Etiket arşivi: Obama

Beyaz Saray’dan Peru Kabilelerine Bir Türk Kadını… Dilek Alp

Son dönemde en sık duyduğumuz cümlelerden biri “beyin göçü”… Sayısız özel insan ülkemizden şu veya bu sebeplerle uzaklaşıyor. Ancak Türkiye’nin daha iyi bir ülke haline gelmesi için yaka paça savaşanlar da var. Bu rüzgâr savaşçılarından biri de Dilek Alp… Emin olun, Standart Dergi olarak röportajı yaparken onun kariyerinde ve yaşantısında yaptığımız yoğun yolculuk, bizim için sıra dışı bir iş oldu. Beyaz Saray’da dönemin başkanı Obama’nın ofisinden Peru’daki kabile yaşamına, kadınlar için yaptığı çalışmalardan kahveye kadar uzunca bir sohbete tanık olduk. Bu sohbet öyle detayları içinde barındırdı ki röportaja bir isim vermek istesek bu isim “boyutsuz” olurdu.

Lafı fazla uzatmadan gelin Dilek Alp’in rüzgârında bir yolculuğa çıkalım.dilek başkan rp

Röportaja, “Beyaz Saray” günlerinizden başlamak istiyorum. Nasıl oldu da orada görev aldınız? Size nasıl ulaştılar?

Beyaz Saray’ın dikkatini çekmemin ardında yatan asıl neden, 2008 yılında ABD Santa Clara Üniversitesi’nin Kadın Liderlik Direktörlüğü bölümünün direktifiyle Dünya Kadın Liderler Programı’nda ülkemizi Kadın ve Kültür alanlarında temsil etmek ve araştırma yapmak için seçilmemle oldu. Mezuniyetimden o tarihe kadar ağırlıklı mimar olarak çalışırken, “1999 Gölcük Depremi”nin ardından Gölcük’te hemen her alanda resmi ve gönüllü çalışmalarım, hem de kadınlar için geliştirdiğim özgün yerel kalkınma programları ABD Santa Clara Üniversitesi’nin dikkatini çekti. 12 aylık bir takip süreci geçirdim, ciddi raporlama yaptılar. Tabii, bu süreç sadece inceleme dönemlerinden oluşmadı. ABD Berkeley Üniversitesi’nde görevli değerli hocalarımdan biri özellikle benim adımı vererek, dikkate alınmamı sağlamış. Bu eşsiz programı, Dünya Kadın Liderlerinden biri sıfatıyla tamamladıktan sonra, dünyanın hemen her bölgesinde konuyla ilgili sahada çalışmaya başladım. Beyaz Saray öyküsü de bunlardan biri. Kültürel Miras, Kültürel Savunucu ve Kadın Hareketleri konusunda Türk uzman pozisyonunda resmi görevli olarak davet edildim.

Siz, bir dönem dünya gündemini belirleyen önemli isimlerden de eğitim aldınız, değil mi? Bu eğitimler size ne kattı?

Evet, popüler anlamda dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve New York Senatörü Hillary Clinton gibi önemli isimlerle tanışma ve onları dinleme olanağım oldu. Bu iki kişinin dışında, dünyaya katkı sunmuş sayısız kadın liderle tanıştım, ders aldım ve sohbet ettim. Bu eğitimler bana iki açıdan faydalı oldu. İlki, onların tecrübeleri bana yol gösterdi, ilham verdi. İkincisi de, onların da bizim gibi sade insanlar olduklarını teyit ettim. Karşımdaki kadınlar sokakta rastlayabileceğim türden ama özel insanlardı. Ulaşılabilirlerdi. Hedeflerimi güncelledim. “Ulaşılamaz” kategorisinde bir insan türü olmadığını fark ettim. Tabii, bu özel kadınların bizlere yansıttıkları ışık ve heyecan geleceğe bakışımda önemli oldu.

OBAMA ONDAN ESİNLENDİ

Obama’nın, kültürel miras konusunda yaptığınız çalışmaları kendi seçim programına ve ek yasa tasarısına dâhil ettiğini biliyoruz. Nasıl oldu da bir Türk kadını ABD’de yasa tasarılarına ve bir başkanın seçim programına ilham olabildi?

ABD parlamentosu kültürel miras konusunda çok çalışmamıştı o güne dek. 9 milyon kilometrekareden fazla yüzölçümü olan ve resmî kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776 olan bu topraklar, henüz kültürel miras için kendini çok genç görüyordu… Ancak Amerikan toplumu için onlarca kültürel miras konusu olduğunu ben bile biliyorken, onların dikkatinden kaçmış olması beni hep şaşırtmıştı o güne değin. Bir rapor hazırladım, senatoya sunuldu ve kabul gördü, ekip oluşturuldu, araştırma grupları kuruldu. Konu incelendi ve onay aldı. Başkan Obama da bu çalışmaya büyük ilgi gösterdi. ABD’nin kültürel miras çalışmaları, Obama ile yeni bir boyut kazandı. Seçim propagandalarında kullandığı bazı sloganlara esin oldum. (-kültür sizin kimliğinizdir, sahip çıkın!) Sonrasında senatoya ek yasa tasarısı olarak sunuldu, kabul gördü ve Obama’nın seçim çalışmaları içerisine de girdi. Kendisi, bu kültür ve taşınan kültürel kodlar konusuna özen gösteren bir başkandı.

Evinizde dikkat çekici bir kütüphane var. Sizin de daha önce ABD’de farklı dilde yayınlanmış iki kitabınız var. Beyaz Saray günlerine ve röportajın ilerleyen sürecinde değineceğimiz eğitimleriniz ve kabile yaşantısına dair bir Türkçe kitap çalışmanız olacak mı gelecekte?

Bunları bir kitap haline dönüştürme fikri beni şu an rahatsız ediyor. Çünkü bu bir paylaşım değil; sanki belirli, muntazam bir şekle sokmaya benziyor hayallerimi, yaşadıklarımı. Sınırlandırmak istemiyorum kendimi. Henüz kelime dağarcığım yaşadığım duyguları anlatmaya yetecek seviyede değilmiş gibi hissediyorum. Deneyimlerimi, orada gördüğümü insanlara tam anlamıyla bu kelimeler aktaramaz gibi geliyor ve anılara haksızlık olacakmış gibi romantik bir ruh durumundayım. Şimdilik, orada gördüklerimi boyutlandırmak istemiyorum. Ama tahmin edersiniz, bu konuda çok baskı görüyorum. Orada yazdığım kitaplara gelince, kültürler arası diyalog bir arge raporlama kitabı ve 150 farklı yemek kültürüyle ilgili canlı bilgiye sahip bir kitabım var. Yenilerini yazmak yerine bu kitapları Türkçe’ye çevirmem gerekiyor aslında. Yemek kültürüyle ilgili kitap çalışmamı, sindire sindire 22 yıldır çevirmeye devam ediyorum, düşünün ne kadar istekliyim bu konuda!

Dilek Alp’in kütüphanesi gerçekten dikkat çekici. Farklı türdeki yüzlerce kitap, onun okumaya ne kadar tutkun olduğunu bizlere gösteriyor. Latin Amerika edebiyatından biyolojiye, kutsal kitaplardan sembollere kadar birçok kitap kütüphanesinde bulunuyor.

Okurlarımızın büyük bir bölümü edebiyat tutkunu. En sevdiğiniz kalemi veya kalemleri öğrenebilir miyiz sizden?

Kütüphanemde Güney Amerikalı yazar, şaire ait çok eser vardır. Destansı şiirleri, Jose Hernandez ile tanıdım, romantizmi ise Carlos Drummod de Andrade’den. Pedro Shimose, Vargas Vila, G. Garcia Marquez, Mejia Vallejo, Maria da Heredia, Ruben Dario, Gabriela Mistral , Pablo Neruda aklıma ilk gelenler, bende iz bırakanlardan bazıları. Ama bir Isabel hastalığı var bende, öyle bir sevgi ki 2003 yılında kasırgasını dahi yaşadım ABD’de… Fanatik bir Isabel Allende okuyucusuyum. Çevirisi olmayan kitaplarını bile alıp anlamaya gayret ediyorum, düşünün. “Mucizeler Krallığında” yaşıyor gibi hissediyorum çoğu zaman, kimsenin başına gelmesi muhtemel olmayan her şey bana denk geliyor gibi hissediyorum. Isabel ile tanışmam ve onun evinde tam iki dolu gün geçirmem gibi. Kitabının kapağına benim tasarladığım kolyeyi takacak kadar içten, “karşında ruhum çıplak kalıyor” diyecek kadar bana ait… Seviyorum onun derin dünyasını ve anlatımlarında dağılıyorum…

Okumayı, yazmayı sevdiğim kadar çizmeyi de seviyorum. Mesleki çizimlerin dışındakilerden bahsediyorum. Kendimi nasıl ifade edeceğimi bilemez halde gibi gözükebilirim dışarıdan. Ama bence, birbirini tamamlayan bir etkileşim içindeyim. Bazen okuduğumu çiziyorum, bazen yazdığımı, bazen gördüğümü, çoğu zaman hissettiğimi. Yazdıklarımın okunması, çizdiklerimin görülmesi o kadar da amaç haline dönüşmüyor bu dönemlerde, sadece paylaşmak ve benden çıkması önemli. Gerçekleştirdiğim an rahatlıyorum. Etrafıma sürekli vizör arkasından bakıyor gibi hissediyorum. Detayları hafızama kazıyor, sonra oradaki görüntüyü parça parça işliyorum. Bu soyut bir aşama, bunun somutlaşması kalemi elime aldığım an gerçekleşiyor tabii. Sadece ekru renk kâğıt üzerine mavi kalemle desen çizmeyi seviyorum. Boyutsuz, sınırsız bir mavi koleksiyonum var. Bu seride her şey mavi. Bir dönem Pierre Cardin markasına eşarp desenleri çiziyordum. Bazen desenlerimi insanların üzerinde görmek inanılmaz havalı, gülümsetiyor beni. Havalı deyince aklıma bir üçleme geldi; yeryüzünde en değer verdiğim kişilerden biri zamanında bana bir yakıştırma yapmıştı, çok severim: Akıllı, güzel ve havalı bir kadınım… Bir hayli inandırmıştım buna kendimi! Kalem ise çok önemli… Bu arada ciddi bir Lamy kalem tutkunuyum. Dolmakalem ve klasik kurşunkalem kullanmayı çok seviyorum ve melankolik bir tarz olduğunu düşünüyorum.

