Etiket arşivi: Sol

CHP ve Sol – 1

CHP ve Sol – 1

CHP 9 Eylül 1923’te kurulmuş bir partidir. Kurtuluş Savaşı’nda mücadele vermiş, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin bir devamıdır.

Bu anlamda, Sivas Kongresi partinin ilk kurultayı olarak kabul edilebilir. Önce Halk Fırkası daha sonra bugünkü adıyla 27 yıl tek parti olarak, 1950’den 1960’a kadar ana muhalefet partisi olarak 10 yıl bu ülkenin siyasi yaşamında rol oynamıştır. Partiyi kuranlar devletin de kurucusu olan kadrolardı. Asker ve aydın kesimdi.

Partinin amblemi olan 6 ok partinin de ilkelerini belirler.

CHP bugünkü siyaset dünyasının anladığı anlamda bir kadro partisi değildir ama kitle partisi de değildir. Bir yarı kadro partisi görünümündedir.

Bilindiği gibi kadro partileri, daha çok milletvekili çıkarma çabası duyan, iktidarı milletvekillerine tanıyan zümre partileridir. Üyeleri arasındaki ilişkiler menfaat ve paraya dayanır. Örgüt disiplinleri zayıf, lider ve kurucuları sadece işadamı, tüccar gibi varlıklı kesimden oluşan elittir.

Oysa kitle partileri bu kesimler karşısında devletin ve halkın çıkarlarını korur. Akılcı, rasyonel, somut konulara ve sorunlara dönük siyaset yapar. Çatışma yerine tartışma, bölünme yerine birlik ve beraberlik ile katılım gibi ilkeleri esas alır.

Türkiye’nin üst yapı kurumlarında nitelikleştirme olmayışının doğurduğu toplumsal koşulların etkisiyle doğal olarak karşı fikre tahammülsüzlük oranı yüksektir. Genel kabul gören ama toplumun çıkarına olan alanlarda, sosyal sorunlara dönük, farklılıkları azaltan, işbölümü ve fırsat eşitliği yaratan, insancıl ve sağlıklı söylemler geliştirilmelidir.

Çokluğun her zaman demokrasi olmadığını da değerlendirmek gerekir. Meşruluk halk egemenliğine dayanmak demek olmalıdır.

Doktriner partiler siyasal evrim sürecini aşamazlar. Bu iddiada olan CHP’de de bu gelişim süreci aşılamadı. Bugünkü siyasal yapı devrimci, ilerici ve katılımcı değildir. Günümüzün Türkiye’deki popüler particiliği gibi belirli bir yapı tanımlanmaktadır.

CHP’nin tek parti dönemindeki rolü tıpkı Meksika Devrimci Kurumlar Partisi gibi, genç Afrika cumhuriyetlerinde olduğu gibi bir dönem ülkede modernleştirici nitelik taşımaktaydı. Ancak bu rol daha sonra değişmiştir. Atatürkçülük bir evrim geçirmiştir.

Mustafa Kemal’den sonraki CHP 1960’larda Demokrat Parti karşısında yükselen bir hareketlilik ve geniş yığınları içinde taşıyan bir toplumsal muhalefetliğe soyundu. Özellikle ordu içindeki genç subaylar ve kurtuluş savaşına dayanan bir geçmişin izlerini CHP’de arayan ve heyecan duyan üniversiteli gençliğin buluşma ve kaynaşma noktasıydı. 1960’lardaki sol ve sosyalist görüşlerin şekillenmesinde ve oluşan tabanda kurumsal olarak CHP’nin de kısmen rolü olacaktır.

Efsanevi kurucu ve önderlerini daha başta kaybetmiş olması ve ardından toplumun iç dinamiklerine açılamaması nedeniyle büyük kitlelere ulaşamayan TKP ile 1960’larda özellikle köy ve kırsal tabanlı TİP’in kuruluşuyla gelişen muhalefet çizgisi arasında birçok denemeye rağmen CHP geniş yığınları yakalamasını bilmiştir.

Fakat CHP içinde burjuvazinin temel unsurlarıyla emeği temsil eden kesimler içiçeydi. Bu yüzden taban içinde bir iktidar kavgası partinin iktidar ve özellikle muhalefet rolünü oynaması öncesinde de yaşanıyordu. Yani partinin karman çorman yapısı daha başlarda göze çarpıyordu. Bu bütün sosyal demokrat partilerde yaşanan süreçti. Ancak CHP’de işçi ve köylüleri temsil eden tavandan çok orta sınıfların özellikle de küçük burjuvazinin ve devletin bürokratik yapıları içinde yeralmış unsurların ağırlığı sözkonusuydu.

Sosyalistleşme sürecinde yaşanan önderlik kavgası ise CHP’de yine daha baştan fikir olarak tam merkezinde ortaya çıkmaktaydı. Yani bir yandan liberal burjuvazi ile öte yandan işçi köylü hareketi önderlik kavgası sürdürüyordu. Ancak CHP’de emekçi kitleler açısından hiçbir gelişme yaşanmamaktaydı. CHP’de burjuva kitle partisinden sınıf partisine geçiş kararı henüz verilememişti.

Çünkü 1960’lara kadar Türkiye’de böylesi bir hareket ne vardı ne de söz konusu olabilirdi. Varolma çabası gösterenler ise daha başlangıç noktasında Kemalizm tarafından ezildiler. Daha sonraki özellikle resmi partileşme çalışmaları ise hep cılız ve ilgisizlikle başbaşa kaldı ve tarih içinde silinip gittiler.

Kemalistler daha baştan sol ve komünist hareketler üzerinde hem ideolojik etki hem de hegemonya kurmuşlardı. Bu yüzden ciddi bir muhalefetle karşılaşmadı. Muhalefetin doğduğu yıllar 1960’lı yıllardır. 1950’li yıllarda ise Amerika ile işbirliği içine giren DP iktidarına ve eski TKP’li ve TİP’li aydınların, özellikle gençliğin ve işçilerin ilerici kesiminin üzerindeki etkisiyle Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya gibi öğrenci gençlik önderliğinde toplumsal muhalefet giderek “Milli Demokratik Devrim” tezi teorisyeni Mihri Belli’nin çağrılarına rağmen burjuvazinin merkezine kayan CHP’nin tutumuna da yönelecektir.

