu. Devin bir elinde kılıç, bir elinde de başpiskoposluk sembolü bulunmaktaydı. Kılıç, toplumsal sözleşmeyle ortaya çıkan güvenlik ihtiyaç ve yararını meşale ise aydınlanma’yı (aydın despot) temsil ediyordu. Seküler ve maneviyatın egemenlik içindeki birliğini yansıtan her iki tarafın sembollerini tutan gövdenin yapısı da bir vatandaşlar topluluğu olan “Commonwealt” (Devlet) figürünü sembolize ediyordu.

Rönesansla beraber seküler (laik) gelişmeler, ulusal monarklar ve reform hareketi kilise otoritesini derinden sarstı. Bunun yanında 1524’te “Alman Köylüler Savaşı” ve “Thomas Müntzer”in başını çektiği ayaklanmalar da politik ve dinsel baskıya karşı eşitlikçi toplum arayışının mücadele sembollerinden oldu. Hazırladığı 12 maddelik bildirgede Müntzer, “Efendilerin el koyduğu topraklar komüne iade edilmedir.” diyordu. Friedrich Engels’e göre köylülerin diliyle konuşan bir devrimcidir Müntzer.
Ayaklanmalar tarihinin ilk büyük önderi “Spartaküs”tür. Onun önemi Roma Cumhuriyetine karşı ilk büyük köle ayaklanması olmasında yatıyor. Trakyalı Spartaküs Güneş Şehri ütopyasında Thurium’u başkent yaparak bir liman şehrine çevirir. Amacı “Likurgos” (Lycurgue) gibi Sparta’daki kanunları uygulayabileceği örnek bir devlet kurmaktı. Spartaküs kenti 9 kişilik temsilciler meclisi ile yönetiyordu. Güneş Şehri anayasasının ilk maddesi kölelik ve köle ticaretini yasaklamıştı. Kadın ve erkekler eşitti. Yasaları kil ve gümüş tabaklar üstüne 3 ayrı dilde (Germen, Trakya ve Yunan) yazdırıp Latince olarak kent meydanına astırıyordu. Thurium’da altın ve gümüş kullanımını yasaklamıştı. Para yerine mal değiş tokuşu yapılıyordu. Her grup kendi toprağını kendi işlerken, hayvan ve ürünler merkezdeki yönetime aktarılıyordu.

Tarihin bilinen ilk büyük eşitsizlik ayaklanmasına Spartaküs önderlik etmişti ancak Aristonikos’un ayaklanması Spartaküs’ten önceki en büyük ayaklanmadır. Bergama kralı III.Attalos ölünce Romalılar Bargama’nın varisi olduklarını öne sürmüşlerdi. “Aristonikos” ve kardeşi buna karşı çıkmışlar, köle ile serflere özgürlük ve eşitlik vaat etmişlerdi. “Heliopolis” (Güneş Şehri) kurulacak burada kardeşlik içinde yaşanacaktı. Düşüncelerinin temeli “Kymeli Blassius”a dayanıyordu. Blassius stoacı bir düşünürdü ve toprak reformu yapmak isterken öldürülen Tiberius Gracchus’u desteklemişti. 1.Dünya Savaşı sırasında Almanya’daki Marksistler de kurdukları siyasi birliğe “Spartakusbund” (Spartaküs hizip) adını vermişlerdi. Bu birlik daha sonra Alman Komünist Partisi’ne dönüşmüştü.

“Anaksimander ya da Anaksimandros” (MÖ. 610-546) öğretilerini kaleme almış ilk filozoftur. Öğretmeni Thales’in suyu doğanın ana maddesi görmesini karşılık “Aperion” (Sonsuzluk) ilkesini ortaya atmıştır. Evrene farklı gözle bakıp inceleyen ilk kişidir. Ona göre dünya boşlukta sallanan bir silindirdi.

