Etiket arşivi: Selçuklu

CUMHURİYET  DÖNEMİNİN  İKTİSADÎ  ARAYIŞLAR  TARİHİ–III

CUMHURİYET  DÖNEMİNİN  İKTİSADÎ  ARAYIŞLAR  TARİHİ–III

 

 

Selçuklu’daki temel toprak sistemi olan ‘ikta’nın Osmanlı’da ‘tımar’ olarak uygulanmasına rağmen Anadolu’daki Türkmen beyliklerinin ayrıcalıklı konumlarını her iki dönemde de koruduklarını vurgulayan Sezai Tezel, Avrupa’nın aksine Türklerde idarî ve malî özerk elde edebilmiş kentlerin oluşmadığını tespiten aktarmaktadır. Devlet arazilerinin büyük kısmının hanedan mensuplarının ve vezirler gibi yüksek bürokratların elinde olduğu Osmanlı’da gelir getirici üretimin de yine bu sınıfların kontrolünde kaldığını beyan eden Yazar, Osmanlı çağlarında Avrupa’nın en büyük şehri olan İstanbul’un iaşesi için Anadolu’nun tamamının hizmet üretmekle yükümlü görüldüğünü de dile getirmektedir.

Alt konu başlıklarında Batı Avrupa’nın merkantil / ticarî genişlemesini ve Osmanlı yapılarındaki değişmeleri inceleyen Yazar; Kanunî döneminde İmparatorluğun sınırlarının Osmanlı’nın askerî kapasitesini tüketen bir mesafeye ulaştığını, 16.yy’da başlayan bütçe açıklarının 17.yy boyunca sürdüğünü, bu yüzyılda tımar-dirlik sisteminin bozulmasıyla olağanüstü ve keyfî vergilere başvurulduğunu, devalüasyonlar zinciriyle Osmanlı para sisteminin çökmeye başladığını, Celâlîlerle başlayan isyanlar sonucunda köy ve kent nüfuslarında büyük düşüşler yaşandığını sıralamaktadır.

Çok farklı bir gözlemle Anadolu’nun Hititlerden  1950’lere kadar tarımsal üretim teknolojisinin değişmediğini tespit eden Tezel; has ve mukataaların 17.yy’da toptan iltizama verildiğini, 18.yy’da ise önce hayat boyu iltizamın sonra da iltizamlarda miras bırakma hakkının geçerli olduğunu ifade etmektedir. 19.yy’a doğru Osmanlı hâkimiyetinin tıpkı Bizans’ın son günlerindeki İstanbul ve Marmara kıyılarına indirgendiğini, zira Batı Anadolu’dan Doğu Anadolu’ya ve Karadeniz bölgesinden İç ve Güney Anadolu’ya kadar âyan yada derebeylerin siyasî egemenlik alanlarının söz konusu olduğunu eklemektedir.

Osmanlı Devleti’nin Batı Avrupa’nın ekonomik genişlemesi karşısındaki uyumlu ve işbirlikçi bir tavır sergilediğini ve bunun 11-12-13.yüzyıllardan beri süren bir yönetim alışkanlığı olduğunu iddia eden Yazar, Avrupalı tüccarların deyimiyle “İmparatorluktaki merkezî rüşvet borsası” içinde Saray’dan vali konaklarına kadar dağıtılan rüşvetler ve hediyelerle hem padişah ve paşaların kukla gibi oynatıldığını, hem de diğer devlet görevlilerinin bu tarz ticaretten nasibini (!) almaya çalıştıklarını da öne sürmektedir.

Avrupalıların Ortadoğu ve Hindistan ticaretini denetimlerine geçirmesi karşısında askerî anlamda aciz kalan Osmanlıların Akdeniz limanlarındaki ticarî canlılığı arttırmak için evvela Yahudi bankerleri İstanbul’a davet ettiğini söyleyen Yazar, II.Selim’in denizcilik şebekesi sahibi Yusuf Nasi’ye 12 Ada’nın yöneticiliğini vermesiyle bunu örneklendirmektedir.  Fransız devlet adamı Colbert’in “Arzı kıt, talebi bol bir ekonomidir” tarifiyle Batılıların kârlı Osmanlı ticareti için Turkey Company ve Levant Company gibi şirketler kurduklarını aktaran Tezel; 1569’dan itibaren başta Fransa olmak üzere; 1581’de İngiltere’nin, 1612’de Hollanda’nın, 1615’te Avusturya’nın, 1737’de İsveç’in, 1740’da İki Sicilya Krallığı’nın, 1746’da Danimarka’nın, 1761’de Prusya’nın, 1782’de İspanya’nın ve 1783’te Rusya’nın kapitüler ayrıcalıklar elde ettiğinin altını çizmektedir.

1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra Karadeniz ticaretini de yabancı gemilere açan Osmanlı’nın adeta bir kompradorlar (tedarikçi) hükümeti gibi davrandığını ve kendi kulları (halkı) aleyhine karar almaktan çekinmediğini savunan Yazar, İstanbul esnafının 18.yy’da Fransız kumaş ihracatçıları karşısında pazarlık güçlerini arttırmak için bir ortaklık kurunca Fransızların şikâyeti üzerine Osmanlı Devleti’nin bu ortaklığı dağıtmasını ve esnafı cezalandırmasını örnek olarak sunmaktadır.