CHP’ye karşı artan muhalefetin nedeni açıkça parti içindeki antiemperyalist unsurların varlığına rağmen işbirlikçi diye nitelendirilebilecek kesimlerin de ortaya çıkmasıydı. CHP’ye karşı muhalefetin daha başta ileri gidememesinin nedeni ise o ana kadar proleter sosyalist bir partinin olmayışına bağlanabilirdi.

Gençlik önce TKP çizgisindeki Milli Demokratik Devrim öngörüsüne sarıldı. Buna göre sivil-askeri bir zümre ile “ilerici ordu” biraraya gelebilir, toplumsal muhalefet geliştirilebilir hatta işçi-köylü temeline dayanan bir iktidar da kurulabilirdi. Ancak umulan olmadı. Ne MDD’nin solda ilerici ordu illizyonu ne de Doğan Avcıoğlu’nun liderliğinde aydınların kemalizmin yozlaştırılmasına tepki olarak ortaya attıkları “çalışanların partisi” projesi tutmadı.

Sol ve sosyalist kesim politik önderlerini, örgüt ve ideolojik çizgisini bulmuştu. Kemalizme ve CHP’ye karşı ilk ciddi ve radikal eleştiriler gelmeye başladı. Örneğin Mahir Çayan şöyle diyordu: “Feodal komprador devlet mekanizması parçalanmış, yerine tek parti yönetimi altında küçük burjuvazinin diktatörlüğü egemen kılınmıştır”. Köylülük ve kır etkinleri çerçevesinde büyüyen radikal solun bir diğer temsilcisi İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalist iktidar hakkındaki görüşleri ise Çayan’dan pek farklı değildi, Kaypakkaya’da: “Kemalist diktatörlük işçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, küçük memurlar ve demokrat aydınlar üzerinde askeri faşist bir diktatörlüktür” diyordu.

Gençlik en başta bağımsızlık ve bunun için milli kurtuluşun önemine ve bilincine varmıştı. 1960’lı yıllarla büyüyen antiemperyalist gençlik mücadelesi, ilk defa “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” sloganını kullanarak alanlara çıkıyor, aynı içerikteki MDD teziyle mücadelesine dayanak noktası yapıyor ve taktik ile eylemlerinde kullanıyordu. Kemalizmin milli kurtuluşçu ve laik yanı öğrenci gençliğin eylem perspektifini iyi karakterize ediyordu. Gençlik ve aydınlar 5 yönlü bir demokratik savaş yürütmeyi amaçlıyordu: Tam bağımsızlık, düşünceye ve inanca özgürlük, eşitlik, işçi ve köylüye öncelik, toprak reformu gibi.

Solcu ve sosyalist öğrenciler üniversitelerdeki sosyal demokrat ve kemalist öğrencilerle de bu perspektifte birarada yürüyor fakat gerici unsurlarıyla mücadele etmekten geri durmuyorlardı. Başını Deniz Gezmiş’in çektiği Devrimci Öğrenciler Birliği DÖB’ün organize ettiği 29 Ekim 1968’deki “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” siyasal iktidarın engeliyle karşılaşıyordu. Buna karşılık DÖB lideri Deniz Gezmiş “antiemperyalist mücadele verilirken gençliğin politik partilerden bağımsız olmak zorunda” olduğunun altını çiziyordu.

Aynı yıllar bütün dünyada geniş kitlelerin katılımında benzer toplumsal olaylar yaşanmaktayken Türkiye’nin buna kayıtsız kalması beklenemezdi. Üstelik Türkiye’de geçmişten devralınan milli kurtuluşçu bir çizgi vardı. Bütün dünyada burjuva devrimlerden sonra gelişen modernizmin ulus-devlet ilkesinin etkisi altında kapitalizmin ortaya çıkarttığı sınıflı topluma karşı mücadele geleneği yaratılmıştı. Gençlik eylemlerinde Kemalizmin bağımsızlıkçı yönü ön plana çıkartılıyordu. Mustafa Kemal Atatürk 1923’teki İktisat Kongresi’nde “siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferlerle sağlamlaştırılmadıkça husule gelen zaferler payidar olmaz, az zamanda söner” diyordu. Buradan çıkışla devlet eliyle kalkınma yoluna gidildi. Ulusal burjuvazi yaratıldı. Tabi işçi sınıfı da bu toplumsal değişmenin içinde yer alarak ortaya çıkan çelişkilerin sonucunda zıddı olarak gelişti, büyüdü. M.Kemal’in şu sözleri hiç unutulmuyordu:

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören doktrin izleyen insanlarız”.

Özellikle üniversiteli gençliğin sol kanadının içinde bulunduğu kesimde M.Kemal’in emanet ettiği bağımsızlık ve cumhuriyete sahip çıkmak, emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadele etmek yönünde bilinç gelişiyordu. Ancak kemalist devrim ve uygulamalarına karşı gençlik içinde daha radikal görüşlerde ortaya çıkmaya başlıyordu. İbrahim Kaypakkaya bunun nedeni olarak , Kemalist devrimle komprador büyük burjuvazi ile feodal ağaların orta sınıfları giderek yedeğine almalarını gösteriyordu. Kurtuluş savaşından sonra komünistlerin görevi kemalist iktidarı devirip işçi-köylü ittifakına dayanan bir iktidar kurmaktır.

Yani 1960’lar ve 70’ler Sovyet, Çin, Latin Amerikan solculuğunun savunulduğu yıllar olmuştur. Küçük burjuvazinin paternalist anlayışı ile büyük burjuvazi parlamenterizmi arasında yoksul ve emekçi kitlelerin politik hareketi gelişimini tam olarak sürdüremedi. CHP’nin durumu ise bu güçlerin hegemonyası altında liderlikle kararsızlık gelgitleriyle sürüp gitmektedir.

CHP’ye egemen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği iktidarı ele geçirdikten sonra 27 Mayıs hareketi içinde önemli bir rol oynayan orta burjuvaziyi de birden karşısına almayı doğru bulmamıştır. Orta burjuvazinin 27 Mayıs Anayasası’na da giren bazı sınırlı demokrasi istemlerini bu nedenle kabul etmiştir.

