Etiket arşivi: Süreci

1 Nolu Kararname Adnan Hoca

1 NOLU KARARNAME ADNAN HOCA

 

1300’de kurulan Osmanlı 1600’e kadar iyi gitmiş, sonraki 1800’e kadar da kötü gitmiştir. O zamanlar Devlet sayılan Padişahlar eliyle düzeltme ve değişim bazen, bazen de güç temerküz eden guruplar vasıtasıyla değişim ve yeni düzene ortak olma gayretleri tarihimiz olmuştur.

II.Mahmut bu guruplardan biri olan Âyanlarla (Feodal Güçlerin Liderleri) İttifak Senedi imzalayarak ve onları yerelde kendi adına yetkilendirerek başa gelmiş (1808), akabinde de Bektaşîlik merkezli ve her daim imtiyazlı Yeniçeri Ocağı’nı ona kaynaklık teşkil eden dinî yapıyla beraber kapatarak (1826) Devleti yeni baştan tanzim etmeye durmuştur. Kabine / Hükümet sistemi, , müsaderenin (mala el koyma) kaldırılması, muhtarlıklar, Danıştay ve Yargıtay ondan kalmadır.

Anayasal sistem, kanun üstünlüğü, miras ve mülkiyet garantisi ise Tanzimat (1839) yani Sultan Abdülmecit ile Mustafa Reşit Paşa ortaklığından kalmadır. Modern bütçe, çeviri hukukî düzenlemeler ve Batılılaşma modası da sonrasının devamıdır. Islahat Fermanı (1856) ise Batılı Devletlerin istediği bir Açılım / Çözüm Süreci idi, tutmadı.

1876’daki 1 yıl 1,5 aylık Meşrutî Monarşi yani Meclisli Sultanlık / Parlamenter Padişahlık II.Abdülhamit ve Jön Türkler ortaklığıydı; 1908’deki ve darbelerle savaşlara, Anayasa değişikliklerine rağmen işgal altındaki İstanbul’da İngilizlerin kapattığı Nisan 1920’ye kadar kesintisiz süren Meclisli İdare / Parlamenter Yönetim ise İttihat ve Terakki imzalıydı.

Kuva-yı Milliye refleksiyle başlayan Millî Mücadele koalisyonunun ilk işi kapatılan Meclisi aynı ay içerisinde Ankara’da kurarak Kurtuluş Savaşı’nın bile Parlamenter bir üst yapıyla yürütülmesini sağlamaktı. Başardılar, “Ve emruhum şûra beynehüm / Ve işleri aralarında bir meşverettir” (Şûra 42) düsturunun bereketini gördüler.

Hele Mustafa Kemal; elindeki büyük güce rağmen Devlet Başkanlığı yetkilerini tek elde toplamadı, Cumhurbaşkanlığı ve Bakanlıklarla beraber Başbakanlığı ayrı tutarak 95 yıllık bir denge & denetim sistemi geliştirmiş oldu. Geçen haftaki 1 Nolu Kararname ile başlayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Parlamenter Sistem tecrübemizi tekrar Meşrutiyetler havasına sokmuş gibi gözükse de bizce işin özünde başka arayışlar var.

28 Şubat’ın en cafcaflı zamanlarında Harp ve Polis Akademilerinde misafir öğretim görevlisi olarak İktidar için hazırlanan Davutoğlu ve onun Stratejik Derinlik kitabı üzerinden Türkiye’nin başarısızlıkla sonuçlanan bir vites yükseltme serencamı olduğuna dair analizler yapmıştık. Zira 2001 sonrası Dünya yeni bir konsepte sokulmuştu, biz de kendi çapımızda durumdan vazife çıkarmaya çalışmıştık.

Çin ve Rusya gibi ABD’yi dengeleyerek yükselen Küresel Güçlere bakarsak güçlü bir tek adam, piyasa ekonomisi ve kapalıya yakın bir rejim ortak noktaları gibi duruyor. Sanki Amerika da Trump’la buna yanaşmak istiyor ama hem ABD hem de G.Kore’deki Başkanlık sistemleri kuvvetler ayrılığı nedeniyle buna geçit vermiyor. (Bu fasılda Koç gibi arkadaşıma fikrî ilhamlarından ötürü teşekkür ederim)

Sanki bu yeni sisteme geçiş için herkes koalisyon yapmış görünüyor, bilhassa da devlet aklı diye teşmil olunan kesimler..

