Etiket arşivi: Osmanlı

Diyarbakır genelevinde Osmanlı tüzüğü greve çıkardı

Diyarbakır’da, Osmanlı döneminden kalma tüzük ile yönetilen genelevde “pencere” krizi sürüyor.

  


türkiyeokuyor.com Ulusal Haber Reklam Alanı

Türkiye’de, ilk genelevin İstanbul Beyoğlu’nda Sultan Abdülaziz (1830-1876) döneminde kurulmasından bu yana 189 yıl geçmesine rağmen birçok genelev, halen bu dönemden kalma tüzükle yönetiliyor.

Bazı genelevlerin yüz yıldan fazla önce çarşı içerisinde kalması nedeniyle kapı ve pencerelerin kapalı tutulmasını şart koşan tüzük, günümüze uyarlanmayınca ilginç uygulamalarla karşı karşıya kalınıyor.

DEMİR PARMAKLIKLARIN ARDINDA MÜŞTERİ BEKLİYORLAR

Independent Türkçe’den Mehmet Demir’in haberine göre; 5 ay önce, bu durumun yaşandığı örneklerden biri olan Diyarbakır Genelevi’nde yaşanan “pencere” krizi dile getirilmişti.

1991 yılında açılan Diyarbakır Genelevi (Beyaz Evler) kentin 5 kilometre dışında.

Tesisin etrafına 3-4 metrelik duvarlar örülmüş. İçeriden dışarıyı görmek pek mümkün değil. Burada çalışan hayat kadınları, demir parmaklıkların ardında müşteri bekliyor. Kadınlar gelen müşterilerle ilk görüşmeyi pencereden yapıyor ve pazarlığın ardından içeri geçiliyor.

Diyarbakır Emniyet Müdürlüğüne bağlı Ahlak Polisleri yaklaşık 5 ay önce, Osmanlı döneminden kalan tüzük maddelerini dikkate alarak, hayat kadınlarının pencereden görüşmesini yasakladı, ağır cezalar getirdi. 

Tüzüğü gerekçe gösteren polisler, bazı evleri mühürlerken, genelev işletmecisi D.P. ve kimi hayat kadınları bu duruma tepki gösteriyor. Aradan 5 ay geçmesine rağmen polis aynı gerekçelerle D.P’ye ait 4 evle ilgili daha işlem yaptı.

Ahlak Büro ekipleri D.P’e ait 4 evle ilgili tutanak tuttu. Uygulamayı protesto etmek için genelev işletmecisi ve çalışanları bir gün çalışmama kararı aldı.

Kadınlar adına açıklama yapan D.P, “Burası devletin izniyle kurulun bir işletme ve ben yıllık 2 milyon vergi ödüyorum. Ancak Ahlak bürü ekipleri kapı pencereyi bahane edip sürekli tutanak tutuyorlar. Devlet büyüklerimize sesleniyorum, sesimizi duyun” şeklinde konuştu.

“YILLIK 2 MİLYON VERGİ ÖDÜYORUM”

Genelevinde yaşanan sorunlar üzerine genelev işletmecisi ve çalışanları uygulamayı protesto etti. Diyarbakır Genelevi’nde bünyesinde 60 kişi çalıştıran işletmeci D.P, 20 yıldır sektörün içinde.

Yaşadıkları sorunlara dair Independent Türkçe’ye konuşan D.P şunları söyledi: “Birkaç ay önce de benzeri sorunlar yaşadık. Ama yetkililer sesimizi duymak istemiyor. Bahanelerle üzerimize geliniyor, tutanaklar tutup evlerimizi kapatıyorlar. Burada baskı altında çalışıyoruz. Oysa biz sadece hakkımızı arıyoruz. Buradaki insanların tümü ekmeğini buradan kazanıyor ve çocuklarına bakıyor. Biz devletimize vergimizi ve sigortamızı veren resmi bir işletmeyiz. Devlete yıllık 2 milyon vergi, 80 kişinin de sigortasını ödüyorum. Burası devletin bize sağlamış olduğu yasal bir yer. Ama sanki dışarıda fuhuş operasyonu yapılıyormuş gibi Ahlak Büro ekipleri gelerek keyfi bir şekilde kapı pencereyi bahane edip sürekli tutanak tutuyorlar. Biz daha öncede bu insanlardan şikayetçi olmuştuk. Savcılığın başlatmış olduğu soruşturma sürüyor. Bizim kurumlarla bir sorunumuz yok, kurumlarda çalışan birkaç memur kurumların adını da lekeliyor. Buradan İl Emniyet müdürümüze ve Valimize sesimizi duyurmak istiyorum, bize sahip çıkın. Şikayet dilekçelerimizi okursanız bu insanların bize neden bu şekilde baskı yaptığını görürsünüz.”

“HERKES YENİ YILA UMUTLA GİRİYOR BİZ ACIYLA GİRİYORUZ”

Polisin bir süre önce 4 evle ilgili tutanak tuttuğunu hatırlatan D.P, “Gerekçe yine camda görüldü, camda müşteri ile konuştu. Ben sormak istiyorum burası neresi, burada yapılan iş belli. Buraya gelen insanların amacı, kadınların da yaptığı iş belli. Bunların hepsi bahane. Herkes yeni yıla umutla girerken biz yine acıyla zulümle giriyoruz. Yeter artık, buna biri dur desin. Lütfen şikayet dilekçelerimizi inceleyin” şeklinde konuştu.

“BURAYI KAPATIP ANAHTARLARI AHLAK BÜRONUN ÖNÜNE KOYACAĞIM”

“Türkiye’nin en çok fuhuş yapılan kenti Diyarbakır’dır” diyen D.P, “Gidin şehir merkezindeki randevu evlerine kafelere bakın, her tarafta fuhuş var. Resmi kayıtlara göre 19 AIDS’li kadın var. Bunların görevi bu tür vakaları engellemek iken bizimle neden uğraşırlar” ifadelerini kullandı.

Vergi ve sigortalarını düzenli ödediklerini belirten D.P, “Bu iş yasal değilse kapıya kilidi ben vururum” dedi.

D.P sözlerini şöyle sürdürdü: “Biz zaten şehir dışındayız, bizi gören kimse yok, burası bir komplekstir ve tek bir giriş kapısı vardır. Ama dediğim gibi keyfi muameleler yapılıyor. Sorunların çözümü için bugün bu protestoyu yaptık, bugün çalışmayacağız. Burayı kapatıp anahtarları da alıp Ahlak büronun önüne koyacağım. Devlet büyüklerinden tek istediğimiz lütfen sesimizi duyun. Bize yapılan zulümle artık son verilsin.”

ZATEN KADER VURMUŞ, DEVLET SAHİP ÇIKSIN

Yaklaşık 30 yıldır Türkiye’nin farklı kentlerindeki genelevlerde çalıştığını belirten L. K adlı çalışan ise, “Çalışma özgürlüğümüz alınıyor, rahat çalışamıyoruz. Burası İmam Hatip okulu değil. Kısıtlama yapılacaksa devlet bize bu çalışma iznini neden verdi. Rahat çalışamıyoruz, bunu dile getiremiyoruz. Kimlerle nasıl konuşacağız, buna çözüm bulunsun” diye konuştu.

L.Kk yaşadıkları süreci ise şu sözlerle anlattı: “Bir torunum var, hastanede yatıyor ve hayati riski var. Beyinde epilepsi var. Bu torunuma bakmakla mükellefim. 55 yaşındayım ve ben çalışmak zorundayım. Ben çalışamasam torunuma bakacak kimse yok. Burada terbiyesizlik mi yapıyoruz?. Zaten kader vurmuş, devletimize sığınmışız ama neden üzerimize geliniyor. Sizin de çocuklarınız var, burada kimse mecburiyetten çalışmıyor. Lütfen bu soruna çözüm bulsunlar.”

“BİR GÜN BİLE ÇALIŞMAZSAK AİLEMİZ MAĞDUR OLUR”

S.H adlı çalışan ise, “5 yıldır bu işi yapıyorum. Ancak bugüne kadar pencere nedeniyle tutanak tutulduğunu duymadım. Buranın kuruluş amacı belli ama öyle bir yapıldı ki insanlarla konuşmamız suç oldu. Pencereden konuşuldu diye evler kapanıyor. Bir gün bile çalışamasak ailemiz mağdur olur. Yetkililer bu soruna bir çare bulsun” şeklinde konuştu.

SUÇ DUYURUSUNDA BULUNULDU

12 evi bulunan D.P ile hayat kadınları N.P, Ö.S, M.K, S.Y, S.S ve S.Ç, 5 ay önce, Ahlak Şube Müdürlüğü ve İl Sağlık Müdürlüğü Zührevi Hastalıklarla Mücadele Komisyonunun bazı üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundular.

Independent Türkçe’nin ulaştığı Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü kaynakları ise, sürecin yargıya intikal ettiğini ve soruşturmanın sürdüğünü belirterek, konuyla ilgili açıklama yapmak istemediklerini söyledi.

Odatv.com

KÜÇÜLÜP KÜÇÜLÜP DE CEBİME GİR!      

KÜÇÜLÜP KÜÇÜLÜP DE CEBİME GİR!      

 

 

Tarih sahnesine girerken asker millet diye girmişiz. Orta Asya’daki Afanesyova Kültürü’nde bulunan ve MÖ 3 binlere ait savaş aletlerinden belli.

Tarihte ilk ve en kalıcı imzayı MÖ 209’da kadim atamız Mete Kağan’ın Ordu ve 10’lu Sistemi kurmasıyla atmışız. Ki kullanılan terimler ve teşkilatlanma modeli halen Ordumuzun çekirdek yapısında mündemiçtir. Hatta şu anki Kara Kuvvetlerimizin bröveleri bile örgütlü askerî maceramızın 2228 yıllık ispatıdır.