1950’de iktidardan düşen komprador burjuvazi ile toprak ağaları kliğinin en baş temsilcisi DP ise kendisine de yönelen faşist baskılar karşısında “demokrasi” havariliğine çıkmış, orta burjuvazinin ve gençliğin bu yönde katılımını bir kaldıraç gibi kullanarak 1960’da iktidarı yeniden almıştır.

İşte gençlik bu oluşumu iyi gördü. 27 Mayıs hareketine önderlik eden ve sonunda iktidarı ele geçiren sınıf CHP’ye egemen olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliğidir. Orta burjuvazi ise onun peşinde yedek güç olarak kalmıştır. Örneğin Kaypakkaya’nın 27 Mayıs Cuntasını değerlendirmesine göre DP Amerikancı, CHP ise Almancı komprador burjuvazi ve toprak ağalarının işbirliğini temsil etmekteydi.

Yarı sömürge ülkelerde burjuva parlamentosu, şekilcilik ve göz boyama aracı, formalite bir meşrulaştırma biçimiydi. Yarı bağımlı, yarı sömürge komprador ekonomisi işçinin, köylünün, küçük kentli burjuvazisinin, küçük memurların baskı altında tutulduğu, ezildiği, susturulduğu ve şiddet, zindan, ağa zulmü her türlü yasaklar altında inim inim inletildiği bir düzendi.

Kısaca işte böyleydi toplumun muhalif, ilerici ve yoksul kesimlerinin gözünde egemen devlet anlayışı… Daha sonraki dayatmalar ise hep revizyonist, reformist ve küçük burjuva oportünizmi olarak görülmüştür.

CHP tek parti döneminde programı Batıdan, değişik ideolojilerden etkilenme, bir sentez dönemiydi. Mesela devletçilik ilkesi batılı uygulamalardan etkilenmeydi. Bugün özelleştirmeyi savunmaktadır. Parti programına bakıldığında görülebilir.

1946-1960 dönemine bakıldığında CHP’nin dışında DP’nin de Atatürkçülükle bağlantı kurma çabaları vardır. Ancak bu uygulamalar çoğu zaman Atatürkçülük karşıtı gerici ve popülist karakter taşımaktadır. Düşünce deformasyona uğratılmıştır.

1960-1971 arasında Atatürk devrimlerine sahip çıkma zorunluluğu duyulmuşsa da bir ortanın solu sloganı tutturularak sosyal tabanı değiştirme yönünde uygulamalara girişilmiştir. Gelinen durumda da farklı gruplar farklı yorumlarla Atatürk’e izafe etmeye çalışmışlardır.

Rustow’un deyişiyle kemalist temel hedefler bugün güçlü bir savunmaya muhtaçtır. Kalabalık ve gürültülü bir siyaset sahnesinde çözüm ile yeni tekniklere ihtiyaç vardır.

Artık sistem ile özellikle yeni dünya düzeni ve batı emperyalizmi karşısında kemalizmin güncel tutumuyla bir yere varmak zordur. Aslında bugün bayraktarlığı yapan kesimler de toplumun en tutucu, kastlaşmış ve değişime direnen kesimleri olup çıkmıştır. Bu günkü haliyle sekülerizmde ısrarcı olan tiplerin çoğu dünyanın sömürgeci ve kapitalist güçlerinin yanında yeralmak istemektedir.

Kişilerin siyasete yaklaşımlarına ve siyasete girişleriyle siyasal partilerde yer alış amaçlarına bakıldığında çeşitli kriterler görmek mümkündür. Bunlar, etkilenme, ideolojik bağlılık, kişisel, mesleki ilerleme hırsı ile beklentiler ve bireysel itilerdir. Bu açılardan bakıldığında da bir kitle partisi olan CHP’nin ilkelerine ve parti disipline ciddiyetle eğilmesi beklenir.

Katı olmamakla birlikte halkçı ideolojiye bağlılık, parti içinde örgütsel sululuk gösteren ve kafa değiştiren tipler yerine devrimci, yenilikçi zinde güçlere yer verme, örgütsel disiplinci, elitist değil çok sayıda aktif katılımcı, kadrocu olmayan, tartışan çoğunlukçu ve demokrat bir ilkelilik yapısına kavuşturulmalıdır.

Bilindiği gibi geleneksel toplumlar duygusal ve ideolojik çevre içinde gelişir. Doğal olarak tartışmalar da ödünsüz ve katı olabilir. Ancak ideoloji sadece kişilerin, grupların üzerine kurulduğunda daha da katılaşıp despotlaşabilir. Parti içinde demokrasiden sözedilmek isteniyorsa o zaman üyeler ve parti yönetiminde eşitlik, katılım, halka açık denetim, tartışma ve doğruyu bulma gibi kriterleri öne almak gereklidir.

CHP’nin kadro partisi yapısı ikinci dünya savaşı yıllarına kadar sürdü. 22 yıl yani 1945’e kadar. 1960’larda toplumsal yapı değişmekle birlikte siyasal yapıyla çelişmeye başlamıştı. Birbirine benzeyen partiler Türkiye siyasetine egemen oldu.

CHP eğer bugün halka dayalı bir parti olma iddiasını sürdürmek istiyorsa hem bu kriterleri hem de yapısında bulundurulması gereken kesimleri aramalıdır. Aydın, emekçi, işçi, köylü’den oluşturulacak bir taban bu…Ve bu tabana seslenecek bir söylem geliştirmelidir. Şeyhlerin eteklerine yapışmamalıdır.

CHP’nin batıcılığı ise Jöntürk batıcılığına ve pozitivizmine dayandırılan bir batıcılıktı. Bu anlamda Comte ve Durkheim’in Jöntürk pozitivizmi, bilimsellik, ve ilerleme hem Atatürk’ün hem de CHP’nin resmi söylemi olmuştu. Siyasi konjenktür değiştikçe partinin karakteri de değişiyor.

Pozitivizmin hristiyanlıktan kopuş, halkçılık sürekli ilerleme yani terakki, inkilapçılık gibi ilkeleri kemalizmide etkilemişti. Zaten Kemal Tahir’in Şeyh Edebali’nin denen metni asıl kaleme alan kişi olduğu iddiaları da daha sonra dile getirilmişti. Devlet Ana romanından yola çıkılarak tarihçi-romancı tarzıyla yazan Kemal Tahir’den etkilenme olabileceği bile söylenmişti. Kemal Tahir’in marksist olmadığı ATÜT kavramını sık sık işlediği vs. medyada tartışılan konulardan biri olacaktır.