15 ve 16.Yy’da insanlık, keşifler, bilimsel yenilikler ve düşünce dünyasında gelişmelere tanık olurken “Giordano Bruno” ve “Galileo Galilei” gibi bilim insanları Hristiyanlık’a aykırı gelen düşüncelerinden dolayı dinci dogmatizmin tepkisiyle karşılaştı. Sapkın ilan edilen Bruno yakıldı, Galileo ise ömür boyu hapse mahkum edilmişti. Galileo, “Kuşku bilimin babasıdır” diyordu. Yakılan Bruno’dan ortaçağ karanlığına yayılan ışık ise şu sözlerle parlıyor: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım.”

Ta ki “Hümanizm” (İnsancıllık) temelli aydınlanma düşüncesi gelişene kadar. Hümanizme, dinin ve ahiretin değil dünyanın ve insanın yetilerine öncelik tanınana kadar.

Bu düşünce özgürlükçülük, akılcılık ve evrenselcilik gibi temel ilkelere dayalıdır. Aydınlıkçı düşünce, mistisizm ve gizemcilik yerine de bilim ve şüpheciliği (asıl yaratıcılığın kaynağı) temel almaktaydı. Thales, Xenophes, Anaksagaros, Perikles, Protagaros, Demokritos, Desiderius Erasmus’un daha sonra da Thomas More, Rabelais, Montaigne, Shakespeare gibi isimlerin hümanist düşünceye büyük katkıları oldu.

17.Yy’da din temelli tartışmaların yerini Avrupa’da ideolojik tartışmalar siyaset ve din ayrışmaları “Büyük Kopuş ya da Great Schism” almıştır. Savaş ve devrim, sosyal adalet, sınıfsal ayrılıklar ve milli kimlikler…

Kilise sezgi ve tefekkür yoluyla kazandığını iddia ettiği bilgiyi de (gnostisizm) tekeline almıştır. Sekter dinsel yapı farklı düşünce ve her türlü şüpheciliği sapkınlıkla suçlar. Buna karşılık iktidar ortaklığı kilise ve kale sahibi (hükümdarlar) arasında paylaşılmaktaydı. Bu ikisi arasında yüzyıllarca süren yetki savaşı ve rekabette halkın payına düşen ise sadece kölelik ve yoksulluktu. Bilgi halk için Ezoterik (içrek) yani dışa kapalıydı. “Johann Christoph Friedrich von Schiller” Alman hükümdarları arasında en açık fikirli ve sanatsever olarak bilinen düka “Prens Holstein-Augustenburg” a yolladığı mektuplardan birisinde (10.mektup) şunları yazmaktadır: “Gerçeğin dışına çıkmaya cesaret edemeyen asla hakikati elde tutamaz.” (Estetik Üzerine, Kaknüs Yayınları, 1 Baskı, 1999, s.44)

Kilise o zamana kadar yer merkezli (geosentrik) görüşün doğru olduğunu ileri sürüyordu dünyanın sabit, gezegenlerin (gökcisimlerinin) ise onun etrafında döndüğünü iddia ediyorlardı. Bu inanış 17.Yy’a kadar sürdü.

“Yine de dönüyor!”
(Galileo Galilei)

17.Yy’da Galileo Galilei, günmerkezlilik görüşüne güçlü destek vererek Roma Katolik Kilisesi’ne karşı çıkmıştır. “Nikolas Kopernik”in savunduğu “Helyosentrik” (Güneş Merkezli) dünya görüşü ise yerküre ve diğer gezegenlerin güneş çevresinde, dünyanın kendi ekseninde döndüğünü savunuyordu Rönesans sonrası Avrupa’da Kopernik’le başlayıp Kepler, Galileo ve Newton’la devam eden bilimsel devrim 17.Yy’da doruğa ulaştı.

Bunların tartışılmaya başlanması bile Aydınlanma ışığının parlayışına etken olur. Dinde “Reformasyon” (Yenilik) dönemine girilir. Çağa damgasını vuran ise heretik düşünceler ve laiklik kavramıydı. Papalık ya da ruhban karşılığı (antiklerikal) fikirler filizleniyordu.