 

Türkiye’de Yahudi Ve Ermeni Düşmanlığı – II

 

“Türk odur ki; Müslüman bir anne babadan doğan, kulağına ezanla / kametle bir Müslüman ismi verilen, her türlü haltı yese de domuz eti yemeyen, mübarek gün ve gecelerde içmeyen, Cuma hassasiyeti olup arada bir kaçırsa da Cuma’ya giden, vatan – millet – din – devlet tehlikeye düştüğünde de kazma–kürek, balta–nacak alıp saldırana Türk derler. Bu tanım içerisinde ‘Hayır, ben Türk değilim’ diyecek bir Allah’ın kulu yoktur. Bu tanım içerisinde Hrank Dink Türk’tür, Orhan Pamuk Ermeni’dir; söylediğim cümleye göre.”

Türk tâbirinin kavmî bir tarif olmadığını bilen Yavuz Ağıralioğlu’nun ilginç tarifnâmesinde bile çaprazlamadaki olumsuz örnek Ermenilik kokar. Fakat asıl ihale Türkiye’de Yahudiliğedir. Zihniyeti, çıfıtlığı ve lânetliliği üzerinden oluşturulan olumsuz kanı bir asırdır yükselen bir grafikle genel kabul görmektedir. O kadar ki dünyanın bütün olumsuzluklarının arka planında onların varlığı dinî terminolojiyle desteklenerek seslendirilir.

Necip Fazıl demişmiş ya; “Yahudiler mi dediniz? Onlar, yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir” diye, bizim milliyetçi – muhafazakâr tayfa da yumurtası çatlasa veyahut ayağına taş çarpsa Yahudilerden bilir. Hem onların lânetlendiğini Kuran’dan duymuşmuş gibi aktarır hem de nerdeyse insanlığın kaderini Tanrımisal belirledikleri mitini yayarak üstün ırk nazariyesine bilmeden kovayla su taşır. Hâlbuki ikisi de Kur’anî değildir.

Ya nedir? Dünyada 15 milyon, Türkiye’de de 15-16 bin nüfusu olan din esaslı bu topluluğa Musevî denir. Kuran’da Beni İsrail olarak geçen İsrailoğulları yani Yahudiler ise bu din üzerinden milletleşen bir guruptur. Gerek Dünyadaki ve gerekse İsrail’deki toplam Musevî nüfus içerisindeki oranları 3’te 1 oranında olsa da kalan 3’te 2’yi de dinî milliyetçilik üzerinden Yahudi etnolojisine sokuşturmaya çalışıyorlar; biz de cehaletimizle destek oluyoruz.

2014’te Kocaeli Tarih Sempozyumu’nda Dr. Gerşom Qıbrısçı “Karaim in Nicomedia” başlıklı tebliğini sunarken Musevî bir Türk olduğunu söylediğinde onun hemşehrisi sayılabilecek bir tarih doçentimiz onun Yahudi olduğunu ve Türk olamayacağını beyan etti. İsrail nüfusu içindeki Etiyopya / Falaşa Musevîlerinin, Peru / İnka Musevîlerinin, Hindistan / Koçin Musevîlerinin, İtalyan / Romanyot Musevîlerinin, bizim Hazar / Karayit Musevîlerinin ve hatta Doğu / Mizrahî Musevîlerinin (Arap, Fars, Dağlı, Kürt, Tat, Gürcü..) dil ve kültürlerini yok sayarak yalnızca inanç tercihleri üzerinden tek tipleştirmek ne menem bir düşüncedir.

Yakın zamana kadar Türk Musevî Cemaati olarak bilinen Türkiye Hahambaşılığı’nın 3 yıl önce Türk Yahudi Toplumu adını alması da bu minvaldedir. Oysa kültürel kökeni hakkında Müslüman Türk’ün ne kadar konuşma hakkı varsa Ortodoks yada Musevî Türk’ün de o kadar konuşma hakkı vardır. İnsanlara kimliklerini ürün etiketi gibi başkaları barkodlayamaz. Bu, Sabataycı diye bilinen Avdetîler için de geçerlidir. İçlerinde iyisi de olur, kötüsü de; Kurtuluş Savaşı’nda ihanet edeni de olmuştur, Millî Mücadele için canını koyanı da.. Tıpkı Türkmenler, Lazlar, Yörükler, Çerkezler, Tatarlar, Kürtler gibi.. Milletine mensubiyet duyan koştu geldi, karakterinde defo olan Yunan’la bile anlaştı.

Neymiş; Türkçülüğün kitabını Moiz Kohen (Tekin Alp) yazmış; ‘Türk Ruhu’. Neymiş Mustafa Celâleddin Paşa (Konstantin Borzecki)  150 yıl önce ‘Eski ve Yeni Türkler’in tarihini yazmış. Bu adamların Hz. Musa’ya inanmaları niye milliyet şuurlarına ve bu meyanda beyanlarına engel teşkil etsin?! Biz Müslümanlar olarak Türklüğümüzle övünüyoruz da onlar 5 bin yıllık bir nehir olarak akmakta olan Türklükle ilgili niye kelâm edemesinler?!