Yerleşmek amacıyla 1000 yıl önce Çağrı Bey komutasında Anadolu’ya yaptığımız o meşhur Keşif Seferi’nde de, 948 yıl önce Sultan Alparslan’ın Muş coğrafyasında kazandığı o muhteşem Zafer’de de “Ordu & Millet” olan Türklerin askerî başarıları destanlaştırılır.

Osmanlı’nın kuruluşu ve yükselişi savaş stratejileri üzerine bina edilmiş yönetim organizasyonlarıyla şekillenmiştir. Osmanlı’nın dağılma sürecinden atom filizi hükmünde yeni bir devleti çıkarabilmemiz de 100 yıl önce idealist ve kahraman generallerimiz tarafından mümkün kılınabilmişti.

Mondros denilen ve bize karşı söylenen “Eller Yukarı!” Ateşkes Antlaşmasının özeti de –  7/24’e gizlenen – Ordumuzun terhis ve teslimidir. Sarı Paşa’mızın Gençliğe Hitâbe’sinin “Cebren ve hile ile” diye başlayan kısmı bunu anlatır ve halen canlıdır.

Biz lisedeyken yani 30-35 yıl önce Türkiye’nin nüfusu 50 milyon, Ordu mevcudu ise 1 milyonun az altındaydı. 2019 yılına geldiğimizde Suriyeliler hariç nüfusumuz 82 milyon, Ordu mevcudumuzsa 300 binin biraz üstünde.

Norveç yada Yeni Zellanda’da otursak “Her Türk asker doğar” diye tarihe kayıtlı olmamıza rağmen büyük bir ordu beslemeye gerek yok, savunma teknolojilerine ağırlık versek yeter derdik. Yoksa Türkiye’nin konumu ve koordinatları değişti de haberimiz mi olmadı?

Bildiğimiz kadarıyla Bağımsızlık kararını geçici olarak engellediğimiz Barzanî’nin Kuzey Irak’ta roketli, tanklı, helikopterli 250 bin kişilik Peşmerge Ordusu var. Başmüttefiğimiz (!) tarafından yine aynı şekilde silahlandırılan PYD YPG Güçleri’nin de 70-75 bin kişilik mevcudundan bahsediyoruz.

Yunanistan son 10-15 yılda bizden çaldığı 18 ada ve 1 kayalığı bile silahlandırıyor. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bütçesini çok aşacak şekilde savaş gemisi, tank, top ne varsa alıp alıp biriktiriyor. Zaten Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölge ve sondaj parsellerinden dolayı kırmızı alarm durumundayız.

Şimdilik aramızın fena olmadığı Rusya, Kırım Türklerinin özerk meclislerini de dağıtarak Kırım’ı ilhak etti, Sivastopol’u doğrudan Moskova’ya bağladı. Donetsk ve Luhansk’ı yani Ukrayna’nın Doğusunu koparıp orda Küçük bir Rusya (MaloRus) kurma faaliyetini ise askerî açıdan desteklediği milislerle sürdürüyor. Üstüne üstlük Suriye’de komşu olduk. İdlip’te onlarla beraber, Menbiç’te ise Amerikalılarla beraber devriye atıyoruz. Rusya’dan izin alamasaydık ne Fırat Kalkanı ne de Zeytin Dalı Harekâtını yapabilirdik. İlişkilerimiz tekrar 4 yıl öncesindeki Rus Uçağının düşürüldüğü vaziyete gelirse ne yaparız?

Mevzu uzuyor; İran hedefte, ABD karadan ve denizden sınırlarımızda tatbikat yapıyor. Biz ne yapıyoruz; “Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan” Türk Ordusu celplerle 75 bin, 75 bin azaltacak Yeni bir Askerlik Kanunu çıkarıyoruz. S-400’ler ile F 35’ler arasında hayatımızın yazı-turasını atacak hale gelmişiz; para bedelli askerliği kalıcı hale getiriyoruz. Ülkede 5 milyondan fazla kayıtdışı vatandaş (!) var, sınırlarımızdan giren-çıkan belli değil, Bursa caddelerinde insancığın biri kafa kesmekten bahsediyor; bizse “Gerekli görülen sahalarda özel olarak görevlendirilen gönüllüler” için Cumhurbaşkanına ‘muafiyet’ yetkisi verdiriyoruz.

Türk Ordusunu ‘cep ordu’ yapmaya mı niyetlendik? Kimin cebine koyacağız?

Hele de olası 3. Dünya Savaşı’nın arefesinde..

 

Sosyal Medya’nın tek güzel yanı var ki o da karşılıklı etkileşim yani bir nevi çoklu katılım olanağı; ama hepsi bu! Başkaca da güzel bir yanı yok. Kaldı ki bu tek güzel yanını da ‘araştırarak yazmak yahut yalnızca tam olarak bilgi sahibi olduğunuz değerleri yazmak’ yerine ‘ya birileri tarafından özellikle yayılan paket (hazır) sloganları yayarak ya da esasında doğru olmayan bilgileri -işinize öyle geldiği için- yayarak’ değerlendiriyor; faydayı zarara dönüştürüyorsunuz.

Canan Kaftancıoğlu tarafından altı hepten fitillenen sözde Ermeni soykırımı ile uğraştığımız günlerde bir de çıktı Çerkez soykırımı günü! Kim yayıyor bu altı boş kuru slogandan ibaret lafları ve bizde karşılığı olmayan sözde özel günleri SM’de? Belli değil. Peki mübarekler, yakınlarınızın dahi laflarına inanıncaya dek akla karayı seçen sizler, kim olduğunu bilmediğiniz kişilerin yazılarına neden direk inanıyor ve jet hızıyla yayıyorsunuz?

Evet Çerkez Soykırımı diye bir hadise var tarihte; ama yapan biz değiliz. Yapan Rusya.. Sığındıkları biziz. Zaten kabul de etmişiz. Biz bildim bileli Muhacirleri el üstünde tutan, sahip çıkan bir toplum olduk.

Lafın kısası; Rusya tarafından ezilmiş, sonrasında Osmanlı’ya sığınmış, bizler tarafından da kabul görmüş Çerkezlere soykırım yapan biz değiliz.

Bu adamlar kendi yaptıkları her şeyi sanki biz yapmışız gibi gösteriyorlar; siz nasıl bu kadar uyur gezer ve tembel olabilirsiniz.. Hele de olası 3. Dünya Savaşı’nın arefesinde..

Paket bilgi yaymak yerine kendi içeriğinizi üretmeyi tercih ediniz. Kaynağı belli olmayan sloganları yaymadan önce araştırınız. Hem yanlış hem de bizler açısından zararlı olan sloganları jet hızıyla yaymayınız. Bunun yerine; faydalı bilgiler yazan ve az çok tanıdığınız insanların sözlerini yayınız. Tanımadığınız insanların çok güzel sözleri olur misal, onu da yaymayınız. 😄 İnanmadan önce araştırma gayretinde olunuz. Çokça zaman alır sanmayınız. Google’da üç beş bilgi edinmek için en fazla beş dakikanızı harcayacağınızı biliniz.

Ve önünüze her gelen siteden, adresten özel gün bilgisi edinmeyiniz. Yalnızca devlet tarafından belirlenmiş -gerçek olan- özel günler takvimine itibar ediniz. Bunu memleket için yapınız. Yazmadan ve konuşmadan önce -birkaç saniye de olsa- düşününüz. Yapmıyorsanız bari yazmayınız. Yok ben buyum diyorsanız vatancılıktan bahsetmeyiniz.

İçinizde bunu özellikle yapanlarınız var; lafım onlara değil. Lafım bizden olup -şuursuzca- düşmanın değirmenine su taşıyanlara..

Dilek Ünver

Fatih Sultan Mehmet’in en önemli gayesi

İKÇÜ’de ‘Osmanlı Akdeniz’i’ tartışıldı

Türkiye’de ve Dünyada Osmanlı Deniz tarihçiliğinin önde gelen ismi Prof. Dr. İdris Bostan “Osmanlı Akdeniz’i Nasıl Anlaşılmalı?” başlıklı konferansıyla İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi’nin konuğu oldu.

Tarih ve Kültür Topluluğu öğrencilerinin düzenlediği konferansa, Rektör Yardımcısı, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Turan Gökçe’nin yanı sıra çok sayıda akademisyen ve öğrenci katıldı.

Konferansın başında kısa bir konuşma yapan Prof. Dr. Gökçe, denizcilik tarihimizin dünyaca tanınan tarihçisini, İKÇÜ’de ağırlamaktan duyduğu memnuniyeti ifade etti. Prof. Dr. Turan Gökçe, “Üniversiteler sadece kendi akademik kadrolarıyla sınırlı kalarak öğrencilerini geliştiremez. Bu sebeple alanında ciddi eserler veren bilim adamlarını öğrencilerimizle buluşturmak son derecede önem taşımaktadır. Prof. Dr. İdris Bostan gibi değerli bilim adamlarımızı üniversitelerimize davet etmeli, onların eşsiz bilgi dağarcığından feyz almalıyız. Öğrencilerimizi bu güzel etkinliği düzenledikleri için tebrik ediyorum” dedi.

Osmanlı Akdeniz’i

Prof. Dr. Bostan konu hakkında yıllar süren çalışmaları neticesinde bir “Osmanlı Akdeniz’i” gerçeğinin mutlaka kabul edilmesi gerektiğini vurgulayarak; “Kuzey Afrika’dan Suriye kıyıları, Anadolu’dan Adriyatik kıyılarına kadar uzanan geniş bir coğrafyada sağlanan Akdeniz hâkimiyeti bu kavramın gerçekliğine işaret etmektedir.” şeklinde konuştu.