Eski Yunanca “Laizos” yani laik, kilise dışı rahiplerden başkası anlamına gelir. Aydınlanmacı devlet görüşünün temeli “John Locke” ile “Jean Jacques Rousseau”nun liberal ve toplumsal sözleşmedeki görüşlerinden oluşur. Buna göre, akıl özgür olmalıdır, toplumsal yaşama öncelik verilmelidir, devlet organik kutsal varlık olarak kabul edilemez, devlet esası birey haklarını korumalıdır…

Rousseau, “Bir halk boyunduruktan erken kurtulduğu sürece iyiyi yapmış olur. Toplumsal düzen uzlaşma üstüne kurulmuştur. Özgürlükten vazgeçmek, insan olma özelliğinden, insan haklarından, dahası ödevlerinden vazgeçmektir. Bir çoğunluğu boyunduruk altına almakla, bir toplumu gözetmek arasında her zaman büyük fark vardır. Sayıları ne olursa olsun, dağınık halde yaşayan insanlar, art arda bir kişinin sultası altına girdiler mi, bence artık ortada bir halk ve onun lideri değil, bir efendi ve köleleri var demektir; belki bir kütleden sözedilebilir ancak, bir toplumdan değil; ortada ne kamu yararı, ne de siyasal bir yapı vardır çünkü.” demektedir. (Toplum Sözleşmesi, Oda yayınları, 2008, 1. Basım, s. 8-13-16)

(3)

Hukuku, toplumsal düzen güvenlik eşitlik ve özgürlük sağlayıcı kuralların tümü diye tanımlamıştık. Tabii (doğal) hukuku da çağın gereklerine uygun dünyanın her yerinde olması gereken hukuk diye…

-DEVAM EDECEK-

Tamer UYSAL

 

Amerika Türkiye’ye Niye Gelir?


Amerika Türkiye’ye niye gelir? Bir şiirle ve bir iki sözle örnek vererek gireyim. ilkinde M. Akif diyordu ki:

Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Bunun adı Kıssadan Hisse. Hegel ve onun düşüncesini geliştiren Marx da diyorlardı ki: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…” Geçen TBMM’nde yaptığı konuşmada İ. Kesici’nin hatırlattığı bir söz daha var. Gelelim ona, o da çok önemli. İngiltere’nin eski başbakanlarından Lord Palmerston’un bir sözü. Palmerston, “İngiltere’nin ezeli ve ebedi dostları yoktur değişmez menfaatleri vardır.” diyordu…

Akla 68 olaylarını getiriyor bu söz.. NATO’nun üs olarak kullandığı Türkiye’ye Amerikan savaş gemisi geliyor ya, bir yanda onları kovalayan devrimci öğrenciler, bir tarafta devrimcilere saldıran gericiler..

Amerika niye gelir Türkiye’ye, zaten incirlik üssüne konuşlandırdıkları füzeler vardı ya…

Deniz Gezmiş’in o yıllarda dile getirdiği söz vardı: 35 milyon metrekare vatan toprakları işgal altındayken, bizim milli bütünlüğü bozmakla suçlanmamız gülünçtür… Ve ekliyor Deniz Gezmiş… Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum..

Amerika Türkiye’ye ne diye gelir… Belki bir ironi gibi… Geçen burada yazmıştım bunu. Ne yazık ki ABD’de yetişip bu ülkeye gelen herkes bir şekilde asimilasyona uğramış olarak memlekete geri dönüyor ve bir süre sonra bu halktan gerekli ilgiyi görmeyince gerici güruha katılıp gönüllü bir ABD elçisi gibi aşkı depreşiyor sayıklamaya başlıyor. Bu kişinin sürekli sağda solda adı anılmaya da başlıyorsa bir süre sonra o kişi sapıtmaya başlıyor. Yani gerçekten bir medya maymununa dönüşüyordu… Yılmaz Güney’in şahsında da buna benzer tartışmalar yaşatılmıştı. O zaman E. Kürkçü’den bir alıntı yapmıştım. “Kitlesel tüketim ve ideolojisini yeniden üretmek için hergün okur ile izleyicileri aptal yerine koyarak konuşup yazmak zorunda olan medyanın yazarları sonunda kendileri aptallaşma riskiyle yüzyüze kalıyor. Güneyle ilgili tartışma bu riskin gerçeğe dönüşme olasılığının yüksekliğine yeni bir kanıt sadece.” diyordu Kürkçü.