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde baştacı ettiğimiz bu insanlar Siyasal İslam’ın ‘bi camide, bi kahvede’ anlattıklarıyla Şeytan’ın asker arkadaşları algısına aktarılmış.  Oysa Şeytan bu ilahî senaryoda kötü karakteri simgelemektedir; kökeni değil. Dahası yaratılış malzemesine bakarak azan / sapan Şeytan’sa ve “Herkes kendi karakterine göre hareket eder” âyeti varsa bu milliyet, soy-sop işlerinde dikkatli olmak lâzım gelir. Yoksa ensar’üş-şeytan; şampiyon!

 

Bu Ne Tarih Sevgisi Âh, Bu Neyin Izdırabı

 

 

 

Son istatistiklere göre nüfusumuz 80 milyon 800 bin, e devlet üzerinden soyağacı bilgisine başvuranların sayısı ise 10 milyon. Devlet, Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü üzerinden elindeki 1–2 asırlık nüfus kayıt bilgilerini eksiğiyle noksanıyla “Alt-Üst Soy Bilgisi Sorgulama” ekranından paylaşıyor ve daha ikinci haftada halkımızın % 12’si internet üzerinden başvurmuş oluyor.

Bu ne sevgi ah, bu ne ızdırap! Zavallı millet bağımız ne kadar harap.” 30 yıldır tarih üzerinden hayata bakan biri olarak diyorum ki bu durum hiç de normal değil. Zira tarih, yurdum insanının rivâyetler / menkıbeler haricinde pek ilgi duyduğu bir alan değil. Hele hele siyasetçilerimiz / yöneticilerimiz için hiçbir zaman aranan özellik olmadı. Eee, öyleyse bu ne?

Selçukoğulları, Oğuzların Üçoklar kolunun Kınık boyuna mensup bir sülâle idi; devleti onlar kurunca hepimiz Selçuklu adını millet adı olarak benimsedik. Kezâ Osmanoğulları da Oğuzların Bozoklar kolundan Kayı boyuna mensup sülâlelerden biri olarak devletleşti; hepimiz Osmanlı adını millet adı olarak benimsemekle kalmadık, yıkılışından bir asır geçmesine rağmen hâlen bu ismi övünç sebebi olarak kullanmaktayız.

Anâsır-ı İslâmiye’ yahut ‘Anâsır-ı Osmâniye’den kalanlarla kurduğumuz son devlete ise daha geniş bir millet adı vererek Türkiye dedik. Aralardaki beylikleri saymazsak Anadolu’daki bin yıllık tarihimizin kaba özeti budur. Bu coğrafyada yetişen devlet adamlarımız içerisinde tarih bilinci en yüksek insanlardan biri olan M.Kemal Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” sözüyle aslında mevzuya ta işin başında hitame koymuştu. Ama aşındıra aşındıra bugünlere geldik.

Zaten kuruluş manifestosunda yer alan “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” iyi de bunların adları var; Türk Milleti, Türk Bayrağı, Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti. Sanırım ilkinin muhtevası hâricinde diğerlerine bir itiraz yok. O da şu: Osmanlı’daki unsurlardan kurtarabildiğimiz kadarıyla bir Millî Mücadele verdik ki buna Milletçe Yaşama ve Millet Olma Mücadelesi de diyebiliriz; hür ve bağımsız bir Türkiye için o mücadelenin hakkını veren halkın tamamına Türk Milleti dedik ve demekteyiz.

Daha önce defalarca yazıp söylediğimiz gibi: Türkmen’den Kürt’ü ayırmak ırkçılıktır, Laz’la Çerkez’i ayrıştırmak soy-sopçuluktur. Unsurlara, alt kimliklere millet demek millî bütünlüğü bozmak demektir. Ne Atatürk, ne de Cumhuriyetin fikir öncüsü Ziya Gökalp meseleye bugünkü bozguncular gibi bakmamıştır. Hatta Gökalp “Millet ırkî bir tarif değildir, etnik bir tarif değildir, coğrafî bir tarif değildir, idarî bir tarif değildir, siyasî bir tarif değildir, kavmî bir tarif değildir; kültürel bir tariftir” diyerek meseleyi ortaya koyar.

Ortaasya’dan Anadolu’ya taşıdığımız kültürel miras, İslâmiyet’ten ve Acem, Arap, Bizans gibi milletlerden / devletlerden etkilenerek bugünkü birikimine ulaşmıştır. Hatta son 170 yıldaki Batı Medeniyeti’yle etkileşimimiz de kültür ve uygarlığımıza katkı sunmuştur. Neticede ortada bir Türk Kültürü var; düğünde-dernekte, sevinçte-kederde, birarada yaşama arzusu ve ortak gelecek duygusuyla hepimiz biriz, Türk Milleti’yiz.

Son 15-20 yılda adeta deneme tahtasına döndürülen millî kimliğimiz, insanımızı maalesef kendinden şüphe eden ve arşiv kayıtlarıyla kendini ifade etmeye yönelten bir iklimdedir. Demek ki toplumsal yapımız üzerindeki aşındırma çalışmaları sosyolojik olarak başarılı olmuş. İnşallah bu eşiği birileri bambaşka amaçlar için kullanmaya kalkmaz. Ve inşallah birileri yaraları sarmaya bu noktadan başlar.

Arayış içindeki bir halka ortak aidiyetin huzur ve mutluluğunu hissettirmek şart.