Yeri gelmişken burada Kemal Tahir’in devletçilik anlayışının Osmanlı-Selçuklu-İslam köküne dönmek olarak dile getirildiğini de söyleyelim.

Marx, Eski Roma’dan Hindistan ve Çin’e kadar bütün Asya’da uygulanan üretim yapılarını incelemiş, Avrupa dışındaki kimi toplumlarda kimi yer ve zamanlarda uygulanan üretim ve mülkiyet ilişkilerini, tarzlarını tanımlandırmıştı.

İç dinamikler incelendiğinde feodal beylerle merkezi devletin toprak mülkiyeti iktidar kavgasıdır da… Mülkiyetin devlete ait olduğu toplumlarda toplumsal yapının ve kentlerin daha çabuk geliştiğini, altyapıların devlet tarafından meydana getirilmesi nedeniyle de meta üretiminin arttığını ve kır-kent bağının güçlendiğini ortaya koymuştur, Marx.

Marx’ın vardığı sonuç toplumun alt yapısının yani ekonomisinin üretim ilişkileri tarafından belirleniyor olduğunu ortaya koymasıydı. Üretim üretim tekniğini, üretim tekniği üretimin biçimini, üretim biçimi de sosyal yapıyı belirlemekteydi.

Osmanlı Toplumunun da Asya’daki toplumsal kuruluşların özelliklerini yansıttığı biliniyor. 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı’da toprakta mülkiyet devlete aitti. Bu topraklara devlete ait anlamında da “miri” topraklar denirdi. Bu dönem İkinci Mehmet yani Fatih dönemine denk gelmektedir.

1960’lı yıllarda MDD çizgisinde ve YÖN hareketi içinde yeralıp YÖN Bildirisi’ne imza koymuş bazı sol aydınlar marksist olmayan kalkınma modellerini öne sürmek ve sosyalist olmayan unsurlardan çözüm bekleyen tutumlarından dolayı eleştirilmiştir. Deniz Baykal’ın söylemi çerçevesinde gündeme taşınıp dile getirilen tartışma kısmen Kemal Tahir’in bu tutumudur. Yani Osmanlı’nın sadece bir tarihsel dönemine bakıp Osmanlı’nın “sol” olduğunu açıklamak…

Son günlerde bu konularla ilgili tartışmalar son hızda aldı başını gidiyor. Politik çevrelerdeki bu tartışmalara edebiyat çevresi de katıldı. Özellikle de Kemal Tahir ve İdris Küçükömer adını anarak yapıyorlar bu tartışmaları. Şimdilik “en azından bu da yeter” demek geliyor içimizden…

Başta Nazım Hikmet ve Kemal Tahir olmak üzere sol aydınların neredeyse tümünü bütün yönleriyle sorgulamadan sağa maletme hastalığı başladı. Bu da “Muhafazakar Demokrat !”ların yeni bir taktiği olsa gerek…

Yapılan eleştirilerde marksizmin batılı olup olmadığı tartışılıyor. Marks, Engels’le ve Lenin’le birlikte dünya enternasyonalist işçi ve komünist hareketinin üç önemli isminden biriydi. Elbette felsefesinin bilimsel temelleri Alman filozofu Hegel’e ama ondan da önceleri Eski Yunan düşünürlerine kadar iniyordu. Klasik İngiliz İktisadı’nın teorisine ve Fransız soluna dayanacaktır. Lenin’e göre hareketin başı diyalektik materyalizm teorisiydi. Marksizm devrimciliğin ilmidir. Marks’ta sistemin merkezine “ekonomi politik” oturtulmuştu. Marks” insanlık tarihi sınıfların savaşımlarının tarihidir” diyordu. Lenin ise marksist görüşü pratik alanda geliştirip proletarya diktatörlüğü aşamasına geçmeyi marksistlik olarak değerlendiriyordu.

Lenin’e göre pratik bilgi hem evrensel hem de gerçeklikle içiçe olduğundan teoriden daha üstündü. Bir bilim haline geldiğine göre sosyalizmin bir bilim gibi ele alınması yani öğrenilmesi gerekirdi. Engels’in bu görüşü ise bilimin ne bir ulusa ne de bir coğrafyaya izafe edilemeyeceğini göstermektedir. 1970’lerin konusu da Kemal Tahir’in yaklaşımlarının çelişkili ve bilimsel olmadığı yönündeydi.

Bizim amacımız da yazının bu kısmında tam anlamıyla sadece Baykal’ın görüşlerinin kökenine inmek değil. Bir tartışmayı varolan gerçeklikler ve objektif kriterleri ışığında doğru zemine oturtabilmekti. CHP’nin kısmen 1999 seçimleri sonrası başlatılan yeniden yapılanma çalışmaları sırasında yaşananları hatırlatmak da istedik. Öteden beri Türkiye solunun sahiplendiği ortak mülkiyeti savunan Simavna Kadısı İsrail’in oğlu Şeyh Bedrettin’e karşılık ahi örgütünün kurucusu Şeyh Edebali’nin devletten önce insanı öne çıkaran yaklaşımının CHP Genel Başkanı tarafından dile getirilmesi “CHP sağa mı kayıyor” tartışmalarını alevlendirmişti. Devlet ile birey ekseninde tartışmalar hep yapılageldi. Ama insanın insanla-doğayla ilişkilerini etraflıca ayakları üstüne oturtan toplumcu düşünce gerçekte yine solculuk olmuştur. Sömürünün ilk adımı emekte başlıyor, çok uluslu tekellerde bitiyor. Birey ve devlet bunun neresinde; hepsinde… Marks, teori yığınlara aktığında maddi güç olacaktır diyordu. Buanlamda düşünce insanın beyninin içinde durmasıyla bir şey ifade etmiyor, bireyci, faydacı ve pragmatik olmaktan öte insanlığın yararına olmak için eyleme dönüşmek zorunda.