Güney’in o günlerde aleyhine yazanlar bugün yine aynı saftalar çünkü. Ve o isimler yine aynı isimler…

Tarafsız görünmekten daha zordur tarafsız gibi yazmak… Kolay değil. O günlerde ben de Yılmaz Güney’i savunan yazılar yazmıştım. Yine yazarım… ABD’yle haşır neşir olan o isimlerin o zamanlar söylediklerini hafızalardan bir yoklayayım; bunlardan birisi… Ş. Eygü… Diyordu ki: Sovyetlerden çok ABD’ye yakın olduk… Arabistan’da yıllarca yaşadığını, bu tip söylevleri buradan verdiğini bildiklerimizden biri… Sonra… Yıllar sonra.. Yine orda bankalardan birinde idarecilik yapmış biri ülkenin başına geliveriyordu… Hem de C.Reisi olarak… Bu kişinin adı arşivlerde 68’lerde Denizlerin yine karşısında olan bir isim olarak görünür… Heyhat!.. Gelin de tarihin gerçekten tekerrür ettiğine inanmayın şimdi….

H. Cevizoğlu yakın zamanda bir kitap yazmıştı. Adı “1919’un Şifresi”… Belge ve fotoğraflarla desteklenen bir kitap… Çok satan kitapları alıp okumak gibi bir adetim yoktur ama sözkonusu sürekli böyle gündem oluşturan konular olunca alıp okumak gerekiyor, tekerrür ya… Şöyle diyor kitapta:

“Satış rekoru kıran, uzun zaman ‘en çok satan kitaplar’ listesinin başında yer alan ‘İşgal ve Direniş (1919 ve Bugün)’ adlı kitabımı yazarken, çok ilginç bir gerçekle karşılaşmıştım. 1919’da ülkemizi işgal eden sömürgecilerin arasında ABD’yi gördüm!… Oysa, hiçbirimiz okul yıllarından bu yana ABD adını duymadık!… İşgalci ülkeler olarak Yunanistan, İngiltere, Fransa ve İtalya’yı biliyor, onların yaptıklarını okuyorduk. Sanki, ‘gizli bir el'(!) resmi tarih kitaplarımızdan ABD adını kazıyıp, çıkarmıştı!..”

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu İttifak Devletleri yanında, ABD ise İtilaf Devletleri yanında yer aldı ama birbirlerine savaş ilan etmediler. Fakat Çanakkale Savaşı sırasında ABD savaş gemileri İtilaf Kuvvetleri’nin savaş malzemelerini taşıyıp Osmanlı’nın Anadolu’da kalan topraklarının işgaline yardımcı oluyordu. ABD’nin işgale yardımı lojistik destekle sınırlı kalmadı. İzmir’in işgaline USS Arizona ve üç tane savaş gemisiyle koruma sağladı. 1922’de ABD savaş gemileri Samsun ve Trabzon’u bombaladı… Kısaca ABD Kurtuluş Savaşı’nda ülkemizin işgaline katılmıştı.

Çok derinlere inmeye gerek yok. Resmi tarihler yazsa da yazmasa da, onlar inansa da inanmasalar da tarihsel gerçeklik ortada… Dün Osmanlının başına bela olan İngiltere ne ise bugün ABD başka ne?… Hiçbir fark var mı?.. Lord Palmerston’un lafını biliyorsunuz… Vahdettin’in sözlerinden birisini hatırlatayım… Diyor ki milli kurtuluş savaşını yürüten ve hain olarak suçlayıp haklarında idam hükmü verdikleri M. Kemal ve arkadaşlarının mücadeleleri hakkında:

“Bir avuç serseri başarı sağladı. Az sayıdaydılar ama halkın uysallığından yararlanıp üzerine çöktüler. Aralarında bir tane bile gerçek Türk yoktur. Gerçek Türkler padişaha sadıktır. Onlar, padişahın tutuklu olduğunu anlatan uydurma öykülerle uyutuluyor!..”