BİR KABİLEYLE GEÇEN HAFTALAR

Peru günlerinize gelelim. Uzun bir süre Peru’daki bir kabileyle beraber yaşadınız, onların hayatlarını gözlemlediniz. Bu ülkemizde çok az insanın deneyimlediği bir olay. Bize anlatır mısınız o günleri?

Peru’dan önce de kabilelerle iletişimlerim olmuştu. Ancak Peru’daki Inka-Maya köklerinden gelen bir kabileyle iki ay beraber yaşadım. Bir uzman sıfatıyla beraber yaşadığım ilk kabile onlardı. Diğerlerinde sadece izleyiciydim.

Avrupa’dan gelen, beyaz tenli, kızıl saçlı bir kadın bu kabileye dâhil oluyor haftalar boyunca. Onlar ne düşündüler bu ziyaret hakkında?

Net şeytani olduğumu düşündüler. Her şeyim tereddüt yaratıcıydı. Bir inisiasyon süreci yaşadım ilk günler. Onlara göre arındırılmam olarak tanımlanan dönem, bana göre çok uzun, sinir bozucu, sessiz olarak sürdü. Arındırma döneminde bir şaman benimle temas kurdu. Benden aldıkları salınım ve hislere göre bu arındırma süreci devam etti veya tamamlandı. Ruhsal olarak titreşimler değerlendirildi aramızdaki. İlk olarak göz ile bir odaklanma yaşandı. (En rahatsız eden kısım) Şaman, direkt gözlerimin içine bakarak, kilitlendi ve benim gözlerimi ondan kaçırmamamı istedi, hatta zorladı. Savaşçı ve meydan okuyan tavrım orada da ortaya çıktı, gözlerimi asla kaçırmadım. Uzun bir süre birbirimize baktık. Bu, ondan korkmadığım anlamına geliyordu. Aslında ciddi bir meydan okumaydı bu. Ait olmadığın bir ortamda dikleniyorsun… ( Aslında bu, asker kızı olmamdan beslenen bir yön, sürekli ortam değiştiren ve hiçbir yere ait olamayan bir karakter olarak sürekli meydan okuyucu tavrımın gelişmesi) İletişimin neredeyse yok olduğu günler, şamanın beni sürekli uyardığı konu, “fazla meraklısın, merakını zapt et” şeklinde oldu. Bana günlerce sadece bu tek cümleyi söyledi. Bu arada inisiasyon sürecinde şamanın kendi çadırında kaldım. Etrafı açık bir çadırda, üstü samanlarla kaplı bir korunak. Hiç kimseyle bir hafta boyunca görüşmeme izin verilmedi. Bir hafta boyunca şamanın bana söylediği o tek kelimeyi düşündüm. Düşünmek için çok vaktim oldu! Hayatımdaki kayıpların bir bölümü sadece aşırı merak ve onun getirdiği heyecandan kaynaklandığını fark ettim. Bunun dışında, sadece günün belirli saatlerinde elini elime koyarak akışı kontrol ediyordu. Bunun, kan akışını düzenlediğine inanıyorlardı. Bir hafta boyunca yiyecek olarak et ve hayvan ürünleri hiç vermediler, sadece ekmeğe benzettiğim bir hamur ve meyve ile beslenebildim.
Öğrendiğim; beklentisizlik, verilen kadar yaşa…

Barınağın içerisinde geçen bir haftadan sonra üç gün boyunca çadırın dışında insanları gözlemleyebildim ancak bu üç gün içerisinde de diğer insanlarla irtibat kurmam yasaktı.
Öğrendiğim; sakinlik ve sabır…

Arındığıma ikna olduktan sonra kabile üyeleriyle bir arada olmaya başladım. Ancak onların hayatını değiştirebilecek hiçbir unsurun içinde olmadım, yasaktı. Genelde izleyici, takipçi, destek olma bölümündeydim. Herhangi bir değişiklik yapma şansı yoktu. Yapmaya gerek de yoktu.
Öğrendiğim; hayata müdahale etmek zorunda değilsin, bırak bildiği gibi aksın…

Neler deneyimlediniz peki orada? Tamamen doğada onlarla beraberdiniz.

Sakin, sade bir disiplin içerisindeydim. Hiçbir şeyden sorumlu değil gibi gözüken ancak bir sistemin içerisinde rol almak ve görünmeyen kurallara dahil olmak. Hayata olumsuz bakmıyorlar. Kendini yenileyen bir enerji var. Ölümden de korkmuyorlar. Ölümü bir son değil de, yeni bir döngünün başlangıcı olarak görüyorlar. Bir kariyer seviyesi atlama gibi düşünüyorlar. Ölümden sonra inançlarında vaat edilen bir şey yok. Tibet Budizmi’ne benzettim. Orada arafta gibiydim. Sürekli geldim gittim. Hem onlardan hem değil gibi, zevkli, yorucu ve zorlayıcı bir ruh hali.

Peki Tibet’teki Budistlerin inançlarıyla, Güney Amerika’daki bir kabilenin inançları nasıl bu kadar birbirine benziyor?

Kaynak tek ve aynı; sade ve doğayla bir arada yaşıyorlar. Bu çok değerli. Doğaya döneceklerini biliyorlar. Doğaya kulak kabartıyorlar. Zorlamıyorlar ama dirayetli davranıyorlar. Bedenlerine ve ruhlarına saygı gösteriyorlar.
Öğrendiğim; dinle…

Şehir yaşantısına uyum sağlamış biri olarak, dostlarınızı, cep telefonunuzu, sosyal hayatınızı özlemediniz mi?

Özledim, çok özledim, gözyaşı döktüğüm anlar oldu sessizce bir kenarda. Yoksun olduğum her şeyin benim için çok değerli olduğunu, ancak hayatımdayken önemini fark etmediğim gerçeğini fark ettim. Elimde olmayan, vazgeçmek zorunda kaldığım tüm değerlerimi düşündüm. Ancak bu yoksunluk haline de çok uzun takılmadım. Özlediğim şeyleri düşünce ve hayal olarak bir kenara koydum. Oradaki yaşama hemen adapte oldum ve görünen kimliğimi çöpe attım.

TECAVÜZ EN BÜYÜK KORKUMDU

Korktunuz mu peki orada geçen haftalar süresince?

İnanılmaz korktum, aynı odada farklı inanış ve alışkanlıkları olan, ruhlar aleminde bir yabancıyla kalıyorsunuz. Bana zarar vermelerinden korkarak, bir ara paranoyak hale döndüm. Bir güvencem vardı ama garantim yoktu. İlk bir hafta boyunca toplamda sadece 5–6 saatten fazla uyumamışımdır. Karşındakinin beni işkence ederek öldüreceğinden değil, tecavüz edebileceği düşüncesine takıldım kaldım, korktum. Ancak daha sonra öğrendim ki böyle bir şeyin cezası ölümmüş. Ve düşüncelerim için sonrasında utandım. Kılıma zarar gelmedi, hatta kutsallaştırıldım bazı topluluklarda, tanrıçasal değerler yüklendi üzerime. Kadınlar beni koklamayı, tenime ve saçlarıma dokunmayı çok seviyorlardı. İnanılmaz sempatik tebessümler gördüm gözlerinde.

Size takılan bir isim var… “Red Hurricane” bunun hikâyesini öğrenebilir miyiz? İsminizden daha çok bu lakap kullanılıyor.

Haşarı, hızlı, çözüme koşan, heyecanlı hallerimi girdiğim her toplumda istisnasız gösteriyorum. Şili’deki Machu Picchu kabilesiyle çalıştığım dönemde sürekli oradan oraya koşuşturan, çocuklarla ilgilenen, kadınlara yardım eden, ders veren, inşaattan tutun mutfaktaki kadın hallerim, şamanın dikkatini çekti. Kızıl doğalında oluşum da karşı tarafa ilginç bir enerji verir… Benim atmosferimde atalet kelimesi kullanılamaz. Topluluğun şamanı, şafak vakti toplantılarında bu adı kabilesine açıkladı. “Senin adın bundan sonra bizlerin ruh katında ‘Kızıl Kasırga’ olacaktır” demesi omzuma takılan bir nişan gibiydi. Pasifik okyanusunun kadın isimli kasırgaları iyi bilinir. Hayatlar bu kasırgalara göre şekillenir. Olumsuzdur belki, silip süpürüp perişan eder, yok edicidir ama sonrasında yeniden kurar ve tazeler, devrim niteliğindedir. Bu isimle yaşayacağımı bilmek hoşuma gidiyor ama tetikliyor da.

Şamanlarla ve kabilelerle bu kadar vakit geçirmenizin ardından spiritüel deneyimlere inanıyor musunuz?