BİR ATTİLA İLHAN TİLMİZİ OLARAK BANU AVAR

BİR  ATTİLA  İLHAN  TİLMİZİ  OLARAK  BANU  AVAR

 

süleyman pekinGeçen hafta Banu Avar’ı konuk ettik Selçuklu Düşünce Kulübü olarak. Konu başlığı da ‘Dünya Düzeni’ olunca belgesel tadında bir dünya turu yapmış olduk.

Bu ülkede halk temsilcileri, kanaat önderleri, sivil toplum kuruluşu yada siyasî parti mensubiyeti taşıyanlar veya aydın pozisyonundakiler için en büyük eksiklik resmin bütününü görememek ve hayatı görebildiği / gösterilen belli renklerden ibaret bilmek.

Bu konuda kendisini iyi yetiştirmiş ve küresel resmin tamamını okuyan, okumakla kalmayıp çare / çıkış arayan bir sunuşa şahit olduk. Çay ve sair sohbetlerdeki samimî iletişimi, her insana değer hissettirişi, yatay teşkilatlanmadaki mütevazı başarısı ile tam bir “yerli” ve “millî” aydın / münevver tanıdık.

Bakalım anlattıkları arasında dikkatimizi çeken hususlar dikkatinizi çekecek mi?

  • Hem Batı’ya entegre hem de millî olmazsınız.
  • Dayatılan formata karşı savaşmak devrimciliktir.
  • Yontulmuş dinlerle insanlığı ele geçirmek istiyorlar.
  • Türkiye laboratuvar ülkedir, Batılı kalıpta itaatkâr kuşak yetiştirmek için.
  • Dünyadaki doğal kaynakların 4/3’ü Türkiye ile Çin arasındadır.
  • Batı’yla uyuşma kaçınılmaz olarak Türkiye’nin köleleştirilmesidir.
  • 1939’un baharında Üçlü Anlaşmayla (İngiltere, Fransa) Gazi’nin yolundan saptık.
  • NATO’nun verdiği görev bir Ortadoğu – İslam Federasyonu kurmamızdır (1951).
  • İmam-Hatip Okulları ABD isteğiyle açılıyor.
  • Ulus Devletten çıkışımız İkiz Yasalar iledir.
  • 2003 Tezkeresi’nden biz işgal edilecektik.
  • Çırpınan bir millet var, Karadeniz yerine.
  • Tek Dünya Devleti için İnternet Vatandaşı..
  • Mahşerin 4 atlısı: Facebook, Google, Twitter, YouTube.
  • CIA’nın açık istasyon çalışmasıdır tüm dünyanın Duygu Haritasını çıkarmak.
  • Balon Teknolojisi; ülke liderlerinin gazlanıp şişirilmesi ve sonra patlatılmasıdır.
  • Korkmazsan korkarlar.
  • Aşırı derecede zekiyiz ve garip bir genetik hafızamız var.
  • Kadın, spor ve folklor dernekleri üzerinden örgütlenmeliyiz.
  • Atatürk’ün dediği üzre “Bir elektrik şebekesi gibi çalışan bir organizma” kurmalıyız.

Daralan dış politikamız için bizce Banu Avar gibilerin fikirlerine ihtiyaç var. En azından

Onun  ‘uyandırma servisi’ hükmündeki Televizyon Programlarına kanal açılmalıdır.

Bu meyanda son yıllarda coğrafyamızın çeperlerinde olanı biteni anlamak isteyenlere Banu Hanım’ın son çıkan kitabı ZEMBEREK’i öneririz. Önümüzdeki yıllarda olup bitebilecek hadiseleri öngörme adına da aynı önerimiz geçerlidir.

Ne diyorduk; Er yada Geç Atatürk’e Varmaktayız, kardeşlerim.

NATO DÜŞMANLIĞI YENİ DEĞİLDİR

NATO  DÜŞMANLIĞI  YENİ DEĞİLDİR

BAHATTİN OMURCAN TÜRKİYE OKUYORSelçuklu Düşünce kulübünün tertiplediği Banu Avar konferansına katılan akademisyen aydınlardan soru çıkmadı. NATO Düşmanlığı Yeni Değildir sözüyle konuşmasına başlayan gazeteci Banu Avar’ın bu sözünü biraz açmak istedim.

Ey Anadolu! Sen ne kutsal bir bölgesin! Şehit kanlarıyla sulanmış topraklarının üstünde yaşayan milletlerin içinden aydın ve güçlü liderler çıkardın. Fatihler, Alpaslanlar, Kanuniler, Yavuzlar, Abdulhamitler, Mustafa Kemal Atatürk gibi dahi liderlerin  bir çokları bu bizim topraklardan çıkmıştır. Biz topraklarımızın kıymetini bilemedik. NATO bizden daha iyi biliyor bizim toprakların kıymetini, baksanıza Banu Avar konuşma arasında dünyanın yeraltı kaynaklarının %70’inin Çin ile Türkiye topraklarındadır tespitinin NATO tarafından bilinmekte olduğunu söylüyor.

Liderlerimizi de anlayamadık, “bize düşmanı dost, dostu da düşman olarak tanıttılar”.  Halk arasında söylenen sözler bile asırlardır tazeliğini koruyor, iki cümle ile özetliyor NATO düşmanlığını,  domuzdan post, gavurdan dost olmayacağını.

