Etiket arşivi: Pervana

İrak türkmanlarının pervanesi- Gazanfer Paşayev

                

                  İrak türkmanlarının pervanesi- Gazanfer Paşayev

pervane memedli

 

Sovyet döneminde, demir perdeler bizi tüm dünyadan izole etmişti, yabançı ölkelere ne seyahat edebilir ne  de  uzman olarak çalışma fırsatı bula bila bilmezdik.

Merkezi Moskova yönetimi Azerbaycan’dan yabancı ülkelerde çalışmak için sadece yakın Doğu ülkelerine uzman yollayırdı.Çevirmen ve mühendisleri.Qəzənfər Paşayev de Irak’a tercüman olarak gönderilmiş uzmanlardan biriydi. Fakat o İran’da Sovyet Büyükelçiliginde diplomatik hizmet veren Rüstem Aliyev gibi kendi soyundan olan halkına şerefli hizmet misyonunu da üstlenmişti. (Rüstem Aliyev ünlü  azerbaycan  şairi Şehriyarla bizzat gizli görüşerek, onun sesi yazılmış hesretli yasak şiirlerini büyük riskle ilk kez Azerbayna dağıtıb yaymışdı.) Hakkında bahsedeceğim Qezenfer Paşayev ise Irak’ta yaşayan Türklerin varlığı, edebiyatı ve dili hakkında o yıllardan başlayarak çok sayıda araştırmalar yapmış ve ciddi eserler ortaya koymuştur.

na]_lAzerbaycan Sovyet işgali döneminde Azerbaycan halkı kendi tarihini okumak, soydaşlarını tanımak onlarla ilişki kurmak imkänı yok idi. Çünkü Sovyetler kapalı bir sistem içerisinde ülkeyi yönetiyordu. Çok az sayıda Azerbaycan türkü aydınlar ülke dışına çıkma imkänı bulup soydaşlarımızla alaka sağlamıştır. Örnek olarak Irak Türkmenlerini, Kerküklüleri kimse fazla bilmezdi. Bilenler olsaydı da konuşamazdılar ve anlatamazlardır. Çünkü bu gibi konuiarın üniversitelerde, okullarda, konferans ve toplantılarda anlatılması yasak idi. O dönemde yaşayan insanların gençlerinin Türk dünyasını ve soydaşlarıyla iietişim kurmak tanımak ve araştırmak sıkıntısı varıydı.

Profesör Gazanfer Paşayev; Irak Türkmenlerini, Irak’taki soydaşlarımızı bize tanıtan ve anlatan büyük bir Azerbaycan aydınıydı. O’nun yazdığı kitaplar, araştırmalar, Kerkük, Tuzhurmatu, Telafer ve diğer bölgeleri bize tanıttı. Bu çalışmaları Azerbaycan’dan büyük bir dönüşüm noktası oldu. Hele hele ‘6 İl Dicle-Fırat Sahillerinde’ kitabı ile Azerbaycan’la Irak Türkmenleri arasında önemli bir köprü oluşturdu. Nesimi divanı kitabıyla Irak ve Suriye Türkmenlerini de Azerbaycan okuyucusuna tanıttı. Türkiye ile işbirliği yaparak bir bilim adamı gibi ortak faaliyetlere imza attı.

kitabGazanfer Paşayev dendiğinde yada İrak türkmenleri,Kerküklüler gelir. Azerbaycan Türkleri Irak Türkmenlerini ilk defa 1959 yılında Kerkük’ü ziyaret eden Azerbaycanlı yazarlar Resul Rza, Bahtiyar Vahabzade ve Kasım Kasımzade ile tanıdılar. Kerkük’le Azerbaycan arasındaki büyük köprüyü 1960-cı yıllardan bu yana Gazanfer Paşayev kurdu.

O,Irak’ta iş yapan bir Rus firmasında 1962 yıllardan başlayarakİngilizce çevirmeni olarak görev yapdı.O usanmadan adım adım Türkmen köylerini, kasabalarını gezmiş, her bulduğu folklor malzemesini kaydetmiştir. Sonuç olarak, Irak Türkmenlerini Azerbaycan için keşf  etmişti.

«Kerkük Bayatıları» (Resul Rıza ile, 1968),«Arzu‐Kamber» Destanı (1971),«Kerkük Mahnıları» (1973),«Kerkük Atalar Sözleri» (1978)

«Irak‐Kerkük Bayatıları» (1984), «Kerkük Tapmacaları» (1984)

«Altı Yıl Dicle‐Fırat Sahillerinde» (1985, 1987,

Arapçası: Bağdat, 1996),«Kerkük Folkloru Antolojisi» (1987, 1990)

«Irak‐Türkman Folkloru» (Bakü 1992, Bağdat 1995,İstanbul 1998)

«Azerbaycan Folkloru Antolojisi», Irak‐Türkman,cildi (A.Benderoğlu ile, 1999)

«Çağdaş Irak Şiirinden Seçmeler» (A.Benderoğlu ile, 2001),«Irak‐Türkman Folklorunun Janrları» (2002, Rusça),«Kerkük Diyalektinin Fonetikası»,(2003),«Kerkük Folklorunun Janrları» (2003), “Eta Terzibaşının folklorşünaslıq fealiyyeti” “Irak-Türkmen Lehçesi” ve 2011 yılında “Dilimiz Varlığımız” isimli monografilerin yazarı da Gazanfer Paşayev’dir.

g[rw.Paşayev, Irak Türkmen kültürü ve folklorunu Azerbaycan halkına tanıtmayı gö- rev edinerek horyatlar (bayatılar), atasözleri, bulmacalar, Arzu-Kamber masalı, Türkmen hikäyeleri, maniler, Kerkük diyalekti, Füzuli, Ata Terzibaşı gibi kültür ögeleri ve değerlerini kitapları, makaleleri, seminer ve konferanslarıyla tanıtır. Irak Türkmen folklor ve kültürünü takdim ederken sadece bilgi aktarmakla kalmayıp, bu materyalleri inceler, yorumlar, Azerbaycan’daki örnekleriyle mukayesesini yaparve tarihı sürecini belirlemeye çalışır.

Paşayev’in çalışmalarının Azerbaycan sınırlarını aşarak yayınlandığını görüyo- ruz. “Irak Türkmen Folkloru” kitabı Bakü’de yüksek talep üzerine ikinci defa ve bunun yanı sıra Bağdat, istanbul ve Tahran’da basılıyor.

  1. Paşayev, “Çağdaş İraq Şeirindən Seçmələr” isimli kitabını aslında 1990’lı yıllarda hazırlamıştır. Fakat mevcut siyasi durum, Sovyet yönetiminin kalkması, kitabın basılmasına engel olmuştur. 2001 yılında Irak’ta Şair Hamit Sait’le görüştüğünde, sevdasından vazgeçmeyen Gazenfer Paşayev,’ona kitabın basılacağına dair söz verdi.

qenirKitap yıllar öncesinden hazırlansa da, 2001 yılında “Elm Yayınevi” tarafından Bakü’de basılmıştır. 104 sayfadan oluşan kitap, G. Paşayev’in ile A. Benderoğ- lu birlikte hazırlamış olduğu antoloji kitabıdır. Kitapta çağdaş Arap, Kürt ve Türkmen şairleri ve onlara ait şiirlerin Azerbaycan Türkçesinde tercümeleri üç farklı başlıkta ele alınmıştır.

Kitapta, A. Bayatlı, A. Benderoğlu, N. Erbil, S. Nevres, R. Çavuş, H. Hamam- cıoğlu, Ç. H. Haydar, M. Ö. Kazancı ve H. S. Hasanoğlu gibi önemli Türkmen şairlerinin yanında Hamit Sait, Muhammed El-Bedri gibi Arap ve Kürt şairlerin de şiirleri yer almaktadır. Arapça ve Kürtçe yazılan şiirler, Azerbaycan Türkçesine A. Benderoğlu tarafından aktarılmıştır. Kitapta yer alan şiirlerden önce yazarların hayatlarına ve edebi faaliyetlerine dair bilgiler de bulunmaktadır. Bu durum okurlara Irak şairlerini ve onların değerli şiirlerini tanıma fırsatı sunuyor.

“O bizim şahımızdır,

Damarda kanımızdır,

Türkmenlerin elçisi,

Bedende canımızdır.”

– bu şiirdeki kelimeleri ünlü  İrak Türkman şairi Şemseddin Kuzeçi Gazanfer Paşayeve  sunmuşdur., Kuzeçiye  göre “Azerbaycan’da “Kerkük Sevdalı Bilim insanı” denildiği zaman akıllara direk Gazanfer Paşayev gelmektedir. Bu tabir sayın Paşayev’i anlatan en güzel tabirdir muhtemelen. Hayatının en önemli yıllarını, herhangi çıkar olmadan, hat- ta başka bir görveden sorumluyken Irak Türklerine, onlarla ilgili çalışmalara adamak herkesin kolaylıkla yapabileceği bir iş değildir.”

Paşayev’in yüzlerce bilimsel makalesi, Rusça-Arapça Konuşma Kitabı” (Bağ- dat, 1994), ders kitabı “İngiltere Hakkında” (1981, ingilizce) pek çok dilbilimcileri tarafından ilgiyle karşılanmıştır.

Profesör Dr. Paşayev ABD’de, ingiltere’de, Türkiye’de, Rusya’da, Kazakistan’- da vd. ülkelerde bildiriler sunmuş, makale ve tezleri yayımlanmıştır. Profesör Paşayev’in Irak Türkmen dili, folkloru ve tarihine dair ABD’nin Colifornia kentinde yayımlanan “Azerbaijan İnternational” ve İstənbul’da ingilizce “Kardeşlik” dergisinin iki sayısında yaymlanan makaleleri de araştırmacılar tarafından büyük ilgi ile değerlendirilmiştir.

Prof.Dr.Gazanfer Paşayev’in bu alanda da başarılı bir çevirmen olduğunu söyleyebiliriz. Paşayev, akademik faaliyetleri dışında, Alexander Düma’nın “Kafkas Esiri” (1985, Hamit Abbasov ile birlikte), Amerikalı akademisyen Sula Benet’in “Nasıl Yaşasak da, Yüze Yetişsek” (1989), Aqata Christie’nin “Mavi Trenin Sırrı” (1995) eserlerinin de çevirmenidir. G.Paşayev’in Rusça yazılmış “Alexander Dumas Kafkasya” eseri “Literaturnıy Azerbaydjan” dergisinde yayımlandıktan sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından bu senaryo üzerine ortak film yapılması kararlaştırılmıştır.

Ünlü Iraklı akademisyenler, Kerkük halkını tüm dünyaya sunan yazarın monografileri,çalışmalarını “Şah Esar” (A.Benadaroğlu) ve “Anıt Yazarlığı” (M.Naqib) başlıkları altında değerlendirdiler. Irak ve Türk akademisyenler Eta Əta Tərzibaşı ve Gazanfar Paşayev’i Kerkük kültürünü dünyaya tanıtmak için bir kanat olarak görüyorlar.

Onun çalışmaları yalnız bilimsel araştırmalar veya tercümecilik faaliyeti ile sınırlanmıyor. Gazanfer Bey bu istikametdee praktik olarak uluslar arası sempozyumlar, kongreler teşkil etmeyi, bilim ve sanat adamlarının bir araya gelmesini,şerikli kültür ocaklarının oluşturulmasına da büyük önem

verir, çoğu zaman bu işte kendi maddi yardımlarını bile esirgemiyor. Bu bakımdan onun Azerbaycan’da, Bakü’de şahsi teşebbüsü ile Edebiyat  muzesinde meydana getirdiği «Irak‐türkmen Ocağı»nın olumlu faaliyetini kaydetmek yerinde olurdu.

Hatırlatalım ki, 1995 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin

tanınmış şahsiyetlerinden olan sayın İhsan Doğramacı bile

bu ocağın konuğu olmuş, onun faaliyeti ile ilgili hoş sözler

söylemiştir.

Prof.Dr.Gazanfer Paşayev’in çok yönlü ilmi‐pedagoji faaliyeti ile öteri tanışlık bile onun manevi kültürümüze, dili mize, edebiyatımıza, folklorumuza, tercümecilik mirası mıza ne kadar da büyük katkılarda bulunduğunu açığa çıkarmaktadır.

Türkmen dili ve edebiyatının, Türkmen folklorunun en güzel bilicisi, ulus‐

lar arası alemde ise bu alanın en görkemli uzmanlarından biri hesap ediliyor».

Bence, Gazanfer Paşayev Azerbaycan Kerkükşinaslık ilminin kudretli yaratıcısıdır. Sadece Azerbaycan’da ve yahut da, dünyanın başka bir yerinde, hatta Kerkük’te bile Kerkükşinaslık alanında Gazanfer Paşayev ile mukayese edilebilecek bir kimse zor bulunur.”Bu  sözleri ünlü Prof. Dr. İsa Habibbeyli söylemişdir.

  1. Paşayev’in şahsında yetenekli dilbilimci, edebiyatçı, tarihçi, etnograf älimle, sosyolog ve gazeteciyle, en önemlisi de tüm bunları kendisinde birleştiren, yetenekli doğu araştırmacısıyla karşılaşmış oluruz.

Irak Türkmenlerini, onların zengin manevi hazinesini kendi eserleri ile Azer- baycan için, bir anlamda, belki de, bütün Türk Dünyası için Gazanfer Bey ay- dınlatmıştır.

Azerbaycan Millet vekili Dr. Ganire Paşayeva cocukluğundan amcası Gazanfer Beyin onun için bir ideala dönüşdüyündenyazır:”Gazanfer amcamın benim hayatımda çok büyük etkisi vardır. Yetişmem de çok önemli rolü olmuştur. Bu yaşında olmasına rağmen gece gündüz çalışıyor. Kendini Milletine adamış bir aydın ruhuyla hayatını devam ettiriyor. Gazanfer Paşayev’i bir cümle ile anlatırsak ‘Milletine hasrolunmuş, milletine adanmış ömür’ diyebiliriz. Onun 100 yıl yaşamasını temenni ederim. Çünkü daha ya pacağı ve göreceği çok işler vardır. Onun bizimle Türk dünyasının birliğine ve güçlenmesine, Irak Türkmenleri arasında birliğin güçlenmesiyle beraber, genç nesillerin aydınlatılması için onun çalışmalarına hala da ihtiyaç vardır.”

Türk dünyasının önemli şahsiyyetlerinden biri olan Gazanfer Muallim’i yakkından tanıdığım  için, onunla birlikte Edebiyat Enstitunda çalışdığım için kendimi şanslı sanıırım. Onun 80 yılını kutladık.Bu kiçicik tanıtımımla elece  de İrak Türkmenlerinden sayın Dr. Mustafa ve  Ziya Dr. Şemsettin Küzecinin birlikte hazırladığı  “Kerkük  sevdalısı Gazanfer Paşayev”(2017) kitabını da takdim edir, kendisine sağlık ve uzun ömür temennisiyle Türk okurlarına sunmaktan onur duyuyoruz.