Sınıfsız bir topluma işaret eden halkçılık, sürekli ilerleme demek olan inkilapçılık kavramlarına İttihad ve Terakki döneminde de yer verilmiştir. Tahir’in romanlarında olduğu gibi mesela Yorgun Savaşçı’da…

“Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” diyen bilme ve fenne dayanan pozitivist açıklama da CHP’nin öncülü Kemalizme dayandırılmaktadır. Laiklik, yazı, kadın hakları, giyim kuşam, eşitlik gibi sürekli yenilikler hedefleyen devrimcilik ve gerçekçilikle çakışan bir zamanlama ustalığı taşıyordu, Atatürkçülük…

Ancak… Niyazi Berkes’in şu saptaması çok dikkat çekici ve yerindedir:

“Kemalizmin talihsizliği, devrimciliğin, henüz geri yapısı değişmemiş bir topluma daha ileri bir uygarlığın gerektirdiği zihniyeti yazı, kıyafet, takvim, kanun gibi araç veya sonuç niteliğinde olan şeyler yoluyla yerleştirme olarak anlaşılması, arkadan gelen kuşaklara da böyle tanıtılması oldu. Atatürk’ün asıl başardığı iş toplumsal değişmelerin yapılması için gerekli olan yeni bir yönü ve ortamı açmak olmuştur”.

Şimdi 1960’larda 70’lerde Türkiye’de siyasete egemen olan Mahir Çayan’ın üstüne basa basa dile getirdiği devrimci güçte “politik öncülük” tartışmalarının ne kadar yerli yerinde ve yararlı olduğu ortaya çıktı. Kaldı ki Can Yücel’in “insan gibi insan” dediği bilim adamı İdris Küçükömer ve Doğan Avcıoğlu gibi isimler de layık oldukları takdiri görmüşlerdir.

Bugün gelinen noktada kapitalizm kendine özellikle iki düşman yaratmıştır. Birincisi devrimci güçler, ikincisi ise radikal dinci-ihtilalci güçler.

Bu anlamda da tıkandığını görüyoruz, Şeyh Edebali’yle ilgili söylemin.

13 Mart 2001 itibariyle de bölünmüşlük, eski liderlerin istifası ve istifalara giden bir süreç yaşandı CHP’de…

Atatürk’e hep 4 temel düşünce alternatifi sunuldu. Biri islamcılık, diğeri osmanlıcılık, ve turancılık ile batıcılıkla, Ziya Gökalp’in milliyetçiliği. Atatürk dine dayalı teokratik ve yayılmacı yani expansiyonist, ırkçı akımları reddetmiştir. Özünde devrimcidir. Değişmenin amacı da üstyapılar, ekonomi ve devletçilik uygğulamalarıydı.

Az gelişmiş ülkelerde ideoloji ulusal birlik sağlamak için kullanılan güçlü bir yapıştırıcıydı. Aşiretler arasında, etnik kökler arasında ayrılıklar gideriyor, farkları kaldırıp uyum sağlatan bir rol oynuyordu.

İnsan ve toplum arasındaki sosyal ilişkiler de bu ideoloji ve adalet çevresinde düzenlenebilmiştir. Biz de Atatürkçülük bir parti misyonu olmuştur, CHP’de. Ancak ideologlar da beraberinde gelmiştir. Kemalizm onların ağzıyla öğretilmiştir. Örneğin 6 ilkenin ulusçuluğu tamamlayan değerler olduğu söylenmiştir.

Atatürk’e ve kemalizme yansıtılan yanıyla jöntürk hareketinin de ittihad ve terakkinin de temel stratejik hedefleri bu olmuştur; Osmanlı İmparatorluğunun parçalanışını durdurmak…

Bilinçli hedef ise burjuva sınıflı olmayan bir toplumdan, Türkiye toplumundan çağdaş, kapitalist bir toplum yaratmak.

Cumhuriyete miras kalan bu hedef strateji, ekonomik yapıyı değiştirecek, parçalanmayı önleyecekti. Milli işletmeler kurulacak, milli ekonomi geliştirilecek, sermaye birikimi hız kazanacaktı. Ekonomik bağımlılık adeta parçalanmayla eşdeğer tutuluyor ve kurtuluşun ikinci bölümü ve devamı gibi kabul ediliyordu.

Ancak ne CHP’nin ne de kemalizmin geldiği süreç bugün için en azından TC’nin bunu doğrulayan durumundan çok uzakta kalmıştır.

Jöntürk hareketi de, ittihad ve terakki hareketi de burjuva sınıfını oluşturmak için her türlü çabayı göstermişti. Osmanlıdan umut kalmayışı, Cumhuriyet kadrolarıyla organik ilişkilerin kurulması sonucunu doğurdu. Osmanlı istibdadını teşhir etmek için programlarını Fransız devrimci literatüründe ve pozitivist sosyolojik kuramlardan alan hareketlerin bugünkü durumuna da iyi bakmak gerekli.

Hürriyet, eşitlik, halkçılık gibi kavramlarla süslenen, halk kitlelerinin desteğini bekleyen, daha sonra da halktan destek görmeyince bunları defterden silen hareketin bugünkü durumuna bakmak gerekir.

Gelinen nokta işte şudur: Otoriter, seçkinci, militarist, siyasi ve askeri eylemle karışık bir karakterize olma durumu.

Başından sonuna muhafazakar, despot, giderek yayılmacılığa dönüşen ve sonu trajediyle (Enver Paşa) biten bir yaşanmış öykünün başlarında gelinen modern-burjuva toplumlu bir süreç. Başında Alman heyyülası, şimdilerde Amerikan Emperyalizminin kıskacında yozlaşan, yozlaştırılmış, başındaki anlamını da içinde barındırmayan günümüzün cilalanmaya çalışılan versiyonu ve yeni macerası.

Halkçı-Emekçi, tam bağımsızlıkçı bir yapıdan giderek uzaklaşan bir anlayış ve yaklaşım.

İşte bugünün CHP’sinde yansıyan partiler üstü durumun özeti bu.