Fatih Sultan Mehmet’in en önemli gayesi

Osmanlıların denizlerdeki varlığını 14.yüzyıldan sonra geliştirdiği politikalarla sağlamlaştırdığını vurgulayan Prof. Dr. İdris Bostan, İstanbul’un Fethi’nin bunda çok önemli bir rol oynadığını kaydetti.  Fatih Sultan Mehmed’in denizcilik politikasının Osmanlıları denizlerde büyük bir güç haline getirdiğini söyleyen Prof. Dr. Bostan, “Karadeniz’in bir iç deniz haline büründürülerek Akdeniz’den gelecek tehditlere karşı korunaklı hale getirilmesi, imparatorluğun çok önem verdiği amaçlarından biri oldu. Bu durum, zihin dünyasını tarih ve coğrafya merakıyla geliştirmiş olan Fatih Sultan Mehmed’in bir başarısı idi. Fatih Sultan Mehmed’in bu amaçla çıkardığı fermanlar tarihçiler tarafından bilinmektedir. 1475 yılında Gelibolu’da 100 geminin hazır bulunması, Osmanlı fetihlerinin istikametini göstermesi açısından önemlidir.” diye konuştu.

“İmparatorluğun en az 400 yıllık felsefesi bunun üzerine kuruluydu”

İstanbul’un Fethinde Osmanlı donanmasına verilen önemin tesirinin görüldüğünü kaydeden Prof. Dr. Bostan, daha fetihten önce denizden gelecek düşman unsurlarına karşı önlemlerin alındığını belirtti. Prof. Dr. Bostan, “İstanbul Boğazına bakıyorsunuz, Anadolu Hisarı vardı. Fetih öncesinde Rumeli Hisarı da yapıldı. Fatih’in gerekçesi çok belliydi, Karadeniz’den gelecek tüm yabancı gemileri kontrol altına almaktı. Bu, Yıldırım Bayezid’in projesiydi aslında. Fatih, Çanakkale’nin girişine Kilitbahir ile Kale-i Sultaniye’yi yaptırdı. Söz konusu askeri hazırlıklar, Akdeniz’den gelecek tüm düşman tehditlerini daha Çanakkale’de karşılamak içindi. İmparatorluğun en az 400 yıl bütün felsefesi bunun üzerine kuruluydu”. Aynı politika yalnızca Karadeniz için değil Akdeniz ve Kızıldeniz için de geçerli idi. Kızıldeniz’deki Osmanlı denizcilerinin henüz Memluklar döneminde bile faaliyette bulunduğuna şahit olmaktayız. “Fatih’in bu anlayışı çerçevesinde Osmanlıların denizleri kontrollerinde tutmak için verdikleri mücadele ve gayret yüzyıllarca sürdü” dedi.

“Donanmanın başarısı imparatorluğu güçlendirdi.”

Türk denizcilik tarihinin Osmanlı tarihçiliği içerisindeki konumunu vurgulayan Prof. Dr. Bostan,  denizlerdeki gelişmelerin karadaki genişlemeye büyük katkısı olduğunu vurguladı,  Prof. Dr. İdris Bostan, Osmanlı Devletinde donanmaya verilen önemi çeşitli örneklerle aktardı. “Koca Sinan Paşa’nın III. Murad’a sunduğu telhisinde, padişahım bu deniz işleri çok mühimdir. Siz hazinenin bütün imkânlarını seferber etseniz, bir donanmayı inşa etmek için en az 7-8 ay gerekir. Hâlbuki kara seferi kolaydır. Bir ferman buyurursunuz, atına binen yola koyulur, der. III. Murad cevaben, elzem olmayan harcamaların bir kenara bırakılarak tersane masraflarının karşılanmasını emreder. Osmanlı İmparatorluğu karada fetihlerle sınırlarını genişletiyordu. Bunda hiç şüphe yoktur. Ama diğer taraftan denizlerde de büyüyordu. Nitekim denizlerde geriledikçe karada da geriledi. Osmanlı donanmasının gücü ve deniz politikalarının etkisi, onu 16. yüzyılın başlarından itibaren Akdeniz dünyasının en önemli devleti konumuna getirdi” şeklinde konuştu.

Prof. Dr. Bostan, son yıllarda denizcilik tarihi alanında yapılan çalışmaların sayısının artış gösterdiğini ancak bu alanda daha yapılacak çok şeylerin olduğunu vurgulayarak konuşmasını sonlandırdı.

1 Nolu Kararname Adnan Hoca

1 NOLU KARARNAME ADNAN HOCA

 

1300’de kurulan Osmanlı 1600’e kadar iyi gitmiş, sonraki 1800’e kadar da kötü gitmiştir. O zamanlar Devlet sayılan Padişahlar eliyle düzeltme ve değişim bazen, bazen de güç temerküz eden guruplar vasıtasıyla değişim ve yeni düzene ortak olma gayretleri tarihimiz olmuştur.

II.Mahmut bu guruplardan biri olan Âyanlarla (Feodal Güçlerin Liderleri) İttifak Senedi imzalayarak ve onları yerelde kendi adına yetkilendirerek başa gelmiş (1808), akabinde de Bektaşîlik merkezli ve her daim imtiyazlı Yeniçeri Ocağı’nı ona kaynaklık teşkil eden dinî yapıyla beraber kapatarak (1826) Devleti yeni baştan tanzim etmeye durmuştur. Kabine / Hükümet sistemi, , müsaderenin (mala el koyma) kaldırılması, muhtarlıklar, Danıştay ve Yargıtay ondan kalmadır.

Anayasal sistem, kanun üstünlüğü, miras ve mülkiyet garantisi ise Tanzimat (1839) yani Sultan Abdülmecit ile Mustafa Reşit Paşa ortaklığından kalmadır. Modern bütçe, çeviri hukukî düzenlemeler ve Batılılaşma modası da sonrasının devamıdır. Islahat Fermanı (1856) ise Batılı Devletlerin istediği bir Açılım / Çözüm Süreci idi, tutmadı.

1876’daki 1 yıl 1,5 aylık Meşrutî Monarşi yani Meclisli Sultanlık / Parlamenter Padişahlık II.Abdülhamit ve Jön Türkler ortaklığıydı; 1908’deki ve darbelerle savaşlara, Anayasa değişikliklerine rağmen işgal altındaki İstanbul’da İngilizlerin kapattığı Nisan 1920’ye kadar kesintisiz süren Meclisli İdare / Parlamenter Yönetim ise İttihat ve Terakki imzalıydı.

Kuva-yı Milliye refleksiyle başlayan Millî Mücadele koalisyonunun ilk işi kapatılan Meclisi aynı ay içerisinde Ankara’da kurarak Kurtuluş Savaşı’nın bile Parlamenter bir üst yapıyla yürütülmesini sağlamaktı. Başardılar, “Ve emruhum şûra beynehüm / Ve işleri aralarında bir meşverettir” (Şûra 42) düsturunun bereketini gördüler.

Hele Mustafa Kemal; elindeki büyük güce rağmen Devlet Başkanlığı yetkilerini tek elde toplamadı, Cumhurbaşkanlığı ve Bakanlıklarla beraber Başbakanlığı ayrı tutarak 95 yıllık bir denge & denetim sistemi geliştirmiş oldu. Geçen haftaki 1 Nolu Kararname ile başlayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Parlamenter Sistem tecrübemizi tekrar Meşrutiyetler havasına sokmuş gibi gözükse de bizce işin özünde başka arayışlar var.

28 Şubat’ın en cafcaflı zamanlarında Harp ve Polis Akademilerinde misafir öğretim görevlisi olarak İktidar için hazırlanan Davutoğlu ve onun Stratejik Derinlik kitabı üzerinden Türkiye’nin başarısızlıkla sonuçlanan bir vites yükseltme serencamı olduğuna dair analizler yapmıştık. Zira 2001 sonrası Dünya yeni bir konsepte sokulmuştu, biz de kendi çapımızda durumdan vazife çıkarmaya çalışmıştık.

Çin ve Rusya gibi ABD’yi dengeleyerek yükselen Küresel Güçlere bakarsak güçlü bir tek adam, piyasa ekonomisi ve kapalıya yakın bir rejim ortak noktaları gibi duruyor. Sanki Amerika da Trump’la buna yanaşmak istiyor ama hem ABD hem de G.Kore’deki Başkanlık sistemleri kuvvetler ayrılığı nedeniyle buna geçit vermiyor. (Bu fasılda Koç gibi arkadaşıma fikrî ilhamlarından ötürü teşekkür ederim)

Sanki bu yeni sisteme geçiş için herkes koalisyon yapmış görünüyor, bilhassa da devlet aklı diye teşmil olunan kesimler..

Yeni kararnamelerle lağvedilen ve oluşturan yeni teşkilatlar, İçişler Bakanlığı ve Valilere verilen ekstra yetkiler, kuvvetli bir merkeziyetçi yapı bakalım Türkiye’yi nelere ve hangi dönemlere hazırlıyor?

Sıkılabilirsiniz ama Magazinci Hoca’yı değil bunu konuşmalıyız.

Menbiç Ve Kandil İçin Gidişat Analizi

 

 

            Dış politika iç politikadan öce gelir. Ve asıl itibar saray – şatafat değil ordaki başarıdır.

 

Cumhuriyet’i kuran kadro Osmanlı’nın yükseliş devrinden bu yana en başarılısıdır. Bilhassa 1938’e kadarki Atatürk öncüllüğü, çamura saplandıkça ilkelerinin kıymetini idrâke başladığımız bir özgünlüktedir.

2002’ye kadarki sağ’lısol’lu ve bazen koalisyonlu Hükümetler, kurucu iradenin ilkeselliğinde idare-i maslahatla yılları desteleyip durdular; ne ileri, ne geri.

Yıl olarak M.Kemal Atatürk’ten daha fazla ülkeyi yönetme imkanı bulan Adalet – Kalkınma yada R.Tayyip Erdoğan Hükümetleri “Tezkere” ve “Çuval”la başladığı Küresel Güçlerin idaresine maslahat eden dış politikayı ancak bir düzine yıldan sonra terk edebilmiştir.

7 Haziran Seçimleri’nin siyasî sonuçları, Devlet aygıtını elinde bulunduranları kendi başlattıkları “Çözüm Süreci”ni yine kendilerinin açılmalarına göz yumdukları “Hendek”lere gömerek sonlandırmaya itti.

