Etiket arşivi: New

Zeytinyağında hedef pazar ABD

Türk zeytinyağı sektörü, ihracatında açık ara lider pazar konumunda olan ve yıllık 350 bin ton zeytinyağı ithal eden Amerika Birleşik Devletleri’ne ihracatını arttırmak için ABD pazarındaki tanıtım faaliyetlerini sürdürüyor.

Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçıları Birliği, Türk zeytin ve zeytinyağının Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Pazar payını arttırmak için dünyanın en büyük gıda fuarları arasında yer alan ve bu yıl 66. Kez düzenlenen New York Summer International Fancy Food Show (Summer 2019 Fancy Food Show) Fuarı’nda tadım etkinlikleri ile tanıtım çalışmalarını sürdürdü.

Türkiye Milli Katılım Organizasyonu’nu Ege İhracatçı Birlikleri’nin yaptığı fuarda Türkiye standında ziyaretçilere Şef Özlem Cranston tarafından hazırlanan Türk zeytin ve zeytinyağını içeren lezzetlerin tadımı ve tanıtımı yapıldı.

2018-19 sezonunun ilk 8 ayında ABD’ye zeytinyağı ihracatının 14 bin ton olarak gerçekleştiğini ve 37 milyon dolar döviz geliri elde edildiğini belirten Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Davut Er, dünyanın en büyük zeytinyağı ithalatçısı olan ABD’nin Türk zeytinyağı ihracatçıları için ana hedef pazarlarının başında geldiğini kaydetti.

Sağlık iksiri Türk zeytinyağı Amerikalıların tercihi

Kanser, obezite ve kalp damar hastalıklarının çok yoğun görüldüğü ABD’de, bu hastalıklarla mücadelede çok önemli yer tutan sağlık iksiri zeytinyağının önemi her geçen gün daha da iyi anlaşıldığını altını çizen EZZİB Başkanı Er, “ABD’de zeytinyağı tüketimi sürekli artıyor. Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçıları Birliği olarak hedefimiz, hali hazırda zeytinyağında en büyük ihraç pazarımız olan ABD’ye Türk zeytin ve zeytinyağı ihracatını artırmak ve sağlığın sembolü olduğundan hareketle pazarda yerimizi sağlamlaştırmaktır. Yılda 350 bin tondan fazla zeytinyağı ithal eden ABD, ithalatının büyük bölümünü İtalya ve İspanya’dan gerçekleştiriyor. Yeni konan vergilere rağmen ihracatımızın artarak devam etmesi ve pazar payımızın büyümesi için tanıtım faaliyetleri gerçekleştirmeyi sürdürüyoruz” şeklinde konuştu.

Yeni dünyaya sofralık zeytin ihracatımız yüzde 34 arttı

Türk Zeytinyağı sektörünün ihracatında ABD’nin en büyük pazar olması yanında, sofralık zeytin ihracatında da her geçen gün ihracatımızın arttığı bir pazar olduğunu anlatan Er sözlerini şöyle tamamladı; “Özellikle önümüzdeki yıllarda sofralık zeytin İhracatımızın daha hızlı adımlarla artacağı düşüncesindeyim. 2018/19 sezonunun 9 aylık döneminde ABD’ye sofralık zeytin ihracatımız miktar bazında 3 bin 900 ton’dan, 5 bin 207 ton’a, değer bazında ise; 7.5 milyon dolardan 9 milyon dolara yükseldi. Bu artış trendinin sürekli olması için çalışmalarımız kesintisiz sürecek.”