 

Türk dili artıq dünya dili olma yolunda

“Türk dili artıq dünya dili olma yolunda”

 

 

 

 

pervane memedliTürk dili Konuşan Ülkeler Dil Kurultayı, sonbaharın son ayında Ankara’da düzenlendi. Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi; Türk Dil Kurumu” işbirliği ile gerçekleştirilen uluslararası Dil Kurultayı’na dünyanın 4 kıtasındaki 40 ülkeden 320 araştırmacı katılmıştı. İsmail bey Kaspıralının “Dilde, işte, fikirde birlik” sloganı altında düzenlenen kurultayda  Türkçenin yaşı, Ortak iletişim dili, alfabe meselesi, farklı ülkelerde Türkçe öğretimi, Türkçenin diğer dillerle ilişkileri, tarihi ve çağdaş Türk yazı dillerine dair konular başta olmak üzere çeşitli alt alanlarda bildiriler sunulmuştur.emblem

Kurultayın panel tartışma ve dinlemeleri sembolik adlandırılan Bilge Kağan, Kaşkarlı Mahmut, Ali Şir Nevai, Kaspıralı İsmail, Bahtiyar Vahabzade ve Ahmet Baytursunoğlu gibi 6 salonda yapılıyordu. Rusya’da yaşayan Altay, Hakas, Saka, Kazan, Başkurt Türkleri, Türkmenistan, Japonya, Rusya, İran, Bosna Hersek, Bulgaristan, Kırım, Moğolistan, Kosovada  yaşayan, ve diğer Türk dilinde konuşan halkların bugün karşısına çıkan bir dil, edebiyat, alfabe ve tarihin problemleri bilim adamlar nın bahs  konusu oldu.18 - копия

Türk dilinin uzman bilicileri ve araştırmacıları tarihsel kurulan kültürün yeniden canlanması için işbirliğinin artırılması, Türk dünyasının ortak tarih ve Türkçülük şuuruyla yola çıkması, gelecekte bu yönde qerarlaşması için böyle büyük ölçekli kurultayın öneminden ise tanınmış türkoloqlar Hasan Celal Güzel, Şükrü Haluk Akalın, Mustafa Kaçalin, Osman Fikri Sertkaya, Bilgehan Atsız Gökdağ, Fikret Türkmen, Karjaubay Sertkojaoğlu, Firudin Ağasıoğlu, Timur Kocaoğlu, İgor Kormuşin, Tursunjan imin, Melek Özyetgin gibi bilim adamları Kurultayda Kazakistan’ın latin alfabesine geçmesi meseleleri, bu olayın bölgede ve dünyada doğurduğu akisler, Uluslararası Türk Akademisi ortak türk dili ve ortak türk dili ders kitapları alanında yaptığı islahatlarlardan konuşdular.Kurultayda aynı zamanda, Rusya’da türk dilinin yabancı dil olarak korunması, Irak’ta türk dilinin bugünkü durumu, Özbekistan’da alfabe ve yazım sorunları, Latin qrafikasının bu günü, İran’da Türk dilinin korunması ve birçok devletlerdeki Türk alfabesi konusunda öne çıkan problemlerinden bahs edildi. Müzakerelerde ukrayna, belorus, Rus, İngiliz dillerinde oluşmuş oturan türk sözlerinin işlenmesi, dünya dilleri içerisinde Türkçe ve HHI yüzyılda Avrupa’da Türk dilinin yayılması gibi ilginç konular etrafında alimler görüş alışverişi yaptılar.“

“Dünya, yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman, Türkiye, ne yapacağını bilmelidir. Bizim, bu dostumuzun idaresinde, dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara, sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak, yalnız susup o günü beklemek değildir. Hazırlanmak lâzımdır. Milletler buna nasıl hazırlanırlar; manevî köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinden bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir.”IMG_4236

84 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği bu sözler sadece bir arzu ve dilek olarak kalmadı, gerçekleşmesi için güçlü adımlar atıldı. Öyle ki, 1924’te Bakanlar Kurulu kararı ile İstanbul Üniversitesi’nde Türkiyat Enstitüsü kuruldu, 1931’de Türk Tarih Kurumu, 1932’de Türk Dil Kurumu bu amaçlara yönelik kurulan bilimsel merkezlerden bazılarıdır.

Hatırlatalım, ilk Türk halkları kongresi 1926’da Azerbaycan’ın Bakü şehrinde yapıldı.

Geçen yüzyılın 90 yıllarında tüm Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlığına kavuşup, geçmişte yaşadıkları bir çok sıkıntılardan qurtuldular.T arihin belirli dönemlerinde kullanılan Ortak Türkçe’yi Türk’ün büyük coğrafyasında yaymak meselesi gündeme çıktı. Bugün küreselleşen dünyada siyasi, ekonomik, kültürel ilişkileri yüksek düzeyde kurmak için Türk dilli halqarın ortak bir iletişim ve bilim diline ihtiyacı var ve Türkiye’de bunun için aşamalarla hangi işlerin görüldüğüne bakalım.

1992 yılı ekim ayında Ankara’da gerçekleştirilen “Türk Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi” de Türk dünyasının sorunları ve çözüm yollarını çözelemek amacı ile kurultay geçirmek gerekliliğini de ortaya koydu.

1992’den günümüze kadar geçen sürede çeşitli kurultaylar yapılmış, buralarda Türk dünyasının problemleri ve çözüm yolları konuşulmuştur. Hükümetlere bir tavsiye niteliğinde alınan bu kararların bir kısmı ülkeler tarafından uygulanmıştır. TİKA, TÜRK- PA, Türk Keneşi, Türk Akademisi, Yunus Emre Enstitüsü, TRT Türk ve TRT Avaz kanalları gibi Türk dünyasına dönük kurumsal yapıların oluşturulması bu kurultaylarda dile getirilmiştir. Bu şekilde ortaya çıkan kurumlar Türk dili konuşan ülkeler arasında aynı zamanda dil, edebiyat, tarih, sanat, iletişim, eğitim, kültür gibi alanlarda işbirliği alanlarının gelişmesini sağlayan çok faydalı çalışmalar yapmıştır.

 

Dil, tarih ve kültür temelli stratejik bakışların sağlam, kalıcı milli politikalar belirlenmesinde vazgeçilmez olduğunu ilke edinen Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi; Türk dünyasının yakınlaşmasına yönelik çalışmalar yapan merkezlerin başında gelmektedir.

Kazakistan’ın El-Farabi Üniversitesi profesörü AB Salkynbay raporunda Kazakların Latin alfabesine geçmesini Türk dünyasında ortak amaçlara ulaşmak yollarından biri olduğunu vurguladı halkının yirminci yüzyılda yazı şeklini (alfabesini) siyasi nedenlerle dört kez deyişidiyini, bununla alnının dağa- taşa çarpdırdığını söyledi.O elifbaya ve yazıya yüksek değer verip bunu özel kaydetti ki, yazı olduğu yerde bir tarih vardır, onun bilgisi sistemli, düşüncesi sağlam, bilimsel kapasiteli ve manevi serveti ise kompakt topludur.A.Salkunbay fikrini biraz da aşıqlayaraq sonucda fikrini şöyle tamamladı:

“Bilimin varlığı doğrudan yazıyla ilgilidir, bu nedenle konuşma ve yazı ilişkisinin tayin edicisi de, ortak bir nimetlere dönüşüm biçiminin başlıca ve ana göstergesi de yazıdır. Ülke ve ulus tarihi kıyaslandığında, manevî kültür değeri belirlendiğinde yazının gücü artar. Kitabın söylenmemiş geçmişinin atalarımızdan miras olduğuna nasıl inanıyorsunuz? Her halda, yazılı bir tarih, ülkenin bölünmemiş mirasının korunmasının temel garantisidir. Yazısız bir tarih birçok iddialara, davalara yol açar ve ülkenin geçmişini takip edemeden, geleceğe olan umudunun zeifledeceyi kesindir.

Türk dünyasının sorunları ile ilgili fuayedeki sohbetlerde de sunum ve konuşmalarda  da düşünce kışkırtan anlar vardı.

24 Kasım 2015 tarihinde Türkiye ile Suriye sınırının yakınlığlnda Rusya’nın Su-24 uçağının vurulması olayından 2 yıl geçmesine ve iki ülke arasındaki ilişkilerin iyileşmesine rağmen, halen Rusya bilim ve eğitim müesselerinde Türkiye ile ilgili bilimsel ve ilmi takasa engeller ortadan kaldırılmamışdır. Bu kurumlarda çalışan  daha fazla azsaylıTürkçe konuşan entelektüeller mağdur durumda.

Çin’deki Uygur Türkleri Müslüman və türk olduklarından katliamlara maruz  kalmışlar.

İran’da yaşayan Türklerin durumu da dayanılmaz. Ülke nüfusunun neredeyse yarıdan fazlasını oluşturan Türklerin uzun illerdir ki, Türk dilinde okulu yok.Bu dilde kitap, gazete dergi yayınlanmır. Onu da kayd edim ki, Kurultaya “İran’da Türk dili tarihi ve lehçelerde” sunumu ile katılmıştım. Sunumuma göre tek Dil Kurultayının“Katılım belgesi” deyil,Türkcenin Diriliş  Hareketi  derneginin “Üstün hizmet” ödülünü de layik  görüldüm.bunun için çok sevindim.

Bulgar Türkleri, 4. sınıfa kadar geçen yüzyılın 40’larına kadar ana dilde eğitim hakkına sahipti. 1946 yılında Bulgaristan’daki Türkçe eğitim veren okullar olduğu halde, sonraki yıllarda Türkçe tamamen yasak edilmekle birlikte, oradaki Türklerin varlığı zorla yok edilmiş edilmiş ve bu insanların Türkçe olan adları, Hıristiyan isimleri ile değiştirilmiştir. “Burada amaç assimilyasiyamı yoksa Türkleri aşağılamak yoluyla tarihten intikam almaktır ? “Bu ikilem Çanakkale kongresine katılan üniversite öğrencisi Demet Yener’in özetine kondu. Bu arada Dil Kongresi’ndeki bilim insanlarıyla birlikte birkaç blog yazarı ve üniversite öğrencisi vardı.

Diğer dillerde olduğu gibi Türk dili de artmış ve çökmüştür. Yüzyıllar boyunca Türk dili tek bir dil haline geldi ve tüm Türklerin Çin’den Hazar Denizine konuştuğu dil oldu. Orta Çağ’da ortaçağ olmasına rağmen, yirminci yüzyıl arasındaki farklar bağımsız dillere ayrılmıştır. Orhun anıtlarının dili olarak gördüğümüz, büyük coğrafyada yaşadığımız tek edebî dil, ortak dildir. Uzunca bir süre Moğolistan’daki taş yazıtların incelenmesi Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya, en eski Türkçe kelimenin 3035 yaşında bir “kıngırra” olduğunu kanıtladı. Hun Türkçesinden günümüze kadar olan bu kelime, Türk çağını 30 asır geri alır.

Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi Başkanı, Dr. Hasan Celal Güzel “En eski, en zengin ve en ahenkli dil Türkçe” başlıklı raporunda Türkçe’yi İngilizce ile karşılaştırarak, olgular temelinde Türkçenin söz dağarcığındakı kelimelerin sayısının ünlü Ohford sözlüğünü de geçip aştığını ve Türkçe’nin artık bir “Dünya dili” olma yoluna çıktığını bildirdi:

” İngilizce’rim zengin bir dil olduğu doğrudur. Halen, dünyanın ‘lingua Franca’ unvanına sahip tek yaygın dilinin İngilizce olduğunu kabul ediyoruz. Ancak, Ohford ansiklopedik bir sözlüktür. CoğrafT yerleri, teknik terimleri, hasılı İngilizce olsun olmasın her türlü kelimeyi barındırmaktadır. Halbuki Türk Dil Kurumu {TDK) Türkçe Sözlüğü’nde sadece genel Türkçe kelimeleri bulabilirsiniz.

Şimdi şu iddiamızı altını çizerek ifade edelim: Dünyanın en zengin dili Türkçedir. Elbette, bizim bazı ciğersiz, yabancılaşmış aydın taifesini hariç tutarsanız, dünyada herkes kendi dilini sever ve yüceltilmesini ister. Lakin bu iddiamız teorik yanılgıdan ya da boş bir övünmeden ibaret değildir. Türkçe, son yüzyılda epeyce badire atlattıktan sonra kendisini toparlamış ve gittikçe zenginleşmeye başlamıştır. Dilde tasfiyecilik yüzünden bir dönemde kuşa çevrilen Türkçe, artık bir ‘dünya dili’ olma yolundadır. Özellikle son 10 yıllık dönemde çalışmalarını hızlandıran Türk Dil Kurumu, eski Başkanı Prof. Dr. Şükrü Halük Akalın döneminde ve yeni dönemde üretkenliğini süratle arttırmıştır.

TDK, önce Türkçe Sözlük adlı eserini geliştirmiş ve 2011 yılındaki son baskısında kelime sayısını 122.423’e çıkarmıştır. Ayrıca, internet ortamında hazırlanan ‘Büyük Türkçe Sözlük’te kelime sayısı rekor seviyede arttırılarak 616.767’ye yükseltilmiştir. Bu haliyle dahi ‘Büyük Türkçe Sözlük’ 500.000 kelimelik ve dünyanın en zengin sözlüğü olduğu ilan edilen Ohford Sözlüğü’nü çoktan geride bırakmıştır. Lakin, ne yazık ki hala basımı gerçekleştirilememiştir.”

Bugün, Türkçe konuşan ülkeler önünde çözülmesi gereken birçok sorun var. Bilim, kültür, sanat, ekonomi, teknoloji ve benzeri temel işbirliği koşullarının başında ortak dildir. Ortak dili; birlik ve bütünlüğün temel unsuru olup, Türk dünyası ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki kültür köprüsünü kuracak, bu köprünün üzerinden diğer alanlarda da (ekonomik, ticari, askeri, siyasi) entegre edilmesi kolaylaştıran bir ünsürdür.

Kurultayın son gününde Yeni Türkiye Stratejik Araştırma Merkezi Başkanı Hasan Celal Güzel Türk dünyasının tanınmış bilim adamlarını, Türk tarihine imzalaraını altın harflerle yazan bilim fedailerini, Türkologları Merkezin düzenlediği “Türk dünyasına hizmet” ödülü ile değerlendirdi.

Bildirilerde Türk halkları arasında ortak iletişim dilinin Türkçe olması gerektiği güçlü bir şekilde vurgulanmıştır. Terim birliğinin sağlanması bilimsel işbirliği imkanlarını artıracak olup, bu yolda başlatılan çalışmaların kesintisiz sürdürülmesi ifade edilen konulardandır. Türk cumhuriyetlerinde kullanılan Latin esaslı alfabelerin birbirine yakınlaştırılması ve 34 harfli ortak Türk alfabesindeki harflerin tercih edilmesi gerektiği Kurultayda sunulan bildirilerde ve değerlendirmelerde en fazla dile getirilen hususlardan biri idi

“Türk dilini seviniz, çünkü Türklerin en az geçmişleri kadar büyük geleceği olacaktır”. Kaşgârlı Mahmud bu kelmeleri bin yıl önce söylemişdi.20

Doç. Dr. Pervana Memedli

Azerbaycan’da Alman kolonileri

Azerbaycan’da Alman kolonileri

 

 

 

pervane memedliAzerbaycan’a zaman zaman başka ulusların temsilcileri gelip göç edip, yerleşmişler. Onların arasında Almanlar da oldu. Almanların Güney Kafkasya’ya göç edip meskunlaşmasından artık 200 yıl geçiyor.

Dünya halkları içinde çalışqanlılığı, düzenliliyi, bilim ve  medeniyet alanında belli yeniliklerin öncüsü olmuş Almanların çok uzaklara-Kafkasya’ya göçü ne ile ilgilili olup? Onlar yeni yurt düşürdüğü meskenlerde nelerle üzleşibler? Yaşadıkları yeni mekanda neler yaratmış ve geride kendilerinden sonra neleri, hangi unutulmaz, önemli izleri bırakmıştır? Onların bu yerleri terk edip gitmeleri ne ilişkin olup?

Önce tarihe kısa ekskurs etmek yerine düşer.