Yeni kararnamelerle lağvedilen ve oluşturan yeni teşkilatlar, İçişler Bakanlığı ve Valilere verilen ekstra yetkiler, kuvvetli bir merkeziyetçi yapı bakalım Türkiye’yi nelere ve hangi dönemlere hazırlıyor?

Sıkılabilirsiniz ama Magazinci Hoca’yı değil bunu konuşmalıyız.

Menbiç Ve Kandil İçin Gidişat Analizi

 

 

            Dış politika iç politikadan öce gelir. Ve asıl itibar saray – şatafat değil ordaki başarıdır.

 

Cumhuriyet’i kuran kadro Osmanlı’nın yükseliş devrinden bu yana en başarılısıdır. Bilhassa 1938’e kadarki Atatürk öncüllüğü, çamura saplandıkça ilkelerinin kıymetini idrâke başladığımız bir özgünlüktedir.

2002’ye kadarki sağ’lısol’lu ve bazen koalisyonlu Hükümetler, kurucu iradenin ilkeselliğinde idare-i maslahatla yılları desteleyip durdular; ne ileri, ne geri.

Yıl olarak M.Kemal Atatürk’ten daha fazla ülkeyi yönetme imkanı bulan Adalet – Kalkınma yada R.Tayyip Erdoğan Hükümetleri “Tezkere” ve “Çuval”la başladığı Küresel Güçlerin idaresine maslahat eden dış politikayı ancak bir düzine yıldan sonra terk edebilmiştir.

7 Haziran Seçimleri’nin siyasî sonuçları, Devlet aygıtını elinde bulunduranları kendi başlattıkları “Çözüm Süreci”ni yine kendilerinin açılmalarına göz yumdukları “Hendek”lere gömerek sonlandırmaya itti.

Son 2-3 yılda evvelki idare-i maslahat parametrelerine dönmeyi başarı mı, tazminat mı, restorasyon mu saymalıyız; bilmem. Zira Suriye Sınırımızda başarıyla tesis edilen ilk Güvenli Bölge, ‘sıfır’dan kurularak bütün Kuzey Suriye hattını kanton kanton yönetimine terk ettiğimiz PYD / Salih Müslim Kürdistanı’na neden sonra takoz teşkil etti.

ABD’nin II.Irak Operasyonu’ndan beri projeden fiiliyata dökülen KDP / Barzanî Kürdistanı’na verdiğimiz siyasî ve ekonomik desteği ise Kak Mesut’a babası Mele Mustafa bile vermemiştir. Fakat Bağımsızlık ilânı sonrası tavrımız da Kuzey Irak’taki denge değişikliklerine ket vurmuştur. Şimdilik..

AfrinZeytin Dalı’ ile Güvenli Bölge’nin 3,5 – 4 bin km2’ye dek geliştirilmesi doğru bir iştir. Aynı süpürme operasyonunun öncelikle Tel Rıfat ve Menbiç’e, arkadan da “Fırat’ın Doğusu”na yapılmasını umma noktasındaydık. Hatta Karakozak civarı terörden temizlenirse büyük bir basiretsizlikle Urfa sınırımıza bitişik Eşme Köyü’ne kaçırdığımız atamız Süleyman Şah’ın Türbesi ve Saygı Karakolu’nun yerine iadesi sözkonusu olur diye umutlanıyorduk.

Bu saatten sonra ABD’yle Menbiç konusunda anlaşma ordaki YPG / PKK unsurları tamamen etkisizleştirme üzerine olabilirdi, oysa Menbiç’in Yerel Güçler’e devri ve Türk ve Amerikan askerlerinin ortak devriyesiyle de gözetim altında tutulmasıyla neticelendi. Yani Menbiç’i isim değiştirmeleri şartıyla (Menbiç Askerî Konseyi) PYD / YPG unsurlarına teslime imza attık. Ne onlar Afrin’deki binlerce kayıp, ne de biz onlarca şehidimiz üzerinden kan davası gütmemek kaydıyla..

Türkiye’nin bu saatten sonra Suriye Merkezî Ordusu ve Esad’la anlaşarak Kuzey Suriye’deki “Terör Koridoru”nu tamamen yok ederek ve bir an önce Suriye’deki İç Savaşı bitirerek hem 4 milyonluk (Nüfusumuzun % 5’i) bir yekûna ulaşan Suriyeli Mülteci Meselesi’nin kısmen halli hem de 40 milyar dolara yanaşan ekonomik faturanın – dövizin ve faizin patlamaya hazır bomba gibi hazır beklediği bir iktisadî süreçte – kapatılması aklın yoluydu; bizse Kuzey Irak’takine benzer şekilde ikinci şıkkı, macerayı tercih ettik. Allah sonumuzu hayreylesin!