Oysa onlar sadece kendilerini vazifeye amir kılarken halkı ise koşulsuz bir sadakate (Ululemre itaate) vazifeli kılmışlardı…

Marx, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i”nde, ilkinde Napolyon Bonapart’ı ikincisinde de III. Napolyon’u kastederek söylemişti yazının başındaki o ilk sözü. “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar.” diye de ekler.

Elbette haklı bir mazeret olmaksızın savaşların hiçbir gerekçesi olamaz, olmamalı da. Oktay Akbal, “Barış istemek, ama savaşımdan korkmamak!.. Barış durup dururken yaratılmaz. O nice savaşımlarla elde edilen bir değerdir.” diyordu… M. Kemal ve arkadaşlarının mücadeleleri zaferle sonuçlanmış teslim olan Padişah, İstanbul Hükümeti ve taraftarları ise ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı…

M.Kemal daha sonra Söylev’de “Hakimiyet ve saltanat kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye görüşmeyle tartışmayla verilmez. Hakimiyet ve saltanat kuvvetle kudretle zorla alınır. Osman oğulları Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına zorla el koymuşlardır. Bu haksız durumu altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bunlara hadlerini bildirerek hakimiyet ve saltanata isyan ederek kendi eline almış bulunuyor.” diyerek altını çiziyordu bu sonucun…

Türkiye-ABD arasında ikinci ihtilaf 16 mart 1964’te Kıbrıs’taki silahlanma konusunda yaşanır. Türkiye’nin NATO’dan bağımsız hareket etmesine ABD karşı çıkar ve Türkiye tarafına “Johnson Mektubu” diye de bilinen sert ve alaycı bir üslupla yazılmış bir mektup iletilir. O günlerde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olan İsmet İnönü’nün Time dergisine verdiği demeç şöyledir: “Kıbrıs’taki bu haksız durum devam eder, Müttefikler bizi yalnız bırakır, NATO yanımızda olmaz, anlayışsızlık hüküm sürer, Türk azınlık ezilir, bu böyle devam ederse, günün birinde Batı’nın bu savunma sistemi yıkılır, yeni şartlarla yeni bir sistem ve dünya kurulur, Türkiye de bu yeni dünya içinde yerini bulur.”

Çok gerilere gidip uzatmayacağım ama son yazdığım yazılardan birinde de buna işaret etmiştim. Antik Roma’yı, Bizans’ı batıran ne ise Osmanlı’yı çökerten de aynı kafadır: Adaletsiz bir mülkiyetle bölüşüm düzeni… Antik Roma ve Bizans nasıl ki kendini çökerten saikleri, halklara sırt dönüp din yoluyla bertaraf etmeye çalışıp muvaffak olamadı ise Osmanlı da devşirmeleri payanda yaparak tebaasını o aynı yolla avutamamıştır… Sermet Çağan bir oyununda (Ayak Bacak Fabrikası) der ki “İnsan aç kalmaya görsün, din artık onu avutamaz.”…

El oğlu da yine tankı topu tüfeğiyle bunu bilerek geliyor. Tarih tekerrürdür ya… Amerikan özgürlüğünden kastın ne olduğunu bu halkın da daha iyi anlamış olması gerekir şimdi. Gelmesi kaşının gözünün hayrına değildir çünkü…

TAMER UYSAL

Aydınlar Üzerine…

“Kapalı odanızdan çıkın, çevrenize bakın ve yanıtlarınızı sokakta arayın. Her yerde barışçıl ve silahsız yurttaş yığınlarını kurşunlayarak iç savaşı başlatan bizzat hükümet olmamış mıdır?”Lenin (İki Taktik)