-DEVAM EDECEK-

TAMER UYSAL

Devleti Kurtarmak İçin Partiler Harekete Geçti

Acil Çıkış Platformu adı altında, Milli bir birlik oluşturmak için çalışamalar yürüten  birlik, 17.03.2018 günü bir araya geldi. TBMM dışı 10 siyasi parti ve Millî Merkez’in katılımıyla düzenlenen toplantıda, 2019’da yapılacak yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde izlenecek olan güçbirliği stratejisi belirlemek için biraraya geldiler. Katılımcıların tanışmaları ve genel görüşlerinin ortaya konduğu bu toplantıda, daha geniş katılımlarla güçbirliğinin ilkeleri ve bir yol haritası belirlemek üzere devam etme kararı verildi. 

Toplantıya katılan partiler ve Genel Başkanları şöyle oluştu:

Bağımsız Cumhuriyet P. Hakkı Kargın Genel Başkan
Demokratik Sol P. Erdoğan Sincer Örgüt Bşk. Yrd.
Engelsiz Yaşam P. Hayri İdin Genel Başkan
Halkın Yükselişi Pç R. Önder Günay Genel Başkan
İşsizler ve Emekçiler P. Rıfat Derya Sercan Genel Başkan
Kadın Partisi Benal Yazgan Genel Başkan
Liberal Demokrat Parti Serdar Aktan Genel Başkan
Milli Mücadele Partisi Ahmet Kaya Genel Başkan
Müdafaa-i Hukuk Hareketi P. Kadir Kartal Genel Başkan
Türkiye Birlik Partisi Hüseyin Ekici Genel Başkan
Millî Merkez Haluk Dural Genel Sekreter

Hollanda Türkleri’nin yeni koalisyondan bekledikleri…

Geçtiğimiz 15 Mart’ta sandığa gidilen Hollanda’da, tam 209 gün sonra dört partili bir koalisyon kurulabildi.  Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD), Hıristiyan Demokratlar Birliği (CDA), Liberal Sol Demokrat 66 (D’66) ve Hıristiyan Birlik Partisi (CU) partileri,  “Merkez Sağ” denilebilecek koalisyon hükümetinin protokolunda yer alan maddeler arasında, göçmenler için hiç de iyi olmayan konular var.

Yeni kurulan hükümetten, Hollanda’daki Türk Sivil Toplum Kuruluşları’nın istekleri var.
Hollanda Türkevi  Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör, Rotterdam İslam Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Özcan Hıdır ve Türk, Kürt, Alevi ve Süryani kökenli Hollandalılar adına Mustafa Ayrancı, Hollanda hükümetinden istediklerini açıkladılar.

Hollanda Türkevi Araştırmalar Merkezi Başkanı Veyis Güngör’ün konuyla ilgili açıklaması şöyle:  ‘ İkiyüz günü geçen bir süredir kurulamayan hükümet,  geçtiğimiz ay kuruldu. Koalisyonda iki Hıristiyan parti yer alıyor. Liberaller ve Demokratlar var. Tabiiki hükümetin protokolünde bizi ilgilendiren en önemli konu, çifte vatandaşlığın gelecek yıllarda kaldırılmasıdır. Yani verilen bir hakkın geri alınmasıdır. Bu  insan haklarıyla nasıl bağdaşır ayrı bir tartışma konusu ama, insanların aidiyetlerini kanunlara bağlamak abesle iştigal etmektir. Vatandaşlık ya da aidiyet bir hissetmedir. Öyleki günümüzde bireyler kendilerini birden fazla ülke ve topluma ait hissedebilirler. Yeni hükümetin bu yöndeki anlayışı Hollanda’ya hiç yakışmıyor.  Diğer taraftan çifte veya çok yönlü aidiyet, karar vericiler tarafından özendirilmelidir. Zira çok yönlü aidiyet her ne kadar zaman zaman sorunlar davet etse de, esasen hem vatandaş hem ülke ve toplumlar için bir zenginliktir. Birey, içine kapalı bir toplumdan dışa açılarak dünya için, insanlar için küresel sorumluluklar üstlenebilir. 

Diğer taraftan, mülteciler konusunda kemerler sıkılırken, mültecilerin oturma izninin 5 yıldan 3 yıla indirilmesi ve ülkede oturum izni olmayan yabancıların en kısa yoldan sınır dışı edilmesinin kolaylaştırılması da yeni hükümetin göçmenlere nasıl yaklaştığını ortaya koyuyor.

Zenginlerin daha az vergi ödemesi de yeni protokolde eleştirilen maddeler arasında. Tabiiki hükümetin, yani koalisyonun zayıf tarafı, patlamentondaki milletvekili sayısının yarıdan çok az bir fazlalıkla temsil edilmesi. Ki bu alınacak kararlarda kırılmaları çok sık bir şekilde gündeme getirebilir.’
Rotterdam Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Özcan Hıdır, konuyla ilgili bir analiz yaptı.
Hıdır’in analizi şöyle:

Koalisyonlarla yönetilen Hollanda’da, önce partiler arasındaki uzlaşmayı sağlayacak ve bu görüşmelere başkanlık edecek bir informatör atanıyor. Nitekim seçimden sonraki 209 günlük periyotta üç informatör değişti. Üçüncü olarak atanan tecrübeli liberal politikacı-ekonomist Gerrit Zalm öncülüğünde yapılan zorlu görüşmeler neticesinde partiler nihayet uzlaşabildi.

Ancak daha önceki denemelerde “neyin olmayacağı” tecrübe edilmişti. Bu anlamda 15 Mart seçimlerinin galip partilerinden Yeşiller Partisi ile uzun süren pazarlıklar yapıldı. Ancak göçmenler ve çevre konularında uzlaşma sağlanamadı. Seçimde hezimete uğrayan merkez sol İşçi Partisi (PvdA) hükümette yer almayacağını zaten duyurmuştu. Seçimlerde oyu düşmesine rağmen önemli sayıda sandalye kazanan ırkçı Wilders’in partisi ile koalisyon yapmayacaklarını da diğer partiler açıklamıştı. Geriye ise en makul -belki de tek- seçenek olarak şu anki, yani sağ-sol iki liberal (PVV-D66) ve iki Hıristiyan partinin (CDA-CU) kuracağı hükümet seçeneği kalıyordu. Ancak burada da en sıkı pazarlık, daha önce aralarında açık bir güven bunalımı olan Hıristiyan Birlik (CU) ile D66 arasında yaşandı; ancak neticede kurt politikacı Gerrit Zalm liderliğinde uzlaşı sağlanmış oldu.