Yine bu saatten sonra Kandil’e icra edilecek operasyon da iki noktada sembolikleşir: Bir; PKK merkezini çoktan Sincar’a (Şengal) taşıdı ve aslında yapılması gereken tıpkı Fırat Kalkanı gibi Dicle Kalkanı Operasyonu’yla Sincar – Telafer hattının temizlenmesi ve Ovacık – Telafer çizgisinde dikey bir Güvenli Bölge oluşturulmasıdır. İki; Kandil temizlendikten sonra ABD ve İsrail’in İran’ı vurması için İncirlik Üssü haline getirilmemelidir.

Türk Bayrağı’nın Kandil’de dalgalanması güzeldir ama tam İran’ın hatta İran Kürdistanı’nın sınırındaki bir dağlık üs bölgesinde Amerika ve İsrail bayraklarının da dalgalanması dış politikada “Dön baba, dönelim” vaziyeti olur ki kaldıramayız.

24 Haziran / 8 Temmuz Seçimleri sonrası için erken uyarı bâbındadır.

Toplu Ölümler Olmadan Harekete Geçmek

 

 

Mümkün değil! İki aya yakın zamandır Gazze’de başlattıkları Büyük Dönüş Yürüyüşü sırasında her yaştan ve her meslekten Filistinli İsrail güvenlik güçlerince katledilmişti.

Fakat Süper Lig’de şampiyonluk düğümü henüz çözülmemiş, Survivor’da kimlerin eleneceği henüz öğrenilmemiş ve Seçim’e kimlerin girip kimlerin girmeyeceğine karar verilmemişti. Bu esnada Suud’un, Ürdün’ün, Mısır’ın, Pakistan’ın işi başından aşkındı.

Dahası bizde harekete geçmek yürüyüş kararıyla olur. Devletin en üst düzey yöneticilerinden biri komut verir: Harekete geçilecek; geçç! Ve geçilir. Kolay kolay harekete geçmeyen bir toplum olarak muhakkak iki haneli sayılarda kayıp yaşanması klasik davranma alışkanlığımızdır.

Lâkin bu arada son 58-60 kişiyle birlikte Filistin’de 2 aylık hesap şimdiden üç haneli rakamlara ulaşmıştır. Niye 14 Mayıs ve ABD’nin Kudüs’e Elçiliğini taşıması beklendi? 3 günlük yas ve mitingler doğru karar da niçin mübarek Ramazan’a kadar halının altına süpürüldü?

Mevsimsel Müslümanlığımızın ayı olan Ramazan-ı Şerif’te geçen seneden beri varlıklarını unuttuğumuz Doğu Türkistan Müslümanlarını ve 8,5 – 9 ay önce 3 – 5 gün boyunca olanca hiddetimizle Arakanlı Rohingya Müslümanlarına yapılan eza ve cefaları dile getirmiş, sonra da başka gündemlerle ilgilendiğimiz için eza ve cefanın olmadığı sanrısıyla yuvarlanıp gitmiştik.

Zulmü görmek istemiyorsan gözlerini kapat kardeşim! Eğer onu da yapamıyorsan başka tarafa bak! Strese girmene gerek yok; sana mevzu mu yok? İki paylaş, bir beğen; nasılsa elinde medyatik bir ibrik, bir de sosyal leğen. Eğlen de eğlen..

Netanyahu Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne çıkarılsın ve ve Trump da şahitlik yapsın” diyeceğimi zannediyorsanız seçim öncesi pek akıllıca olmaz. Hem de İngiltere’ye yapılan en kritik ziyaret sonrasında. Neticede Ortadoğu’nun Efendileri onlar değil mi?

Simitten adliyeye, İstanbul’dan Ankara’ya bizim saray / sultanlık merakımız malûm olsa da 70 yıldır Dünyayı şekillendiren 2,5 gücün 2 hanesi var; siz bunlara saray diyorsunuz fakat bunlar ev: Biri White House / Beyaz Ev / Ak Hane ve diğeri de Chatham House / Çatan Ev / Şatham Hane.