Sovyet döneminde alman kolonilerinden konuşmak yasak konulardan sayılırdı.Halbuki, yazar ve düşünür Denis Fonfizin, şair Afanasi Fet, renkgar ressam Karl Bryullov, olağanüstü piyanist Svyatoslav Richter, heykeltıraş Pyotr Klodt, dünya çapında akademisyenler akademik Boris Rauşenbax, Vladimir Engelqardt, kosmonavtikanın pionerlerinden olmuş Valdimir Sander ve bu gibi aydınların isimleri tarihe altın harflerle yazılmıştı.

XIX yüzyılın sonlarında Almanya’da seferde olmuş Rus çarının ailesi ile görüşen bir grup köylü ve sanatçılar ülke tabaliyinden çıkıp Rus topraklarına gitmek için onlara destek gösterip himaye etmesini istemişlerdi .. Daha rahat ve huzurlu ve farklı (bölücü) inançları takip edilmeyen bir ülkeye gitmek fikirlerini bildirmişdiler.Güney  Kafkas ise daha çok arzualunan yeni iskan sayılırdı.Çünki o zamanlar dindarlar arasında böyle bir fikir yayılmıştı ki, 1836 yılı dünyanın sonu yaklaşacak .En kutsal ve dokunulmaz yerler ise Kafkasya ve Kudüs olacak.

Alman kolonilerinin Rusya ve eşikleri aktarılması Çariça II Yekaterina ile bağlıdır.Bu onun çıkarları ile de üst üste düşürdü. III Pavlus’un Alman soylu eşi, uçsuz bucaksız Rus topraklarında yaşam alanlarının düşürülmesi ve yerel nüfusun avropasayağı medenilesini hayata geçirmeyi planlamış, bunun için özel ferman da imzalamıştı. Böylece, Volqaboyu, Kafkasya, Karadeniz boyunca coğrafyaya XVIII yüzyılın sonu XIX yüzyılın evvellerinden  başlayarak Almanların göçü başlıyor.

 

Volqaboyuna köçeden Alman kolonisini II Yekaterina himaye edirdi.Voltere gönderdiği bur mektubunda II Yekaterina yazıyordu: “muhteşem Saratov kolonisi artık 27 bini aşmak, koloniyadan olanlar kendi iş-güçleri ile meşguldürler … ve 30 yıl boyunca tüm vergi-haraç özgürdürler”

Almanya’dan gelen mülteciler istedikleri yerde yerleşe bilerdiler.Ticari ve başka işlerle uğraşmak için vergi ödemekten, ayrıca askeri hizmetten özgür idiler.Onlar ev, arsa, iki at, bir sığır, ekin için tohum, köy tasssrrüfatı aletleri ves. ile temin ediliyordu.pervane hoca4

Sonraları çar I Alexander’ın eşi Anna Pavlova Almanların Kafkasya’ya köçme fikrini gerçekleştirmek için bir sonraki adımı atıyor. 1817 yılında aralarında çeşitli meslek sahibi olan Alman topluluğu Güney Kafkasya’ya göç ediyor. Onların üzerine böyle bir misyon koyur; meskunılaşdığl topraklarda ve oranınn sakinleri arasında Avrupa kültürünü yaymak ve teknolojilerini uygulamak. Bunun için onlara ev ve arazi almaya kararlı nakit de ayrlmışdı.pervane hoca3

Mülteciler önce Gürcistan’a, 1819 Aralık ayında ise Azerbaycan’a gelip Gencebasar -Gence ve çevresinde yerleşirler. Azerbaycan’da Vürtemberqden olan ilk iki koloninin esası Şemkir ve Hanlar (şimdiki Göygöl) qoyulur.Çar Rusyası’nın devlet bütçesinden yabancılara 100 bin gümüş rubleayrılır.Göygöldeki Alman kolonisi bulundukları mekanı I Pavlus’un kızı -heyatı erken terk etmiş knyagina Yelena Pavlovanın şerefine Yelenendorf adlandırırlar. Şemkirin yakınında yerleştirilen Alman topluluğu ise meskunlaşdıqları yeri I Pavlus’un başka bir kızı -Niderland kraliçesinin onuruna Annenfeld adlandırırlar. Umimiyyetle almanlar dağ, ova yerlerde yaşamaya tercih ederim. “Feld” almanca düzenlik demektir. Şemkir dağ eteğinde, ovada bulunmaktadır. “Dorf” -almanca köy anlamına verir.Helendorf (şimdiki Göygöl) onların yerleştikleri ilk mekan, köy olur.pervane hoca1

 

Gencebasar göç eden Almanları ilk günler aileler içinde yerleştirirler. Yerli nüfus onlara çok saygı ve özenle yanaşırlar.Adoptasiya çok ağır keçir.Ferqli iklim koşulları ve s.xesteliklerden sonra çok zorlukla kıştan yaza çıkıyorlar. Ayrılmış topraklarda ev aldı, çiftçilik yaparken olurlar.Yerli insanların tecrübesinden de faydalanıp ilk yıllar tütün ekmeye gayret gösterirler. Fakat bunun zor ve az gelir getiren alan olduğu için pamçılığı sınayırlar.Pambıq becermek de başarısız olur. Nihayet üzüm tenekleri üzerinde karar tutuyorlar. Üzüm ekib becermek o kadar başarılı olup, gelir getiren alan olur ki, daha sonra esas iştigale çevrilir.Ele bir zaman gelir ki, Almanların bu mekanda hazırladığı şarabın sorağı Rusya’ya ve Avrupa’ya bile gidip ulaşır.pervane hoca2

Almanların Azerbaycan’ın batı bölgelerine gelişiyle birlikte, özellikle kentsel planlama, tarım işçiliği, şarapçılık ve diğer alanlarda bu yerlerin yaşamında büyük değişiklikler meydana geldi.

Bosna-Hersok seferindən anılar

Bosna-Hersok seferindən  anılar

 

pervane memedliBir çox dillərdə etnik şəxsiyyət göz önünə alınmadan bütün Bosniya-Hersoqovina xalqına bosniyalı deyilir. Ancaq Türkcədə tarixdən gələn yaxınlıqdan Bosniyalı deyildiyi anda Boşnaklar, yəni Bosniyalı müsəlmanlar termini nəzərdə tutulur.

1986-1993-cü illər arasında yaşanan qanlı vətəndaş müharibələrinin sonunda Yuqoslaviya parçalananda, boşnaklar başda Slobodan Miloshevich olmaqla serb milliyyətçiləri tərəfindən sistematik bir soyqırım  yaşadılar. Bu etnik təmizləmədə minlərlə boşnak həyatını itirdi,öz  yerlərindən,yuvalarından ayrı düşdü.Onu  da  eşitmişdim ki, bosniyalılar  bu barədə danışmağı  sevmirlər.Bəlkə də o illərin ağrısını hələ  unutmadıqlarındandır .Bu  savaşda itirdiklərini bir az fərqli xatırlayırlar onlar…

Sarayevo şəhərinini mərkəzində müasir  tikililərlə  yanaşı 90-cıillərin savaş izlərini daşıyan- yarıuçuq və divarları güllə  qurşunlarından dəlik-dəlik olmuş binalar gördüm. Müharibə illərinin acı xatirəsini daşıyan bu binalar açıq havada bir  muzey idi. Bələdçiyə  ehtiyac olmadan özü danışan bir  muzey.Eynən 90-ciillərdə mənim doğma Bakı şəhərimdəki  binaların divarlarını Qırmızı Ordunun  əsgərləri dəlmə-deşik etmişdilər.Amma onları indi gənc  nəsil ancaq qəzet və  kitablarda, filmlərdə görə bilər.

Sarayevoda mərkəzi küçələrdən birində kiçik parkda  əski məzar  daşları gördüm.Yaşıllıqlar  içində üstü qədim yazılarla(ərəb  əlifbası ilə) haşiyələnmiş,antik  əsərləri xatırladan əyilmiş  qəbir  daşlarının belə dekorativ və pozitiv olduğunu və şəhərin  mərkəzində qorunduğunu  ilk dəfə  görürdüm.pervana bosna1.jpg2

Bir  az  aralıda isə  Aliya İzzetbegoviçin məqbərə-movzeleyini əhatəyə  alan ağ rəngli  kütləvi  məzarlıq vardı.

Dünyanı  tərk edərkən “Çox yaşadım və çox yoruldum. İndi də sevgilim-sevdiklərimə qovuşmaq  istəyirəm,soyləyən  Bosna-Heɾsek Cumhuɾiyətini nin ilk prezidenti  Aliya İzzetbegović çox böyük əskəɾi  gücə və imkana sahib olan serblərə təpki göstərib, sinə  gərməyi bacaran təmkinli  bir  siyasətçi kimi xalqının qəlbində bugün də yaşayır. “Din əxlaqdır; onu həyata geçirmək isə tərbiyədir” düşüncəsində olan Aliya İzzetbegović  xalqına çağdaş dövrdə əsil islam dəyərlərinə sadiq qalmaqla, etnik kimlik və milli  dəyərləri  qorumağa yönlənmiş  bir düşüncənin,əməlin də həyata  keçirəni oldu. Böyük İslam mütəffəkiri Cəmaləddin Əfqani demiş ki, “Qərbə getdim – müsəlman görmədim, amma İslam gördüm , Şərqə getdim, müsəlman gördüm,amma İslam görmədim.” Bosniya  Şərqin son qapısı, Qərbin isə girişi  sayılır.Orada  yaşayan əhali slavyan dillərinə yaxın  olan dildə danışsalar  da etiqad baxımından əksəriyyəti  islama tapınıblar. (Bosniya Hersoqovinada Müsəlmanlar – 51% ,Pravoslavlar – 30% ,Katoliklər və Protestantlar – 19% təşkil edir.)

XV yüzillikdə Osmanlıların əlinə keçdikdən sonra Bosniyanın yerli xalqı olan Boşnakların müsəlmanlığı seçməsində Nəkşibəndilik böyük rol oynadı. O dövrdə bölgədə Blagay(coğrafi  yer) Təkkəsi – bir Bektaşi təkkəsi olaraq quruldu.pervana bosna1.jpg3

Osmanlılar xüsusilə Balkanlara (Yeniçərilər də Bektaşi dərgahına bağlı idi) göndərdikləri Bektaşi dərvişləri sayəsində çox qısa müddətdə yüz minlərlə adamın müsəlmanlaşmasının təməlini  qoydu. Bektaşi dərvişlərinin xoşgörülü olması və özəlliklə də doğru-dürüst rəftarları, tarix boyunca qarışıqlıq və döyüş içində yaşamış bölgə xalqının müsəlmanlığa böyük rəğbət bəsləməsinə səbəb oldu. Səfər  zamanı belə təkkələrdən birini ziyarət etmək bizə də qismət  oldu.pervana bosna1.jpg4

Bosniyanın daha bir füsunkar guşəsi  Mostara gedərkən  yol boyu cənnəti xatırladan gözəlliyi  ilə adamı valeh  edən zümrüd rəngli yam-yaşıl  ormanlar və əzəmətli dağlar  bol sulu  çümüşü çaylar diyarından doymaq olmurdu.pervana bosna1.jpg5

Monstar şəhərində Neretva çayı üzərində salınmış eyniadlı qədim körpü şəhəri tam  iki yerə  ayırır. Körpü XYI əsrdə Memar Sinanın yetişdirmələrindən olan olan Memar Xeyirəddin tərəfindən inşa olunub. Monstar körpüsü  qədim  abidə sayıldığındanYUNESKO tərəfindən siyahıya  alınıb  qorunur . Onun özəlliyi tək tarixi əhəmiyyətli və ya bir arxitektura möcüzəsi olması bağlı deyil. Yüz  illərdir ki,istər  ölkədə savaş olsun,istər sərt qış,istərsə də onu  görməyə gələn turist olsun,Mostar körpüsü üzərindən saysız –hesabsız insan yola salan fiziki və mənəvi bir körpü missiyasını  daşıyır. Əgər ayaq  saxlayıb bir özünə qulaq assaq, yəqinki,bizə fərqli çox hekayə danışardı nəsilləri  yola  salan bu körpü.pervana bosna1

Attila Ilhan: “Biz Asyalı olduğumuz için gurur duymalıyız”

 

 

pervane memedliAttila Ilhan tüm yaşam boyu solcu kalarak, Avrasyacılık düşüncesinin bir destekçisiydi. 2004 yılında, İstanbul’da Uluslararası “Avrasya Hareketi” nin heyetinin ziyareti zamanı, o Türk basınında ve Türk televizyonda saatlerce iletim ve çok sayıda makale yapdı. Atilla Ilhan “Türkiye’nin vicdanı” idi. Avrasyacılık bu olağanüstü adamın karşısında destek ve teşvik kazandı

Size Attila Ilhanın 2004 yılınnda yazdığı bir makaleni sunuruz. “Biz Asyalıl olduğumuz için gurur duymalıyız” isimli bir mekalesinde yazıyordu:

Batı, hiç şüphesiz, plana göre çalışır.Biz asiyalıyız,AB-ye bizi alamayacaklar.

Soğuk Savaş sırasında, Batı Rusya’yı mahvetti. Yugoslaviyayı yıktı. Şimdi Irak’ı mahvediyor. İran ve Suriye den sonra  sıra bizde. Türkiye akla gelmezse, içten toplanmazsa, tüm bunları ciddiye almazsa, geleceğimiz çok kötü olacak.

Batı AB’ye bizi alacak söylüyorlar. Saf yanılsamadır. Onların gerçekten bu konuda düşünmesi  mümkün değildir. Bu Avrupalıların doğasına aykırıdır. Biz tarihsel bir perspektiften duruma bakarsak böyle bir sonuç açıklanır;

Bir yandan Christian West kurulması. Öte yandan Doğu ve Müslüman kurulması. Biz bu ikinci kurumda yaşıyoruz. Biz – Asyalıyız.

Ve  yanılsamaya kapılmamalıyız.Hayır, biz Avrupalıl değiliz.Onlar kibi davranmayırız. Ama biz Asyalıl olduğumuz için gurur duyuruz.

Neden? Sizin için bir örnek verelim. Bizim Osmanlı’dan bir çoh devletler grupu çıkdı. Bu devletlerin çoğu yabancı ve yabancı dilli idi.Neden Fransa kendi kolonilerine misyonerleri gönderir?

Bu ülkeler bizden ayrıldıkdan sonra, çok iyi korunmuş durumda din, dil, gelenekler, törenler ve her şeylerini saklamışlardı.Osmanlı hakimiyeti döneminde, Türkler onların inançlarını dil veya adetlerini ya dokunmadılar. Beraber onurlu yaşadılar.

Karşılaştırma için, aynı zamanda uzun bir süre Osmanlı idaresinde olan Kuzey Afrikaya bakın. Kuzey Afrikalı Araplar Türk dil bilmiyorlar. Fransızca konuşurlar. Bu nedenle bile birkaç Fransız yazarı oldular. Bu nedir? Ve bu Avrupa ülkelerinin diğer ülkelere göre Batı mantığıdır: “Eğer bir ülkeye geliyorsansa, onu  ezib suyunu çıkart, , onun dilini değiştir.” Kübar Fransa kendi kolonilerine misyonerleri gönderir. Ne diyorsunuz? Bu onların mantığı.

Ancak, bizlerde mantık başka türlüdür. Ve söylemeliyim: “Biz – Türkler. Biz böyleyiz. Ama bütün Asyalılar böyledirmi? “Bizde başka bir örnek var: Birçok Müslüman devletler Rusya’nın egemenliği altında bulunuyordu. Bütün bunları biliyorsunuz. Onlar bağımsız oldu. Onlar inancını kaybetmedi. Onların dillerini,geleneklerini de kayb etmediler.

Eritme ya da yok etme mantığı ancak Batı’da mevcuttur.