Protestan Kilisesinin 1870’li yıllardan bu zamana kadar İzmit ve civarını merkezi bölge olarak kullandığını anlayamadık. Hakkını savunan milletlerin çırpınışlarını hissedemedik,  Budizm, Hıristiyanlık ve. İslam gibi dinleri kullanarak insanların yazgısını bizden başkası belli edemez yarışına giren güçlü para baronları. Silahlı eylemciler, çeşitli örgütler kurup güçlerini ispat etmeye çalıştıkları bu gün daha iyi ve net olarak ortaya çıktığını anlamış durumdaysak ne mutlu bizlere.

Yakında yeni bir dinci partinin kurulacağını ve Amerika’nın kullanıp işini bitirdiği dünya liderleri gibi bizimkinin de işinin bittiğini, Esed mi, Esad mı yarın belli olacak sistemin aynen işlediğini ve sadece Amerika’ya çalışan taze bir kanın kurulacağını,  Türk siyasi partilerinin içinde ama katıksız hepsinde Amerika’ya çalışan adamların olduğunu, milletin öz evlatlarının herhangi bir siyasi partiden aday adayı olma imkanının olmadığını, Amerika’dan emir alan liderler sen, sen diyerek vekilleri seçtiğini, milli bir tane bile vekilimizin olmadığını bu konferans salonunda gazeteci Banu AVAR’ın ağzından duymuş olduk.

 

Avrupa  devletlerinin mantalitesinde bu hep vardır. İşine yaradığı zamana kadar kullan, yaramadı mı at gitsin. Bizim türkücü İbrahim Tatlıses’in yaramazsa at gitsin parçasından mı öğrendiler?

Rahmetlik Özal’a (KDİB) Karadeniz iş Birliği Teşkilatını Kurduğu İçin Avrupalı kendisine kızgındı.

Rahmetlik Başbuğ Türkeş’e Türk Dünyasını bir araya toplayalım demesine kızgındı.

Rahmetli Necmettin Erbakan D-8 Zirvesini kurdu, Dünya Müslümanlarının ezilmesine karşı çıktı, hükümeti düşürdüler, partisini kapattılar.

Recep Tayyip Erdoğan Avrupa Parlamentosunda elini cebine sokarak “dünya beşten büyüktür” deyince tüm Avrupa kendisine hücum etti, her türlü hakareti keyifle yaparcasına birleştiler.

Bu olanları bizden öncekiler yaşadılar ve şimdi bizler yaşayarak görüyoruz ki Türk- Müslüman sentezi güçlenmeli, Tük’ün Türk’ten başka dostunun olmadığı gerçeğini iyi kavramalıyız.

SELÇUKLU’DA BAŞKANLIK SİSTEMİ KONUŞULDU

 

 

Selçuklu Düşünce Kulübü son hafta toplantısında Başkanlık Sistemini ele aldı. “Başkanlık Sistemi (Bile Bile Lades)” kitabın Abullah Alagöz’le birlikte iki müellifinden biri olan Eğitimci-Yazar Halil KONUŞKAN konuk edildi. İzmit Türk Ocağı Başkanı Yücel Alpay Demir, Akçakoca Kültür Platformu Başkanı Hasan Uzunhasanoğlu, Türk Eğitim Sen Başkan Vekili Feyzullah Divli, Kocaeli Aydınlar Ocağı eski Başkanı Ahsen Okyar ile SDK ve TES üyelerinin katıldığı toplantı Selçuklu Düşünce Kulübü Başkanı Süleyman Pekin’in takdimiyle başladı.dava adamı süleyman pekin

Toplantıya yeni çıkan ve 236 sayfalık kitabını tanıtarak başlayan Yazar Halil Konuşkan sonrasında küreselleşme, algı, zihin kontrolü gibi kavramlar hakkında bilgi verdi. Pragmatizm ve Başkanlık Sisteminin Anglo-Sakson zihninin bir ürünü olduğunu öne süren Konuşkan, İngilizlerin kendi imparatorluklarından ayrılan ülkelerin çoğunluğuna emirlik ve krallık gibi tek adamlık yönetimleri miras bıraktığını ifade etti. Bir kişiyi idare etmenin alttakileri de idare etmek anlamına geldiğini söyleyen Konuşkan, petrolle ilgili olmayan ve çok dilli – çok kültürlü Hindistan gibi yerlere ise İngilizlerin Parlamenter Sistemi uygun gördüklerini belirtti.

Dünya üzerinde 52 ülkede Başkanlıkla yönetildiğini aktaran Yazar; Güney Amerika ülkelerinden Bolivya, Kolombiya, Panama, Venezuella, Ekvador, Paraguay, Şili, Meksika, El Salvador, Honduras, Guatemala’daki Başkanlığı anlatırken bu ülkelerde sayısız darbenin yaşandığını da ekledi. Toplum katmanlarının kendini ifade edemediği durumlarda sosyal patlamaların ve beraberinde darbenin yaşandığını dile getiren Konuşkan, temsil kabiliyeti dumura uğradığında otomatikman çatlamaların yaşandığını beyan etti.

Afrika’daki Başkanlıkla yönetilen Kenya, Uganda gibi ülkelerin ise azınlık kabileler tarafından yönetildiğini aktaran Yazar; bu sistemde yüzde 7-8’lik bir adayın bile ikinci turda seçilebilme ihtimalinden dolayı azınlık iktidarına her zaman yatkın olduğunu anlattı. Amerika’ın azatlı kölelerince kurulan Liberya’da çavuşların – onbaşıların bile darbe yapabildiğini ilave eden Halil Konuşkan, konferansının sonunda önerilerini de sıraladı.