Hulusi Paşamız bile gittiğine göre Çatı Adaydan çok Kıbrıs konuşmuşlardır diye düşünüyoruz. 24 Haziran’dan belki 5 gün önce, belki 3 gün sonra tekrar Çözüm Süreci / Teröristlerle Müzakere başlarsa anlayacağız ki Londra Ziyareti’nde anlaşılmış.

Bakacağız ki 20 Temmuz’un 44. Yıldönümünde hokus pokusla iki Devleti ‘tek’e düşüren anlaşma onaylanmış, garantörlük-marantörlük sıfırlanmış; hemen Ramazan öncesindeki Büyük Britanya Seferimizi hatırsayacağız.

Sonra ne mi olacak? Yarım asır önce ne olduysa.. Kavga, dövüş ve ölümcül olaylar… Sonra tek tek olanları kanıksaycağız. Ancak Kanlı Noel, Hocalı Soykırımı, Tripoliçe Katliamı gibi toplu kırımlar gerçekleştiğinde ise harekete geçeceğiz.

Ne diyorduk: Toplu ölümler olmadan harekete geçmek; mümkün değil!

 

Sözde Barış

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, çok önemli bir sürece girdi. Çözüm süreci denen bu süreç, hükümetin en üst mercilerinin de dahli ile yürütülmektedir. Kimilerine göre barışa ramak kaldı, kimilerine göre ise bölünmeye. İlk kez terör örgütü ile ilgili görüş ayrılığı bu kadar net çizgilerle ifade edilebiliyor. Süreç, insanı ciddi endişelere de sevk ediyor.

2 yıl önce bazı adımlarla başlayan çözüm süreci, iki yıl geçmesine rağmen iki adım öteye geçebilmiş değil. Bu noktada, terörist başı Öcalan’ın 2013’teki Nevruz mesajı incelenebilir. (http://www.sabah.com.tr/gundem/2013/03/21/iste-ocalanin-nevruz-mesaji )

1999’da terörist başı yine silahı bırakma çağrısı yapmıştı.

Öncelikle silah bırakma meselesi bugüne has bir çağrı değil. Aynı şekilde 1999 ve 2013’te de Öcalan tarafından silah bırakma çağrısı yapılmıştı. Terörist başı 2013 mesajında, silahların susması gerektiğini ve siyasetin ön plana çıkması gerektiğini yine söylüyor. Fakat geçen 2 yılda bunla ilgili somut bir adım atılmış değil ki 2015 Nevruz’unda da Öcalan aynı mesajları yineledi. Yalnızca bir kongre çağrısı yapıldı. Ayrıca Öcalan, silahları bırakma çağrısını 1999’da da gerçekleştirmişti. Hasılı, gerçekçi bir tutumla incelendiğinde bu çağrılar çok da inandırıcı gözükmemektedir. Doç. Dr. Mehmet Akif Okur’un da dediği gibi bu silah bırakma çağrıları hep bir sonraki silahlanma sürecine bir hazırlık özelliğinden öteye somut olarak gidememektedir.

Özellikle PKK lideri Cemil Bayık’ın Nevruz’un hemen bir gün evvelinde Al-Jazeera’ye verdiği röportaj da dikkate alınmalıdır. Buna göre terörist başı Cemil Bayık, Öcalan’ın silahların susma ve bunun için kongrenin toplanma çağrısının karar değil de bir niyet beyanı olduğunu defalarca ifade ediyor. Bayık, ifadelerinde Öcalan’ın bahsettiği kongre sürecinin karara dönüştürülemeyebileceğini de söyleyerek bu kararı Türk hükümetinin adım atması şartına bağlıyor. İlginç olan şu ki, lider olarak görülen terörist başı Öcalan’ın hükümetle görüşen kişi poziyonundadır. Öcalan açıkça hükümetin adım atması şartına bağlanmaksızın silahların bırakılmasına yönelik bir kongrenin toplanması çağrısını yaptı ancak öyle görünüyor ki bu çağrı Cemil Bayık’ı çok da bağlamamış. Yani ifade etmek istediğim şey, bazılarının barış müjdeciliği yaptığı süreç hala tıkanık ve 2 yılda ufak bir mesafe dahi kaydedilebilmiş değil.

PKK lideri Cemil Bayık, Öcalan’ın çağrısına rağmen silah bırakmayabileceklerini söyledi.