Aydınlar ya da aydın sorunu üzerine yazılmış en bilindik derli toplu kitap Jean Paul Sartre tarafından yazılmıştır “Aydınlar Üzerine” (Plaidoyer pour les intellectuels) . Geçtiğimiz yıl okumuştum aydınlar üzerine kitabını. Sartre, tarihte Nobel ödülünü ilk reddeden kişidir bunu açıklarken “resmi ödülleri hep reddetmişimdir” diyordu… 1938 de kaleme aldığı bu eserin Fransa’nın Cezayir soykırımı ile Nazilerin henüz Musevilerin soykırımına (holokost) başlamadıkları yani 2.Dünya Savaşı’nın başına denk gelmiş olması önemini daha da arttırmaktaydı. Kitabında özetleyecek olursak aydın için, “ezilen sınıf için şüpheli, egemen sınıf için hain” sayılan kişi saptamasını yapıyordu Sartre. Sartre’a göre kısaca aydın, “Çabası hâkim sınıfça suç sayılan kimse” idi.

Evvelki yaz görevden istifa ettikten sonra emekli olana kadar olan boşluğu doldurmak için edindiğim yazlığın olduğu Kumla’da (Gemlik’e bağlı bir sayfiye) okuduğum aydınlar üzerine yazılan birçok kitaptan da birisiydi.

Kumla’da sadece kitap mı okuyordum? Hayır. Büyük Kumla’da küçük parkta kitap okuyup kulaklığımı takarak sevdiğim müzikleri de dinliyorum. Büyük Kumla’dan Küçük Kumla’ya dönüşümde yolumun üzerinde hoşuma da giden ama nedense hep çok sakin fakat çaldığı müzikler genelde ilgimi çeken bir cafe vardır. Girişindeki takta “Laz Olympus” yazan bir eğlence merkezinin içindeydi.

Yine birgün kulaklığı çıkarıp elime alarak önünden geçerken bahçesinde bir masa çevresinde oturmuş 3-4 genç…

O sırada sık sık dinlediğim Metallica’nın en hit parçalarından birisi çalıyordu: “Wherever I may roam”. Gençlerden biri nereden geliyor bu ses diye sağına soluna bakıp arkadaşlarına sormuştu. İçlerinden biri beni gösterince bu gencin yumruğunu kaldırarak bana uzun bir “helal” çekmesi aklımdan hiç çıkmıyor…

Metallica ya da mensup olduğu heavy metal grupların yaptığı müzik bazı çevrelerce ülkemizde de, gürültücü, ahlak dışı işlere veya şiddete özendiren bir müzik türü olarak görülür ve böyle“kültürleme” yaptığı iddia edilir. Öyle mi peki? Yok…

Metallica ve önde giden heavy metal gruplar ki (öncü olarak hep Megadeth ve İron Maiden’le birlikte akla gelir) aksine şiddeti teşvik etmezler, eskilerin deyimiyle eğretileme, mecazlar ya da taliller yoluyla yererler…  Aksine batıyı batılı eleştiren varoluşçuluğun öncüsü Kierkegaard’ın deyimiyle “estetik aşama”ya takılıp kalmış yani hazların peşinde koşan kesimlerin yaşam biçimlerini eleştirirler…

Bunlardan birisi de hiç kuşku yok ki burjuvazinin kapitalist sistemlerin krize sürüklediği toplumsal koşullarda başvurdukları savaş politikalarıdır… Misal “No Remorse” tam da böyle bir şarkıdır:

“Kan besliyor savaş makinesini

Ülkeyi yiyerek yolunu açarken

Duymuyoruz kederi hissetme gereksinimini

‘Acıma yok’ tek emirdir bizim için


Yalnızca güçlüler sağ kalır

Zayıf ırkı kurtarma isteğimiz yok

Yeni gelen herkesi öldürmeye hazırız

Suratınıza doğrultulmuş dolu bir silah gibiyiz”,

der Metallica…

“Aydın Kendi çıkarlarıyla toplumun çıkarlarını eş gören toplumun demokrasiye kavuşması için kendini borçlu ve sorumlu sayan kimsedir” demişti Aziz Nesin [Fehmi Enginalp’in (Aziz Nesin’in Bursa Günleri) kitabındaki  Nahit Kayabaşı ile Söyleşisi’nden alıntıladım] Her çağ ve toplumda ne yazık ki koşullara göre olması gerek aydın için bir de aydın sorunu var. Fazıl Say,“Arabesk, toplumsal çöküşün ölümü bekleyen tembel ruhudur” demişti bir yerde. Hadi bugün taverna müzisyenleri bar şarkıcılarını geçtik de o koca koca aydın geçinen yazarların filozofların tavrına ne demeli… Çıkardan yana olmak mı, bir tür korkaklık mı?..