Hislerimi ve rüyalarımı fena halde ciddiye alan biriyim. Haberci rüyalar gördüğümü düşünüyorum. Bazen rüyaları hatırlamaktan da korktuğum oluyor. Rüyamda duyduğum cümleler, hatırladığım detaylar tam olarak gerçek hayatımda karşıma denk gelir. Kabilelerle yaşadığım deneyimden sonra rüyalarımda bir derinleşme oldu. Şamanların bende gördüğü ve söyledikleri şey, hislerimle beraber spiritüel yeteneklerimin bir hayli yüksek olduğu. Kabiledeki arınma sürecinde, bu yeteneklerimin de farkına biraz olsun vardım. Rüyalar, öngörüler, hisler buna göre şekillendi. Analitik düşünen, mühendis bir kadına ters bir duruş şekli aslında ama sanırım beni ben yapan karmaşa bu olsa gerek.

Konu Mustafa Kemal Atatürk’e geldiğinde kendisine yönelttiğimiz sorunun ardından uzun süren bir sessizlik oldu. Önce çalışma masasının yanındaki Atatürk portresine baktı, ardından boşluğa dikti gözlerini. Tekrar konuşmaya başladığında fark ettik ki geçmişte yaptıklarını anlatan o coşkulu kadın gitti, yerine son derece duygusal bir kadın geldi.

Evinizin birçok noktasında Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili objeler görüyoruz. Dilek Alp’in bu seviyeye gelmesinde Atatürk’ün payı nedir?

Ruhumun dışa vurum halini görüyorum onda. Çalışma masamın yanında büyük bir fotoğrafı var. Uzun baktığımda titriyorum. Ne zaman kendimi kötü, darda hissetsem, göz atıyorum ve sessizce konuşuyorum onunla içten içe. Sessizce mırıldandığını düşünüyorum yanı başımda. Aile geçmişinde gerçek dokunulmuş Atatürk hatıraları var, evimde, hafızamda anlatılan, elimde tuttuğum, muhafaza ettiğim, gözüm gibi baktığım anılar. Henüz üç yaşındayken Atatürk’ü çok iyi biliyordum. Evde babam Nutuk’tan bölümler okurdu. Anlamayacağımı bile bile bana okurdu. Babam bir şamandır. Bir asker, bir şaman yetiştirdi beni. Annem ilkeli bir inanca sahipti, babam ise şamandı. Ailede hiçbir zaman ikircikli bir durum yaşamadım. Hiçbir taraf kendisine doğru çekmedi beni. İki taraf da ruhumu besledi diyebilirim. Atatürk, annem ve babam benim şekillenmemde büyük pay sahibi oldular. Onlardan konuşmayı seviyorum. Sevdiklerimi anlatmayı seviyorum sanırım.

ATATÜRK’E BÜYÜK SAYGI DUYUYORLAR

Tekrar Atatürk özelinde Beyaz Saray’a dönersek, Atatürk’e bakışları nasıldı?

Büyük saygı ama altyapısında da kıskançlık duyuyorlar bana kalırsa. Binanın yönetim kısmında dünyanın büyük liderlerinin fotoğraf koleksiyonu var. İlk fotoğraf Mustafa Kemal Atatürk’e ait. Benim için büyük bir gurur kaynağı onu orada da görmek. Sanki binanın sahibiymişim gibi hissettirdi! Bana Atatürk’le ilgili soru sorduklarında gözlerindeki kıskançlığı hissettim. Önemli liderlere sahip olmalarına rağmen tanımsız bir kıskanma içgüdüsü bu. Ayrıca Beyaz Saray’ın içerisinde farklı boyutlarda farklı renklerde tanımlanmış odalar var. Bu odalarda duvardan duvara Hereke halıları kaplı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sipariş usulü yaptırılmış. Haftanın belirli günleri randevulu ziyarete açılan Beyaz Saray’ın rehberleri bu halıları ballandıra ballandıra anlattıkça nasıl mutlu oluyorum tahmin edin.

Kadınlar için yaptığınız çalışmalar doğrultusunda baktığınızda, gelişen dünyada kadınlar şu an nerede?

Kadın en büyük hatayı “kadına hak” benzetmesini kullanarak yapmış/yapıyor. Kadının zaten hakları var. Bunları da kendisine verecek olanlar asla erkekler olmamalıydı. Doğuştan gelen kazanımlar, diğer canlı türleri gibi. Erkeklerden bir hak beklendiği an zaten ona itaat etmeye başlıyorsun. Biraz bu arka planda kalma isteği ile alakalı olabilir. Avantaj olarak bazen önde olmamak anlaşılabilir ancak bu uzun süre bir alışkanlık haline gelmiş ve kanserleşmiş günümüzde. Erkek hâkim dünyaya biz, yani kadınlar izin verdik. Kadınlar, şu an güçlerini göstermek istemiyorlar. Bunu reddeden erkekler değil kadınlar. Başörtüsünü konuşan kişiler bile kadınlardan çıkmadı. Bizim için erkekler kapıştı. Bunu gündeme getiren hep erkekler oldu. Bundan nemalananlar da. Kadınlar hakkında konuşan ve hüküm verenlerin erkekler olmasını kabul edemiyorum. Bunu kızgınlıkla karşılıyorum. Hatta reddediyorum.

Kadınların hafifçe hareketlendiği toplumlarda değişiklikler olduğunu görüyorum. Şili’de bunu güzel yaşadım. Kadınlar her gün tencere tavayla sokaklardaydı. Ülkenin tansiyonunu orada kadınlar belirliyordu. Aralarında olmak güzeldi o isyankâr, tuttuğunu koparan ruhların.

“Döşeme Bebekleri” adıyla bir çalışmaya rastladık size ait. Bununla ilgili bilgi alabilir miyiz sizden?

Kırsal alanda kadının gerek istihdama katılmasını, gerek girişimciliğini, gerekse toplumsal statüsünü etkileyen en önemli unsurlardan biri eğitim, var olanı geliştirme ve cesaretlendirme olduğuna inanırım. Kabul ediyorum ki kadınlar açısından özellikle katılım ve gelişimin sürdürülmesinde önemli sorunlar yaşanmakta. Toplumda kadının eğitimi önünde engel oluşturan yanlış inanış, örf ve âdetlerin toplum üzerinde etkisini azaltmak için tüm ilgili kamu kurum ve kuruluşlar, sivil toplum ile işbirliği içinde bulunularak toplumun bilinçlendirilmesi konusu bende hep sorumluluk hissi yaratır. Bölgem kadınları için zevkle tamamladığım ve kontrolüne devam ettiğim projelerden biridir “Döşeme Bebekleri”.

Gölcük’ün tarihi köylerinden biri olan Döşeme Köyü kadınlarının alışılmamış geleneksel kıyafetlerinin bölge adına marka haline dönüştürülmesi, satışa hazırlanması ve konuyla alakalı müzelerde yerini bulabilmesi adımları ile köyün kadınlarını bilinçlendirme ve cesaretlendirme programını usta eğitmen ekibimle tamamladık ve her biri farklı karaktere sahip sempatik bez bebekleri bölgeye, ülkeye kazandırdık. Burada gerçekleştirilen her adım kadınlarımızın başarı hikâyesi oldu ve tarihi köylerinin geleneklerini canlı tutarken, kırsalın zenginliğini özleyenlere sundular, sunmaya devam ediyorlar. Şimdi bu bebeklerin yurt dışına satışları için çalışıyorum.

Peki Türk kadınında ne görüyorsunuz?

Türk kadınında bir kopukluk durumu hakim. Kadınların kadınlara karşı hoşgörüsüzlüğü var. Kendi içlerinde ise Asyalı mı olsak, Avrupalı mı, profesyonel mi düşünsek yoksa amatör mü baksak olaylara mantığında sayısız kararsızlık yaşıyorlar her konuda. Okumuyor, araştırmıyor, çocuğunu eğitemiyor, kendine, kocasına ve evine de dengeli bir şekilde ilgisini veremiyor. Baskı, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, eğitimsizlik, boşluk, can sıkıntısı, beklentisizlik, hırs sarmış ruhunu. Kültürel anlamda kadınımız nerede duracağını tespit edebilmiş değil. Bu yüzden kadın içerisindeki devrimi dışarıya aktaramıyor. Hep dikkat edin zarar görmüş kadınlar tek başlarına savaşıyor. Kadınlar yan yana duramıyor. Doğal olarak kadının mutsuzluğu bütün topluma sirayet ediyor. “Mutlu ve eğitimli kadınlar mutlak seviyeyi yükseltir” gerçeği neden kabul görmez bilinmez bizim erkekler toplumunda!

Güney Afrika’da kabilelerle ilgili yaptığınız çalışmalarda özellikle AIDS ile yaptığınız mücadelede büyük değişimler yarattınız. Anlatmak ister misiniz?