Bakanlıkların dağılımı

Aslında hangi partinin hangi bakanlığı aldığının da çok önemi yok. Zira Rutte III Kabinesi’nde yeni bir uygulama olacak ve sağlık, güvenlik-adalet ve eğitim bakanlıkları iki ayrı bakan tarafından deruhte edilecek. Bu bakanlıklara bağlı kurumlar da her iki bakan arasında bölünmüş olacak. Aslında Hollanda sisteminde “staatssecretaris (ikinci bakan-bürokrat olmayan müsteşar)” adıyla hemen her bakanlıkta koalisyonu oluşturan diğer partilerden imza yetkisine sahip birinin görev yaptığı uygulama hep vardı. Yeni hükümetle bu statü biraz daha yükseltilerek bakanlık seviyesine çıkartılıyor.

Hükümet protokolünde neler var?

Koalisyonu oluşturan partilerin geleneksel yapısına rağmen, büyüme trendinde olan ve ekonomik göstergeleri iyiye doğru giden Hollanda için “umut verici” bir hükümet programı sunulduğu görüşünü dillendirenler olduğu kadar, bu programın sosyal yönünün zayıf olduğu eleştirileri de yapılıyor.

Protokolde pek çok önemli düzenleme yer alıyor: 2 milyar tasarruf, Rusya’ya gaz, Ortadoğu’ya da petrol bağımlılığının azaltılması, kömüre bağlı enerji santrallerinin kapatılıp çevreye dost enerji (rüzgâr enerjisi gibi) temini için daha çok yatırımlar yapılması, belediye başkanlarının Kral tarafından atanmasına son verilip seçimle iş başına gelmesi konusunda düzenlemeye gidilmesi, güvenliğe ve terörizmle mücadeleye daha fazla kaynak ayrılması –ki bunun gerekçesinde “cihatçılar” ile mücadele özellikle vurgulanıyor-, savunma bütçesinin 1.5 milyar arttırılması, toplumda huzursuzluğa yol açan söz ve eylemlere verilecek cezaların iki katına çıkarılması -ki bu da daha ziyade Müslümanlar hakkında gündeme getiriliyor-, terör bölgelerinden -mesela Suriye’den- Hollanda’ya dönen kimselerin bulundukları bölgelerde gözetim altında tutulması, “realist bir dış politika” vizyonu ile diplomasi ve Hollanda’nın çıkarlarının olduğu bölgelerle işbirliğine daha fazla yatırım yapılması, AB ile ilişkilerin özellikle göçmen-mülteci ve çevre konularında güçlendirilmesi ancak herhangi bir üye ülkenin -mesela Yunanistan- borçlarının da diğer üye ülkelere yüklenmesine karşı çıkılması, katma değer vergisinin 6’dan 9’a yükseltilmesi -ki meclisteki müzakerede en fazla tepkiyi çeken madde oldu-, emeklilik ve iş hayatında yeni düzenlemeler yapılması, eğitim eşitsizliğinin giderilmesi, meslek eğitiminin güçlendirilmesi, öğretmenlerin durumunun iyileştirilmesi vb. pek çok düzenleme yer alıyor.

Göçmenler ve mültecilere yönelik maddeler

Bu düzenlemeler içinde yabancıları ve Müslümanları özellikle ilgilendiren bazı konular protokolün en dikkat çekici maddeleri olsa gerek. Bir önceki Rutte hükümetinin mülteciler-göçmen politikaları da oldukça sert-sıkı idi. Yeni kurulan hükümette bu daha da sıkılaştırılıyor. Mültecilerin oturma izni 5 yıldan 3 yıla düşürülüyor ve kendilerinden kısa sürede topluma entegre olmaları -aslında asimilasyona eğilimli entegrasyon kastediliyor- bekleniyor. Bunun için de göçmenler-mülteciler için ilk günden itibaren belediyelerce ücretsiz dil kursu sağlanacak. Ayrıca bu mülteciler için ülke çapında 8 bölgede kalacak yer ve aş imkânı sağlanacak. Ancak sosyal devletin imkânlarından daha az oranda yararlanacaklar.

Yine Hollanda’ya göç ve ilticayı azaltmak için “güvenli üçüncü ülke” diye nitelenen Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki bazı ülkelerde (Ürdün, Lübnan vb.) kamplar oluşturulacak ve bu maksatla bu ülkelere katkı sağlanacak. Süresiz oturma izni, gerektiği hallerde iki yıl uzatıldıktan sonra verilecek. Ülkede oturma izni verilmeyen mülteciler en kısa zamanda sınır dışı edilecek. Savaş için Hollanda dışına çıkanlar mümkün olduğunca bulundukları bölgelerde gözetim altında tutulacak; Hollanda’ya sokulmayacaklar.

Yeni koalisyon uzun sürmeyebilir

Şayet tamamlayabilirse toplam 3 yıl 4 ay iktidar ömrü bulunan yeni koalisyonun uzun süremeyeceğine dair bazı tahminler de yapılıyor. Zira 150 sandalyeli Parlamento’da dört partinin sandalye sayısı “minimal çoğunluk” olan 76’yı ancak bulabiliyor ve bu sayının bir altı çoğunluğun kaybedilmesi anlamına geliyor. Senato’da (Eerste Kamer) da benzer bir tablo söz konusu. Bu itibarla yukarıda sözü edilen düzenlemelerin yapılabilmesinde ekonomik, siyasi ve sosyo-kültürel zorluklar baş gösterdiğinde bu çoğunluğun kaybedilme ihtimalinin yüksek olduğu ifade ediliyor. Dolayısıyla koalisyonu oluşturan partilerce umut dağıtılmaya çalışılsa da, kamuoyunda yeni kurulan koalisyona yönelik büyük bir umut-beklenti söz konusu değil.