Son 2-3 yılda evvelki idare-i maslahat parametrelerine dönmeyi başarı mı, tazminat mı, restorasyon mu saymalıyız; bilmem. Zira Suriye Sınırımızda başarıyla tesis edilen ilk Güvenli Bölge, ‘sıfır’dan kurularak bütün Kuzey Suriye hattını kanton kanton yönetimine terk ettiğimiz PYD / Salih Müslim Kürdistanı’na neden sonra takoz teşkil etti.

ABD’nin II.Irak Operasyonu’ndan beri projeden fiiliyata dökülen KDP / Barzanî Kürdistanı’na verdiğimiz siyasî ve ekonomik desteği ise Kak Mesut’a babası Mele Mustafa bile vermemiştir. Fakat Bağımsızlık ilânı sonrası tavrımız da Kuzey Irak’taki denge değişikliklerine ket vurmuştur. Şimdilik..

AfrinZeytin Dalı’ ile Güvenli Bölge’nin 3,5 – 4 bin km2’ye dek geliştirilmesi doğru bir iştir. Aynı süpürme operasyonunun öncelikle Tel Rıfat ve Menbiç’e, arkadan da “Fırat’ın Doğusu”na yapılmasını umma noktasındaydık. Hatta Karakozak civarı terörden temizlenirse büyük bir basiretsizlikle Urfa sınırımıza bitişik Eşme Köyü’ne kaçırdığımız atamız Süleyman Şah’ın Türbesi ve Saygı Karakolu’nun yerine iadesi sözkonusu olur diye umutlanıyorduk.

Bu saatten sonra ABD’yle Menbiç konusunda anlaşma ordaki YPG / PKK unsurları tamamen etkisizleştirme üzerine olabilirdi, oysa Menbiç’in Yerel Güçler’e devri ve Türk ve Amerikan askerlerinin ortak devriyesiyle de gözetim altında tutulmasıyla neticelendi. Yani Menbiç’i isim değiştirmeleri şartıyla (Menbiç Askerî Konseyi) PYD / YPG unsurlarına teslime imza attık. Ne onlar Afrin’deki binlerce kayıp, ne de biz onlarca şehidimiz üzerinden kan davası gütmemek kaydıyla..

Türkiye’nin bu saatten sonra Suriye Merkezî Ordusu ve Esad’la anlaşarak Kuzey Suriye’deki “Terör Koridoru”nu tamamen yok ederek ve bir an önce Suriye’deki İç Savaşı bitirerek hem 4 milyonluk (Nüfusumuzun % 5’i) bir yekûna ulaşan Suriyeli Mülteci Meselesi’nin kısmen halli hem de 40 milyar dolara yanaşan ekonomik faturanın – dövizin ve faizin patlamaya hazır bomba gibi hazır beklediği bir iktisadî süreçte – kapatılması aklın yoluydu; bizse Kuzey Irak’takine benzer şekilde ikinci şıkkı, macerayı tercih ettik. Allah sonumuzu hayreylesin!

Yine bu saatten sonra Kandil’e icra edilecek operasyon da iki noktada sembolikleşir: Bir; PKK merkezini çoktan Sincar’a (Şengal) taşıdı ve aslında yapılması gereken tıpkı Fırat Kalkanı gibi Dicle Kalkanı Operasyonu’yla Sincar – Telafer hattının temizlenmesi ve Ovacık – Telafer çizgisinde dikey bir Güvenli Bölge oluşturulmasıdır. İki; Kandil temizlendikten sonra ABD ve İsrail’in İran’ı vurması için İncirlik Üssü haline getirilmemelidir.

Türk Bayrağı’nın Kandil’de dalgalanması güzeldir ama tam İran’ın hatta İran Kürdistanı’nın sınırındaki bir dağlık üs bölgesinde Amerika ve İsrail bayraklarının da dalgalanması dış politikada “Dön baba, dönelim” vaziyeti olur ki kaldıramayız.

24 Haziran / 8 Temmuz Seçimleri sonrası için erken uyarı bâbındadır.

CHP ve Sol – 1

CHP ve Sol – 1

CHP 9 Eylül 1923’te kurulmuş bir partidir. Kurtuluş Savaşı’nda mücadele vermiş, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin bir devamıdır.

Bu anlamda, Sivas Kongresi partinin ilk kurultayı olarak kabul edilebilir. Önce Halk Fırkası daha sonra bugünkü adıyla 27 yıl tek parti olarak, 1950’den 1960’a kadar ana muhalefet partisi olarak 10 yıl bu ülkenin siyasi yaşamında rol oynamıştır. Partiyi kuranlar devletin de kurucusu olan kadrolardı. Asker ve aydın kesimdi.

Partinin amblemi olan 6 ok partinin de ilkelerini belirler.

CHP bugünkü siyaset dünyasının anladığı anlamda bir kadro partisi değildir ama kitle partisi de değildir. Bir yarı kadro partisi görünümündedir.

Bilindiği gibi kadro partileri, daha çok milletvekili çıkarma çabası duyan, iktidarı milletvekillerine tanıyan zümre partileridir. Üyeleri arasındaki ilişkiler menfaat ve paraya dayanır. Örgüt disiplinleri zayıf, lider ve kurucuları sadece işadamı, tüccar gibi varlıklı kesimden oluşan elittir.

Oysa kitle partileri bu kesimler karşısında devletin ve halkın çıkarlarını korur. Akılcı, rasyonel, somut konulara ve sorunlara dönük siyaset yapar. Çatışma yerine tartışma, bölünme yerine birlik ve beraberlik ile katılım gibi ilkeleri esas alır.

Türkiye’nin üst yapı kurumlarında nitelikleştirme olmayışının doğurduğu toplumsal koşulların etkisiyle doğal olarak karşı fikre tahammülsüzlük oranı yüksektir. Genel kabul gören ama toplumun çıkarına olan alanlarda, sosyal sorunlara dönük, farklılıkları azaltan, işbölümü ve fırsat eşitliği yaratan, insancıl ve sağlıklı söylemler geliştirilmelidir.

Çokluğun her zaman demokrasi olmadığını da değerlendirmek gerekir. Meşruluk halk egemenliğine dayanmak demek olmalıdır.

Doktriner partiler siyasal evrim sürecini aşamazlar. Bu iddiada olan CHP’de de bu gelişim süreci aşılamadı. Bugünkü siyasal yapı devrimci, ilerici ve katılımcı değildir. Günümüzün Türkiye’deki popüler particiliği gibi belirli bir yapı tanımlanmaktadır.

CHP’nin tek parti dönemindeki rolü tıpkı Meksika Devrimci Kurumlar Partisi gibi, genç Afrika cumhuriyetlerinde olduğu gibi bir dönem ülkede modernleştirici nitelik taşımaktaydı. Ancak bu rol daha sonra değişmiştir. Atatürkçülük bir evrim geçirmiştir.

Mustafa Kemal’den sonraki CHP 1960’larda Demokrat Parti karşısında yükselen bir hareketlilik ve geniş yığınları içinde taşıyan bir toplumsal muhalefetliğe soyundu. Özellikle ordu içindeki genç subaylar ve kurtuluş savaşına dayanan bir geçmişin izlerini CHP’de arayan ve heyecan duyan üniversiteli gençliğin buluşma ve kaynaşma noktasıydı. 1960’lardaki sol ve sosyalist görüşlerin şekillenmesinde ve oluşan tabanda kurumsal olarak CHP’nin de kısmen rolü olacaktır.

Efsanevi kurucu ve önderlerini daha başta kaybetmiş olması ve ardından toplumun iç dinamiklerine açılamaması nedeniyle büyük kitlelere ulaşamayan TKP ile 1960’larda özellikle köy ve kırsal tabanlı TİP’in kuruluşuyla gelişen muhalefet çizgisi arasında birçok denemeye rağmen CHP geniş yığınları yakalamasını bilmiştir.

Fakat CHP içinde burjuvazinin temel unsurlarıyla emeği temsil eden kesimler içiçeydi. Bu yüzden taban içinde bir iktidar kavgası partinin iktidar ve özellikle muhalefet rolünü oynaması öncesinde de yaşanıyordu. Yani partinin karman çorman yapısı daha başlarda göze çarpıyordu. Bu bütün sosyal demokrat partilerde yaşanan süreçti. Ancak CHP’de işçi ve köylüleri temsil eden tavandan çok orta sınıfların özellikle de küçük burjuvazinin ve devletin bürokratik yapıları içinde yeralmış unsurların ağırlığı sözkonusuydu.

Sosyalistleşme sürecinde yaşanan önderlik kavgası ise CHP’de yine daha baştan fikir olarak tam merkezinde ortaya çıkmaktaydı. Yani bir yandan liberal burjuvazi ile öte yandan işçi köylü hareketi önderlik kavgası sürdürüyordu. Ancak CHP’de emekçi kitleler açısından hiçbir gelişme yaşanmamaktaydı. CHP’de burjuva kitle partisinden sınıf partisine geçiş kararı henüz verilememişti.

Çünkü 1960’lara kadar Türkiye’de böylesi bir hareket ne vardı ne de söz konusu olabilirdi. Varolma çabası gösterenler ise daha başlangıç noktasında Kemalizm tarafından ezildiler. Daha sonraki özellikle resmi partileşme çalışmaları ise hep cılız ve ilgisizlikle başbaşa kaldı ve tarih içinde silinip gittiler.

Kemalistler daha baştan sol ve komünist hareketler üzerinde hem ideolojik etki hem de hegemonya kurmuşlardı. Bu yüzden ciddi bir muhalefetle karşılaşmadı. Muhalefetin doğduğu yıllar 1960’lı yıllardır. 1950’li yıllarda ise Amerika ile işbirliği içine giren DP iktidarına ve eski TKP’li ve TİP’li aydınların, özellikle gençliğin ve işçilerin ilerici kesiminin üzerindeki etkisiyle Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya gibi öğrenci gençlik önderliğinde toplumsal muhalefet giderek “Milli Demokratik Devrim” tezi teorisyeni Mihri Belli’nin çağrılarına rağmen burjuvazinin merkezine kayan CHP’nin tutumuna da yönelecektir.