Güney Afrika’da kabile yaşantıları oldukça farklı. Tecavüz günlük olayın akışında yer alan, içerlenen ancak cezalandırılmayan bir eylem türü. Aile içi ensest ilişkiler çok yaygın. Aynı şekilde AIDS oranları %90’a çıkmış durumda iken tanıdım bu insanları. Günlük yaşantı içerisinde kontrolsüz cinselliği yaşıyorlar. Cinselliğin neden bu kadar çok ön planda olduğunu araştırdığımda şaşırtıcı bir gerçek çıktı karşıma… Sıkıldıklarını, bir meşgaleleri olmadı için zaman geçirdiklerini öğrendim temel olarak. Bu onları acilen meşgul etme zorunluluğunu doğurdu. İvme kazanmış ve kendini çoğaltmış bir proje olan “Zulu Bebekleri” projesinin temelinde bu kadınları ve kızları meşgul tutmak fikri yatar. Kadınları her konuda eğitirken bu konuda da tıbbi ve ruhsal eğitime tabi tuttuk. Üretime dâhil olmalarını sağladık. Johannesburg Ulusal Müzesi’nde satış bölümü ayarlandı ve kadınlar satışlarını kendileri yürüttüler. Tabii kısa zamanda bunun da olumlu geri dönüşünü aldık. Aile içi çarpık ilişkilerde ve AIDS oranlarında ciddi azalmalar görüldü. Bu programlar şu anda da o bölgede sürdürülüyor. Bu program sonucunda dönemin Johannesburg’un belediye başkanı Amos Masondo, meclisi huzurunda kentin altın anahtarını hediye etmesi ekip olarak yaptığımız işin somut takdiri oldu.

Brezilya’da yarattığınız bir “Vanilya Kadınlar” gerçeği var. Bunu biraz açar mısınız?

Güney Amerika’da yaptığım çalışma sırasında, Vanilya Kadınlar Projesi ilk olarak ütopyaydı. Geniş vanilya tarlaları var bu ülkede. Biliyorsunuz, safrandan sonra en değerli ve pahalı bitki vanilyadır. Salepgiller ailesine (Orchidaceae) mensuptur. Bu tarlalarda çalışan kadınlar vanilyayla ilgili her alanda görev alıyorlar ve bitkiyi iyi tanıyorlar. Topluyorlar, üretiyorlar, vanilya haline getirip satıyorlar. Biz bu işi şekillendirdik ve bir disiplin yükledik. Vanilyadan ne yapılabilecekse, her türlü materyaller üretilmesi için atölyeler kurduk. Orada büyük bir istihdam alanı yarattık. Proje katlanarak büyüdü. Proje ikinci kademe aile bireylerine ekmek kapısı açtı şuanda. İletişimimiz halen sürüyor.

Neden dünya çapında bu kadar özel işler yapmanıza rağmen, bir bakanlıkta, özel bir diplomatik görevde değilsiniz. Bu başarılarınıza rağmen Cumhuriyet gazetesi dışında medya size ilgi göstermedi?

Ben genel huzuru bozan biriyim. İnsanları bulundukları noktadan daha aktife teşvik eder, dinlerlerse yol gösterir, ciddiye alırlarsa hatalarını söyler ve onların daha verimli bir yola girmesi için azimle mücadele ederim. Bu, bizde pek kabul gören, hoş karşılanan bir tarz değildir. Hele de bir kadınsan. Kadınlarda sevmez, erkekler de… Ego ve kompleksi tetikler. Özgüven problemlerini su üstüne çıkartır. Yeni olan, rahat kaçırır. Sürekli etrafımdakiler sorumluluk hissederler. Huzuru verirken sakinliğimle kamçılarım. Rahat bozucuyum, didikler, ateşlerim, o yüzden beni istemezler, zorda kalmadıkça etraflarında çok tutmak istemez ataletli grup ve insanlar…

DS Yönetimi yönetiyorsunuz. Orada neler yapıyorsunuz?

Öncelikle kapasite geliştirme konularında eğtim hizmeti vermek için 2011 yılında hayata geçirdim bu kuruluşu. 40’ı aşkın farklı başlıkta eğitim veriyoruz. Genelde 20 kişilik gruplara eğitimi tercih ediyoruz. Yüz yüze eğitimin faydasına inanıyorum. Her anlamda kapasiteyi geliştirmeyi hedefliyoruz. Sanayi odaları eğitimlerini bizden alıyorlar. Kaba bir hesaplamayla, yılda yaklaşık 6–7 bin kişiye eğitim veriyoruz. Bu insanlara bir şekilde temas etmek ve kapasitelerini artırmak benim için bulunmaz bir deneyim.

Sosyal medyayı ayrıca blogunuzu aktif olarak kullanıyorsunuz. Tam olarak o alanda ne yapmak istiyorsunuz?

Okunmak hoşuma gidiyor. Bazıları sessiz bir şekilde sadece takip ediyorlar. Bazıları yaptığım paylaşımlara ise aktif olarak katılıyorlar. Blogun okunma oranları bazen beni de şaşırtıyor. İnanılmaz okunan günler de oluyor (5000 kişiyi bulan), az okunan günler de (60–70 kişi). Ancak ne olursa olsun, dünyanın her yerinden takip ediliyor. İnsanlarla bu yolla etkileşime geçmeyi, onlarla bir şeyler paylaşmayı seviyorum.

BEŞİKTAŞLI DEĞİLİM, RUHEN EMEK VERMEDİM

Sizi Beşiktaş’ın şampiyonluk kutlamalarında gördük. Orada olmak size neler kattı?

Beşiktaş’ı her zaman saygı ve sevgiyle takip ediyorum. Oğlum fanatik, doğuştan iyi bir Beşiktaşlıdır. Aramızdaki kozmik bağı kuvvetlendirmek için takımdaş olma çabalarım hayal olarak kalıyor, Beşiktaş’a kabul etmiyor beni… Beşiktaşlı olmak için bu duyguyu derinlemesine hissetmem gerektiğini söylüyor. “Dışarıdan Beşiktaşlı olunmaz, ya olursun ya olmazsın, Araf’ta kalamazsın diyor.” Onu anlıyorum. Fakat şansımı hep zorluyorum. Şampiyonluk kutlamalarının olduğu gün İstanbul’daydım. Oğlum Onuralp’e işin romantik fotoğrafını göstermek için şampiyonluk kutlamalarına gittim. Oradaki ruhu, kutlama esnasında gördüğüm enerjiyi tarif edemem. Beşiktaş taraftarlarına ve Onuralp’e karşı olan tatlı kıskançlığım daha da arttı. Beşiktaş’a ait olmak isterdim. Beşiktaşlı olmak için bir altyapı gerekiyor, ruhen bir emek istiyor. Ben o emeği göremedim kendimde. O yüzden kendimi de Beşiktaş’a henüz uygun göremiyorum. Ancak muazzam büyük bir sevgi duyuyorum. Tişörtündeki yazı gibi “Efendi”. Ben hiç hayatımda gri olmadım. Ya siyah ya da beyazdım, Beşiktaş gibi. Ciddi bir aşk BeşiktAŞK…

Konu, Beşiktaş vesilesiyle oğlunuza geldi. Bu kadar yoğun bir tempoda annelik yapmayı nasıl başardınız? İlişkinizi anlatır mısınız?

Enerji zehirlenmesi tavan yapmış bir ölümlünün “onu getir, bunu çıkar, aşağıya in, yukarı çıkarken bunları unutma, terledin bak soğuk içme, neden ayağında terliğin yok, sen öksürüyor musun yoksa, kazağın biraz kalın mı ne, bana aşağıdan bir bardak su getirir misin, şık oldun mu, öpüştünüz mü bir de, ama neden dikkat etmiyorsun, telefonum çalıyor bak bakalım kimmiş, karnın acıktığında bana söyle, projen ne durumda, yardım istersen 7/24 biliyorsun, of ya ben mi yapacağım senin projeni, her koyun kendi bacağından asılır oğlum, biz de geçtik bu hızardan, mobilya hammaddesi gibi davranma …” ve daha nice cümleleri ardı ardına toplam 1.5 dakikada söyleyebilmesine rağmen yine de gelip ona sevgiyle sarılıp, sarılamasa dahi telefondan “anneş” diye tüm sevecen nezaketiyle haykıran yakışıklı canlı türüne oğul denir… Hele de telefon açıp, o genç mimar, “sen benim gün-ışığımsın, gözlerimin yeşil elmasısın” derse ben onu ısırır ısırır, çiğ çiğ yerim…

Yaklaşık son on beş yıl kesintisiz entelektüel meslektaşım oğluma ısrarlı bir ruh haliyle, akla gelen hemen her konuda nasihat etmekle geçti. Doğduğundan yana ilk beş yıl ise bu işi sevimli bir yüz ifadesi takınarak yapıyordum, hoşuna bile gidiyordu garibimin! Detaylar ve disiplin konusunda biraz titiz bir anneyim, bir konuyu en az 4–5 farklı açıdan ele alıp çocuğu kusturuncaya kadar beyin yıkama noktasına taşımayı seviyorum. İhtiraslı bir eğitimciyim ya, terzi söküğünü dikemez asla dedirtmem kendime… Bu çocuk nasıl bu kadar dengeli ve mutlu bir birey oldu hala hayretler içindeyim laf aramızda.

Bir kadının yaptığı yemekleri şüphesiz, gram eleştirmeden, severek, iştahla yediğinden emin olduğu, dünyada onu gerçek anlamda seven o tek kişiye yemek yapmak kadar keyif verici ne olabilir? İşte ben böyle ondan zevk alıyorum. Bağımız çok zevkli ve arkadaşlık boyutunda yani boyutsuz… Adımı Bayan Hitler olarak ansa da, Annealp, Onuralp için ruhunun tüm yaratıcılığını mutfağına saçmaktan hep mutlu oldu.

Son olarak sizin kahve ve baharatlara karşı büyük bir sevginiz var. Ayrıca bir kahve dükkânı açmayı planladığınızı da söylemiştiniz. Ne ifade ediyor sizin için kahve ve baharat?