Tek Azerbaycan  televizyonunu  izlemek  yeter ,bence. Demek Asiyada bele şey yok. Bildiğiniz kibi bir çok Asya imparatorluklarında Türkler Moğollarla ve diğerlerinde moğollar da  türklerle birlikte bir arada hükmetti. Ama kimse birbirini, ezmedi,yok etmedi. Bu Asya mantıkı.”

Sayın okuçular,gerçekten Atilla İlhan demiş,Avrupa mantıkı farklıdır. Kim açıkça söyleyebiler ki,bele deyil?!.

 

Nefeslerde,boğazlarda,sevgilerde yaşatılan muzik hazinesi

 

pervane memedliGazetede çalıştığım yıllarda bir gün Şehrimizdeki Böyük elçiliklerden birine gidip mülakat almalıydım. Belirtilen sürede gelip kabul odasında oturup bekledim.Arada büyükelçinin kapısı açıldığında içeriden müzik sesi geldi. Kulağıma tanık gelen havalardan biriydi. Sesi biraz da dikkatle dinlemeye başladım. Bu muğamat havası idiı, kendisi de canlı ifada. Doğrusu biraz şaşırdım. Çok geçmedi büyükelçinin yardımcısı içeri geçmeyi önerdi. Büyükelçinin odasına girdiğimde ise teeccübüm biraz da artdı.Halının üstünde sazende grubu bağdaş kurup oturmuştu. Sayın Büyükelçi onlarla sağollaşıb uğurlamaya hazırlanırken beni görüp selamlaşdı ve biraz bekletdiyi için özür diledi. Kafasının musigekarışıp feyziyab olduğundan vaktin farkına varmadığını söyledi.

Büyükelçi Pierre Genyut üzümün ifadesinden fikrimi anlamıştı. Söze kendisi başladı. Muğam havalarını çok sevdiğini, öğle yemeği çabuk bitirip muğamları dinlediğini, kendisi de çanlı ifaya öncelik verdiğini bildirdi. Sonra sanatçıları bana sundu. Şirvan muğam grubu. Üçü de genç idi. Onu da ekleyip dedi ki, bu, üçülüyün plağını bırakmayı planlıyor. Düşündüğü projeyi satış için değil, genç yetenekleri teşvik etmek amacıyla öngördüğünü, beni de tanıtıma davet edeceğini söyledi. Pierre Genyutla görüşme sırasında başka sohbetlerimiz de oldu, mülakat “Respublika” gazetesinde yayımlandı. Ama onun bana teqdimatdan sonra vaat ettiği disk o günlerden bana hoş bir hatıra gibi yadigar kaldı.

Avrupalı ​​bir diplomatın, Fransız büyükelçisinin muğamlarımıza olan ilgisi ve genç muğam ifaçılarına kaygısı beni çok kövreltdi ve düşündürdü. Fransızların hele öten yüzilliklerden Doğu’ya bir ekzotik gibi baktığını, Doğu kültürü ile ilgilendiklerini ve bunu zaman zaman Fransız kültürüne yansıtdılarını biliyordum. Ama bunun bizzat çanlı şahidi oldum. Çünkü, şehirde büyüyen, çocukluğu ve gençliği ni Sovyet döneminde yaşayan ve o zamanlar benim yaşıdlarım yabancı olduğu kadar da çekici Batı müziğine koyulan baryerleri aşmak iddiasinda olup daha çok Batı’nın çeşitli müziğine bağımlı olanlardan birisiydim. İşte, Fransız diplomatının Azerbaycan mugamindan olan sevgisi sanki benim bütün varlığımı salladı. O günden men muğamlarımızla daha yakından ilgilenib onun aşığı oldum.

Məlum olduğu kimi qədimdən sübut edilmişdir ki, musiqinin müxtəlif ladları əsasında qurulmuş müxtəlif havalar, mahnılar və s. insanda fərqli əhvali-ruhiyyə yaradır. Elə musiqi əsərləri var ki, bizim ruhumuzda müvazinət yaradır, bizi mülayimləşdirir, sakitləşdirir. Eləsi də var ki, əksinə, bizdə coşqun bir əhvali-ruhiyyə yaradır, qəhrəmanlıq, mübarizə hissini alovlandırır. Elələri var ki, bizi şənləndirir, nikbin əhvali-ruhiyyə yaradır, elələri var ki, fikrimizi, dərdimizi dağıdır. Elələri də var ki, bizi dərindən düşündürür, kədərləndirir,  xatirələrimizi canlandırır, bizdə dərin ruhi həyəcanlar, sevgi, məhəbbət duyğuları oyadır və s. Məsələn, böyük bəstəkarımız Üzeyir Hacıbəylinin «Azərbaycan xalq musiqisinin əsasları» əsərində Azərbaycan musiqisinin yeddi əsas ladları haqda yazır ki, bədii-ruhi təsir cəhətindən «Rast» dincəyicidə mərdlik və gümrahlıq hissi, «Şur» – şən, lirik əhval-ruhiyyə, «Segah» – məhəbbət hissi, «Şüştər» – dərin kədər, «Çahargah» – həyəcan və ehtiras, «Bayatı-Şiraz» –qəmginlik, «Hüma-yun» isə «Şüştərə»ə nisbətən daha dərin bir kədər hissi oyadır”

Muğam  Azərbaycan  musiqi mədəniyyətinin mühüm qolunu təşkil edir. Təsadüfi deyil ki, bu milli musiqinin bəşəri əhəmiyyətini nəzərə alan YUNESKO 2003-cü ildə onu “bəşəriyyətin şifahi və qeyri-maddi irsinin şah əsərlərindən biri” elan etmişdir. Şərq xalqlarının ortaq mədəniyyəti olan muğam qədim tarixə malikdir.

Muğam ifaçılığının yayılmasında və onun pprofessional şəkil almasında XIX yüzilin 20-ci illərindən XX yüzilin əvvəllərinə qədər Azərbaycan şəhərlərində yaranmış ədəbi və musiqi məclisləri böyük rol oynamışlar. Onlardan ən məşhuru Şuşada “Məclisi-Fəramuşan”, “Məclisi-Üns”, Musiqiçilər Cəmiyyəti, idi. Bu məclislərdə şairlər, ədiblər, musiqiçilər, sadəcə ziyalı şəxslər, klassik poeziyanın və musiqinin sərrafları və biliciləri toplaşır, muğamları diqqətlə dinləyir, musiqinin və şerin incə ifası ətrafında müzakirələr aparırdılar.

pervana hoca yazıAzərbaycan muğamının inkişafında şübhəsiz olaraq Qarabağ məktəbinin xüsusi rolu var.

Onu da deyək ki, Qarabağ muğam məktəbinin nümayəndələri kimi tanıdığımız sənətkarların ömür yolu və yaradıcılığı əsasən Şuşa şəhəri ilə bağlı olmuşdur. Xalq arasında “Kim oxumağı bacarmırsa, deməli, şuşalı deyil”, “Şuşada bələkdəki körpələr də muğamat üstündə ağlar” deyimləri bir məsələ çevrilmişdir. Həqiqətən də, bu şəhərin mədəni mühiti, sözlü nəğməli həyatı, adət-ənənələri sənətkarların püxtələşməsində böyük rol oynamışdır.

Xatırladaq ki, Şuşa ilə yanaşı, o dövrdə Azərbaycanın Bakı, Gəncə, Şamaxı kimi iri şəhərləri də mədəniyyət mərkəzləri hesab olunurdu və burada da muğam məktəbləri formalaşırdı.

O dövrdə Şuşanı, haqlı olaraq, “Qafqazın konservatoriyası” adlandırırdılar. Çünki sənətkarlıq məktəbini Şuşada keçmiş xanəndə və xalq çalğı alətləri ifaçıları təkcə Azərbaycanda deyil, bütün Qafqaz ölkələrində fəaliyyət göstərirdilər. Şöhrəti vətənimizin hüdudlarını aşmış Qarabağ musiqiçiləri xalqımızın əsrlər boyu inkişaf etmiş musiqi ənənələrini yaşadırdılar. Eyni zamanda, onlar öz dəst-xəttini, oxuma üslubunu mədəniyyət xəzinəmizə gətirirdilər. Onların muğamları yeni mahnı və təsniflər dillər əzbəri olub, hər yana yayılırdı.

XIX əsrin II yarısında və XX əsrin əvvələrində Qarabağ muğam məktəbi yüksək inkişaf mərhələsinə qədəm qoymuşdur.

Muğam tədris edən ilk musiqi məktəbləri də XIX əsrdə Şuşada yaranmışdı. Ilk məktəbi Şuşanın məşhur muğam bilicisi Xarrat Qulu yaratmışdı. O, istedadlı, yaxşı səsi olan uşaqları bu məktəbə cəlb edərək, onlara Şərq musiqisinin əsaslarını, muğamları, xalq mahnılarını öyrədirdi. O, dəstgahları şagirdlərin düzgün oxumasına, səsin saflığına xüsusi fikir verirdi. Lakin Xarrat Qulunun məktəbi əsasən dinə xidmət edirdi. O, şagirdlərini dini ayinlərdə iştirak etmək üçün hazırlayırdı. Buna baxmayaraq, bu məktəb bir sıra ustad sənətkarların yetişməsinə səbəb olmuşdur.

Xarrat Qulunun vəfatından sonra Şuşada musiqi məktəbində muğamın tədrisi işini Kor Xəlifə adlı musiqiçi, daha sonra Molla Ibrahim davam etdirərək, yeni musiqiçilər nəslini yetişdirdi.

Muğamın bütün qanun-qaydalarını dərindən mənimsəyən, özündən əvvəlki sənətkarların yaradıcılığından bəhrələnən ifaçılar muğam bilicisi kimi ad qazanırdılar.

Muğam ifaçıları bu sənətin ənənələrini, sədaqətlə qoruyaraq, sonrakı nəsillərə ötürməklə yanaşı, həm də onları inkişaf etdirir, yeni melodiyalarla zənginləşirirlər. Sənətdə özünəməxsus ifaçılıq üslubu, öz yolu olan sənətkarlar orijinal ifaçılıq məktəbləri yaratmışlar.

O dövrdə muğam ifaçılığı əsasən toy şənlikləri və ziyafətlərlə bağlı olmuşdur. Şuşada poeziya və musiqi məclisləri təşkil olunmağa başlayırdı. Görkəmli Azərbaycan şairi Xurşud Banu Natəvan “Məclisi-üns”, alim, şair, rəssam və musiqişünas Mir Möhsün Nəvvab “Məclisi-fəramuşan” yaratmışdır. Bu məclislərdə ədəbiyyata, rəssamlığa və musiqi sənətinə dair maraqlı söhbətlər aparılır, bəzən bu söhbətlər diskussiyalara çevrilirdi. Bu məclislər ziyafətlərdən və toy şənliklərindən fərqlənirdi.

Orta əsrlərdə insanlar yazı-pozu bilmədiyi vaxtlarda, çox zaman küçə və meydanlarda tamaşaları seyr edir, natiqlərə qulaq asırdılar. Ötən əsrlərdə Şeir,sənət musiqi məclisləri qurular,bu işin xiridarları bir-birini tapıb,söhbətlərə qulaq asardılar

Gənc istedadları seçib, onların gələcəkdə irəli getməsi üçün bütün yardımları üzərinə götürən kişilər də vardı.

pervana hoca yazı .jpg1El şənliklərində,toy-düyünlərdə adətən aşıqlar xalqı şənləndirərdi.Onlar xalq mahnıları oxuyar,sazda çala-çala dastanlar danışardılar.Sazəndə qrupunda oxuyan xanəndələr isə xalq arasında az görünərdilər.Heca vəznli qoşma, bayatılardan fərqli olaraq əruzda yazılmış ərəb-fars tərkibli muğam havaları sarayda və xüsusi məclislərdə yayqın idi.İlin iki ayında(məhərrəm və səfər aylarında) heç bir şənlik keçirilməzdi. Meydan dini mərasimlərə verilirdi.Gözəl,təsirli səslə mərsiyələr oxunardı.Burada da xüsusi hazırlıaq tələb olunurdu.Şuşada belə dini tamaşaları Xarrat Qulu hazrlayırdı.

Saraylarda yaranan sadə camaatın anlamadığı dildə şeirlər,qəzəllər yazılmağa üstünlük verilirdi.Qəzəllərdə poeziya dili sayılan fars dilində nə qədər kəlmə işlədilirdisə şairin ənamı  o qədər çox olardı.Fars dilinin içində də ərəb kəlmələri bol olardı.

Bu  da məlumdur ki, türk hökmdarları öz ətrafına topladıqları şairləri ana dilində deyil dəbdə olan  farsca yazmağa təşviq edirdilər.Bu tək poeziya deyil,musiqiyə də şamil olunurdu.Və yeni yaranan musiqu havalarını da farsca ad qoydu edirdilər.Ona görə də Türklərin idarə etdiyi saraylarda yaranan muğamların adı bu günə qədər farsca qalıb

Əvvəllər mağarlarda dastanlar deyilirdi, ustadnamələr səslənirdi. Bugünkü kimi TV bolluğu, internet və başqa təbliğat vasitələri yox idi. İnsanların əsas informasiya mənbəyi və ideoloji təbliğat aşıq idi. Səbirsizliklə gözləyərdilər ki, hansısa toyda dərvişlər, aşıqlar gələcək, dastanlar danışacaq, dini-ürfani bilgilər verəcək, dünyanın gərdişini anladacaq, onlar da qulaq asacaqlar..

Xanəndələr də aşıqlar kimi öz ifaları ilə əslində elmi-ürfanı , poeziyanı xalqa çatdırır, onları maarifləndirirdilər.

 

Muğam çox qədim zamanların naməlum dövründə doğuldu, insanlar onu öz nəfəslərində, boğazlarında, sevgilərində yaşatdı ki, yox olmasın, itib-batmasın və beləcə, nəsildən-nəslə ötürüldü. Muğamın fəlsəfəsini anlayanlar, bu misilsiz xəzinəyə aşina olanlar onu sələflərindən alaraq yaşatdı və xələflərinə əmanət etdi.

Xanəndəlik sənətinin inkiŞafı ilə əlaqədar olaraq Şuşada musiqinin nəzəri məsələlərinə dair əsərlər də yaranırdı. Məşhur alim, şair Mir Möhsün Nəvvab qədim  Azərbaycan  alimlərinin  əsərlərindən  istifadə  edərək  muğamat  haqqında «Vüzuhul-ərqam» əsərini yazmışdı. Nəvvab öz kitabında  “Rast” muğamını baharın təravəti, “Mahur” su şırırltısı, “Şahnaz”  bülbüllərin cəh-cəhi, “Rəhavi” yağış damcıları, “Çahargah”   ildırım  çaxması, “Nəva” sevgililərin iztirabı, “Dügah”  suların fəvvarəsinə, “Üşaq” quşların nizamla uşuşuna, “Uzzal”  səma gəzəyənlərinin hərəkətinə bənzədirdi.

Xanəndəlik sənəti orta əsrlərdə şəhərlərin inkişafı ilə əlaqədar meydana gəlmişdir. O zamanlar xanəndələr əsasən şəhər-əyanlarının düzəltdikləri ziyafətlərdə, toy şənliklərində, karvansaralarda, çayxanalarda və yarmarkalarda çıxış etmişlər. Xanəndələr əsasən fars dilində yazılmış qəzəlləri və təsnifləri oxuduqlarına görə kəndlilər xanəndələri öz məclislərinə dəvət etməzdi. Kənd məclislərinin yaraşığı ya aşıqlar, ya da zurnaçılar dəstəsi olardı.