Fuarda, zeytin ve zeytinyağı tadımı yapılan Türkiye standı, ABD dışında Kanada, Brezilya, İngiltere, Fransa, Çin Halk Cumhuriyeti, Japonya, Suudi Arabistan gibi pek çok ülkeden ziyaretçinin ilgi odağı oldu. Türkiye Tanıtım Grubu ise; takipçi sayısı fazla olan tanınmış ABD’li sosyal medya fenomenleri “Influencer”lar ile iş birliği yaparak Türk gıdalarının geniş kitlelere ulaşmasını sağladı. New York’ta yaşayan başarılı üç sosyal medya içerik üreticisi, @eatingnyc, @nyc ve @noleftovers, Turkish Tastes teması altında Türkiye’den katılan markalar ile Türk ürünlerini keşfettikleri bir yolculuğa çıktılar.

Etkinlik kapsamında fuara katılıp organik zeytinyağı, bulgur, kuru meyve, kabuklu yemiş ve çikolata gibi ürünleri birinci elden deneyen Influencer’lar, New York’ta bulunan iki ayrı Türk restoranında ağırlanarak Türk mutfağı hakkındaki fikirlerini de takipçi kitleleriyle paylaştılar. Toplamda üç gün süren kampanya, hem Amerika pazarında Türk ürünlerine karşı olan ilginin arttırılmasına hem de dijital kanaat önderleri sayesinde Türk ürünlerine dair olan algının pekiştirilmesine oldukça güçlü bir katkı sağladı.

Ayrıca, Temmuz ayı içesinde Türkiye Tanıtım Grubu koordinatörlüğünde, Turkey Discover the Potential-Potansiyelini Keşfet logolu ikram aracıyla New York sokaklarında Türk gıda ürünlerinin tadımının yaptırılacağı tanıtım faaliyetleri gerçekleştirilecek.

ABD’YE ZEYTİNYAĞI İHRACATIMIZ (1 KASIM-30 HAZİRAN)

ÜLKE ADI 01.11.2017- 30.06.2018
MİKTAR (KG)
01.11.2017- 30.06.2018
TUTAR ($)
01.11.2018- 30.06.2019
MİKTAR (KG)
01.11.2018- 30.06.2019
TUTAR ($)
MİKTAR DEĞİŞİM% TUTAR DEĞİŞİM %
ABD 19.338.838 77.845.830 14.036.805 36.928.340 -27 -53

ABD’YE SOFRALIK ZEYTİN İHRACATIMIZ (1 EKİM-30 HAZİRAN)

ÜLKE ADI 01.10.2017- 30.06.2018
MİKTAR (KG)
01.10.2017- 30.06.2018
TUTAR ($)
01.10.2018- 30.06.2019
MİKTAR (KG)
01.10.2018- 30.06.2019
TUTAR ($)
MİKTAR DEĞİŞİM% TUTAR DEĞİŞİM %
ABD 3.899.908 7.465.338 5.207.143 8.964.218 34 20

New York borsasında dünya çapında bir şirketin bir günde en büyük değer düşüşü yaşandı. Acaba hangi şirket?

New York borsasında (NASDAQ) ve dolayısıyla muhtemelen tüm dünya çapında bir şirketin bir günde en büyük değer düşüşü yaşandı. Acaba hangi şirket? Evet, Facebook.

Facebook yarıyıl sonuçlarını açıklayınca, büyüme ve karlılık rakamları beklentilerin altına kalınca, borsa çok sert bir tepki verdi. 26 Temmuz günü Facebook piyasa değerinin %20’sini kaybetti. Tüm McDonald’s şirketinin değeri kadar. Tek bir günde. Mark Zuckerberg kişisel servetinde de %20’lik bir değer kaybı yaşadı, yaklaşık 20 Milyar Dolar kadar. Dile kolay…

Borsa, Paradise Papers olayı açığa çıktığında, Apple vergi kaçırdığını öğrenince, tebrik etti, sert yükselişler yaşandı. Daha önce bunu bir blog yazımızda paylaşmıştık.