Çayı da çok seviyorum ama kahve daha çok beni anlatıyor. Kahvenin geçirdiği evrim benim geçirdiğim sürece benziyor. Verilen emek ve karşılığında alınan haz çok fazla. Kahve günün ödüllendirmesi gibi. Biraz narsizm var bu işin içerisinde. Ben de özel hissediyorum kendimi, kahveyle ödüllendiriyorum kendimi. Vazgeçilmez müzik tutkuma yarenlik yapan tek dost kahvedir.

Bunun yanında tek bir kelime beni tanımlayabilir mi deseler tereddütsüz “baharat” derim… Konulduğu yere, miktarına ve kıvamına göre, beğeniye, rengine, kokusuna ve kattığı değere göre değişen bir karma karakterim var. Dozajı ayarlayabilen ise 7.6 milyar kişiden çok az sayıda insan… Herkes bir tutam tanıdım derken lezzet dengesini kaçırabiliyor. Nadir tanıyan dostlarımdan Yeni Delhi’de yaşayan Hintli arkadaşımın, Hindistan’ın ünlü şeflerinden Vikas Khanna’nın yazdığı bir notunu aynen aktarmak istiyorum.

Kadim kardeşim, bu Delhi denen çılgın şehrin, kalabalık, sıcak ve tozlu herhangi bir gününe mutfakta başlamadan önce, benim için günün en beklenen saati, o senin çok sevdiğin yeşil kahvenin eşliğinde, senin ülken, insanların ve Baba Atatürk için yazdığın tüm yazılarını okumak ve gözlerimi kapatıp seni düşünmek. Biliyorum çeviri yaparken anlamda kayıplar çok oluyor ama ben yine de senin duygularındaki, topraklarının ateşini hissedebiliyorum. Bu ateşi gözlerinde de defalarca gördüm. Delhi’nin en güzel bulvarına verilen tabelayı (Atatürk Bulvarı) gördüğünde gözlerinden yaşlar boşalmış sevinç çığlıkları atmıştın. Ve o tabelanın altındaki ibareyi (Türkiye Cumhuriyetinin Babası) gördüğündeki halini asla unutmayacağım. Anladım ki Baba Atatürk sizler için benim anladığım babadan da öte.

Kız kardeşim, Hint mutfağı için “Garam Masala” (kimyon, kişniş, tane karabiber, kakule, karanfil ve tarçın karışımı) ne ise, sen de benim mutfağımın Nepal de yetişen saf kırmızı safranısın. Şuan düşünüyorum, Tanrı, Türk kardeşlerimin kalbinde Baba Atatürk’ü, benim kalbimde de senin sevgini korusun.
Kardeşin Vikas

Röportaj: Eray Emin Aydemir

Yayın Yönetmeni: Cem Fantede

Kaynak: STANDART

 https://medium.com/standart/beyaz-saraydan-peru-kabilelerine-bir-t%C3%BCrk-kad%C4%B1n%C4%B1-dilek-alp-d43cf40919ff

AMERİKA WHERE’YE GİDİYOR?

süleyman pekinAMERİKA  WHERE’YE  GİDİYOR?

 

Bize ne’ diyenleri duyar gibi oluyorum ama Washington’un derdi bizi hayli gerdi. Dünyanın II.Dünya Savaşı sonundan beri topu topu 70 küsur yıllık macerasında nerdeyse Tanrı’nın zâtî ve subûtî sıfatları yakıştırılan ABD’nin gidişatı hiç de iyi görünmüyor dostlar.

Obama ile başlayan dış politik gevşeme Trump döneminde de artarak sürmekte. 9 yıldır Amerika hem içerde hem dışarda güç kaybetmekte. İç meselelerde daha başarılı olmasına rağmen Obama; 2011 yılındaki Libya ve Suriye meselelerinde Bush’ların Irak’ta yaptığının tam tersine askerî koçbaşılık yapamadı, yapmadı.

2014’te Rusya resmen Kırım’a çöktü ve eski emperyal yöntemle Ukrayna’dan toprak fethetti. Rusya’ya ceza kesmek adına eskiden olsa yeni bir Kırım Savaşı Koalisyonu’na girişirdi; sadece ekonomik yaptırımlarla yetinerek petrol fiyatları üzerinden Rus GSYİH’nı aşağı çekmeye çalıştı.  Başardı da..

Fakat dünya ekonomik büyüklük listelerinde birkaç sıra geriye düşen Rusya, askerî operasyonların getirdiği moral motivasyon ve itibar patlaması ile Donetsk – Luhansk şehirlerinde paramilitarize ettiği Rus Ayrılıkçılar üzerinden resmen Ukrayna’nın Doğu’sunu Ukrayna’dan koparma aşamasına hız verdi; bu minvalde epey de yol aldı. ABD’nin ve AB’nin bu konuda ortak tavrı yine yaptırımlara sarılmak oldu.

Yaptırımlar bir şey yapmıyor; Rusların yiyeceği ekmeğin ebadı küçülse de Putin önderliğinde Çarlık zamanından bile daha iyi performans sergiliyorlar kolonyalizm yani yayılmacılık hususunda. Üstüne üstlük “Sıcak Denizlere İnmek” başlıklı geleneksel politikalarında ilk kez Akdeniz’e yerleşmiş durumdalar.

Amerika’nın hakkını verelim; IŞİD’le birlikte hem Irak hem de Suriye üzerinden Ortadoğu’yu istikrarsızlaştırmayı başardılar. Fakat tarihî süreç yeni dengelerle yeni güçleri ortaya çıkardı. Rusya’nın 2015’ten beri hem Lazkiye hem Tartus’da askerî üsleri vızı vızır.. Türkiye gibi gedikli Amerikan yancısı bir devlet bile Suriye İç Savaşı’nı bitirmek için Astana Protokolleriyle 2 yıldır Rusya’yla birlikte hareket ediyor. 7 aylık Fırat Kalkanı Harekâtı’mız da, şimdilerdeki İdlip Operasyonu’muz da Amerikasızlığın ortak çalışma enstantaneleri..

ABD’nin bölgede açıktan sadece Peşmerge ve PYD / PKK’yı stratejik ortak görme pragmatizmi İran’ı adeta bölgesel güç haline getirdi. Irak’ta Haşdi Şâbi üzerinden, Suriye’de Hizbullah üzerinden oldukça etkin olan İran; Yemen İç Savaşı’nda bile Suudî Arabistan’ı dengelemiş durumda. Katar ve Suriye’de askerî üs kurmaları da cabası.. Ve üstelik Rusya örneğindeki gibi ekonomik yaptırımlara rağmen..

Tüm bunları Amerika Başkanları seyrediyor. Dahası Donald Trump’un seçilmesi sona gidişi hızlandırmış gibi görünüyor. Ortadoğu’daki inisiyatifi geri alamadıkları gibi Kuzey Kore gibi kukla bir devleti bile şu ana kadar halledemediler. Oysa Kovboy eski Kovboy olsa büyük bir askerî şovla ve acımasız bombardımanlarla bir itibar patlaması yaratırdı, biz istemesek de.. Şimdiyse ABD Dışişleri Bakanı “İlk bomba düşene kadar diplomasi sürecek” demekte.

Amerika önce İrma ve Harvey Kasırgalarıyla boğuştu ve onlarca insanla 300 milyar dolar kaybetti. İşsizlik ve fiyatlar arttı; büyüme hızı aşağı çekildi. Sonrasındaki Yangın Felâketi’nin etkileriyse daha büyük olacak. Halen söndürülemeyen yangında 40 ölünün yanında yüzlerce de kayıp insan var. Süper Güç artık bir yangını onca teknolojisine rağmen bir haftadır kontrol altına alamıyor. Dünya ülkeleri de yavaş yavaş kontrollerinden çıkıyor; Körfez Arap Krallıkları hariç..

Trump’la birlikte dibi görme ihtimalleri Trump sonrası için yeni bir yükselişin psikolojik eşiği olarak kurgulanabilir. Türkiye dahil halen dünyanın dört bir tarafındaki üst düzey beyinleri transfer edip Yapay Zekâ üzerinden Endüstri 4.0 gibi bir Devrim planlayan bir ülke asla küçümsenmemeli. Ancak şu anki zâhiri görüntü de bu!

Ne demiş şair: “Tarihin eşşek şakasıdır Amerika!

İKİ BAŞKAN GÖRÜŞTÜ

 

fevzi yurtoğlu

Hz. Musa ayağına diken batan köpeğin dikenini çıkarırken hayvan can acısıyla O’nu ısırır. “Biz size demiştik” diyenlere; “O hayvanlığının gereğini yaptı, biz de insanlığımızın” cevabını verir.

Son seçimlerden zaferle çıkmış 2 Başkan’ın görüşme ve açıklamalarını sosyal medyadan hep birlikte takip ettik. Görüşmeler ne kadar misafirperver geçse de ABD’in dünya siyasetinde ‘vahşi kapitalist’ yapısının doğal bir gereği olarak herhangi bir değişiklik olmayacaktır. İktidar olmasına rağmen henüz muktedir olamamış Trump Yönetimi, derin devletin emrine uygun olarak dünya üzerinde sömürge faaliyetlerine devam edecektir.

Amerikan’ın emperyalist icraatlarını özetlersek; Bölgede Türkmen ve Araplar çıkarılarak yerlerine Kürtlerin yerleştirilmesine, Pkk, Ypg ve Pyd gibi piyon terör guruplarını silahlandırmaya-desteklemeye, Ülkemizin kuzeyinde güdümlü bir kürt devleti kurulmasına ve küçük Amerika İsrail’in büyümesi çalışmalarına devam edecektir .Fetö elebaşısı iade edilmeyecektir. Amerika’nın kısa 300 yıllık tarihi de kanla doludur. Kızılderililerin kafa derisi başına 5 dolar verilerek ve yardım battaniyelerindeki çiçek mikrobuyla 60 milyon Kızılderili yok edilmiştir. Japonya’ya attığı 2 atom bombasıyla yarım milyon insan katletmiştir. Son 30 yılda ise güdümlü liderler işbaşına getirilmiş ve demokrasi adına milyonlarca Müslüman öldürülmüştür.