Xanəndələrin zövq və geyimlərnə gəldikdə isə Ü Hacıbəyov yazırdı:” El aşıqları kimi xanəndələrin də ənənəvi libasları var idi. Onlar bahalı, yəni mahud parçadan çuxa, atlasdan arxalıq, diaqanaldan Şalvar geyir, bellərinə qızıl toqqa bağlayar, barmaqlarına brilyant üzüklər taxar, başlarına buxara papaq qoyardılar. Çalğıçılar isə musiqi alətlərini qiymətli daş-qaşlarla bəzəyərdilər. Qocaların söylədiklərinə görə Sadıqcanın tarının qolu bütünlüklə sədəfə, çanağı isə qızıla tutulmuşmuş.”

Xalq yazıçısı Mirzə İbrahimov klassik xanəndələrimizin adət-ənənələrindən və onların sənətə münasibətlərindən bəhs edib yazırdı ki, əsl xanəndə və çalğıçıların möhkəm ədəb-ərkan qaydaları vardı. Onlar geyimlərinin səliqəsinə, zahiri hərəkətlərinin nəcibliyinə, ağır oturub, ağır durmaqa fikir verdikləri kimi ifaçılıqda da müəyyən kamil, bütöv qaydaları gözləyərdilər. Xüsusən oxunan havanın bitkinliyinə çalışar, sözlərini diqqətlə seçər, əxlaqi, fəlsəfi və estetik mənası olan qəzəllər, bayatılar, qoşmalar, gözəlləmələr oxuyardılar».

XIX əsrin ikinci yarısından başlayaraq Azərbaycanda incəsənətin başqa sahələri ilə  yanaşbı  xanəndəlik sənəti  də sürətlə inkişaf  etmiŞdir.  Bu dövrdə xanəndələr klassik muğamları oxuyarkən yeni-yeni təsniflər və mahnılar yaradırdılar. Onlar bəzən müəllifi məlum olmayan poetik əsərlərə – qoşma, qəzəl və müxəmməslərə mahnılar bəstələyir, onu məharətlə oxuyurdular. Bu mahnıların əksəriyyəti sevgi, məhəbbət və qadın gözəlliyinə həsr edilirdi.

Xanəndə sənətinə el ədəbiyyatı ilə yanaşı klassik Azərbaycan ədəbiyyatı da ciddi təsir göstərmişdir. Xanəndələrin oxuduqları mahnı və muğamların  sözləri qəzəl və qoşmalardan ibarət olurdu. Xanəndələr klassik muğamları oxumaqla Şərqin zəngin mədəniyyətini qoruyurdular. Hacı Hüsü, Məşədi İsi, Cabbar Qaryağdı oğlu, Sadıqcan, Bülbül və Seyid Şuşinski kimi mahir sənətkarlar bir çox muğamların təkmilləşməsinə böyük əmək sərf etmiŞ və bunların əsasında yeni-yeni təsniflər və mahnılar yaratmıŞlar.

Xanəndələrin tərkibi eyni deyildi. Saray xanəndələrindən, yəni  varlılara xidmət edən müğənnilərdən başqa «gəzəyən xanəndələr» də var idi. XIX əsrin ikinci yarısında «gəzəyən xanəndələr»in əksəriyyəti Tiflis, ġamaxı və Şuşa şəhərlərinin iri küçələrində, bazar və ticarət meydançalarında, həm də şəhər sənətkarlarının və xırda tacirlərinin məclislərində çalıb-çağırardılar. O dövrdə Tiflis, ġamaxı, ġuŞa Şəhərləri ticarət mərkəzləri olduğundan əhalinin əksəriyyəti gündüzlər alış-verişlə məşğul olar, axşam düşən kimi də bağlara, meydançalara toplaŞaraq xanəndələrin xo avazını dinlər, həm də rəqs edərdilər. Belə Şən gəzinti və musiqi sədaları gecədən xeyli keçmiŞ davam edərdi.

Milli musiqimizin əsasını təşkil edən muğamların inkişaf etdirilməsi və zənginləşdirilməsində Qarabağ musiqiçiləri böyük xidmətlər göstərmiş, bu ecazkar sənətin bugünədək gəlib-çıxmasına müvəffəq olmuşlar.Şuşa musiqi məktəblərinin yetirmələri olan klassik sənətkarlar məlahətli səsləri, gözəl ifaları ilə nəinki Qafqazda,

eləcə də Orta Asiyada, Yaxın və Orta Şərqdə məşhur olmuş, möhtəşəm muğam ifaçılığı məktəbi yaratmışlar.

Qeyd edək ki, Şuşada fəaliyyət göstərmiş musiqi məktəblərinin hamısı dini xarakter daşısa da, burda, əsasən, milli musiqinin inkişafına xüsusi diqqət yetirilmişdir.

Əsasən, xalq mahnıları və muğamların qorunub-saxlanmasında Şuşa məktəblərinin rolu danılmazdır.

Belə məktəblərdən biri də XIX əsrin sonlarında yaradılmış Molla İbrahimin musiqi məktəbi idi. Burda təlim fars dilində keçilirdi. Məktəbə 10-12 yaşlarında gözəl səsi, poeziyaya həvəsi olan oğlan uşaqları cəlb olunurdu. Bunlar gələcəkdə məhərrəmlik təziyələrində kişi və qadın, qız rollarını ifa etmək üçün yüksək səs tembrinə malik istedadlı uşaqlar idilər. Məktəbdə klassik muğam dəstgahları, onların nəzəriyyəsi, quruluşu, tərkibi, ifası, həmçinin ərəb, fars, türk dilləri, dini mərasimlər, şəbihgərdanlıq tədris olunur, şagirdlərə Hafiz, Nizami Gəncəvi, Sədi Şirazi, Ömər Xəyyam, Məhəmməd Füzuli, Qasım bəy Zakir, Seyid Əzim Şirvani, Mirzə Ələsgər Növrəs, Abdulla bəy Asi, Məşədi Əyyub Baki, Tofiq Fikrət kimi Şərq şairlərinin qəzəlləri öyrədilirdi.

Azərbaycan milli muğamını yaşadan və dünya xalqlarına sevdirən xanəndələrin

yetişməsində Şuşa musiqi mühitinin özəl rolu olmuşdur. Azərbaycan musiqi mədəniyyətinin  mərkəzlərindən olub Qafqazın  Musiqi Konservatoriyası adını qazanmış Şuşanın yetirdiyi musiqi sənətkarlarının adı Azərbaycanın sərhədlərini aşmışdı.

 

 

 

Rus bilim adamı akademik A. Olovintsova göre Cengiz Han Türk’tür

 

pervane memedliCengiz Han tarihini inceleyen Rusiyalı akademik Anatoli Olovintsov iddia ediyor ki, “Moğol milleti tarih boyunca mevcut olmayıp, bu siyasi isimdir” O, böyle düşünür ki, XIII yüzyılda Avrasya mekanı Cengiz Han da dahil Türklerden oluşuyordu ve bu Türkler çeşitli kavimlere ayrılıyordu. Daha sonra Cengiz Han tüm aşiretleri bir araya getirerek ona “Moğolistan”, yani “Sonsuz ordu” adını verdi. Sizlere Atev.az-a istinaden akademik Anatoli Olovintsovun müsahibesini sunuyoruz.
– Neden düşünüyorsunuz ki, Cengiz Han Türk’tür?
– Birçok tarihi belgeleri araşdırandan sonra bu sonuca geldim. Kendinizi bir düşünün, tarihte Moğol dilinde tek bir söz de bulmak mümkün değil. Ancak Türk dilinde ne kadar isterseniz, bulabilirsiniz. O dönemden Cengiz Han’ın bazı hükümdarlarla olan yazışmaları kalıp. Onların hepsi türk dilindedir. Orta Asya’dan Kubilay Han’ın torunlarına gönderilmiş mektuplar türk dilinde, eski Uygur alfabesi ile yazılmıştır. Ayrıca, büyük fatehin yaşadığı dönemde üzerinde Türk dilinde yazı olan Tau taşı günümüze kadar ulaşmış. Eğer o dönemde moğol dili var idiyse, Cengiz Han’ın Türk dili neyine gerekir idi?
– Peki, Moğollar nasıl göründü?
– Böyle bir etnik grup genellikle mevcut olmayıp. “Moğolistan” siyasi bir isimdir. Bunu ABD’deki Amerikalılar ile karşılaştırılabilir. Amerikalılar kimdir? İngiltere, Afrika, İtalya, Fransa ve başka yerlerden buraya yaşamaya gelmiş insanlardır. Ya da biz hepimiz önceleri Sovyet halkı idik, ancak hiç kimse Sovyet dilinde konuşmuyordu. Kazaklar Kazak Türkçesinde, Ruslar Rusça konuşuyorlardı. Cengiz Han’ın döneminde Asya çöllerinde sadece Türkler yaşıyordu. Onlar tatarlara, kereylərə, cəlairilərə, Nayman oğullarına vb. ayrılıyordu. Eski yazılarda denir ki, günlerin birinde Çin Büyükelçisi Menxun Cengiz Han’ın görüşüne gidiyor, ancak fatih kendisi orada olmuyor. Böylece, büyükelçi Cengiz Han’ın Valisi Muxalı ile konuşuyor. “Sen Kimlerdensen?” sorar, o ise cevabında “Ben tatarım”, – diyor.
Eskiden tatarlar çok saygılı idiler. Cengiz Han’ı çeşitli milletlerden insanlar kapsıyordu. O kendi devletini yaratmaya karar verdiğindetüm milletleri bir nam altında birleştirdi. Peki, bu kadar çok uluslu olan halkı nasıl isim verile bilir? “Moğolistan” kelimesi “Menqu” – “sürekli” ve “kol” – “ordu” kelimelerinden oluşan en tarafsız ve güçlü seslenen söz idi.
– Yani şimdi Moğollar Türk dilinde konuşuyor?
– Yok. İşbu xalx-Moğol dili mancurlar onlara galip geldiği dönemde, XVII yüzyılda ortaya çıktı. Moğollar Çin’i işgal etmiş ve Çinliler onları kovalayana kadar 100 yıl burada iktidarda olmuşlar. Çinliler iki defa katliam gerçekleştirerek nüfusun yarısını kılıçtan geçirmişlerdir.
Cengiz Han’ın ölümünden sonra ise elit tabaka arasında iktidar mücadelesi başladı. Sonuçta XVII yüzyılda yerel nüfusun, kendisi Türk’tür ve Türk dilinde konuşan insanların sayısı 60 bine kadar azaldı. Bunu gören mancurlar Monqolustanı ele geçirdiler. Onların dili türk dilinden önemli ölçüde farklıydı. 100 yıl sonra dillerin karışması sonucunda günümüzde xalx-Moğol dili adlandırdığımız Tunguz-türk-mancur dili oluştu.
Eskiden Moğollar tenqriçilər idi, yani Gök Tanrı’ya inanıyorlardı. Fakat sonradan Budizm’i kabul ettiler. Budizm onları mancurlarla birleştiren tek ortak nokta idi. Bu dönemde yetenekli monqolustanlı gençleri Çin, Tibet ve Türk dillerini öğrenmek için Tibet’e yollayırdılar. Bu gençler döndükten sonra bu günümüze kadar ulaşmış anılarını yazdılar. Bu yazılar artık Çin hiyeroglif ile yazılmıştı. Bilim adamlarının 30 yıllık araştırmasına rağmen, Türk dilinde yazılar bulunamadı.
pervane-hoica-yaz-ici– Cengiz Han meselesine geri dönelim. Onun Kazak olması ihtimali var mı?
– Şimdi bunu söylemek zor. Sanırım, onun milli kimliğini kendi tarafına çekmek ve onu Kazak adlandırmak doğru değildir. Gerçi şimdi herkes bunu yapmaya çalışıyor. Tatarlar, hatta yakutlar bile iddia ediyor ki, ulusal kimlik açısından Cengiz Han onların yanında. Bu doğru değil. O, Türk idi. Sadece tüm devletleri birləşdirəndə Moğol oldu. O vasiyet etmişti ki, öldüğünde onu bu ülkenin topraklarında basdırsınlar.
– Yeri gelmişken, Kazaklar Moğollardan kaynayıp-karıştıktan sonra biraz esmer olmuşlar. Ancak siz diyorsunuz ki, önceleri sarışın olmuşlar.
– Kazak Hanlığı Cengiz Han’ın ölümünden 250 yıl sonra şekillendi. Kazaklar o zamanlar gerçekten sarışın idiler. Yeri gelmişken, Kazakistan topraklarında kurqanların birinde bulunan Altın Savaşçı de sarışın vardı. Kazak hanlarının adını hatırlayın: Kenesarı. Türk tarihinde Toqum adında Han oldu. Savaşda dokuz çocuğu ile birlikte öldü. Sonradan bu olay hakkında “Toqız sarı”, yani “Dokuz sarı” olarak epos oluştu. Kazakların karışımı Moğollara değil, Çinlilerle idi. Türklerde Çin seddini aştı oralara saldıran Mete isminde hükümdar olup.
– Peki, Çin’i işgal etmekte Türklerin ilgisi neydi??
– Çay, ipek, binlerce esir alınan genç kızlar. Karışıklık da tam olarak aynı genç kızların dünyaya getirdiği çocuklardan başladı. Çin’e bu tür saldırılar bin yıla kadar sürdü. Böylece, Kazakların dış görünümü değişti. Sarışından esmere çevrildiler.

 

 

 

Türkiye’nin siyaset ve kültür hayatına basın kanalıyla yeni öneriler getirenler

 

 

 

pervane memedliBir zamanlar  XIX yüzyıl Türkiye jurnalistikasını basının karikatürü adlandıran Rus hem de Avrupa araştırmacıları yıllar otdukden sonra bu yayınların ülkenin sosyo-politik hayatında büyük rolünden konuşmaya mecbur oldular. Avropada basın ilk çıktığı günden ancak bilgi yaymaya hizmet etse de, Türkiye’de bilgilerle birlikte düşünce jurnalistikası da şekillenmeye başlıyordu. Avrupalı ​​araştırmacıların yazdıklarının aksine bu ülkede yaşayan Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınlar gündüz devlet kontrolünde memurluk yapıyor, çalışmalarını tamamladıktan sonra ise muhalif görüşlü meslektaşları ile bir araya gelip muhalif düşünceler yayan gazete makaleri yazıp yayınlayırdılar. Sarıklı ihtilalci: Ali Suavi, Hürriyet Önderi: Namık Kemal ve Hiciv Üstadı: Ziya Paşa basın kanalıyla siyaset ve kültür hayatına dilde sadelik, imla sorunu, resmi dil, edebiyat, tiyatro konusu, din-dil münasebeti, hürriyet ve meşrutiyet, kanun, vatan, milliyetçilik, medeniyet gibi yenilikçi öneriler getirdiler.

Medya tarihi herhangi bir ulusal kültürün önemli bir parçasıdır. Basın bilimsel, siyasi ve beşeri bilgiyi çoğaltır, bu ise insanların zihninin aydınlanmasına neden oluyor. Metbu sistemi geniş olan milletin zihni, fikri de açık olur.
Yani iktidarın üç kuvveti, birinci-kanunvericilik, ikinci-yürütme, üçüncü-hukuk organlarıdır. Bundan sonra basın gelir. Beşşar aleminde basının nüfuz derecesini halkın genel efkar-ümumiyyesi de göstermektedir. Öyle ki, basın ümumin fiyatını aldı, Avrupa’da onun gelişimi için geniş meydan açıldı, yayılma imkanı oluştu.

Türk kültürü çohasırlık köklere sahiptir. İslam Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyunca sadece çoğunluk nüfusunda tek baskın din değil, aynı zamanda devlet, eğitim, adalet ve kültür ideolojisi oldu. Dünya uygarlığının en eski kültürlerden bir alanında kurulan Türk basını genel olarak ulusal kültürün gelişmesinde derin geleneklerine – dinsel, etnik, etik, estetik dayalı olub  bugün bile İslam geleneğini devam etmektedir.