CHP’ye karşı artan muhalefetin nedeni açıkça parti içindeki antiemperyalist unsurların varlığına rağmen işbirlikçi diye nitelendirilebilecek kesimlerin de ortaya çıkmasıydı. CHP’ye karşı muhalefetin daha başta ileri gidememesinin nedeni ise o ana kadar proleter sosyalist bir partinin olmayışına bağlanabilirdi.

Gençlik önce TKP çizgisindeki Milli Demokratik Devrim öngörüsüne sarıldı. Buna göre sivil-askeri bir zümre ile “ilerici ordu” biraraya gelebilir, toplumsal muhalefet geliştirilebilir hatta işçi-köylü temeline dayanan bir iktidar da kurulabilirdi. Ancak umulan olmadı. Ne MDD’nin solda ilerici ordu illizyonu ne de Doğan Avcıoğlu’nun liderliğinde aydınların kemalizmin yozlaştırılmasına tepki olarak ortaya attıkları “çalışanların partisi” projesi tutmadı.

Sol ve sosyalist kesim politik önderlerini, örgüt ve ideolojik çizgisini bulmuştu. Kemalizme ve CHP’ye karşı ilk ciddi ve radikal eleştiriler gelmeye başladı. Örneğin Mahir Çayan şöyle diyordu: “Feodal komprador devlet mekanizması parçalanmış, yerine tek parti yönetimi altında küçük burjuvazinin diktatörlüğü egemen kılınmıştır”. Köylülük ve kır etkinleri çerçevesinde büyüyen radikal solun bir diğer temsilcisi İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalist iktidar hakkındaki görüşleri ise Çayan’dan pek farklı değildi, Kaypakkaya’da: “Kemalist diktatörlük işçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, küçük memurlar ve demokrat aydınlar üzerinde askeri faşist bir diktatörlüktür” diyordu.

Gençlik en başta bağımsızlık ve bunun için milli kurtuluşun önemine ve bilincine varmıştı. 1960’lı yıllarla büyüyen antiemperyalist gençlik mücadelesi, ilk defa “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” sloganını kullanarak alanlara çıkıyor, aynı içerikteki MDD teziyle mücadelesine dayanak noktası yapıyor ve taktik ile eylemlerinde kullanıyordu. Kemalizmin milli kurtuluşçu ve laik yanı öğrenci gençliğin eylem perspektifini iyi karakterize ediyordu. Gençlik ve aydınlar 5 yönlü bir demokratik savaş yürütmeyi amaçlıyordu: Tam bağımsızlık, düşünceye ve inanca özgürlük, eşitlik, işçi ve köylüye öncelik, toprak reformu gibi.

Solcu ve sosyalist öğrenciler üniversitelerdeki sosyal demokrat ve kemalist öğrencilerle de bu perspektifte birarada yürüyor fakat gerici unsurlarıyla mücadele etmekten geri durmuyorlardı. Başını Deniz Gezmiş’in çektiği Devrimci Öğrenciler Birliği DÖB’ün organize ettiği 29 Ekim 1968’deki “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” siyasal iktidarın engeliyle karşılaşıyordu. Buna karşılık DÖB lideri Deniz Gezmiş “antiemperyalist mücadele verilirken gençliğin politik partilerden bağımsız olmak zorunda” olduğunun altını çiziyordu.

Aynı yıllar bütün dünyada geniş kitlelerin katılımında benzer toplumsal olaylar yaşanmaktayken Türkiye’nin buna kayıtsız kalması beklenemezdi. Üstelik Türkiye’de geçmişten devralınan milli kurtuluşçu bir çizgi vardı. Bütün dünyada burjuva devrimlerden sonra gelişen modernizmin ulus-devlet ilkesinin etkisi altında kapitalizmin ortaya çıkarttığı sınıflı topluma karşı mücadele geleneği yaratılmıştı. Gençlik eylemlerinde Kemalizmin bağımsızlıkçı yönü ön plana çıkartılıyordu. Mustafa Kemal Atatürk 1923’teki İktisat Kongresi’nde “siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferlerle sağlamlaştırılmadıkça husule gelen zaferler payidar olmaz, az zamanda söner” diyordu. Buradan çıkışla devlet eliyle kalkınma yoluna gidildi. Ulusal burjuvazi yaratıldı. Tabi işçi sınıfı da bu toplumsal değişmenin içinde yer alarak ortaya çıkan çelişkilerin sonucunda zıddı olarak gelişti, büyüdü. M.Kemal’in şu sözleri hiç unutulmuyordu:

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören doktrin izleyen insanlarız”.

Özellikle üniversiteli gençliğin sol kanadının içinde bulunduğu kesimde M.Kemal’in emanet ettiği bağımsızlık ve cumhuriyete sahip çıkmak, emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadele etmek yönünde bilinç gelişiyordu. Ancak kemalist devrim ve uygulamalarına karşı gençlik içinde daha radikal görüşlerde ortaya çıkmaya başlıyordu. İbrahim Kaypakkaya bunun nedeni olarak , Kemalist devrimle komprador büyük burjuvazi ile feodal ağaların orta sınıfları giderek yedeğine almalarını gösteriyordu. Kurtuluş savaşından sonra komünistlerin görevi kemalist iktidarı devirip işçi-köylü ittifakına dayanan bir iktidar kurmaktır.

Yani 1960’lar ve 70’ler Sovyet, Çin, Latin Amerikan solculuğunun savunulduğu yıllar olmuştur. Küçük burjuvazinin paternalist anlayışı ile büyük burjuvazi parlamenterizmi arasında yoksul ve emekçi kitlelerin politik hareketi gelişimini tam olarak sürdüremedi. CHP’nin durumu ise bu güçlerin hegemonyası altında liderlikle kararsızlık gelgitleriyle sürüp gitmektedir.

CHP’ye egemen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği iktidarı ele geçirdikten sonra 27 Mayıs hareketi içinde önemli bir rol oynayan orta burjuvaziyi de birden karşısına almayı doğru bulmamıştır. Orta burjuvazinin 27 Mayıs Anayasası’na da giren bazı sınırlı demokrasi istemlerini bu nedenle kabul etmiştir.

1950’de iktidardan düşen komprador burjuvazi ile toprak ağaları kliğinin en baş temsilcisi DP ise kendisine de yönelen faşist baskılar karşısında “demokrasi” havariliğine çıkmış, orta burjuvazinin ve gençliğin bu yönde katılımını bir kaldıraç gibi kullanarak 1960’da iktidarı yeniden almıştır.

İşte gençlik bu oluşumu iyi gördü. 27 Mayıs hareketine önderlik eden ve sonunda iktidarı ele geçiren sınıf CHP’ye egemen olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliğidir. Orta burjuvazi ise onun peşinde yedek güç olarak kalmıştır. Örneğin Kaypakkaya’nın 27 Mayıs Cuntasını değerlendirmesine göre DP Amerikancı, CHP ise Almancı komprador burjuvazi ve toprak ağalarının işbirliğini temsil etmekteydi.

Yarı sömürge ülkelerde burjuva parlamentosu, şekilcilik ve göz boyama aracı, formalite bir meşrulaştırma biçimiydi. Yarı bağımlı, yarı sömürge komprador ekonomisi işçinin, köylünün, küçük kentli burjuvazisinin, küçük memurların baskı altında tutulduğu, ezildiği, susturulduğu ve şiddet, zindan, ağa zulmü her türlü yasaklar altında inim inim inletildiği bir düzendi.

Kısaca işte böyleydi toplumun muhalif, ilerici ve yoksul kesimlerinin gözünde egemen devlet anlayışı… Daha sonraki dayatmalar ise hep revizyonist, reformist ve küçük burjuva oportünizmi olarak görülmüştür.

CHP tek parti döneminde programı Batıdan, değişik ideolojilerden etkilenme, bir sentez dönemiydi. Mesela devletçilik ilkesi batılı uygulamalardan etkilenmeydi. Bugün özelleştirmeyi savunmaktadır. Parti programına bakıldığında görülebilir.

1946-1960 dönemine bakıldığında CHP’nin dışında DP’nin de Atatürkçülükle bağlantı kurma çabaları vardır. Ancak bu uygulamalar çoğu zaman Atatürkçülük karşıtı gerici ve popülist karakter taşımaktadır. Düşünce deformasyona uğratılmıştır.

1960-1971 arasında Atatürk devrimlerine sahip çıkma zorunluluğu duyulmuşsa da bir ortanın solu sloganı tutturularak sosyal tabanı değiştirme yönünde uygulamalara girişilmiştir. Gelinen durumda da farklı gruplar farklı yorumlarla Atatürk’e izafe etmeye çalışmışlardır.

Rustow’un deyişiyle kemalist temel hedefler bugün güçlü bir savunmaya muhtaçtır. Kalabalık ve gürültülü bir siyaset sahnesinde çözüm ile yeni tekniklere ihtiyaç vardır.

Artık sistem ile özellikle yeni dünya düzeni ve batı emperyalizmi karşısında kemalizmin güncel tutumuyla bir yere varmak zordur. Aslında bugün bayraktarlığı yapan kesimler de toplumun en tutucu, kastlaşmış ve değişime direnen kesimleri olup çıkmıştır. Bu günkü haliyle sekülerizmde ısrarcı olan tiplerin çoğu dünyanın sömürgeci ve kapitalist güçlerinin yanında yeralmak istemektedir.