Peki, mazisi ve bu günü kanla dolu Amerikan’ın emperyalist  siyasetinin değişmeyeceği bilindiğine göre, niçin bu görüşme yapılmıştır? sorunuzu duyar gibiyim. Erdoğan, dünyanın ve Trump’ın gözünün içine baka baka “Türkiye’nin siyasi-askeri beklentilerini açıklaması ve diri duruşu” olumlu görülmüştür. Ayrıca,” dünya 5’ten büyüktür” sözünün mimarı Erdoğan; “Dünya’da yeni dengeler kurulmalı ve Türkiye de bunun merkezinde yer almalıdır” mesajını vermek istemiştir. Bunun ne kadar etkili olduğu ve başarısını zaman içerisinde hep birlikte göreceğiz.

Burada üzücü olan husus, bu olumlu mesajları dünya petrol üretim devleri İran ve S. Arabistan’ın desteklemeyecek olmasıdır. Hatta İran, Rusya ve Çin desteği, Arabistan ise Batı desteği ile bölgemizde farklı siyasi-askeri faaliyetlerde bulunmaktadır. ABD Başkanı Trump’ın 20 Mayısta ilk ziyaretini Arabistan’a yapması da dikkate değerdir. İslâm Dünyası birleşmediği ve üzerindeki ölü toprağı atmadığı sürece “karınca ezer gibi” Müslüman kanı dökülmeye devam edecektir. Türk-İslam Birliği’ne çalışan ve “dünyada dengeler yeniden kurulmalı” diyen tek devlet Türkiye’yi, hasta Osmanlı’nın marazi çocuğu olarak görmek ve Türkistan’a geri göndermek Haçlı-Yahudi ittifakının temel siyasetidir.

Lakin, dünyanın kalbinde yaşayan, AB sanayisi ve ısınmasının can damarı enerji hatlarını ulaştıran topraklara sahip, dünyanın ilk 20 ekonomik gücü ve ilk 5 askeri gücü arasındaki Türkiye silkinmek istemektedir. Bölgesinde  de şimdilik ABD-Rusya-Çin-AB arasında bir  denge siyaseti izlemeye devam etmelidir.

Sonuç olarak, Osmanlı’dan sonra dünyada adalet ve huzur mumla aranmaktadır. Gelir eşitsizliği ve adaletsizlik en son safhadadır.  Türk-İslam Dünyası’nın ve dünya halklarının gözü-kulağı ve duaları üzerimizdedir.  Siyasetçilerimiz, öğretmenlerimiz ve gençlerimiz bu aşkla çalışmalı ve geleceğe hazırlanmalıdır.  Her yönüyle millî, güçlü, adalet dağıtan ve lider bir Türkiye için.

Selam ve saygılarımla.

ABD’de üst düzey istifalar başladı! Ve o isim gitti

ABD Ulusal İstihbarat Direktörü James Clapper, yeni başkan seçilen Cumhuriyetçi Donald Trump’ın Beyaz Saray’da göreve başlamasına 64 gün kala istifasını sunduğunu açıkladı.ust-duzey-ist

Clapper, istifa açıklamasını, ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesindeki ulusal güvenlikle ilgili bir oturumun öncesinde yaptı.

“DÜN GECE İSTİFA ETTİM, KENDİMİ ÇOK İYİ HİSSEDİYORUM”

Trump’ın göreve başlamasına 64 gün kaldığını hatırlatan Clapper, “Dün gece istifa mektubumu sundum, ki bu beni çok iyi hissettirdi.” ifadesini kullandı. Clapper’ın, Trump’ın iş başına gelmesiyle birlikte yeni atanacak yöneticilere yer açmak için görevinden ayrıldığı belirtiliyor.

İLK İSTİFA

Clapper, Obama döneminde atanan ve istifası beklenen üst düzey yöneticiler arasında istifasını sunan ilk isim oldu.
İstifasını neden erken sunduğuna ilişkin açıklama yapmayan Clapper, Amerikan istihbaratının çatı kuruluşu olarak bilinen Ulusal İstihbarat Direktörlüğünün 4. direktörü olarak 6 yıldır görev yapıyordu.
75 yaşındaki Clapper, 9 Ağustos 2010’da yemin ederek Ulusal İstihbarat Direktörlüğü görevine başlamıştı. ABD Hava Kuvvetlerinden korgeneral seviyesinde emekli olan Clapper, 1992-1995 yıllarında Savunma İstihbarat Ajansının ilk direktörü olarak çalışmıştı.

ABD’nin Gülen’i İade Etmemesine Türk Halkı Tepki Gösteriyor

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) 40 yıldır asker, yargı, polis gibi devlet kurumlarının yanı sıra Dışişleri Bakanlığına da sızdığını ve örgütle bağlantılı bakanlık çalışanı sayısının son 5-6 yıldır 500’den fazla olduğunu belirterek, “Başka devlet kurumlarına sızanların sayısının ne kadar olduğunu aslında siz tahmin edebilirsiniz. Türk ulusunun bir daha böyle bir durumla karşı karşıya gelmemesi konusunda emin olmak zorundayız.” dedi.

cavusoglu-iade
Çavuşoğlu, CNN International’da Christiane Amanpour’un sorularını yanıtladı.

Türkiye ile ABD’nin bazı “anlaşılabilir görüş ayrılıkları” olsa da ABD Başkanı Barack Obama’nın da belirttiği gibi iki ülkenin müttefik ve model ortağı olduğunu anlatan Çavuşoğlu, ancak 15 Temmuz darbe girişiminin arkasındaki FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’in ABD tarafından iade edilmemesine Türk halkının tepki gösterdiğini ifade etti.

Kendilerinin Gülen’in Türkiye’ye iadesini beklediklerinin altını çizen Çavuşoğlu, Obama’nın yanı sıra ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ve Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Gülen’i iade etmek istediklerini söylediklerini anımsattı.

“Bunun için kanıt istediler ve biz de onlara kanıtları ilettik.” diyen Çavuşoğlu, şimdi de darbe girişimine ilişkin yeni bir dosyanın hazırlığı içerisinde olduklarını ve çalışmalar biter bitmez bu dosyayı da ABD’ye ulaştıracaklarını belirtti.

Bakan Çavuşoğlu, “İşbirliği var ancak sonuç almamız gerek ve en iyi sonuç da ABD’nin Gülen’i iade etmesi. Açıkçası bu konuda hayal kırıklığı yaşıyoruz.” diye konuştu.

– “Rejimin hedefi ılımlı muhalefet”

Türkiye ile ABD’nin ortak hareket etmesi gereken diğer bir alanın da DAEŞ ve diğer terörist gruplar olduğunu dile getiren Çavuşoğlu, bu konuda ortak hedefler ve sınamalarla karşı karşıya bulunduklarını ifade etti.

Suriye’de ateşkes sağlanmasına ilişkin ABD ile Rusya’nın anlaşmasına yönelik bir soru üzerine Çavuşoğlu, bunun ateşkes konusundaki ilk anlaşma olmadığına dikkati çekerek, şunları kaydetti:

“Maalesef her zaman ateşkes rejim ve destekçileri tarafından sona erdirildi. Hatta Birleşmiş Milletler’in (BM) yaptığı insani yardımı da engellediler. Bu kez de farklı değil. Rejim sadece Halep değil, aynı zamanda Suriye’nin birçok farklı yerini bombalıyor. Onların hedefi El Nusra ya da DAEŞ değil, ılımlı muhalefet.”

Türkiye’nin Özgür Suriye Ordusu’nu desteklediğini belirten Çavuşoğlu, “Bu bizim her görüşmede altını çizdiğimiz şey: Kara operasyonu olmadan bu kanlı terör örgütünü (DAEŞ) yenilgiye uğratamazsınız.” ifadelerini kullandı.

Çavuşoğlu, “Yeni askeri stratejik planınız nedir?” sorusuna ise “Münbiç Cebi denilen bölgeyi DAEŞ’ten temizleyerek güvenli bölge haline getirmek. Ardından da El Bab yeni hedef olmalı.” yanıtını verdi.

Rakka ve Musul’un bir bakıma “DAEŞ’in başkentleri” sayılabileceğini ifade eden Çavuşoğlu, örgütün bu iki bölgeden de temizlenmesi gerektiğini söyledi.

Bazı Avrupa liderleri ve ülkelerinin bu adımı desteklediğini, ABD’nin de konu üzerinde düşündüğünü dile getiren Çavuşoğlu, bazı ülkelerin özel kuvvetlerini bölgeye göndermek istemediğini ve bunu sadece Türkiye’nin yapmasını beklediklerini hatırlattı.

“Biz de onlara ‘Neden sadece Türkiye olsun ki? Bu bizim ortak düşmanımız ve bununla ortak mücadele etmeliyiz.’ dedik. Cerablus operasyonundan sonra herkes DAEŞ’in kolayca yenileceğine kanaat getirdi.” diyen Çavuşoğlu, DAEŞ karşıtı koalisyonda 65 ülkenin bulunmasına karşılık 30 bin DAEŞ militanı olduğunu hatırlattı.