Osmanlı‟nın aslî unsurunu oluşturan Türkler matbaaya ancak 1700‟lü yıllarda ulaşabildi.

III Ahmet  sultan’ın  bir kararı Osmanlı İmparatorluğu tarihinin bir dönüm noktası oldu. Din adamlarının atanması ülkenin kültürel ilerlemesine katkı verdi. Bu  da  dikkat çekicidir ki, matbaacılıgin ilk adımları dini kitaplar yayılması ile ilişkili olan Batı ülkelerinin aksine,Türkiye’de matbaacılık  XVIII yüzyıl boyunca, seküler kültürün bir araçı olarak geliştirilmiştir. Bu anlamda Türkiye’de “Avrupa’ya Pencere”, matbaadan  açılmış oldu.

Belirtmek gerekir ki, Türkiye’de ilk yayın organlarının Fransızlar tarafından üretilip Fransızca çap olunduğundan Türkiye’de hep Fransız gazetecilik okulunun gelenekleri güçlü olup.

Bu da tarihi denemelerden çıkmış bir gerçektir ki, Türkler başka halklara ve onların dil, din ve kültürlerine yüzyıllardır saygı beslemisler.

Hatta Padişah Sultan II Mahmut  farklı diller konuşan bir topluluğu yönetmekte olduğu için herkese kendi dilinde ulaşmak istemiŞştir. Ve Türkçe Takvim-i Vekayi dışında Arapça, Farsça, Rumca, Ermenice ve Bulgarca nüshalar da yayınlanmıştır.

Ama Avrupa’da bunun tam aksini göre bilerik. Belə ki, Avrasiya gibi Afrika’yı işgal etmek iddiasında bulunan ve iki gazetenin büyük bir ordunun göreceği işten de büyük ölçüde geçerli işler göreceyini düşünen Bonapart Napolyon Almanya’da, İspanya’da, Mısır’da Fransızca gazeteler yayınlıyordu. Bu gazetelerin hiçbiri yerel halkın dilinde çıkmıyor, yalnız Fransızca oluyordu.Osmanlı şahlarından farklı olarak Fransa imparatoru B.Napoleon başka halkların dil, din ve kültürlərinə sömürgeci gözüyle bakıyor, sadece kendi mensup olduğu dil ve kültürü yayıyordu.

Türk gazeteciliği veya Tanzimat Dönemi basını denilince akla ilk gelmesi gereken kişi şüphesiz İbrahim Şinasidir .Çağdaşlaşma Dönemi Türk Edebiyatı‟nın kurucusu olan Şinasi,46 yıl yaşayan ibrahim şinasi, kısa süren ömrüne rağmen önemli yeniliklerde öncü rolü oynar. Bu öncülük onu hem teorik hem de pratik anlamda kültürel çağdaşlaşmanın gerçek lideri konumuna çıkarır. O lk gazeteci, ilk tiyatro yazarı, ilk bilimsel derleyici olması yanında ilk ideolojik şiirlerin şairi olarak da bilinir. Özellikle çıkardığı Tercüman-ı Ahval ve Tasviri Efkâr isimli özel gazeteler sayesinde, Türk düşünce hayatında özgür bir kamuoyu yaratmaya çalıştığı görülür.

Batıyı ve Batı edebiyatını yakından tanıyan Şinasi, Tasvir-i Efkâr‟ı bir çeşit edebiyat ve politika merkezi haline getirmiŞti. Özellikle edebiyatı, o zamana kadar belli bir zümrenin eğlence aracı olmaktan kurtarıp geniş halk kitlelerinin kullanımına sunmuştur. Bunu da büyük oranda başta Tasvir-i Efkâr olmak üzere çeşitli gazetelerde yayınladığı yazılarla başarmıştır.

Geçen yüzyılın ilk yıllarında Türkiye okullarından birinde olan bir Avrupalı ​​tanık olduğu manzaradan çok şaşkın olmuş ve etkilenmişdi.Bele ki, öğretmenle öğrenci arasında giden diyalogda, Öğretmen memlekette en büyük saygıya layık olanın ismini söyleyin, diyor. Büyük Yaratanın, Sultan’ın, en sonunda ise yasanın adı cekilir.Bu hal ülkede demoktarik atmosferin okullarda bile yayılmasının görsel göstergesiydi.
Türkiye’de qazetlerle birlikte yeni dergiler da yaranırdı.En büyük mecmua “Fünun” toplusu idi. Derginin karakteristik özelliklerinden biri de bu idi ki, siyasi konumlu materyallere yer vermir,her sayısında ilginç malzemeler veriliyordu. Türkiye’nin basın tarihinde ilk kez gazetecilik tarihinin konumu bu dergide verilmişti.

 

“Sarıklı ihtilâlci‟ diye tarihe geçen Âli Suavi, cami kürsülerinde kalabalıklara karşı yaptığı hitaplar kadar, çıkardığı kitaplar, gazetelerle basın ve edebiyat tarihine geçer.Yazılarında bu konulara önem verer:

1)Dilde sadelik: 2)İmla sorunu:3)Din-dil münasebeti:4)Türk Dili’nin üstünlükleri:5)Resmî dil konusu:6)Kavramlar konusu:7)Edebiyat konusu:8)Tiyatro konusu:

Hürriyet Önderi  kibi tarihe düşen Namık Kemal Tanzimat Dönemi‟nin önemli aydınlarından biri olub, edebiyat dünyasında hürriyet şairi olarak tanınır. Şinasi ile tanıştıktan sonra düşünceleri daha çok siyasi ve toplumsal alana yönelir, şiirinin konusu değişir. Namık Kemal Yeni Osmanlılar adını alacak olan cemiyete girer. Sonralar Avrupa‟da yaşayan N. Kemal, burada arkadaşları ile birlikte Hürriyet gazetesini çıkarır. Namık Kemal‟in basın kanalıyla siyaset ve kültür hayatına getirdiği yeni öneriler, çağına göre ileri ve yenilikçi önerilerdir. Bu önerileri şöyle özetlemek mümkündür:

1-Hürriyet ve Meşrutiyet: 2) Kanun: 3) Vatan: 4) Milliyetçilik: 5) Medeniyet:

Hiciv Üstadı ismini kazanmış Ziya Paşa özellikle siyasi yazıları ile dikkat çekerdi. Ziya Paşa bu görüşlerini daha çok Yeni Osmanlı Cemiyeti‟nin önemli yayın organlarından olan Hürriyet‟te yayımlar.

Namil Kemal, Ali Suavi ve Ziya Paşa biliyorlardı ki, basın millet fertlerinin, gazetecilerin kişisel fikirlerini topluma yetirendir. O, döneminin kültür carçısı, kendi dönemi, başka dönemler hakkında gerekli bilgiyi insanlara ulaştıra bilir. Bir veya birkaç kişinin yeni fikirleri bin nüshası yayımlanan basın aracılığıyla kamuoyunun malı edilir, yayılır. Elbette, yeni fikirler, saadet ve gerçeğin yolunu kesen eski fikirlerle çatışmaktadır.

Basın halkın ulusal temsilciliğini üstlenen, onun görüşlerini belirtip yayan sosyal gözetlemektedir. Hükümeti değersiz işlerden sakındıran, onun yaptığı bir an bile gözden bırakmayan, ciddi esaslı eleştiriye revac veren, hataları açıp gösteren, hakim dairelerin yaramaz hareketlerinin karşısına demir set çeken de metbuatdır. Basının gayesi meşrute hükümetidir. Ancak bilinmelidir ki, bu hükümetin de kanun-kuralı ne kadar düz olsa da, o, halkın bağımsız hissiyyatmı gereğince anlayamayacak. Bu anlamda basın mutlak ve bağımsız iktidarlara üstündür. O, görüyor, yazıyor, gösteriyor, geleceğe bakıyor. Kendi eleştirel konuşmaları, tartışmaları aracılığıyla kamuoyunu heyecanlandırıyor, cemaatin öğretisini ve zekasını zenginleştirir, eybleri açıyor, hastalık ve yaraları sağaldıb giderir. (7)

Ali Suavi, yeni yayınlanmaya başlayan gazetede iki nokta üzerinde durmuŞtur. Bunlardan ilki gazetede kullanılacak dil meselesidir. Muhbir‟i, “söylenmesi caiz olan her şeyi söylemeye talip olan gazete” diye tanıtan Ali Suavi, her şeyden önce anlaşılır olmanın önemine değinerek gazetede, herkesin anlayabileceği biçimde Istanbul‟da kullanılan basit Türkçe‟nin tercih edileceğini ifade etmiŞtir. Üzerinde durulan ikinci husus, gazetenin aynı zamanda bir eğitim aracı olmasıdır. Muhbir‟in okullarda okunmaya elverişli bir gazete olduğunu belirten Ali Suavi, bu nedenle eğitime belirtmiştir.

Geçici olarak Avrupa‟da ikamet edildiğine değinen Ali Suavi, kendilerini “Yeni Osmanlılar” olarak ifade eden ve bizzat içinde bulunduğu grubu “Cemiyet-i İslâmiye” olarak adlandırmış ve amaçlarını, Osmanlı topraklarındaki eğitimin gelişmesine çalışmak şeklinde özetlemiştir. Hedeflerinin, okullarda okutulması lazım gelen kitapları kısa ve faydalı bir şekilde okullarda okutulabilecek uygun kitapları yayınlayacaklarını belirtmiştir. Gayelerini millete hizmet etmek olarak ifade eden Ali Suavi, haklarında kimlerin ne diyeceğini umursamadan millete hizmet etmekten geri durmayacaklarını dile getirmiştir.       Gazetelerin medeni toplum olmanın bir göstergesi olduğunu belirten Ali Efendi, medenileşme noktasında yaşanacak gelişmelerin karşılıklı fikir alışverişi ile mümkün olabileceği kanaatindedir. Işte bu alışverişin ancak gazeteler yoluyla gerçekleşebileceğini dile getiren Ali Efendi, medeniyeti arzu eden milletlerin gazetelerin  sayıca  çoğalması  için   çaba  sarf  etmesi gerektiğini belirtmiŞtir. Avrupa‟nın esaretten kurtulup hürriyete ve medeniyete ulaşmasını matbuattaki gelişmelere bağlayan Ali Efendi, serbest matbuat olmayınca medeniyete ulaşılamayacağını ifade etmiştir. Bu nedenle matbuat hususunda hizmet ve gayret etmenin herkesin birinci vazifesi olduğu uyarısında bulunmuştur.

Hürriyet‟in ilk nüshasında diğer pek çok gazetedeki gibi görülen “mukaddime” başlığı yer almaz. Fakat Namık Kemal‟in kaleme aldığı “Hubbü l-Vatan Mine l-Iman”(Veteni sevmek imandan gelir.P.M.) adlı baş makalede gazetenin amaçlarına ve izleyeceği yayın politikasına dair bilgiler yer almakta bu gün de onun söyledikleri deyerini kayb etmemişdir.

Namık Kemal, yazısına vatan sevgisi ve bunun nedenleri üzerinde durarak başlamıştır. Vatanın dünyada her şeyden daha fazla sevgiye layık olduğunu belirten Namık Kemal, vatanın sunduğu nimetler karşısında kişinin onu kendi varlığından bile aziz tutması gerektiğini ifade etmiştir. Vatan sevgisi ve vatana hizmet etmeyi Osmanlıların herkesten daha fazla bilmesi gerektiğini belirten Namık Kemal: “Allah tarafından bir nimet olarak verilen bu vatan, verilen canlar ve dökülen kanların eseridir. Bu uğurda şehit olan ecdadımızın kemikleri topraktan çıkarılsa ülkenin her tarafında nice ehramlar, belki de hürriyetimizi düşman taarruzundan koruyacak istihkâmlar yapılabilir” diyerek vatanın niçin değerli olduğunu izah etmiştir.

Almanya’nın ilk İmparatoru Otto von Bismarck yüksek eğitimli insan ve mahir konuşmacı idi. Bismark basının nasıl güç olduğunu iyi bilir, devletin sorunlarının çözümünde karşısına koyduğu görevlerin yerine getirilmesinde, ileri sürdüğü fikirlerin gerçekleştirilmesinde bu yürürlükten beceriyle kullanıyordu. Almanya’nın ve Türkiye’nin basın tarihinde bu dönemle, Bismarck’ın gazetecilik, Türk gazetesi “Basiret” le ilgili çok ilginç olgu mövcuttur. 1869 Ocak 22 den İstanbul’da yayınlanan fikir gazetesi “Basiret” in redaksiyasında 1870 yılında fransız-alman savaşının başlaması ile ilgili istişare yapıldı ve gazetecilerden Mustafa Celaleddin paşa yayımlanan yazılarda Almanları desteklemeyi önerdi. Teklif beğenildi ve gazete yazılarında Almanların hak işini savundu, savaşın gidişi ile ilgili haberleri zamanında halka bildirdi. Dolayısıyla yayının tirajı arttı, hacmi büyüdü ve daha pahalıya satılmaya başladı. 1871 yılında “Basiret” in tirajı 11.000 nüshaya yükselmişti ki, bu da o döneme göre çok büyük tiraj düşünülüyordu. Fransız-Alman savaşı Prusya’nın galibiyetiyle sona erdikten sonra “Besireti” in baş editörü Ali bey Bismarkdan mektup aldı. Alman Şansölyesi savaşta Prusya’nın tarafında olduğuna göre onu Berlin’e davet ediyordu. Alman Büyükelçisi Ali beyi kabul etmiş, ona 500 altın £ 10.000 franklıq çek vermişti. Avrupa’ya giden Ali bey Berlin’de 29 gün kalmış, Bismarkla toplantı yapmış, Şansölye ona ek olarak 1.000 marka yardım göstermiş, bir de daktilo bağışlamıştır. İlginçtir ki, devlet başkanının herhangi gazetenin rehberine daktilo, kendisi de 1871 yılı Avrupası’nın yarattığı en son baskı makinesini hediye vermesi ilk olaydı.

Osmanlı basın tarihine bakıldığı zaman, gazetelerin birer medenileşme aracı veya göstergesi olduğuna dair yaygın bir görüş öne çıkmaktadır. Gelişmiş ülkelerde ortaya çıkan yeniliklere dair verilen haberlerin, toplumsal dönüşüme katkı düşüncesi Namık Kemal ve arkadaşlarında da mevcuttu. Bu nedenle gazetelerin en büyük görevinin, medeniyete ilişkin gelişmelerden ve siyasal kurallardan halkı haberdar etmek olduğuna inanıyorlardı.

 

 

Geçmişe göre azap çeken, ona bugünün gözüyle bakan şair



Arazın suları qezebli, daşqın,

Sirin neğmeleri ahdır, haraydır.