Kişilerin siyasete yaklaşımlarına ve siyasete girişleriyle siyasal partilerde yer alış amaçlarına bakıldığında çeşitli kriterler görmek mümkündür. Bunlar, etkilenme, ideolojik bağlılık, kişisel, mesleki ilerleme hırsı ile beklentiler ve bireysel itilerdir. Bu açılardan bakıldığında da bir kitle partisi olan CHP’nin ilkelerine ve parti disipline ciddiyetle eğilmesi beklenir.

Katı olmamakla birlikte halkçı ideolojiye bağlılık, parti içinde örgütsel sululuk gösteren ve kafa değiştiren tipler yerine devrimci, yenilikçi zinde güçlere yer verme, örgütsel disiplinci, elitist değil çok sayıda aktif katılımcı, kadrocu olmayan, tartışan çoğunlukçu ve demokrat bir ilkelilik yapısına kavuşturulmalıdır.

Bilindiği gibi geleneksel toplumlar duygusal ve ideolojik çevre içinde gelişir. Doğal olarak tartışmalar da ödünsüz ve katı olabilir. Ancak ideoloji sadece kişilerin, grupların üzerine kurulduğunda daha da katılaşıp despotlaşabilir. Parti içinde demokrasiden sözedilmek isteniyorsa o zaman üyeler ve parti yönetiminde eşitlik, katılım, halka açık denetim, tartışma ve doğruyu bulma gibi kriterleri öne almak gereklidir.

CHP’nin kadro partisi yapısı ikinci dünya savaşı yıllarına kadar sürdü. 22 yıl yani 1945’e kadar. 1960’larda toplumsal yapı değişmekle birlikte siyasal yapıyla çelişmeye başlamıştı. Birbirine benzeyen partiler Türkiye siyasetine egemen oldu.

CHP eğer bugün halka dayalı bir parti olma iddiasını sürdürmek istiyorsa hem bu kriterleri hem de yapısında bulundurulması gereken kesimleri aramalıdır. Aydın, emekçi, işçi, köylü’den oluşturulacak bir taban bu…Ve bu tabana seslenecek bir söylem geliştirmelidir. Şeyhlerin eteklerine yapışmamalıdır.

CHP’nin batıcılığı ise Jöntürk batıcılığına ve pozitivizmine dayandırılan bir batıcılıktı. Bu anlamda Comte ve Durkheim’in Jöntürk pozitivizmi, bilimsellik, ve ilerleme hem Atatürk’ün hem de CHP’nin resmi söylemi olmuştu. Siyasi konjenktür değiştikçe partinin karakteri de değişiyor.

Pozitivizmin hristiyanlıktan kopuş, halkçılık sürekli ilerleme yani terakki, inkilapçılık gibi ilkeleri kemalizmide etkilemişti. Zaten Kemal Tahir’in Şeyh Edebali’nin denen metni asıl kaleme alan kişi olduğu iddiaları da daha sonra dile getirilmişti. Devlet Ana romanından yola çıkılarak tarihçi-romancı tarzıyla yazan Kemal Tahir’den etkilenme olabileceği bile söylenmişti. Kemal Tahir’in marksist olmadığı ATÜT kavramını sık sık işlediği vs. medyada tartışılan konulardan biri olacaktır.

Yeri gelmişken burada Kemal Tahir’in devletçilik anlayışının Osmanlı-Selçuklu-İslam köküne dönmek olarak dile getirildiğini de söyleyelim.

Marx, Eski Roma’dan Hindistan ve Çin’e kadar bütün Asya’da uygulanan üretim yapılarını incelemiş, Avrupa dışındaki kimi toplumlarda kimi yer ve zamanlarda uygulanan üretim ve mülkiyet ilişkilerini, tarzlarını tanımlandırmıştı.

İç dinamikler incelendiğinde feodal beylerle merkezi devletin toprak mülkiyeti iktidar kavgasıdır da… Mülkiyetin devlete ait olduğu toplumlarda toplumsal yapının ve kentlerin daha çabuk geliştiğini, altyapıların devlet tarafından meydana getirilmesi nedeniyle de meta üretiminin arttığını ve kır-kent bağının güçlendiğini ortaya koymuştur, Marx.

Marx’ın vardığı sonuç toplumun alt yapısının yani ekonomisinin üretim ilişkileri tarafından belirleniyor olduğunu ortaya koymasıydı. Üretim üretim tekniğini, üretim tekniği üretimin biçimini, üretim biçimi de sosyal yapıyı belirlemekteydi.

Osmanlı Toplumunun da Asya’daki toplumsal kuruluşların özelliklerini yansıttığı biliniyor. 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı’da toprakta mülkiyet devlete aitti. Bu topraklara devlete ait anlamında da “miri” topraklar denirdi. Bu dönem İkinci Mehmet yani Fatih dönemine denk gelmektedir.

1960’lı yıllarda MDD çizgisinde ve YÖN hareketi içinde yeralıp YÖN Bildirisi’ne imza koymuş bazı sol aydınlar marksist olmayan kalkınma modellerini öne sürmek ve sosyalist olmayan unsurlardan çözüm bekleyen tutumlarından dolayı eleştirilmiştir. Deniz Baykal’ın söylemi çerçevesinde gündeme taşınıp dile getirilen tartışma kısmen Kemal Tahir’in bu tutumudur. Yani Osmanlı’nın sadece bir tarihsel dönemine bakıp Osmanlı’nın “sol” olduğunu açıklamak…

Son günlerde bu konularla ilgili tartışmalar son hızda aldı başını gidiyor. Politik çevrelerdeki bu tartışmalara edebiyat çevresi de katıldı. Özellikle de Kemal Tahir ve İdris Küçükömer adını anarak yapıyorlar bu tartışmaları. Şimdilik “en azından bu da yeter” demek geliyor içimizden…

Başta Nazım Hikmet ve Kemal Tahir olmak üzere sol aydınların neredeyse tümünü bütün yönleriyle sorgulamadan sağa maletme hastalığı başladı. Bu da “Muhafazakar Demokrat !”ların yeni bir taktiği olsa gerek…

Yapılan eleştirilerde marksizmin batılı olup olmadığı tartışılıyor. Marks, Engels’le ve Lenin’le birlikte dünya enternasyonalist işçi ve komünist hareketinin üç önemli isminden biriydi. Elbette felsefesinin bilimsel temelleri Alman filozofu Hegel’e ama ondan da önceleri Eski Yunan düşünürlerine kadar iniyordu. Klasik İngiliz İktisadı’nın teorisine ve Fransız soluna dayanacaktır. Lenin’e göre hareketin başı diyalektik materyalizm teorisiydi. Marksizm devrimciliğin ilmidir. Marks’ta sistemin merkezine “ekonomi politik” oturtulmuştu. Marks” insanlık tarihi sınıfların savaşımlarının tarihidir” diyordu. Lenin ise marksist görüşü pratik alanda geliştirip proletarya diktatörlüğü aşamasına geçmeyi marksistlik olarak değerlendiriyordu.

Lenin’e göre pratik bilgi hem evrensel hem de gerçeklikle içiçe olduğundan teoriden daha üstündü. Bir bilim haline geldiğine göre sosyalizmin bir bilim gibi ele alınması yani öğrenilmesi gerekirdi. Engels’in bu görüşü ise bilimin ne bir ulusa ne de bir coğrafyaya izafe edilemeyeceğini göstermektedir. 1970’lerin konusu da Kemal Tahir’in yaklaşımlarının çelişkili ve bilimsel olmadığı yönündeydi.

Bizim amacımız da yazının bu kısmında tam anlamıyla sadece Baykal’ın görüşlerinin kökenine inmek değil. Bir tartışmayı varolan gerçeklikler ve objektif kriterleri ışığında doğru zemine oturtabilmekti. CHP’nin kısmen 1999 seçimleri sonrası başlatılan yeniden yapılanma çalışmaları sırasında yaşananları hatırlatmak da istedik. Öteden beri Türkiye solunun sahiplendiği ortak mülkiyeti savunan Simavna Kadısı İsrail’in oğlu Şeyh Bedrettin’e karşılık ahi örgütünün kurucusu Şeyh Edebali’nin devletten önce insanı öne çıkaran yaklaşımının CHP Genel Başkanı tarafından dile getirilmesi “CHP sağa mı kayıyor” tartışmalarını alevlendirmişti. Devlet ile birey ekseninde tartışmalar hep yapılageldi. Ama insanın insanla-doğayla ilişkilerini etraflıca ayakları üstüne oturtan toplumcu düşünce gerçekte yine solculuk olmuştur. Sömürünün ilk adımı emekte başlıyor, çok uluslu tekellerde bitiyor. Birey ve devlet bunun neresinde; hepsinde… Marks, teori yığınlara aktığında maddi güç olacaktır diyordu. Buanlamda düşünce insanın beyninin içinde durmasıyla bir şey ifade etmiyor, bireyci, faydacı ve pragmatik olmaktan öte insanlığın yararına olmak için eyleme dönüşmek zorunda.

Sınıfsız bir topluma işaret eden halkçılık, sürekli ilerleme demek olan inkilapçılık kavramlarına İttihad ve Terakki döneminde de yer verilmiştir. Tahir’in romanlarında olduğu gibi mesela Yorgun Savaşçı’da…

“Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” diyen bilme ve fenne dayanan pozitivist açıklama da CHP’nin öncülü Kemalizme dayandırılmaktadır. Laiklik, yazı, kadın hakları, giyim kuşam, eşitlik gibi sürekli yenilikler hedefleyen devrimcilik ve gerçekçilikle çakışan bir zamanlama ustalığı taşıyordu, Atatürkçülük…

Ancak… Niyazi Berkes’in şu saptaması çok dikkat çekici ve yerindedir:

“Kemalizmin talihsizliği, devrimciliğin, henüz geri yapısı değişmemiş bir topluma daha ileri bir uygarlığın gerektirdiği zihniyeti yazı, kıyafet, takvim, kanun gibi araç veya sonuç niteliğinde olan şeyler yoluyla yerleştirme olarak anlaşılması, arkadan gelen kuşaklara da böyle tanıtılması oldu. Atatürk’ün asıl başardığı iş toplumsal değişmelerin yapılması için gerekli olan yeni bir yönü ve ortamı açmak olmuştur”.