İstikrar için ilk olarak 2 aşamalı Parlamenter Seçim Sistemini öneren Yazar, temsil adaleti adına 100 Türkiye Milletvekili konmasını ve 2 turlu seçimle iki partinin 500 milletvekilliğin paylaşmasını özetledi. İlla bir Anayasa Değişikliği yapılacaksa da 1- Hukukun bağımsızlığının garanti altına alındığı, 2- Yasama bağımsızlığının garanti altına alındığı, 3- Medya bağımsızlığının garanti altına alındığı, 4- Seçim Sisteminin ve Partiler Kanununu değiştiren bir Anayasa değişikliğine ‘evet’ denilebileceğini bahse konu etti.

TES Konferans Salonu’nda soru – cevap ve katkılarla devam eden toplantı, Yazar Halil Konuşkan’ın kendi kitaplarını konuklara imzalamasıyla sona erdi.

 

Doç. Dr. Meryem Gürbüz; “Ortaçağ’da siyasetin dili şiddettir” Moğol zulmünün Batı’ya olan Türkmen göçünün hızlandırarak Anadolu’nun Türk vatanı olmasında büyük rol oynadı

   

 

Kocaeli’nin önemli düşünce kuruluşlarından Selçuklu Düşünce Kulübü’nün mart ayı toplantısında korku ve şiddet siyaseti tartışıldı. Kocaeli Üniversitesi öğretim görevlilerinden Doç. Dr. Meryem Gürbüz’ün “Moğollar ve Cengiz Han Örneğinde Siyasal Şiddet” konulu konferansı büyük ilgi gördü.s1

Türk Eğitim Sen Konferans Salonundaki toplantıya Kocaeli Kamu Sen ve Türk Eğitim Sen Başkanı Yaşar Şanlı, Aydınlar Ocağı Başkanı Av. Ruhittin Sönmez, Tuhafiyeciler ve Konfeksiyocular Odası Başkanı İsmail Çevikel, Yesevî Ocağı Eğitim, Kültür ve Sanat Derneği Başkanı Engin Sönmez, Selçuklu Düşünce Kulübü eski Başkanı ve Kocaeli Barış Gazetesi yazarı Feyzullah Divli, Türkiye Kamu Çalışanları Vakfı Kocaeli Şube Başkanı Suat Yüksel, Ülkücü İşçiler Derneği Başkanı Selçuk Pınar, Uluslararası Avrasya Eğitimciler Derneği İl Temsilcisi Recep Sarısakal, Türk Eğitim Gelişim Akademisi İl Temsilcisi Murat Pala, Türk Diyanet Vakıf Sen Fahri Başkanı Yrd. Doç. Ali Vasfi Kurt, Kocaeli Gazetesi yazarı Nihal Özgirgin, Selçuklu Düşünce Kulübü ve Türk Eğitim Sen yöneticileri ile KOÜ Tarih Bölümü öğrencileri katıldı.

Selçuklu Düşünce Kulübü Başkanı yazar-şair, tarihçi Süleyman Pekin açılış konuşmasında hem terör saldırılarında kaybettiğimiz insanlarımız için başsağlığı dilediklerini hem de gitgide şiddet ve korku sarmalına yönelen toplumumuz için durumu açıklayıcı bir konferans konusu belirlediklerini ifade etti. Ardından konuşan Doç. Meryem Gürbüz, Moğollar döneminde bölgedeki tüm toplumlarda devlet şiddetinin yasal sayıldığından bahsederek biraz da bunun bozkırın zor yaşam şartlarından kaynaklandığını aktardı.s2

Arap İslam tarihçilerinin “Deccal, Kâfir” olarak nitelediği Cengiz Han’ın Batılı kaynaklarca da benzer şekilde “Barbar, Kâfir” olarak anıldığını beyan eden Gürbüz, Moğolların o dönem itibariyle korkuyu siyasal hükümranlık aracı olarak ustaca kullandıklarına dikkat çekti. “Ortaçağ’da siyasetin dili şiddettir” diyen Meryem Gürbüz, Moğol zulmünün Batı’ya olan Türkmen göçünün hızlandırarak Anadolu’nun Türk vatanı olmasındaki dolaylı rolüne de temas etti.

Günümüzde başta IŞİD ve PKK gibi terör örgütlerinin de şiddet ve korkuyu toplumları etkileme ve belli bir algıya yönlendirme hususunda kullanılıp kullanılmadığının tartışıldığı soru – cevap kısmında ise gündemdeki terör faaliyetleri hakkında sosyolojik analizler yapıldı. 21’nci asırda 13’ncü yüzyıl taktikleriyle iş görüldüğü üzerinde duruldu. Selçuklu Düşünce Kulübü üyelerinin soru ve analizlerle katkı sunduğu program Doç. Meryem Gürbüz’ün yetkinliğini konuşturduğu güzel bir söyleşi oldu. Konferans, Selçuklu Düşünce Kulübü Başkanı Süleyman Pekin’in Doç. Dr. Meryem Gürbüz’e plaket ve kendi kitaplarından oluşan kitap seti takdimiyle sona erdi.s3

Verimli toplantı ikram faslı sonrası sendika terasındaki sohbetle uzun süre devam etti.