Veten quşa benzer, qanadlarının

Biri bu taydırsa, biri o taydır.
pervane memedliBu şiir parçası Bahtiyar Vahabzade’nin “Gülüstan» poemasındandır. Şair eseri Sovyet döneminde Azerbaycan’ın Rusya ilhaq edilmesinin 150. yılının büyük törenle geçtiği yıllarda bu bayrama protesto jesti olarak yazmıştı. Bu poemaya göre o dönemde şairin başı çok belalar çekmişti.
Sovyet adamı hep onu düşündüren rahatsız eden, soruların cevabını B. Vahabzade’nin şiirlerinde buluyordu. O bunları Sovyet okuyucusunun kulağına fısıldıyordu, bazen itiraf ediyor, bazen de feryat ediyordu.
Genellikle, onun eserleri Sovyet döneminde Stalin’in şahsiyyete hayranlık ve volyuntarizm döneminde dile getirilmiş söylenmeyen derin aşınmalardan, sarsıntılardan haber veriyordu.
Kanlı Rus ve Fars rejiminin Azerbaycanın parçalanmasına yol açan menfur politikasına karşı yazdığı ve yıllar boyu yüzü aktarılarak elden ele dolaşan “Gülistan” poeması yasak edilmişti. Eserde Rusya ile İran arasında yaşanan savaş sonucunda ikiye bölünen ve halkın kaderine «siyah trajedi” olarak giren “Gülistan» sözleşmesinden bahsediliyor. Eserde şair milletin başına getirilen musibeti sanat dili ile ifade eder, dönemin panoramının gerçek obrazlarla gözümüz önünde canlandırıyor. Bununla o gençliğin gözlerine çekilen perdeleri açmak, onların dikkatini halkın köküne, tarihine, milli derdine yöneltmiş, sanatsal gerçeklik aracılığıyla ulusal-tarihsel belleği oyatmağı çalışmışdır:

 

Öz sivri ucuyla bu lelek qelem

Deldi sinesini Azerbaycanın.

Başını qaldırdı,

Ancaq dembedem

Kesdiler sesini Azerbaycanın
O yıllarda Azerbaycan’da parçalanmış halkın kaderinden – Güney konusundan yazan şairler az değildi. Fakat B. Vahabzade’nin “Gülüstan” poeması kendi keskinliği ile diğerlerinden farklıydı. Bu arada, uzun yıllar (özellikle 1920 yılından sonra) her iki tayda – Sovyetler Birliği’nde Bolşevik, İran’da şah rejimi tarafından “ikiye bölünmüş Azerbaycan meselesi» konusu yasak edilmişti.
Sosyal-siyasal, toplumsal, ruhsal sarsıntılarla dolu olan Sovyet döneminin 50’nci yıllarının II yarısında edebiyat yeni bir soluk ve mücadele azmi ile hayata atıldı. Tüm Doğu ülkelerinde olduğu gibi düzyazı ve dramaturgiya poeziya kadar kitle olmadığından milletin manevi seferberlik misyonunu öncelikle poeziya üstlendi. Burada ise cesaretine ve ulusal pafosuna göre B. Vahabzade şiiri yakında ön konuma çıkdı.Yaradıcılığının ilk dönemlerinden beri kabarık ulusal içeriğine göre milletcilikle töhmetlendiren şair Rus-Sovyet imperilizminin sömürgecilik politikasına karşı sesini kaldırdığı için hatta bir süre devlet düzeyinde izlenimeye maruz kaldı.
Bahtiyar Vahabzade eserlerinin başlıca gayesi halkın hayatını, kaderini, başına gelenleri, mücadelesini yansıtmak. Bu rahatsız şairin, seçkin akademisyen ve sosyal militanın şiirsel yaratıcılığı anlaşılır tefekkürün ürünü olduğu gibi, hikâye ve publisistik makaleleri de somut yaşamsal olaylardan, zaman ve mekanın günlük taleplerinden kaynaklanıyor, halkın tarihine ve psikolojisine, zengin manevi kaynaklarına dayanır.
B. Vahabzadenin 1988 yılına kadar rejime karşı yazdığı eserlerini iki kısma ayırabiliriz. Birinci rejimin dehşetlerini doğrudan, açıkça yansıtan yazılar, öteki kısım ise senzuranı aldatmak için tarif edilen olayı, nakil edilen öyküsü ya tarihe ya da yabancı ülkelere geçirmek yoluyla yazılan eserler.
Birinci kısma ait olan eserler, tabii Yazıcı için değil, arşiv içindi. Şair bu eserlerin büyük bir kısmını Azerbaycan bağımsızlık kazandıktan sonra «Sandıktan sesler» başlığıyla basmıştı. Bu şiirlerin yazılma tarihi ile ilgili B. Vahabzade sonraları yazıyordu kı, henüz çocukluktan kalbinde Sovyetlere karşı ekilen nefret tohumları sonralar şiire dönüşüp cücerdi. Kalemi geliştikçe mevcut yapıya nefreti derinleşiyor ve bu gizli hissi ifade etmek için yollar arıyordu. Henüz yeterince tecrübe, serişte ve ustalığı olmadığından üniversitede okuduğu savaş yıllarında sözlerini doğrudan söylüyor ve elbette, bu tür şiirlerimi Yazar için yazmıyor, arşivde saklıyordu …
Öğrencilik yıllarından ta günümüze en büyük itirazı ve isyanı ana dilimizin kapılar arkasında kalması, yargıç Rusça’nın tecavüzüne mahkumluğuydu. 1942-1953 yıllarında yazdığı şiirlerin büyük bir kısmını şair yakmaya mecbur olur. Eserlerinde “Dil yoksa, millet de yoktur» görüşünü ifade eden şair ana dilini her halkın varlığının temel göstergesi sayıyor. Şair bu konuya onlarca makale, şiir ve poema yazmıştır. Bu eserlerde genellikle dolayısıyla bu veya başka şekilde dilimizin resmi devlet dairelerinde işlenmemesine itirazını bildirmiş, onun haklarını kendisine iadesini arzulamıştır. Bu seriye dahil olan şiirler arasında 1962 yılında Sabire adadığı “Ağlar güleyen», 1984 yılında Güney Azerbaycan’ın fedakâr şair kızı Merziye Üsküyiye ithaf ettiği “Merziye» poeması önemli yer tutuyor. Bu poemanın ilk bölümünde bir millet için ana dilinin anlamını, önemini terennüm ediyor ve dilimizin bügünkü durumunu yansıtıyor:

Var iken yox olan dilim,

Ayaqlarda kilim dilim,

Savaşlarda bir qehreman,

Barışlarda helim dilim.

Ana diline kayıtsız kalanlara karşı ise “Riyakar» şiirinde bir çağrı vardı:
“Evvel evin iзi” demişler neden?

Sen зцlь bilmezsen, iзi bilmeden.

Yaxşı bilmek ьзьn ozge bir dili

Evvel цz dilini yaxşı bilmeli.

Modern Fars poeziyasının üstadı Muhammed Hüseyin Şehriyarın ana dilinde yazdığı muhteşem «Haydar babaya selam” eseri 50 yıllarında hem o, hem bu tayda edebi olay olmuştu. Onun şiirleri görkemli şarkiyatçı akademisyen, diplomat Rüstem Aliyev ile SSCB’nin demir duvarlarını aşıp bu taya ulaşıp yayıldı. O zamandan «Rüstem köprüsü» aracılığıyla şairler iletişim kurup şiirleşmeye başladılar. M. Şehriyar şair Süleyman Rüsteme yazdığı şiirde büyük S. Vurgun adıyla Bahtiyari da hatırlıyordu;
Kardeşlerin gözünden öp,
Bahtiyar’ın yüzünden öp.
Semedin de sözünden öp,
Ben de yalnızım, size kurban.
Tek canım, hepinize kurban.

Bahtiyar Vahabzade Şehriyara adadığı şiirinde 30 yıl ilinden – dilinden ayrı düşmüş şaire hitaben yazıyor:
Vatan seni bastı bağrına
Melhem koydu senin gönül ağrına
-Günahımı af eyle, – dedin sen ona
Çığlık sana, baba yurdu, ateş-ocak,
Senden dönen buza dönüp donacaktır!

Güney konusu onun yaradıcılığından kırmızı hatla geçiyor. Genellikle Güney özlemi B. Vahabzade’nin kişisel derdi gibi onun tüm varlığına, en ince duygularına kadar hakim kesilmiştir. Şairin “Ağlar güleyen» eserinde okuyucuyu düşündürerek heyecanlandırmaya teşvik ediyor, onu cevapsız sorularla başbaşa bırakıyor:
Yarım bu tayda kaldı,
Yarım o tayda kaldı.
Toyum burda çalındı,
Yarım o tayda kaldı.
Daha bu azaplara
Canımda bir tabım yok.
Ben tepeden tırnağa
soruya … cevabım yok.
Bu sıradan bir şiir değildir. Vatan ve ulus derdiyle kıvranıp yanan bir kalbin feryadıdır.
B. Vahabzade zengin klasik şiirine politik keskinliği ile farklı yeni içerik getirmiştir. Bu zaman tarihin ibret derslerini sayfalamayı ve bu feryat eden çelişkilerle dolu geçmişi arzularındakı hayatın temasında göstermeyi başarıyor:
Neyleyek ki, zamanın
Başarısız yollarında
İkiye bölünmüşüm
İki başlı bir yüce gönüllü
Bir bedene dönmüşüm.

Hem Tebriz, hem Bakidir
Mekkem, Medinem benim
Vatanımız bir bizim,
Dünümüz bir bizim
Olmuşuz bu Vatanda
Biz bu gün başka-başka
Bizim kısmetimiz
Peki niçin başka-başka.

Yazının sonunda ben yine B. Vahabzade’nin “Gülüstan» poemasına dönmek istiyorum.
Bugün Azerbaycan’ın en büyük derdi, acısı, Karabağ. Aslında sonralar Azerbaycan’ın acı yarasına dönüşen Karabağ meselesinin temeli “Gülistan» sözleşmesinden sonra koyulmuştu. Olgulara dikkat edersek görürüz ki, 1828-1830-lu yıllarda Kafkasya’ya İran’dan ve Türkiye’den 124 bin ermeni göçürüldü ve onlar Gence, Karabağ ve Erivanda yerleştirildiler. Bunları Rus memuru A.Şavrov hazırladığı resmi belgede yazıyordu. Sonunda o kutluyordu ki, şimdi Kafkasya’da yaşayan 1 milyon 300 bin Ermeni nüfusunun 1 milyondan fazlası, memleketin yerli ahalisine mensup değil, bizim tarafımızdan yerleştirilmiştir … Bence yoruma gerek yok.
«Geçmişe göre azap çekmek, ona bugünün gözüyle bakmak ancak B. Vahabzadeye aiddir. O tarihi bugünün gözüle muhakeme ediyor, bizi inandırıyor ki, bunun doğrudan kendisiyle ve diğerleriyle alakalıdır» – B. Vahabzadeye yönelik şu sözleri şairin kalem arkadaşı, dünyaca ünlü yazar Cengiz Aytmatov söylemiştir.
B. Vahabzadenin şiirlerinin Rusçaya tercüme eden Rimma Kazakova Halep’te hak yolunda derisi soyulmuş görkemli Azerbaycan şairi Nesiminin kabrini ziyaret ettikten sonra B. Vahabzade hakkında söyledi ki, kalem sahipleri arasında kalbinin derisi soyulan bir kişi varsa o da B. Vahabzadedir.
B. Vahabzadenin eserleri, aynı zamanda «Gülistan» poeması Azerbaycan halkını özgürlük uğruna ulusal mücadelesinin remzine dönüşmüş, bütün bir neslin bu ruhta terbiye edilmesinde büyük hizmet göstermiştir.

 

 

 

 

 

 

 

Güney Azərbaycan Aydınları və Türkiyə

pervane1828-ci ilin məlum hadisələrindən sonra Azərbaycan iki hissəyə bölündü. Bir hissəsi İranın, digər hissəsi çar Rusiyasının tərkibinə qatıldı. Həmin dövrdən etibarən Quzey və Güney Azərbaycanda mədəniyyət, o cümlədən ədəbiyyat mətbuat, ictimai-siyasi, tarixi amillərlə şərtlənən özünəməxsus inkişaf qanunauyğunluqları inkişaf etməyə başladı.

Azərbaycanı iki yerə ayıran sərhəd 1925-ci ilə qədər nisbi xarakter daşıyırdı. Yalnız Pəhləvilər sülaləsi(1925-1978) hakimiyyətə gəldikdən sonra Arazın  hər iki tayı arasında əlaqələrə son qoyuldu.

Əhalisinin yarıdan çoxunu  azəri və digər türk xalqlarının təşkil etdiyi İran  o illərdən etibarən tarixi-kültüroloji baxımdan onlarla yaxın olan Türkiyə ilə təmasda olur, ondan mənəvi dəstək alırdı. Bu  vaxtdan başlayaraq ziyalılar Güney və Quzey Azərbaycan arasında yaranmış «boşluğu» qismən də olsa doldurmağa çalışırdılar. Güney və Quzey Azərbaycanın tanınmış ziyalılarının böyük bir qismi Türkiyədə ali  təhsil alıb, təcrübə keçib formalaşmış, türk  təfəkkür tərzinə və mədəniyyətinə yiyələnmişlər. Geri qayıdarkən onlar qazandıqları təcrübəni, görüb əxz etdikləri yenilikləri İranda yayırdılar. Belə ziyalılardan biri də Mirzə Həsən Rüşdiyyə idi. O, XIX əsrin ikinci yarısında Osmanlı İmperiyasının ərazisi daxilində olan Beyrut şəhərində türk ziyalılarından dərs aldıqdan sonra Türkiyəyə gəlir. İstanbulun elm, maarif və mədəniyyətlə zəngin ortamı onda maarifçilik ideyalarının yaranmasında və gəlişməsində böyük rol oynayır. M.H.Rüşdiyyə sonralar vətənə qayıdıb yeni üslubda məktəblər açmaq təşəbbüsü ilə fəaliyyətə başlayır. Təbriz, İrəvan və Tehranda açdığı bu məktəblərə Türkiyədə qəbul edildiyi kimi, «Rüşdiyyə» adını verir: həmin tarixdən Rüşdiyyə sözü Mirzə Həsənin təxəllüsünə çevrilir. H. Rüşdiyyə ibtidai məktəblər üçün Azərbaycan və fars dillərində 20-dən çox dərslik yazır. Onların içində türk balalar üçün yazdığı  «Vətən dili» adlı kitabı xüsusi önəm daşıyır. Qeyd etmək lazımdır ki, onun İrəvanda və Azərbaycanın bir çox şəhərlərində açdığı məktəblərdə tədris ana dilində aparılırdı.

M.H.Rüşdiyyə o zamankı İran tədris sistemində yenilik olan yeni tipli ilk məktəbin əsasını qoymuşdur. Artıq XX əsrin əvvəllərində Rüşdiyyənin təsiri ilə İranda və Güney Azərbaycanda onlarla yeni «Rüşdiyyə»lər, «Kamal», «Tərbiyət», «Nübar», «Pərvəriş», «Loğman» kimi bir çox məktəblər açılmışdı.

XIX əsrin sonlarında İranda hökm sürən despotizmə və mütləqiyyətə qarşı çıxıb xalqın tərəqqisi uğrunda mücadilə edən mütəfəkkir ziyalılar az deyildi. Onların böyük qismi ölkədən uzaqlaşaraq xaricdə bir çox cəmiyyətlər yaradır, onun ətrafında birləşir, təsis etdikləri qəzetlər vasitəsilə İranda yaşayan xalqların ictimai fikrinin inkişafında və siyasi hazırlığında müstəsna rol oynayırdılar.

Tanınmış mühacirət mətbu orqanlarının ən nüfuzlusu Türkiyənin İstanbul şəhərində nəşr olunun «Əxtər» (1875-1896) qəzeti idi. Tək Güney Azərbaycanın deyil, İran mətbuatı tarixində ilk mühacirət mətbu orqanı sayılan bu qəzet təbrizli Ağa Məhəmməd Tahir tərəfindən nəşr olunurdu.

Tanınmış rus şərqşünası K.Çaykin «Əxtər» qəzetini fövqəladə təsir buraxan bir mətbuat orqanı kimi təqdim edərək yazırdı: «Onun məqalələri İran cəmiyyəti üçün vəhy kimi bir şey idi». İranda yaşayan xalqların ictimai-siyasi baxışlarının inkişafında müstəsna rol oynayan bu qəzet mövcud quruluşu tənqid edən və bu quruluşda dəyişiklik aparmaq zərurətini irəli sürən mühacirət qəzeti sayılırdı.