– “Mülteciler koyun seçer gibi seçilemez”

Mülteci krizine yönelik değerlendirmede de bulunan Çavuşoğlu, Türkiye’nin mültecilerin yeniden yerleştirilmesine değil, yetenekli, eğitimli gibi kategorilerle seçilmesine karşı olduğunu belirtti.

Bakan Çavuşoğlu, ülkelere alınacak mültecilerin “koyun, keçi seçer gibi” seçilemeyeceğini ifade ederek, bu yaklaşımın insani olmadığına vurgu yaptı.

15 Temmuz darbe girişimi sonrasında gerçekleşen operasyonlara yönelik eleştiriler hakkında ise Çavuşoğlu, “FETÖ 40 yıldır asker, yargı, polis gibi devlet kurumlarının yanı sıra bakanlığıma da sızdı. Bakanlığımda 5-6 yıldır 500’den fazla. Başka devlet kurumlarına sızanların sayısının ne kadar olduğunu aslında siz tahmin edebilirsiniz. Türk ulusunun bir daha böyle bir durumla karşı karşıya gelmemesi konusunda emin olmak zorundayız.” diye konuştu.

– “Bazı hatalar yapıldı”

Darbe girişimine aktif olarak katılan kişilerin tutuklandığını, bu yapıyı destekleyen ve üyesi olan kişilerin de devlet kurumlarından uzaklaştırıldığını anımsatan Çavuşoğlu, “Yanlış yapabilir misiniz? Evet. Biliyorum ki örneğin benim memleketimde bazı hatalar yapıldı. Bazı akademisyenler tutuklandı. Bu bir hataydı. Ancak daha sonra serbest bırakıldılar. Bizim sorumluluğumuz, masum insanların bundan etkilenmemesi ve ceza almaması için gerekli tedbirleri almak.” dedi.

Michelle Obama Clinton’a Destek İçin Sahnede

Amerika Birleşik Devletleri’nde First Lady Michelle Obama, Demokrat Parti başkan adayı Hillary Clinton’a destek için sahneye çıktı.

Obama George Mason Üniversitesi’ndeki konuşmasında genç seçmenlerin desteği olmasaydı eşi Barack Obama’nın iki kez üst üste yarışı kazanmasının mümkün olmayacağını söyleyerek, “seçimler sadece kimin oy verdiği ile alakalı değil, kimin oy vermediğiyle alakalı şeklinde konuştu. Obama Clinton’a desteği şu sözlerle gösterdi:

“Şu dayanılmaz şekilde açık ki bu seçimlerde sadece bir kişiye bu sorumluluklar için güvenebiliriz. Sadece bir kişinin bu iş için mizacı ve yeterliliği var, o da dostumuz Hillary Clinton.”

Yapılan kamuoyu araştırmalarında Donald Trump’ın son haftlarda atağa geçtiğini görülmesi demokratların tarafında kulislerin hareketlenmesine neden oldu.
Michelle Obama Campaigns for Hillary Clinton, Slams Trump's Birther Comments

Reuters’in Ipsos ile yaptığı son kamuopyu araştırması, bugün seçim olsa Donald Trump’ın en önemli eyaletlerden Florida’da ipi göğüsleyeceğini ortaya koyuyor.

Ancak 30 yaş altı seçmenler arasında Barack Obama kadar olmasa da Clinton’ın Trump’dan daha fazla desteğe sahip olduğu ortaya çıkıyor.

Miting sonrası mikrofon uzatılan Amerikalılar da oy vermenin önemine dikkat çekerken, heyecanlarını gizlemedi:

“Sabah sekizden beri buradayım ve bütün gün sadece bekledim. Bazı dersleri kaçırdım fakat buna değdi.”

“Destek daha fazla olamazdı. Herkese ihtiyacımız var. Gerçekten gelip Hillary’e oy vermek için herkese.”

“Çocuklarımız gerçekten gurur duyacak çünkü Birleşik Devletlerin ilk kadın başkanını seçeceğiz.”

euronews muhabiri Stefan Grobe bildiriyor:

“Kampanyada bu noktada ismi Obama olan kişiden Hillary Clinton’a daha etkili destek geliyor. Sıkı sonuçlarıyla araştırmalara baktığımızda seçim gününe kadar seçim Obama çiftini daha fazla görme şansımız olacak. Virginia gibi önemli eyaletlerde bu büyük bir değişim yaratabilir.”

 First lady Michelle Obama speaks during a rally for Democratic presidential nominee Hillary Clinton at George Mason University in Fairfax, Va. Photo: STEPHEN CROWLEY, NYT

Euronews

Başlıksız Bir Yazı

alptekin cevherli

Sakın ola başlığı okuyunca, “Başlıksız Bir Yazı” ifadesi de sonuçta bir başlıktır, diye mantık yürütmeye kalkmayın sevgili okurlar.
Aslında yazımızın başlığı var tabi, ama içerisinde gizli…
 * * *
Gündeme bomba gibi düşen Almanya’daki Ermeni soykırımı yalanını kabul eden tasarı konusunun henüz fitili ateşlenmemişken aslında niyetimiz, “Amerikan Rüyası’nın Sonu mu?” diye sorarak ABD’deki başkanlık seçimlerini ve muhtemel sonuçlarını irdelemekti.
Öyle ya, dünyaya bir medeniyet projesi olarak sunulan; “özgürlükler ülkesi ABD”, bir emlak komisyoncusunun koltuk hırsına kapılıp dünyanın en diktatör ve gaddar devletine dönüşürse ne olur, diye bakacaktık.
Genelde böylesi durumlarda en fazla 30 – 40 yıl içerisinde o ülkeler yıkılır. Bazen bu süreç daha da hızlı olabilmektedir. Ancak ABD’nin böylesine hızlı çöküşü yeni oluşacak dünyayı nasıl etkiler?
Türkiye ve Türk Dünyası olarak buna ne kadar hazırız? Yeni oluşacak güçler dengesi arasında meselâ Çin, Rusya ve Almanya’ya karşı elimizde nasıl kozlar var? Ya da Balkanlar’dan ABD askeri çekildiğinde 3’üncü Dünya Savaşı çıkar mı? Çin, Batı Türkistan’ı işgale kalkarsa Rusya ile birlikte ne kadar karşı koyabiliriz? Japonya bizi destekler mi? Filan, falan gibi bazılarına göre sanırım çok uçuk, bazılarına göre de malûmun ilanı sorulara yanıt arayacaktık…
Ama tam da Almanya ile moda tabirle “Kanka” olmuşken, bir de ‘Almanya’daki Türkler’ vasıtasıyla böyle bir kazığı yemek veya “arkadan hançerlenmek” mevzu bahis olunca, dünyanın geleceğindense bizim kısa vadede durumumuzu tartışmak çok daha önemli hale geldi.
 * * *
Şimdi, Almanya Parlamentosundan geçen tasarı haklı mıydı, haksız mıydı?
Biz sadece Alman İmparatorluğu’nun önerdiği tehciri gerçekleştirmişken, şimdi de Almanların sanki ortada bir suç varmış gibi ve bunu da kendileri söylememiş gibi ortaya çıkmaları ne kadar doğru?
Hitler, çoğu Hazar Türkü 15 milyon Musevi’yi fırınlara doldurup yağlarından sabun yapmışken, bize ne soykırımından bahsedebiliyorlar denilebilecekken; ya da…
Afrika’nın bilmem neresindeki filanca sömürgesinde 17 milyon zenciyi kurşuna dizmiş bir Almanya’nın ne haddine bize soykırım yaptı demesi, denebilecekken;
Ya da Dünya gezegenine iki dünya savaşı hediye etmiş ve yüz milyonlarca insanın ölmesine neden olmuş bir millet, hiç mi kendi tarihini bilmez denilebilecekken;
Ya da Avrupa’daki çevre felaketlerinin baş müsebbibi olan sanayisi ile Doğu Avrupa’daki bütün sakat doğumların ve flora, fauna katlinin tek sorumlusu iken;
Tarihte “Nemçe” adıyla Osmanlı Devleti’ne kök söktürmüş, sonra da Türk milletinde psikolojik ters etki yapmasın diye adını Almanya’ya çevirdiğimiz Balkanlar’daki tarihi düşmanımız, milyonlarca Türk’ü Doğu Avrupa’da soykırıma tabi tutmuşken;
Ve Ey Almanya, gör bunları, sen kendini ne sanıyorsun diyebilecekken; bunların hiç birini söylemeyeceğim!
 * * *
Değerli dostlarım, Almanya parlamentosunda 11 Türk Milletvekili var. En azından biz öyle biliyoruz.
Bu insanlar Almanya’ya işçi olarak göç etmiş ailelerimizin çocukları veya torunları. Yani bizden insanlar, akrabalarımız…
Peki, biz bu vatandaşlarımızla nasıl bir ilişki kurmuşuz ki, bizden olan ve orada bizi savunmasını beklediğimiz bu vatandaşlarımız, bizim can düşmanımız haline gelmişler?
40 – 50 yılda bunu nasıl becerebilmişiz?
Öyle ya, bu insanların dedeleri, Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Sakarya’da bizim dedelerimizle beraber şehit düştüler. Hatta belki de bu insanların ninelerinin karınlarını, rahmindeki bebek kız mı, erkek mi diye iddiaya giren Ermeniler, Doğu Anadolu’da deştiler?
Yalan mı? Olmamış mıdır?
11 Vekilden bahsediyoruz… Haydi, içlerinden bir hain çıkar, iki hain çıkar ama hepsi de mi Ermeni soyu mu bunların?
Bunca yıldır Almanya’da yaşayan 3,5 milyon Türk’ten bir tane bile ‘gerçekten Türk’ vekil çıkaramadık mı yani?
Elin Alman’ı bizimkilerden fazla bizi savunmuş, var mı böyle bir şey?
Bu nedir biliyor musunuz?
Kendi parçamız olan bu insanları, sadece döviz kapısı olarak gören bir zihniyetin iflasıdır…
Almanya’daki 3,5 milyon vatandaşımızı buraya sadece Avro gönderen sağmal inek gibi gören, hem etinden, hem sütünden, hem postundan yararlanırız diyen anlayışın geldiği noktadır.
İnsanlar asla küsurat değildir!
Hınç yapar, kin tutar, kalleşlik edebilir…
Devlet isen bunları göz önüne alır ona göre ilişkini kurarsın.
Saldım çayıra, Mevlâ’m kayıra devlet, olmaz!
Bu insanların dedeleri, nineleri Almanya’ya gönderilirken ‘hayvan’ muamelesi gördü. Yeter ki, para gelsin denilerek, sınır kapısında donunu indirip üreme organlarına bakılırken Türk Devleti, “Dur kardeşim, ben sana işgücü olarak ‘insan’ gönderiyorum, damızlık inek değil!” deyip vatandaşına sahip çıkacaktı.
Kurbanlık koyun gibi dişlerine bakılırken, “Arkadaş bunlar fabrikada vidayı dişleriyle sıkmayacak, sen benim vatandaşımı böyle tahkir edemezsin” diyecekti!
Eee, demedi de ne oldu?
O insanların torunları dede ve ninelerinin öcünü çok acı bir şekilde aldı…
Şimdi o vakitler vatandaşını insan yerine koymayan, sahip çıkmayan idarecilerimiz artık kına yakabilirler…
O milletvekilleri Ermeni diasporasından para almıştır, almamıştır; haindir, değildir hiç önemli değil.
Neticede Türk vatandaşıdır. En azından eski vatandaşlarımızdı, akrabalarımızdı…
Almanya’daki 3,5 milyon Anadolu Türkü’nün ve 500 bin Azerbaycan Türkü’nün diaspora gücü, ülke toplam nüfusu 3 milyon bile olmayan Ermenistan devletçiği karşısında iflas etmiştir.
Siz ne derseniz deyin, gerisi lafü güzaftır.
Ama bu bizim ilk fiyaskomuz değil.
Aynısını 1974 Kıbrıs Türk Barış Harekâtı’ndan sonra da yaşadık.
1974’te Kıbrıs Türkleri tarafından ellerinde karanfillerle karşılanan Anadolu Türk’ü, yıl 2000’lere geldiğinde o insanların çocukları tarafından atılan “Kıbrıs’tan defol” sloganlarına muhatap oldu.
Yalan mı?
Bence nerede hata yapıyoruz; dostlarımızı, hatta kan bir, din bir, dil bir kardeşlerimizi dahi bu kadar kısa sürede kendimize nasıl düşman edebiliyoruz diye, başımızı ellerimizin arasına koyup kara kara düşünmenin vakti gelmiş de geçmektedir.
Aynı şey Anadolu’muzun doğusu için de geçerlidir…
Neyse, konuyu daha fazla uzatmayacağım: Netice, bu sistemle ve kafayla yürümez, bilesiniz!
Şimdi gelin, bu yazıya da başlığı siz koyun…a11a12