77 Yıla 77 Milyon Rahmet

 

 

sss10 Kasım’ın yani Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının üzerinden 77 yıl geçmiş. O zaman 17 milyonmuşuz, şimdi 77 milyonuz ama kaht- ricâlimiz daha fazla.

Ana sorunlarımız yüzyıl önceki gibi, çıkış yollarımız da aynı.. “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile..” diyen Mehmet Akif ile “Müslümanlardan kaçın; İslam’a sığının!” diyen Muhammed İkbal ölmüş mü yoksa ölmeyen tespitleriyle daha da diri mi yaşıyor aramızda?

Türk Milleti farklı bir millettir, bu milletin bireyleri de öyle.. Selçuklu’dan Osmanlı’ya geçişin mimarı Ertuğrul Gazi’nin babasından isimlenen ve kendisi de bir subay çocuğu olan Kayahan, pop şarkıcısıydı ama halk arabesk tınılarını tuttu:

“Asırlardır yalnızım..

                          Pişmanım, alın yazım..

                          Bir öfkeye mahkûm ettik her şeyi,

                          Bir yemin ettim ki dönemem.”

Aslında milletçe ‘içimizde yüzyılların yorgunluğu’ ve ‘asırların yalnızlığı’ var. Bu coğrafyada pişmanlık alın yazımız olmuş adeta ve öfke nöbetleriyle millî yeminler arasında kalmışız.

Öfkeye veya öfkeyle mahkûm ettirdiklerimizden biri de Atatürk. Ne O’nun kurdurduğu Diyanet gibi kurumlar bildi kıymetini, ne mazlum milletlerin derdine düşmesi gereken Müslüman cemiyetler. İşgallere karşı göstermedikleri direnişi maalesef hem Mustafa Kemal’e hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı gösterdiler.

Madalyonun ters tarafından bakmayı severim. 13 yıllık AKP İktidarında İslam Dini de bizi biz yapan ortak değerlerden biri haline geldi. Sol parti ve fraksiyonların birçoğunda ya dini anlama ya da en azından karşısında olmama gibi bir yaklaşım benimsendi. Hatta dini daha doğru okuyan örnekler de çıktı zaman zaman. Ve çıkıyor da..

Ha bu arada Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün ortak değer olmaktan kısmen çıkması sözkonusu olsa da 2011’in 11 Kasım’ında yazdığımız yazıdaki iddiamız o kesim için halen sürmektedir; “Er yada Geç Atatürk’e varacaksınız”.

Başka çıkış yok, burası Türkiye; sonunda yine çağdaş uygarlık, laiklik ve demokrasi diyeceksiniz. Yaklaşık bir asır önce denenenlere döneceksiniz mecburen. Kul ile Allah, hukuk ile adalet, bayrak ile bağımsızlık, para ile refahın arasından çekileceksiniz en nihayet.

Osmanlı’yla Cumhuriyet’i barıştıracak, Sarı Gazi’ye dizdiğiniz iftiralardan dolayı helâllik dileyecek ve er yada geç aklı rehber edineceksiniz. Akılsızların Ortadoğu coğrafyası gibi kaynayan kazanlarda yaşama şansı yoktur. ‘O bizi kandırdı’, ‘bu bizi aldattı’ teraneleriniz bittiğinde Atatürk’ün omzuna yaslanacaksınız.

Hatta II.Abdülhamit’ten bile O’na yol bulacaksınız. Gözünü açanlar ve yoldakiler için şiir vasıtasıyla ayak da verebiliriz:

Tarihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek koca kahraman;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en mucizevî liderine.”

 

İpek, Baharat Ve Petrol İle 30’dan 2000’e

sss                Siz devam ededurun yok Kürt Sorunu’ydu, yok anadilde konuşma yasağıydı yada bölgenin demokratikleşmesi tartışmalarına; eloğlu 2 yüzyıllık kara servet petrolün peşinde bloklararası kuşak çatışmasını oynuyor.

Hz. İsa’nın doğumu sayılan 0’ı esas alırsak yani iki büyük din olan Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasındaki 2 bin yıllık mücadelenin tarihine bakarsak aslında ana sebebin ekonomik egemenlik olduğunu görebiliriz. Ticarî yollar ve hakimiyet mücadelesi..

Milât’tan Coğrafî Keşifler’e kadarki 14-15 asırlık zaman İpek’in en önemli ticarî meta olduğu ve İpek Yolu güzergâhının da hükümranlık mücadelesine temel teşkil ettiği bir biçimde gelişti.

Asya’nın doğusundan Avrupa’nın güneyine kadarki alan Roma, Hun, Kuşhan, Han/Çin, Bizans, Göktürk, Sasanî, Emevî, Hazar, Abbasî, Uygur, Tang, Gazneli, Karahanlı, Harzemşah, Selçuklu, Cengiz, Kubilay, İlhanlı, Altınordu ve Osmanlı gibi büyük devletlerin yeşerdiği alandı.

15.yy’dan itibaren Coğrafî Keşifler’le yeni ticarî yolların bulunması dünyanın bütün dengelerini değiştirdi. Osmanlı, Babür, Rus, Ming, Mançu gibi büyük devletler bir anda Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa gibi devletlerin arkasında kaldılar. Güney Asya’dan Batı Avrupa’ya kadarki Baharat Yolları ve bilinen-bilinmeyen kıtalar onlardan soruluyordu.