Şimdi 1960’larda 70’lerde Türkiye’de siyasete egemen olan Mahir Çayan’ın üstüne basa basa dile getirdiği devrimci güçte “politik öncülük” tartışmalarının ne kadar yerli yerinde ve yararlı olduğu ortaya çıktı. Kaldı ki Can Yücel’in “insan gibi insan” dediği bilim adamı İdris Küçükömer ve Doğan Avcıoğlu gibi isimler de layık oldukları takdiri görmüşlerdir.

Bugün gelinen noktada kapitalizm kendine özellikle iki düşman yaratmıştır. Birincisi devrimci güçler, ikincisi ise radikal dinci-ihtilalci güçler.

Bu anlamda da tıkandığını görüyoruz, Şeyh Edebali’yle ilgili söylemin.

13 Mart 2001 itibariyle de bölünmüşlük, eski liderlerin istifası ve istifalara giden bir süreç yaşandı CHP’de…

Atatürk’e hep 4 temel düşünce alternatifi sunuldu. Biri islamcılık, diğeri osmanlıcılık, ve turancılık ile batıcılıkla, Ziya Gökalp’in milliyetçiliği. Atatürk dine dayalı teokratik ve yayılmacı yani expansiyonist, ırkçı akımları reddetmiştir. Özünde devrimcidir. Değişmenin amacı da üstyapılar, ekonomi ve devletçilik uygğulamalarıydı.

Az gelişmiş ülkelerde ideoloji ulusal birlik sağlamak için kullanılan güçlü bir yapıştırıcıydı. Aşiretler arasında, etnik kökler arasında ayrılıklar gideriyor, farkları kaldırıp uyum sağlatan bir rol oynuyordu.

İnsan ve toplum arasındaki sosyal ilişkiler de bu ideoloji ve adalet çevresinde düzenlenebilmiştir. Biz de Atatürkçülük bir parti misyonu olmuştur, CHP’de. Ancak ideologlar da beraberinde gelmiştir. Kemalizm onların ağzıyla öğretilmiştir. Örneğin 6 ilkenin ulusçuluğu tamamlayan değerler olduğu söylenmiştir.

Atatürk’e ve kemalizme yansıtılan yanıyla jöntürk hareketinin de ittihad ve terakkinin de temel stratejik hedefleri bu olmuştur; Osmanlı İmparatorluğunun parçalanışını durdurmak…

Bilinçli hedef ise burjuva sınıflı olmayan bir toplumdan, Türkiye toplumundan çağdaş, kapitalist bir toplum yaratmak.

Cumhuriyete miras kalan bu hedef strateji, ekonomik yapıyı değiştirecek, parçalanmayı önleyecekti. Milli işletmeler kurulacak, milli ekonomi geliştirilecek, sermaye birikimi hız kazanacaktı. Ekonomik bağımlılık adeta parçalanmayla eşdeğer tutuluyor ve kurtuluşun ikinci bölümü ve devamı gibi kabul ediliyordu.

Ancak ne CHP’nin ne de kemalizmin geldiği süreç bugün için en azından TC’nin bunu doğrulayan durumundan çok uzakta kalmıştır.

Jöntürk hareketi de, ittihad ve terakki hareketi de burjuva sınıfını oluşturmak için her türlü çabayı göstermişti. Osmanlıdan umut kalmayışı, Cumhuriyet kadrolarıyla organik ilişkilerin kurulması sonucunu doğurdu. Osmanlı istibdadını teşhir etmek için programlarını Fransız devrimci literatüründe ve pozitivist sosyolojik kuramlardan alan hareketlerin bugünkü durumuna da iyi bakmak gerekli.

Hürriyet, eşitlik, halkçılık gibi kavramlarla süslenen, halk kitlelerinin desteğini bekleyen, daha sonra da halktan destek görmeyince bunları defterden silen hareketin bugünkü durumuna bakmak gerekir.

Gelinen nokta işte şudur: Otoriter, seçkinci, militarist, siyasi ve askeri eylemle karışık bir karakterize olma durumu.

Başından sonuna muhafazakar, despot, giderek yayılmacılığa dönüşen ve sonu trajediyle (Enver Paşa) biten bir yaşanmış öykünün başlarında gelinen modern-burjuva toplumlu bir süreç. Başında Alman heyyülası, şimdilerde Amerikan Emperyalizminin kıskacında yozlaşan, yozlaştırılmış, başındaki anlamını da içinde barındırmayan günümüzün cilalanmaya çalışılan versiyonu ve yeni macerası.

Halkçı-Emekçi, tam bağımsızlıkçı bir yapıdan giderek uzaklaşan bir anlayış ve yaklaşım.

İşte bugünün CHP’sinde yansıyan partiler üstü durumun özeti bu.

-DEVAM EDECEK-

TAMER UYSAL

İngilizlerin Canını Yakış Tarihimiz

    

 

19.yy ile 20.yy’ın ilk yarısına kadar dünyada “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk / The Empire On Which The Sun Never Sets” olarak adlandırılan İngiltere (E) yada İskoçya ve Galler’le birlikteki adıyla Büyük Britanya (GB) veyahut BB + Kuzey İrlanda ile beraberki ismiyle Birleşik Krallık (UK) hâl-i hazırda Akıl Oyunlarında etkili bir ülke.

92 yaşındaki Kraliçe Elizabet, sadece Birleşik Krallık’taki 2 tane adanın değil İmparatorluk Güneşinde sömürüldükten sonra nadasa bırakılan toplamda 2,5 milyarlık bir nüfusa ve 30 milyon kilometrekarelik bir yüzölçüme sahip tam tamına 53 ülkenin de Ana Kraliçesi; hemi de Pakistan, Bangladeş, Malezya, Nijerya gibi dev İslam ülkeleri dahil.

Bizim 1450-1600 arası rakipsiz, 1600-1700 arası ise diğerleriyle rekabet içerisinde Süper Gücümüzü temsil eden 600 küsur yıllık Osmanlı Güneşinin zeval dönemine denk gelse de 2’si onun son nefesinde ve 2’si de onun vârisinin doğuş ve yükseliş evrelerinde olmak üzere 4 kez İngilizlerin canını yakmışlığımız var.

Bunlardan ilki Çanakkale! 18 Mart’ta kutladığımız Deniz Zaferinin haricinde devrin Süper Gücü olan İngiltere’ye 25 Nisan’da başlayan ve tâ 9 Ocak 1916’daki Türk Zaferiyle neticelenen kara muharebelerindeki malûm başarılarımız ki artık kamuoyuna mâlolmuş durumda. Belediyeler ve muhtarlıklar günaşırı sefer düzenlemekteler.

İkincisi Kut’ül-Amare! Çanakkale’de işin sonuna gelmişken başlayan ve tam 5 ay sonra 29 Nisan 1916’da Türk Ordusu’nun kesin galibiyetiyle sonuçlanan, şimdilerde daha yeni yeni farkına varmakta olduğumuz Kut’lu Zafer. Burnundan kıl aldırmayan İngilizlere 23 bin kayıp verdirmekle kalmamış 13.800 İngiliz askerini de esir almışız. Bu alınanların 500’ü subay, bu subayların da 13’ü general, bu generallerden biri de İngiliz Ordu Komutanı Charles Ferrers Townshend.. Ve bu zaferin bizdeki karşılığı 350’si subay olmak kaydıyla 10 bin şehit.

Irak’ın başkenti Bağdat’ın güneyindeki Kut’a gidemesek de Elazığ’ın Hazar’ından doğan Dicle Nehri Kut Şehriyle her daim irtibatımızı sürdürmekte. Bir de Kut’ül Amare’deki şehitliğimizde tarihimizin hâlâ canlı şahidi 50 şehidimiz..

Üçüncüsü Kurtuluş Savaşı! Ve en önemlisi, ve en uzun sürelisi, ve en çetini… İstanbul derseniz; 13 Kasım 1918’te kaybettik, 6 Ekim 1923’te geri kazandık. Bizim İzmit derseniz, 15 Kasım 1918’de İngiliz işgali ve Ağustos 1920 başı Yunan işgali; Yunanlıları kovduğumuz 28-29 Haziran 1921 tarihine varmadan 26 Ağustos’ta Servetiye Mevzilerinde öldürülen İngiliz Generali ve onun cenazesini almak için 27 Ağustos 1920’de Haydarpaşa’dan özel gönderilen Kızılhaç Treni var.

İzmir dersiniz, Çanakkale dersiniz, Samsun dersiniz, Eskişehir dersiniz, Merzifon dersiniz, Kütahya dersiniz, Afyon dersiniz; bir tek “Biz Kurtuluş Savaşı’nda yalnızca Yunanlılarla savaştık” diyemezsiniz. İstihbarat savaşlarını ve şimdi sınırlarımızın dışında kalmış yerlerdeki sömürge savaşlarını da unutmamak lazım.

Dördüncüsü Kıbrıs Savaşı! Biri 20 Temmuz’da ve diğeri 14 Ağustos’da olmak üzere çifte Harekât ile kazandığımız Kıbrıs Zaferi de İngiltere, Amerika ve NATO’ya rağmen gerçekleşmiştir. Bu sırada bizim taraf 500 asker, 70 mücahit ve 270 sivil olmak üzere toplam 840 şehit; karşı taraf ise 4 bin kayıp vermiştir. Kıbrıs’ta birkaç ilçe büyüklüğünde İngiliz üsleri var ve Ortadoğu için Kıbrıs İngiltere’nin devâsa bir uçak gemisi hükmünde.

NATO’ya girişimizden sonra İngiltere’yi gücendirmemek adına Kut Bayramı’nı kutlamayı bıraktık da, Kıbrıs’ta İngiltere’nin dayatmasıyla bir türlü bitmek bilmeyen müzakereler yapıyoruz da, şu Yunanistan’ın çöktüğü 17 adamız ve 1 kayalığımıza neden sahip çıkamıyoruz? yoksa orda da rakibimiz İngiltere mi?