“Entelektüel devrimci olabilmek için entelektüel olmaktan vazgeçmek gerekiyor.” demekle ne demek istemişti  Godard (bu sözü aktaran Ataol Behramoğlu, Türk Aydınının Sivas’la İmtihanı, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2008)

Walter Benjamin 1933’te Almanya’yı terk ederek Paris’e yerleşmiş Yahudi kökenli ve Nazi baskısıyla intihara sürüklenmiş Marksist bir ideolog idi. Erich Mühsan, vicdani retçi (savaş karşıtı) olduğu için Oranienburgh’taki bir toplama kampında öldürüldü.

Buna karşılık Carl Schmitt, Hitler’in hukuk danışmanı anayasa mahkemesi başkanı oldu.  Anayasal (çoğunluğun) diktatörlüğünü savunmuştur.  “Parlamenter Demokrasi Sorunsalı” diye de bir kitap yazmıştır. Michel Faucoult, Leon Strauss hatta Nietzsche’yi etkiledi.

Nazi ideolojisinin felsefesine soyunmuş “Varlık ve Zaman”ın yazarı Profesör Martin Heidegger de bunlardan birisiydi.

Hitler denen ırkçı diktatörün böyle yandaşları da olmuştu ne yazık ki…

Bugün subliminal (gizli) ya da  açık açık (doğrudan) mesajlarla veriliyor doz…   Desensitize (tıpça duyarsızlaşmış, hissizleşmiş) bir toplum yaratılmak isteniyordu… Öyle ki ilk denemeler de (lobotomi) o dönemde yapılmıştır…

Oysa her koşulda  aydının mazeretsiz tavrı muhalif olmaktır Sartre’a  göre… “Entelektüelin görevi mistifiye edileni demistifiye etmektir” diyordu Fikret Başkaya. Yani anlaşılmaz hale sokulanı anlaşılır hale getirmek…

Metallica’da olduğu gibi militarizm, şiddet ve uyuşturucu karşıtı ya da “Barış mesajları” etkili olur mu olmaz mı? Elbet tartışılır…

Knut Hamsun gibi faşizm yanlısı Nobel ödüllü ünlü yazarlara karşılık bu ödülü reddeden Sartre “Kapitalistlerin benden intikam alma isteğinden başka bir şey değil” diyebiliyordu. “Legion d’honneur” ödülü veriliyordu bunu reddedebiliyor,  “Sartre, her şeyden önce bir Fransa’dır” diyebiliyordu De Gaulle. Çünkü Sartre, Fransa’nın Cezayir’deki soykırımına karşı dik duruş sergileyebiliyor ve sözde vatansever Fransızların eleştiri oklarını üzerine çekerek katliamcıların sundukları  “Vatan hainliği” payesini de göze alabiliyordu…

Sartre’nın  “orta sınıf ürünü”  diye nitelenen aydın konusunda başlattığı tartışma, aydınlar ile sorumluluğunu taşıdığı kitleler arasındaki günümüzde  aydın sorunu olarak ele alınmakta. Aydın kavramı bizde de Vedat Günyol ile başlayan bir dizi tartışmaya konu olur ve Oğuz Atay, Melih Cevdet Anday, Yusuf Atılgan, Demirtaş Ceyhun gibi yazarlarca roman veya deneme gibi türler yoluyla ele alınırlar…

Aydın konusundan ne anladığımız bugün hala tartışmalıdır ya da tartışılmalıdır…

“Bugün bizi yakından ilgilendiren sorun aydınlar tabakasıyla proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlıktır.” Lenin (Bir Adım İleri İki Adım Geri)

Tamer UYSAL