4 asır sonra yine durum değişti; bu kez petrol keşfedildi ve bütün kartlar bu yeni duruma göre yeniden karıldı. Ticarî yollara hâkim olma için devletlararası mücadelenin yerini Ortadoğu Petrolleri ve 7 Dev Petrol Şirketi aldı. Artık daha farklı bir safhaya geçmiştik; devletlerin varlığına ve yokluğuna çokuluslu dev şirketler karar veriyordu.

20.yy başında yani 1900’lerde dünyada 30 kadar devlet var iken yüzyıl bitiminde yani 1990’larda dünyadaki devlet sayısı 200’e yaklaştı. 21.yy başında yani 2000’li yıllarda 200’ün üzerine çıkan devlet sayısı yüzyılın sonunda, örneğin 2090’larda 2.000 adedi bulur mu? Konunun özü budur.

Büyük Ortadoğu Projesi ve 22 İslam Ülkesinden yeni devletlerin çıkarılması olayı bu işin bir alt aşamasıdır. Yani siz demokrasi çığlıklarıyla Kaddafî’yi veya Esad’ı indirmeye çalışırken aslında televizyon kumandası gibi düğmeyle hareket eden insanlar derekesine düşmüş oluyorsunuz. Sizi kimin, ne şekilde ve nereye kadar yöneteceğine kumandayı elinde tutan zatlar karar veriyor.

Hızla Ortaçağ’a doğru kayıyoruz. Feodalite yani derebeylikler ve ağalıklar hortluyor. Hızla kanunsuzluk kanun olma yolunda.. Güvensizlik, milyonların göç hareketleri, günlük kan ve ölüm bilançoları bu gidişi herkesin korunaklı şehirlerde kendi kanunlarıyla yaşamasına kadar götürebilir. Yani aparatçık gibi binlerce devletçik..

Siz devam ededurun yok partiydi – seçimdi, yok terördü yada Kuzey Irak – Kuzey Suriye teranelerine; aktör müsünüz, figüran mı? İşte bütün mesele bu!

Esad’a kızan, İran’a kızan, Türkiye’ye kızan, İsrail’e kızan neden Süper Güçlere kızmaz veya Küresel Şirketlerin gücünü görmez. Amerika’ya, Rusya’ya yada AB ülkelerine kısmen kızanlar da sadece partner / işbirlikçi seçiminden dolayı kızarlar. Ölenlerin sadece sayı olduğu kanıksandığında ülkeler de sayıdan başka anlam ifade etmezler.

Attığımız taş ürküttüğümüz kuşa değsin. Allah en başta akıl versin.

(Bu makalenin yazılmasında Prof. Anıl Çeçen ve Nihat Gürer’in fikirlerinden de faydalanılmıştır.)

Hedef YÜZ BİN İMZA

kamu sen yeni başkanTürk Ocağı Kocaeli Şube Başkanı Yücel Alpay Demir Kamu Sen İl Temsilcisi seçilen Türk Eğitim Sen Şube Başkanı Yaşar Şanlı’ya hayırlı olsun ziyaretinde bulundu. Kamusen İl Temsilcilerinin Türk Ocağı Üyelerimizden seçilmesinden ayrıca onur duyuyoruz dedi. Şanlı’ya yeni görevinde başarılar dileyen Demir, Doğu Türkistan’da yaşanan zulmü anlatmak için ilimize davet ettiği Rabia Kadir’e vize verilmesi için genel merkez tarafından ülke genelinde başlatılan imza kampanyası çerçevesinde ilk imzayı da Yaşar Şanlı’dan aldı. kamu sen yeni başkan.jpg1

KOCAELİ’DEN YÜZ BİN İMZA

Ziyarette konuşan Türk Ocağı Kocaeli Şube Başkanı Yücel Alpay Demir, Bugün bizim tek gündemimiz Doğu Türkistan davasıdır. Kardeşlerimizin önderi Rabia Kadir’i konferans vermesi için Kocaeli’ye davet ettik. Vize sorunu olduğu için gelemeyeceğini söyledi. Türk Ocağı Genel merkezi öncülüğünde Türkiye genelinde imza kampanyası başlattık. Ülke genelinde 1 milyon imza toplamayı hedefliyoruz. Bu imzaların 100 binini Kocaeli’den toplayacağız. İlk imzayı Kamu Sen İl Temsilcisi Yaşar Şanlı’dan almak istedik. Yaşar Bey’e yeni görevinde başarılar diliyoruz” dedi.

 

BÜYÜK BİR AYIPTIR

Kamu Sen İl Temsilcis ve Türk Eğitim Sen Şube Başkanı Yaşar Şanlı ise ziyaretlerinden dolayı Türk Ocağı Kocaeli Şubesi yönetimine teşekkür ederek, “İmza kampanyasının en yüsek seviyeye ulaşmasını istiyoruz. Rabia Kadir’in ülkemize giremiyor olması büyük bir ayıptır. Bu ayıbı da kınıyorum” dedi. ziyarete Selçuklu Düşünce gurubu başkanı Feyzullah Divli , Türk Ocağı Yöneticileri Mahmut Ekmen ve Emre Denizbilgin eşlik etti.