Bu sefer borsa, söylediğini yapan, sorumluluk gösteren bir lideri ve bir şirketi, borsa tarihindeki en büyük cezayı verdi. Mark Zuckerberg’i seven veya sevmeyin, Facebook kullanın veya kullanmayın, hayatımızın ve medeniyetimizin bir gerçeğidir. Bununla yaşamaya devam edeceğiz. Bu platformun kurucusu ve lideri sorumluluk göstereceğini, tedbirler alacağını ve bunun için gerekirse kardan vazgeçeceğini söylemişti. Şimdi söylediğini yapıyor diye, ceza veriyor.

ABD’deki kongre ve senato önünde ifade verdiğinde özür dilemişti, sorumluluğun farkına vardığını ve aksiyonlar alacağını taahhüt etmişti. Etmesi istenmişti. Bunun için ifade vermişti. Ama siyasi / toplumsal sistem ile ekonomik sistem entegre değil. Toplum için iyi olan, sermaye için iyi demek değilki… Hangisi haklı? Hangisini ciddiye almalıyız? Hangisinin kararını önemsemeliyiz?

Türkiye-Hollanda ilişkileri normalleşiyor mu?

 

 

Türkiye ve Hollanda Dışişleri Bakanları Mevlüt Çavuşoğlu ve Stef Blok, aynı gün yaptıkları açıklamalarda, NATO Zirvesi sırasında yaptıkları bir görüşmede, geçen yıl 11 Mart’ta meydana gelen ve ilişkileri bozan üzüntü verici olayları ele aldıklarını belirttiler.

Stratejik ortaklığa dayanan çok boyutlu ilişkilere zarar veren mevcut tıkanıklığın geride bırakılmasının her iki tarafın da ortak beklentisi ve arzusu olduğunu müşahade ettiklerini dile getiren Çavuşoğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bu görüşmemizde ortaya çıkan, ilişkileri normalleştirmek için adımlar atma iradesi ışığında inisiyatif alan Hollandalı mevkidaşım, tarafıma bir mektup iletti ve ilişkilerimizin normalleştirilmesi arzusunu teyit etti. Bu mektup üzerine kendisiyle ayrıca telefonda görüştük ve ilişkilerimizin önünü açmak için atılacak adımlar konusunda mutabık kaldık. Bu çerçevede ilk adım olarak, ortak bir açıklama yapma kararı aldık. Büyükelçilerimizi karşılıklı olarak kısa zamanda atamak üzerinde mutabık kaldık. Ayrıca, ülkelerimiz arasındaki diyalog ve güveni yeniden tesis etmek ve ilişkilerimizi eski seyrine sokacak müteakip yol haritasını belirlemek üzere Hollandalı mevkidaşım Blok’u ülkemize davet ettim. Bu ziyaretin de yakın zamanda gerçekleşmesi söz konusudur.”

Bakan Çavuşoğlu, Hollanda’da 450 bin kişiden meydana gelen büyük bir Türk toplumu bulunduğunu anımsatarak, Türkiye’de en büyük doğrudan yabancı yatırıma sahip bu ülkeyle ilişkilerin düzelmesi yolunda, dış politikada her zaman olduğu üzere milli menfaatler doğrultusunda hareket edeceklerini vurguladı.

Çavuşoğlu, Hollanda ile ilişkilerin bundan sonraki seyri için bir yol haritasını belirleyeceklerini kaydetti.
Hollanda hükümeti, Türkiye’deki anayasa değişikliği referandumu döneminde, Hollanda’da Türk vatandaşlarıyla bir araya gelerek konuşma yapmayı planlayan Çavuşoğlu’nun uçağına verilen iniş iznini iptal etmişti. Dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın da 11 Mart 2017’de Rotterdam’daki Türk konsolosluğuna girişine izin vermeyen Hollandalı yetkililer, Kaya’nın korumalarını gözaltına almış ve kendisini polis eskortuyla Almanya’ya gitmeye zorlamıştı. Gelişmeler üzerine Türkiye, ülke dışında bulunan Hollanda’nın Ankara Büyükelçisinin dönmemesini istemişti. İki ülke, diplomatik temsilini karşılıklı olarak maslahatgüzar düzeyinde tutuyordu.

