Yazmak suretiyle kendimizi elimizde olmadan içine düşeceğimiz, üzülüp üzeceğimiz, kırılıp kıracağımız her türlü ortamdan uzak tutuyor, saksıda duygu büyütüyoruz.
Özenle, ürpererek, coşkuyla, sığınarak.
Kelebekler yeryüzüne parmak uçlarıyla basıyorlar… Hiç incitmeden. Ben de yazarak duygularıma parmak uçlarımla dokunacağım… Hiç incitmeden…
Hani postayla bir şiir göndermiştin. Öyle pırlanta, değerli mücevher değil. Şiir… Elime aldığımda heyecandan ölecektim. Laboratuarda açmıştım da okurken elim ayağım dolanmıştı birbirine. Sanki ilk defa şiir yazıyordun bana, sanki ilk defa benim için yazılmış bir şiir okuyordum. Hayır, her gece yazıp gönderdiğin şiiri okumak, her sabah uyandığımda telefonuma düşen şiirini okumak güzelken elime postayla gelen şiirin hissettirdiği şey muhteşem… Sadece okumuyorum, hergün dokunuyorum ona.
Odamda duvarımda asılı…
Şiire dokunulur mu dersin?
Bence kimin yazdığına bağlı. Hatta bana yazıldığı da önemli değil benim için… Şiir konusunda uzman edebiyat eleştirmenlerinin şiiri sadece ‘okunacak değil, dokunulacak’ bir şey gibi gören yaklaşımımı nasıl karşılayacakları da önemli değil. Çünkü ben farklı bir şiir okuyucusuyum bugünlerde. Şiiri farklı yönlerden okuyan bir şaşkın. Öyle ki sonuçta ellerim mi daha çok zevk alıyor şiirden yoksa zihnim mi bilemiyorum.