Görkəmli Güney Azərbaycan yazıçısı Əbdürəhim  Talıbov, tanınmış maarifpərvər xadim Məhəmməd Şəbüstəri (Əbu-Ziya) tərəfindən  İstanbulda çap olunan «Şahsevən» qəzeti İran mühacirət mətbuatında ilk satirik nəşr  idi. Qəzetin nüsxələri Paris, London və Avropanın digər şəhərlərində də yayılırdı.

Tarixdən məlum olduğu kimi, 1918-ci ilin aprelində Güney Azərbay­cana türk hərbi hissələri daxil olmuşdu. Qeyd etmək yerinə düşər ki, 1918-ci ilin əvvəllərində rus ordusunun Güney Azərbaycanı istila etməsindən istifadə edən erməni quldurları Şimali  Azərbaycanda və Şərqi Anadoluda olduğu kimi hərbi ordu yaradıb Maku, Səlmas, Xoy və Urmiya şəhərlərində soyqırım törətmişdilər. Tağı Rüfət həmin günlərdə  ürək ağrısı ilə yazdığı «Novruz və kəndli» şeirində Urmiyadakı soyqırımına işarə edirdi;

 

Novruz, yadımdadır Urumiyyədə,

Cəmşid bayramında coşdu cəmiyyət,

Azuş kəndliləri tutuldu dərdə,

Neynəvadakıtək qırıldı millət

Yaranmış ağır vəziyyətdə Osmanlı Ordusu Cənubi Azərbaycan türklərinin köməyinə çatır.

Türklərin gəlişi  ilə vilayətdə milli əhval-ruhiyyəli dairələrin fəaliyyəti canlanmışdı. Təbrizdə və Urmiyada türklər islamçı təşkilat olan «İttihadi-islam»ın şöbəsini yaratmışdılar. Onlar həmçinin Azərbaycan türkcəsində  «Azərbay­can»  qəzetinin nəşrini təşkil etmişdilər. Qəzetin redaktoru gənc müəllim, şair, təbrizli Tağı  Rüfət idi. Qəzet türkçülük ideyasının təbliğinə xidmət edirdi. Bu mətbu orqanın səhifələrində türklər, farslar, İran və Turan, Azərbaycanın qədimdən türk ölkəsi olması haqqında yazılar dərc edilirdi.

Urmiya şəhərində isə tədrisin Azərbaycan türkcəsində aparıldığı məktəb­lər açılmışdı. Məktəbdə şəhərin savadlı ziyalıları və türk zabitləri dərs deyirdilər. Məktəbdə Urmiya uşaqları və gənclərinə onların türk olduqları təlqin edilir, fars dili xarici dil kimi tədris edilirdi. Təbrizdə nəşr edilən «Azərbaycan» qəzeti və Urmiyadakı türk məktəbi türk birliyi ideologiyasının yayıçıları və Azərbaycanın türkçülük əsasında milli şüurunun dərinləşməsi və genişlənməsi vasitəsi idi.

Haqqında bəhs etdiyimiz gənc şair və müəllim T. Rüfət təhsilini əvvəlcə Təbrizdə, sonra isə İstanbulda almışdı. Türkiyədə olarkən türk və fransız dillərini mükəmməl öyrənir. Aradan bir az keçəndən sonra gənc Rüfət fars dilində olduğu kimi türk və fransız dillərində də şeirlər yazır.

T.Rüfət Türkiyənin Trabzon şəhərində iranlı uşaqların təhsil aldığı  «Nasiri» məktəbində bir neçə il müdir işləyir. Fransa  mətbuatında fransızca yazdığı məqalələrə görə hətta Fransa konsulluğu tərəfindən ödülə də layiq görülür. Birinci  Dünya müharibəsi başlayanda isə yenidən vətənə qayıdır və Təbriz məktəblərində fransız dilindən dərs deyir, müəllimlik fəaliyyətini davam etdirirdi.

Təbrizin Məhəmədiyyə mədrəsəsində müəllim işləyən Tağı Rüfət haqda həmin məktəbdə oxuyan tanınmış şair Həbib Sahir sonralar yazırdı ki, « Bir gün səhər sinfimizə  İstanbulda ali təhsil alan, başına «gənc türklər»ə məxsus börk qoyan, boynuna rəngli fokul bağlayan, əyninə gözəl qara paltar geymiş gənc bir müəllim varid oldu. O, fars şeirində yenilik yaratmış Tağı Rüfət idi.  …Məktəbdəki gənc şairlər artıq qəsidə və mədhiyyələri buraxıb əruz vəznində “Sərvəti finun” ədəbiyyatı üslubunda lirik və ictimai şeirlər yazmağa başladılar.

Tağı Rüfət haqda Sahir onu da qeyd edirdi  ki, «biz sonralar bildik ki, bizim gənc müəllimimiz həm də şair imiş. Türkiyədə təhsil alan və çağdaş türk ədəbiyyatının pərəstişkarı olub, o cümlədən «Sərvəti-fünun» ədəbi məktəbinin İranda davamçısı olan Tağı Rüfət ədəbiyyatı həm forma, həm də məzmun cəhətdən yeniləşdirmək, dili sadələşdirmək, Şərq motivlərini və poetik sistemini dəyişdirmək və s. kimi ədəbi məramı qarşısına məqsəd qoymuşdu. Çalışdığı «Təcəddüd» qəzetində, eləcə də «Azadistan» dərgisində özünə həmfikir və məsləkdaşlar tapmışdı.

Qəzetlə yaxından əməkdaşlıq edib, yazdıqları şeirlərlə müntəzəm çıxış edən Cəfər Xamneyi, Şəms Kəsmai və başqaları idi. C. Xamneyi ali təhsilini Fransada, Şəms isə Qafqazda almışdı. Sözsüz ki, onların təhsil aldığı ölkələrdəki ədəbi ortam bu iki istedadlı gəncin sonrakı yaradıcılığında dərin iz qoymuşdu. Türkiyədə təhsil alıb, İstanbulun ədəbi mühitində formalaşmış, dərs dediyi mədrəsələrdə gəncləri Türkiyədəki yeni ədəbi axınları yaradıcılığında yansıdan həm türk, həm də farsca  yeni üslublu şeirlər yazmağa ruhlandıran Tağı Rüfətin özünün də türkcə şeirlər yazması istisna deyil. «Təcəddüd» qəzetinin saylarından birində onun bir türkcə yazılmış şeirinə rast gəldiyim üçün bunu yazmağı əhəmiyyətli bildim.

Tağı Rüfət özü kimi istedadlı şair olan Həbib Sahirin fransız dili müəllimi olmuşdur. Sahir isə öz növbəsində Tağı Rüfətin  və özünün layiqli davamçısı olan doktor Həmid Nitqinin coğrafiya müəllimi və yaxın dostu olmuşdur.

Türkiyədə ali təhsil alan Həbib Sahirə İstanbul ədəbi-mədəni mühiti dünyagörüşünün yetkinləşməsinə böyük etki göstərir. Sahir orada Tofiq  Fikrət, Yəhya Kamal, Nazim Hikmət kimi görkəmli şairlərlə şəxsən tanış olur, onların əsərlərini mütaliə edir. Bütün bunlar onun həm zəngin şərq ədəbiyyatı, həm də Avropa ədəbi-bədii,  estetik  və fəlsəfi fikir tarixi, müasir ədəbi proseslərlə tanış olmağa imkan yaratmışdı.

İstanbulda fəaliyyət göstərən «Amerikalılar klubu»nda fransız missionerlərindən yeni fransız ədəbiyyatını öyrənir. Sahir şeir yaradıcıdlığından daha çox ciddi mütaliəyə vaxt ayırır. Ara-sıra şeirlər, İstanbul türkçəsində isə bir-iki şeir   yazsa da, əsasən böyük fransız şairi Şarl Bolderin yeni səpkili şeirlərini fars dilinə tərcümə edir. Klassik şeir ənənələrindən fərqli, əruz vəznində türk  dilində yazıb-yaradan Türkiyənin böyük novator şairi Yəhya Kamalın əsərlərini daha çox oxuyur və bu şeirlər ruhunda güclü iz qoyur.

Tanınmış Türkiyə tədqiqatçısı Əli Yavuz Akpinar yazır ki, «Sahirin bir  çox  şeirində Türkiyə türkcəsinin havasını, ifadə xüsusiyyətlərini duymaq olar. Şairin İstanbul həyatının izlərini daşıyan mənzumələrində Azərbaycan dilinin  dil  və üslub  xüsusiyyətlərini  duymaq olar. Şairin İstanbul həyatının izlərini daşıyan mənzumələriAazərbaycan dilinin dil və üslub  örnəkləri ilə zövqü  oxşar bir tərzdə qarşıya çıxır».

Türkiyə şairi Tofik Fikrətin

Çal, mən də olum şövqi ilə ahənginə həmkar

Ruhlardakı sevdaları çuşan edəlim.

misraları ilə başlayan «Ey yari nəğməkar» şeirindən ruhlanıb 1977-ci ildə aşağıdakı şeiri yazır;

Bax, Çamlıcadan ay ucalır

Rəngi qızıl qan

Andıqca səni nazlı pəri,

Sanki çıxar can.

Qumral saçını tök üzünə

Al ələ udun.

Əli Yavuz Akpinar Həbib Sahir lirikasıyla türk şairi Əhməd Haşimin lirikası arasında bir  çox oxşarlıqları qeyd edib yazır; «Həbib Sahirin şeirlərində hakim rəng olaraq, eyni ilə Haşimdə olduğu kimi qırmızını görürük. Onların  hər ikisi təbiət mənzərələrinin ifadəsində bu rəngə siyasi-ictimai bir məna  qazandıırırlar. Şah rejiminin  zülmünü, İranın qana bulanmasını bu rənglə anlatmağa  çalışır».

Tehran Universitetinin Hüquq fakültəsini bitirdikdən sonra H.Nitqi 1943-cü ildə Türkiyəyə gedib orada elmi yaradıcılıqla məşğul olur. İstanbul mühiti onun dünyagörüşü və yaradıcılığında böyük iz qoyur. O, hüquqşünaslıq sahəsində biliyini artırmaqla yanaşı, türk dünyasının ədəbi mühiti ilə də yaxından tanış olur. Tehranda adını belə eşitmədiyi şairlərin əsərlərini oxuyur, onların bir çoxu ilə görüşə bilir.
Ədəbiyyata  olan həvəsini H.Nitqi özü, atası və müəllimi Həbib Sahirlə bağlayırdı. Bu barədə o, xatirələrində yazırdı: «Mənim atam ədəbiyyatçı idi. Onda qədim qəzetlərin kolleksiyası vardı. Mən «Nəsimi-şimal» və «Molla Nəsrəddin»i oxuyurdum. Məlüküş-şüəarının həftəlik çıxardığı «Növbahar» qəzetini o qədər oxumuşdum ki, əzbər bilirdim. «Şahin» adlı qəzeti çox kiçik yaşlarından oxuya-oxuya məqalələr yazmağa başladım. Elə yazı xəstəliyim də o vaxtdan başladı. Şeirə gəlincə, atam şeir həvəskarı idi, özü yazdığı şeirlər də az deyildi. Mən də ona baxıb həvəslənirdim. Mən elə bilirdim ki, bizim dilimizdə ancaq komik, məzhəkəli şeirlər yazılır, ciddi şeirlər isə farsca olur. İbtidai məktəbdə türkcə danışdığım üçün məndən ilk cəriməni aldılar, mən türkcə ilə farscanın fərqinə vaqif oldum… Anladım ki, pul fərqləri varmış. Evdə olanda atam deyərdi ki, filan kəlmənin farscası yoxdur. İstanbula gəldikdən sonra gördüm ki, türkcə ciddi şeirlər də varmış. Təəccüb etdim, yavaş-yavaş gördüm ki, bizim də ciddi şeirlərimiz ola bilər. Sonralar Abadanda işləyərkən oranın kitabxanasında filologiya və ədəbiyyatla bağlı kitabları oxuyub araşdırmağa başladım»  Həbib Sahir  «Yadımdadır, o məntiqlər və hikmət, Cami-Cəmlə nakam olan gənc Rüfət»lə başldığı «Məktəb xatirələri» şeirində sevimli müəllimi Tağı Rüfəti anırdısa, Həmid Nitqi idə müəllimi və yaxın dostu Həbib Sahiri belə xatırlayırdı:
Oxudun
şeirinin axışı məni,
uzaq sahillərə aldı apardı
daldığım xülyalar sərxoşluğundan,
bir yanğın yerində birdən oyandım
yıxılmış yuvamın halına yandım…
Oxudum
hicranlı nəğmələrini;
qanayan ürəklər dilə gəldilər
köhnə yaraları eşdin
və deşdin
ən gizlin diləklər dilə gəldilər.

İran ədəbiyyatında həm forma, həm də məzmunca «Təcəddüd» (yeniləşmə) hərəkatının qaranquşları sırasında Cəfər Xameneyi, Şəms Kəsmayi kimi şairlərlə bərabər gənc Tağı Rüfət də vardı. Həbib Sahir Həmid Nitqinin ədəbi meyil və yönümünə hansı təsiri göstərmişdisə, Tağı Rüfət də Həbib Sahirin bir şair kimi formalaşmasında həmin işi görmüşdür. Beləliklə, zəncir tək bir-birinə bağlı və bir-birinin davamçısı olan bu üç şair İranda çağdaş Azərbaycan şeirinin yaranması və inkişafında önəmli rol oynamışlar. Türkiyəli tədqiqatçı Yavuz Akpinarın təbirincə desək, onların şeirlərini qarşılaşdırmalı bir şəkildə incələsək, İranda modern şeirin hansı yollardan keçdiyinin, necə təşəkkül tapıb formalaşdığının şahidi olarıq.

Tehranda türkcə çıxan «Varlıq» dərgisinin fəaliyyəti ilə bağlı qeyd etmək  yerinə düşər ki, nəşr olunduğu ilk dövrlərdən (1979-cu ildən) başlayaraq dərgi Azərbaycan ədəbiyyatını, mədəniyyətini ümumtürk ədəbiyyatı kontekstində öyrənilməsi nəzəriyyəsini və ortaq türk dili düşüncəsini müdafiə etmişdir. Dərginin səhifələrində eyni  zamanda Zeynəb Qorxmaz, Əli Yavuz Akpinar, Faruq Sümər və başqa Türkiyə alimlərinin  də əsərləri yayınlanmışdır.

«Varlıq» jurnalı iyirmi ildən artıqdır ki, fəaliyyət göstərir. C. Heyətin İrandakı böyük nüfuzu bu jurnalın yaşamasının təminatçısıdır.  Cavad Heyət dünya şöhrətli cərrah kimi böyük nüfuz qazanmış böyük şəxsiyyət, hərtərəfli savadı, geniş erudisiyası olan ziyalı-vətəndaş kimi öz imkanlarını «Varlıq»da ifadə etmiş və bu gün də böyük ehtirasla bu işi davam etdirir.

Göründüyü kimi, bolşeviklərin kommunist rejimi və pəhləvilərin yerli türklərə qarşı yönəldilmiş siyasəti nəticəsində keçmiş Sovetlər Birliyinindəmir sərhədləri Quzey Azərbaycanı Güney Azərbaycandan ayıranda İranda yaşayan  Azərbaycan türkləri öz mənəvi ehtiyaclarını  ödəmək və dəstək almaq üçün üzlərini Türkiyəyə tutmuş, orada qazandıqları təcrübəni əməli həyata tətbiq edərək faydalanmışlar.