Her şeyden önce Rutte’nin ısrarlarına rağmen koalisyonu oluşturan diğer üç partinin başkanlarının hükümette yer almayacaklarını açıklamaları, hükümetin ömrü açısından bir handikap olarak değerlendirilebilir. Hristiyan partilerin de hassas olduğu ve hükümet protokolünde “hassas meseleler” olarak nitelenen tıp etiğine dair bazı meselelerin (kürtaj, organ nakli, ötenazi vb.) nasıl çözüme kavuşturulacağı konusu ucu açık gözüküyor. Burada bilim ile etik arasında bir denge gözetileceği vurgulanıyor. Bu tür meselelerde koalisyon ortağı muhafazakâr Hristiyan partiler (CDA-CU) ile sağ-sol liberal partiler (VVD-D66) arasında güven bunalımı meydana gelebilir ki, iki ayrı siyasi-felsefi-kültürel geleneğe mensup partilerin bu konularda farklı vizyonlara sahip olduğu izahtan varestedir. Kaldı ki daha koalisyon görüşmelerinin başında D66 ile CU arasında büyük tereddütler mevcuttu ve uzlaşıya/protokole rağmen bunlar tamamen giderilmiş de sayılmaz.

Bu konuda zikredilebilecek bir diğer handikap ise muhalefetin çok sıkı eleştirilerinin hükümeti zor durumda bırakma ihtimali. Nitekim bu yönde yorumlar da yapılıyor. Mecliste perşembe günü yapılan oylamada koalisyon protokolündeki bazı maddelerin değiştirilmesi için muhalefet partileri önerge verdiler. Bu önergeler 76 oy gibi “minimum çoğunluk” ile ancak reddedilebildi. Önergeye destek ise 74’te kaldı. Bu 76’ya karşı 74 oyluk sonuç, muhtemelen bundan sonraki oylamalarda da çokça karşılaşacağımız bir sonuç olacak.

Muhalefetten söz etmişken özellikle ana muhalefet görevini üstlenen ırkçı ve İslam karşıtı Wilders’in partisine -ki parlamentoda 19 sandalyesi var- ayrı bir parantez açmak gerek. Özellikle hassas olduğu göçmen-mülteciler, İslam-Müslümanlar gibi konularda Wilders’in bu fırsatı etkili bir muhalefetle iyi değerlendireceği aşikâr. Yine muhalefetteki üç sol partinin (PvdA, SP, GL) çalışma hayatı ve çevre konularındaki muhalefeti de etkili olabilir.

Yeni hükümet ve Türkiye ile ilişkilerin geleceği

Hükümet protokolünde herhangi bir atıf olmasa da “realist bir dış politika” vizyonu ile diplomasi ve Hollanda’nın çıkarlarının olduğu bölgelerle işbirliğinin geliştirilmesine vurgu yapılmasından hareketle, -belki de biraz iyimser olarak- yeni hükümetin, 11 Mart Rotterdam olayları sonrasında Türkiye ile bozulan ilişkilerin düzeltilmesine de önem vereceğini ve bu yönde çaba göstereceğini söyleyebiliriz. En azından Hollanda’daki Türkler arasında buna yönelik bir beklenti olduğunu söylemek mümkün.

Hollanda Kültürlerarası İnsan Hakları Merkezi müdürü Prof. Dr. Tom Zwart’ın Türkiye’nin AB ve Hollanda için önemine vurgu yapan açıklamaları örneğinde olduğu gibi, bazı sağduyulu sesler olsa da, kısa vadede bu yönde bir gelişme pek olası görülmüyor. Bekleyip göreceğiz.

Kabineyi diyaloga davet ettiler

Hollanda’daki Türkler, yeni kabinenin kurulması ile birlikte kabineyi diyaloga davet ettiler.
Konuyla ilgili olarak Hollandaca yapılan bir açıklamada, Türk, Kürt, Alevi ve Süryani kökenli Hollandalılar’ın, yeni kabineden diyalog beklentisi olduğu belirtildi.
HTİB Başkanı Mustafa Ayrancı’nın imzasını taşıyan Hollandaca bildiri altta:

Turkse Nederlanders roepen het Kabinet op voor een dialoog

Vanuit de Turkse Nederlandse gemeenschap wordt de komst van het nieuwe Kabinet als een nieuwe kans gezien om de dialoog weer met elkaar aan te gaan en om de verbinding met de Turkse Nederlandse gemeenschap een nieuwe fase te laten inluiden. De afgelopen jaren hebben Turkse Nederlanders deelgenomen aan verschillende dialoogbijeenkomsten die door de toenmalige en verantwoordelijke minister uit het Kabinet Rutte II werden georganiseerd. Vanwege het toegenomen onbehagen binnen de Turkse Nederlandse gemeenschap in relatie met de omringende samenleving, is het van belang dat die dialoog wordt voortgezet.

Op 16 november jl. kwamen twintig bezorgde en betrokken Turkse Nederlanders, met een Turkse-, Koerdische-, Alevitische- en Assyrische achtergrond bij elkaar, om met elkaar van gedachten te wisselen over hoe de verbinding onderling en die met de Nederlandse samenleving nieuw leven ingeblazen kan worden. De betrokken deelnemers aan het overleg maken zich zorgen over de negatieve beeldvorming die de Nederlandse samenleving heeft over de Turkse Nederlandse gemeenschap. De Turks Nederlandse gemeenschap is zich bewust van deze negatieve beeldvorming en wil dan ook de verantwoordelijkheid nemen om samen met het nieuwe Kabinet op zoek te gaan naar instrumenten die kunnen leiden naar een hernieuwde vorm van overleg en dialoog tussen de Turks Nederlandse belangengroepen, de Turks Nederlandse gemeenschap en de Nederlandse samenleving.

Turken in Nederland zijn Nederlanders en hebben recht op gelijke kansen en gelijke behandeling op alle fronten in de Nederlandse samenleving. Turkse Nederlanders wonen immers hier en niet daar. Dat Turkse Nederlanders een andere culturele achtergrond, een andere etniciteit hebben en ons verbonden voelen met familieleden, vrienden en kennissen in Turkije, maakt ons niet minder Nederlander dan een ander.

De deelnemers aan het overleg zijn ervan overtuigd dat het hernieuwen van een dialoog tussen de Turks Nederlandse gemeenschap, het nieuwe Kabinet en de Nederlandse samenleving, de wederzijds ervaren ongemakken en preoccupaties zullen wegnemen. Het Kabinet Rutte III wordt dan ook uitgenodigd voor het  in gang zetten van een hernieuwde dialoog met de Turks Nederlandse gemeenschap.