Ortadoğu’ya Örnek Olacaktı, Ortadoğu’yu Örnek Aldı

495Türkiye’nin Musul için İncirlik Üssü’nü koalisyon güçlerine açmasının şimdilik söz konusu olmadığı yönündeki açıklamasını, “Türkiye Musul için İncirlik’i Açmıyor” sözleriyle duyuran Amerika’nın Sesi (VOA), “Türkiye müttefiklik konusunda karar vermeli” yorumlarına da yer veriyor. VOA’ya konuşan Amerikan İlerleme Merkezi (Center for American Progress) uzmanı Michael Werz, “Türkiye, NATO’ya kendini yakın mı tutmak, IŞİD’le mücadelede güçlü bir müttefik mi olmak istiyor, yoksa IŞİD söz konusu olunca iki arada bir derede mi kalmayı tercih ediyor, Ankara’nın bu konuda artık karar vermesi gerekiyor” şeklinde konuştu.

Kısa bir süre önce Türkiye’yi ziyaret eden Michael Werz, ABD Başkanı Barack Obama’nın Şubat ayında Kongre’den istediği savaş yetkisi ve bunun Türkiye üzerindeki etkilerini VOA’ya değerlendirirken “Amerika son 5-6 hatta 8 yıldır Türkiye’ye iyi bir müttefik oldu. Obama Nisan 2009’da ilk Avrupa gezisi kapsamında Türkiye’ye giderek siyasi açıdan büyük yatırım yaptı. Mecliste konuştu, AKP hükümetine gidip ‘hadi ortaklık yapalım’ dedi” şeklinde konuştuktan sonra şöyle devam etti:

“Eğer Obama geriye dönüp son beş yıla, yaptığı yatırıma ve bu yatırım için iç politikada ödediği bedele baksa, çünkü Obama -Türkiye konusunda ülke içinde çok sık eleştirildi – ve bunun karşılığında Amerika’nın ne kazandığına baksa; mesela Türk kamuoyunun desteği stratejik veya siyasi destek gibi konulara baksa, Amerika açısından iyi bir tablo çıkmıyor ortaya. Dolayısıyla bu artık Ankara’ya kalmış bir durum. Ankara siyasi açıdan kararını vermeli: NATO’ya kendini yakın mı tutmak istiyor, IŞİD’le mücadelede güçlü bir müttefik mi olmak istiyor, yoksa IŞİD’le mücadele söz konusu olunca iki arada bir derede kalmayı mı tercih ediyor veya İncirlik Üssü’nü kullanıma açmak gibi lojistik destek mi sunmak istiyor, Amerika’nın iyi bir ortağı mı olmak istiyor; bir karar vermesi gerekir… Ancak Ankara’dan yapılan en azından kamuya yapılan açıklamalar Amerika ile ortaklığı güçlendirici yönde görünmüyor,” yanıtını verdi.

“AMERİKA İNCİRLİK ÜSSÜ’NDE ISRAR EDECEKTİR”

Başkan Obama’nın “Savaş yetkisi Kongre’den geçtiğinde, Amerika IŞİD’le mücadelede Türkiye’den yeni isteklerde bulunabilir mi?” sorusunu da yanıtlayan Werz, “Amerika, İncirlik Üssü’nü keşif uçakları ve silahsız İHA’lardan daha fazlası için kullanmak isteyecektir. NATO üyesi olan Türkiye’nin hava operasyonları için daha fazlasına izin vermemesi pek anlaşılır gibi değil” görüşünü dile getirdi. Werz şöyle devam etti:

“Çünkü yüzlerce kilometrelik sınırının teröristlerin kontrolüne geçmesini istemez. Türkiye’nin bu konuda istekli davranmaması ve hatta bunu bir pazarlık unsuru gibi sunması Amerika’da pek iyi anlaşılmış değil. Çünkü bu, Amerikan uçuşlarını, hava operasyonunu zorlaştırıyor, pilotlar, IŞİD’e saldırı düzenlemek için çok daha uzun mesafe uçuşlar yapıyor. Bir diğer unsur da Amerika, PYD kuvvetleriyle işbirliği yapıyor ve bu bir süredir devam ediyor. Kobani işgal altındayken havadan yardım yaptık, Türkiye’nin bu konudaki tutumu dikkat çekiciydi. Oysa Türkiye’nin daha aktif olması bekleniyordu bu da Amerika’yla sıkıntı oluşturdu. İşte bu iki konunun, Kongre’den yetki geçse de geçmese de halledilmesi gerekiyor.”

“ERMENİ TASARISI POLİTİK PAZARLIK KONUSU YAPILMAMALI”

Werz, 1915 olaylarının 100. yıldönümü nedeniyle konunun yeniden Kongrenin gündemine gelecek olmasının, İncirlik Üssü gibi Türk-Amerikan ilişkilerinde hassasiyet yaratan konularda Amerika tarafından bir pazarlık unsuru olarak kullanması olasılığının olup olmadığı sorulması üzerine de “Amerikan hükümeti Ermeni meselesini bir pazarlık unsuru olarak kullanırsa bence bu yanlış olur. Bu iki konu birbirinden tamamen farklıdır. Ben, Amerikan Kongresi’nin veya Fransız Parlamentosu’nun Türkiye’deki tarih kitaplarını yeniden yazmaya kalkmaması gerektiği görüşündeyim. Bu, Türk toplumunun halletmesi gereken bir konudur” şeklinde konuştu.

“AKP’NİN POLİTİKALARINI GÖZDEN GEÇİRMESİ GEREKİR”

Michael Werz, diğer bir sorunun karşısında “AKP’nin, ifade özgürlüğü, sosyal medya üzerinde baskılar, meşru biçimde dile getirilen eleştirilere yönelik sert uygulamalar ve yeni iç güvenlik yasası gibi konuları bir daha gözden geçireceğini umuyorum” dedi. Werz şu eleştiriyi de dile getirdi:

“Bu dönemde Türkiye’nin tüm Ortadoğu’ya örnek olacağı ümit ediliyordu. Şimdi ise şaşırtıcı ve üzücü biçimde bu rejimler Türkiye’den bir şey öğrenmezken, Türkiye bu rejimlerden fazlasıyla örnek almış görünüyor.”

Odatv.com