Öcalan-Bayık söylemlerinde ise iki ihtimal söz konusu: Ya liderlik çekişmesi yaşanıyor. Ya da danışıklı dövüş yapılarak bir tiyatro sahneleniyor. Bu tiyatroya göre, Öcalan’ın toplum nezdinde sempati kazanarak bir “barış elçisi” gibi lanse edilmesi sağlanacak ve böylelikle terörist başının meşruiyeti sağlanmış olacak. Tiyatronun gerisi malum. Eğer birinci ihtimal doğru ise, hükümet Öcalan’ı kullanarak bir şeyler yapabilmek istiyor ama bu çekişmede Bayık, “bırakıyoruz!” demeden çok da mesafe kat edilemez. Eğer ikinci ihtimal doğru ise, PKK’nın silah bırakması bir hayalden öteye geçemez. Çünkü, Öcalan’ın şu anki barış çağrıları da Cemil Bayık’ın ifade ettiği gibi ancak “herhangi bir niyet beyanı”dır. Asıl niyeti, kendisini aklayarak Bayık’ın noktasında mücadeleye devam etmektir.

Ayrıca 2013 Nevruz mesajında Öcalan “silahlı unsurların sınır dışına çekilmesi” gerekliliğinden bahsediyor. Aynı şekilde, o dönemin Başbakanı da “Terör, silahı bırakmadığı, saldırılarına son vermediği sürece biz terörle mücadeleyi tavizsiz, kararlı bir şekilde sürdüreceğiz.” demişti. Dönemin Başbakanı’nın bu ifadelerinin hemen akabinde Kandil’den yapılan açıklama 20 Mart 2015’te Cemil Bayık’la yapılan röportajın neredeyse birebir kopyası gibidir. Açıklamada devletin adım atmaması durumunda herhangi bir ilerleme kaydedilemeyeceği belirtilerek “Silahları bırakıp çekilme gündemimizde bile değil.” deniliyor.

PKK, 2013’te silah bırakmanın gündemlerinde bile olmadığını söylemişti.

Sonuç olarak, çözüm süreci denen süreç maalesef gerçekçi ve elle tutulabilir neticeleri içermemektedir. Barış söylemleri ile milletin duygularını sömürenlerin ise ne kadar romantik bir tablo çizdikleri bariz ortadadır. Terörizmi bitirmek için 2009’daki demokratik açılım çizgisi olan“Teröristle mücadele, halkla bütünleşme” stratejisini daha dikkatli bir irade ile takip etmek icab eder. Ayrıca teröristi muhatap almak, memleketteki diğer ırki topluluklara bir saygısızlık yapıldığı anlamını taşır. Ülkenin hafızasına bu yolun meşru olduğunu ve devletin ancak bu terör yoluyla vatandaşını kaale aldığı mesajını yüklemek gelecek adına ümit vermemektedir. Gelecekte karşlaşılabilecek terör faaliyetlerine de bu süreç emsal teşkil eder ve toplum hepten kaosa sürüklenebilir. Teröristi muhatap almanın yerine bütünleşme ve barış süreci halkla yürütülmelidir. Vatandaşın temsilcisi olarak illegal bir örgütü görmek ve muhatap almak ne hukuki açıdan doğrudur ne de insani değerler ekseninden.

Tabii bu noktada bazıları “silahlar sussun da ne olursa olsun, gerekirse Öcalan da serbest kalsın, af da çıksın” zihniyetine sahipler. Bu masum düşünce barışı, gayrimeşru bir şekilde aşırıya kaçarak destekler rolünde olmanın ifadesidir. Barışı sağlayacağız diye adaletten taviz vermek “hukuk devleti”ne verilebilecek en büyük zararlardan birisidir. Barış yanlısı olmak 30 bin kişinin katilini ve hala vatandaşlarımızı tehdit eden bir örgütü meşrulaştırmakla aynı anlamı taşımaz. Bu minvalde sağlanabilecek barış ortamı ancak “sözde” bir anlam taşır, pratikte ve uzun vadede yeni çatışmalara zemin hazırlar. Sözde barış, adaleti ve hukuku yok sayamaz, saymamalı. Zaten bir memleketi çökerten en önemli sebep adaletin tesis edilememesidir. Adaleti tesis edemeyen bir devlet, otoritesini de meşruiyetini de kaybeder.

Yazan:  Bilkent Üniversitesi İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi – Uluslararası İlişkiler Bölümü 2.sınıf öğrencisi.hamdi karakal