İslâmiyet Müslümanlara Beş Numara Büyük

 

 

80’lerin sonlarına doğru meşhur “Patagonya’nın Sesi Radyosu”nda sorardı ecnebîler Vatandaş Rıza’ya:

—  Sen Müsliman?

—  Eh, zaman zaman..

Mısır’ın fethi Osmanlı için sonun başlangıcı oldu. Zira ardından Kanunî devrinde tavan yaparak yavaş yavaş dibe salınmaya durdu. Çünkü Osmanlı Türkü’nün beynindeki Matûridî çip yerini Eş’arîliğe bıraktı.

Marka Müslümanlığı, menkıbevî Müslümanlık, an’ane Müslümanlığı, kaba  softa / ham yobaz’lık gibi isimlendirmelerden öte merhum Âkif gibi şakakları zonk zonk bir vicdan abidesi bile Avrupa dönüşünde “Dinleri yaşantımız gibi, yaşantıları Dinimiz gibi” demek durumunda kalmıştı.

Bizim hacılar – Allah kabul etsin – ‘Yâ sabır’ yemini ettikleri için uhrevî telezzüzden gayrisini anlatmazlar. Oysa Allah’ın Beyti’nde bile Müslüman Müslümanı omuz – dirsek yara yara geçiyor.

Temizlikten bîhaber hacının yada ehl-i namazın enforme edilmesi için hangi canlı yayına bağlanacağız?

Dünyada rüşvetin en yaygın olduğu ülkeler: Pakistan, Mısır, Azerbaycan, Nijerya, Türkiye.. Hatta gittiğimiz Avrupa ülkelerine bile hile – hurdayı biz öğrettik, iftiharla.

Dinimiz “Oku” der, yatmayı tercih ederiz. “İnsana çalıştığından başkası yoktur” der, Sazanlık Piyangosu’na milyon milyon sarkarız. Dedikoduyu, gıybeti, hasedi yasaklar; dizilerle ailemizin ‘sıfır kilometre’ üyelerine bile tay tay’ı bunlarla öğretiriz.

Çevre bilincimiz katletmek üzerine; sorumluluk anlayışımız Bu dünyada bir tek ben yaşıyorum üzerine. Kitabına uydurmak en sevdiğimiz şey ve padişah dedelerimizden miras.

Müslüman her şeyin en iyisine lâyık teranesiyle çocuklarını dış ülkelere gönderip genç kızlarla tanışsınlar diye yarışan İslâm-cı sosyetemizin makyajları rahmet yağmurunda bile dökülmüyor.

Olumsuz örneklemdeki Bunu yapan birkaç kendini bilmez. Gerçek Kocaelisporlular kesinlikle yapmaz repliği bizim Müslümanlık anlayışımıza sökmüyor birader.

Temel’in ters yol anonsunu duyduğunda dediği gibi: “Biri değil, biri değil,  hepsi!” “Siz onlar görseydiniz deli derdiniz, onlar da sizi görseydi ‘Bunlar Müslüman değil’ derlerdi.” (H)

Filmin en acıklı sahnesi; hastanın hasta olduğunu bilmemesi.. Cuma Hutbesinde gözü açık uyurken ‘ilim farz’ cümlesini ‘filim az’ deyu algılayan, şişeden – zardan düşmeyen ama din-ci’liği de kimseye bırakmayan nesiller yetişti son yıllarda her yaştan.

24 saatinin yarım saatine bile uğramayan dindarlık arkadaşın seçim sandığında gemi çıpası gibi bekliyor. Bir elinde pusula, bir elinde ayna; işkemben yazsın, sen oyna!

Necip Fazıl yaşasaydı; “Bize kalan aziz görev, asırlık zamanlardan  

     Temizlemek tarihi sahte Müslümanlardan” der miydi?

Tek yol; Kur’an ikliminde, Nebevî ahlâkı duyumsaya duyumsaya, Matûridîlik’le Hanefîlik’in akıl bileşkesinde, meâl müdrik bir vaziyette iman inşâsına yeni baştan başlamak.

Sürekli olarak yaptığımız şey neyse biz oyuz. ‘İkra!’ diyoruz.

 

 

Türkiye’de Yahudi Ve Ermeni Düşmanlığı – II

 

“Türk odur ki; Müslüman bir anne babadan doğan, kulağına ezanla / kametle bir Müslüman ismi verilen, her türlü haltı yese de domuz eti yemeyen, mübarek gün ve gecelerde içmeyen, Cuma hassasiyeti olup arada bir kaçırsa da Cuma’ya giden, vatan – millet – din – devlet tehlikeye düştüğünde de kazma–kürek, balta–nacak alıp saldırana Türk derler. Bu tanım içerisinde ‘Hayır, ben Türk değilim’ diyecek bir Allah’ın kulu yoktur. Bu tanım içerisinde Hrank Dink Türk’tür, Orhan Pamuk Ermeni’dir; söylediğim cümleye göre.”

Türk tâbirinin kavmî bir tarif olmadığını bilen Yavuz Ağıralioğlu’nun ilginç tarifnâmesinde bile çaprazlamadaki olumsuz örnek Ermenilik kokar. Fakat asıl ihale Türkiye’de Yahudiliğedir. Zihniyeti, çıfıtlığı ve lânetliliği üzerinden oluşturulan olumsuz kanı bir asırdır yükselen bir grafikle genel kabul görmektedir. O kadar ki dünyanın bütün olumsuzluklarının arka planında onların varlığı dinî terminolojiyle desteklenerek seslendirilir.

Necip Fazıl demişmiş ya; “Yahudiler mi dediniz? Onlar, yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir” diye, bizim milliyetçi – muhafazakâr tayfa da yumurtası çatlasa veyahut ayağına taş çarpsa Yahudilerden bilir. Hem onların lânetlendiğini Kuran’dan duymuşmuş gibi aktarır hem de nerdeyse insanlığın kaderini Tanrımisal belirledikleri mitini yayarak üstün ırk nazariyesine bilmeden kovayla su taşır. Hâlbuki ikisi de Kur’anî değildir.

Ya nedir? Dünyada 15 milyon, Türkiye’de de 15-16 bin nüfusu olan din esaslı bu topluluğa Musevî denir. Kuran’da Beni İsrail olarak geçen İsrailoğulları yani Yahudiler ise bu din üzerinden milletleşen bir guruptur. Gerek Dünyadaki ve gerekse İsrail’deki toplam Musevî nüfus içerisindeki oranları 3’te 1 oranında olsa da kalan 3’te 2’yi de dinî milliyetçilik üzerinden Yahudi etnolojisine sokuşturmaya çalışıyorlar; biz de cehaletimizle destek oluyoruz.

2014’te Kocaeli Tarih Sempozyumu’nda Dr. Gerşom Qıbrısçı “Karaim in Nicomedia” başlıklı tebliğini sunarken Musevî bir Türk olduğunu söylediğinde onun hemşehrisi sayılabilecek bir tarih doçentimiz onun Yahudi olduğunu ve Türk olamayacağını beyan etti. İsrail nüfusu içindeki Etiyopya / Falaşa Musevîlerinin, Peru / İnka Musevîlerinin, Hindistan / Koçin Musevîlerinin, İtalyan / Romanyot Musevîlerinin, bizim Hazar / Karayit Musevîlerinin ve hatta Doğu / Mizrahî Musevîlerinin (Arap, Fars, Dağlı, Kürt, Tat, Gürcü..) dil ve kültürlerini yok sayarak yalnızca inanç tercihleri üzerinden tek tipleştirmek ne menem bir düşüncedir.

Yakın zamana kadar Türk Musevî Cemaati olarak bilinen Türkiye Hahambaşılığı’nın 3 yıl önce Türk Yahudi Toplumu adını alması da bu minvaldedir. Oysa kültürel kökeni hakkında Müslüman Türk’ün ne kadar konuşma hakkı varsa Ortodoks yada Musevî Türk’ün de o kadar konuşma hakkı vardır. İnsanlara kimliklerini ürün etiketi gibi başkaları barkodlayamaz. Bu, Sabataycı diye bilinen Avdetîler için de geçerlidir. İçlerinde iyisi de olur, kötüsü de; Kurtuluş Savaşı’nda ihanet edeni de olmuştur, Millî Mücadele için canını koyanı da.. Tıpkı Türkmenler, Lazlar, Yörükler, Çerkezler, Tatarlar, Kürtler gibi.. Milletine mensubiyet duyan koştu geldi, karakterinde defo olan Yunan’la bile anlaştı.

Neymiş; Türkçülüğün kitabını Moiz Kohen (Tekin Alp) yazmış; ‘Türk Ruhu’. Neymiş Mustafa Celâleddin Paşa (Konstantin Borzecki)  150 yıl önce ‘Eski ve Yeni Türkler’in tarihini yazmış. Bu adamların Hz. Musa’ya inanmaları niye milliyet şuurlarına ve bu meyanda beyanlarına engel teşkil etsin?! Biz Müslümanlar olarak Türklüğümüzle övünüyoruz da onlar 5 bin yıllık bir nehir olarak akmakta olan Türklükle ilgili niye kelâm edemesinler?!

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde baştacı ettiğimiz bu insanlar Siyasal İslam’ın ‘bi camide, bi kahvede’ anlattıklarıyla Şeytan’ın asker arkadaşları algısına aktarılmış.  Oysa Şeytan bu ilahî senaryoda kötü karakteri simgelemektedir; kökeni değil. Dahası yaratılış malzemesine bakarak azan / sapan Şeytan’sa ve “Herkes kendi karakterine göre hareket eder” âyeti varsa bu milliyet, soy-sop işlerinde dikkatli olmak lâzım gelir. Yoksa ensar’üş-şeytan; şampiyon!