İlhan KARAÇAY’ın analizi:

Geçen yıl 11 Mart’ı 12 Mart’a bağlayan gece meydana gelen olaylardan sonra, iki ülkenin ilişkileri, tamir edilemeyecek ölçüde bozulmuştu. Gelişmelere çok kızan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hollandalılar için ‘Bunlar faşist ve Nazi kalıntıları’ sözlerini kullanınca, diplomatik ilişkiler çok bozulmuştu. Türkiye’nin, Hollanda Büyükelçisini Ankara’ya kabul etmemesi üzerine, zaten boşta olan Türkiye’nin Lahey Büyükelçilik koltuğu da boş kalmaya devam etti.
Ne var ki, bu ilişki bozukluğu, iki ülke arasındaki ticari ilişkileri de zedelemişti.
Erdoğan, Hollanda’dan mutlaka bir özür bekliyordu. Hollanda ise ‘özür’ kelimesini kullanmak istemiyordu. Ama her şeye rağmen ilişkilerin düzelmesi şarttı.
İki ülke diplomatları bariş için orta bir yol ararlarken, 5 ve 6 Aralık günleri Brüksel’de yapılan NATO zirvesinde biraraya gelen Hollanda’nın o zamanki Dışişleri Bakanı Zijlstra ile bizim Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu, barış için önemli bir sinyal verdiler. O görüşmeden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Avrupa’daki Hükümet Başkanları gibi Rutte’de eski dostlarımdır’ sözü, Hollanda’da büyük bir umut doğurmuştu. Gerek Türk ve gerekse Hollanda medyası, Büyükelçi atamalarının yakında başlayacağından söz ediyordu.

Dışişleri Bakanlığımızın sözcüsü bu konuda Hollandalılar’a bir ismi zikretmişti bile.
New York eski Başkonsolosumuz ve şimdi Ankara’da  Konsolosluk İşleri Genel Müdürü olan Mehmet Samsar’ı ‘En iyi büyükelçimiz’ olarak lanse etmişti bile.

Ortadaki tek sorun, ‘Özür’ kelimesini kullanmadan nasıl özür dileneceğiydi.

İki ülkenin diplomatları bu konu üzerinde kafa yorarlarken, Çavuşoğlu ile Zijlstra, bu kez 16 Ocak’ta Vancouver’de yapılan Kuzey-Kore zirvesinde biraraya gelme fırsatı yakaladılar. Ama zamanlama çok kötüydü. Zira o sırada ABD, Suriye’nin kuzeyine 30 bin asker yığma planı açıklanmıştı. Bu nedenle Çavuşoğlu’nun Zijlstra ile görüşecek vakti yoktu. Bu nedenle Büyükelçi atamaları da suya düşmüştü.
Aynı hafta sonu Türkiye Afrin harekatına başlamıştı. Tüm ülkeler Türkiye’yi tenkit ederken, Hollandalı Bakan Zijlstra, ‘Türkiye’nin kendini koruma isteğini anlayışla karşılıyoruz’ mesajı verdi. Türk medyası da bu açıklamayı geniş bir şekilde yayınladı.

Ne var ki, Türkiye ile Hollanda’nın arasının düzelmesini istemeyen kötü niyetli Hollandalı politikacılar, bu kez Ermeni soykırımını gündeme getirdiler ve Afrin harekatına da karşı çıktılar.

Diplomatik kaynaklar, Türk ve Hollandalı diplomatların en son 25 ve 26 ocak günleri Brüksel’de biraraya geldiklerini ve Türk tarafının, Hollandalıları hoşnut edecek bir metin hazırladıklarını, bu metnin de Erdoğan ve Çavuşoğlu tarafından imzalanmasının beklendiğini ileri sürdüler.
Ama bu imzalar atılmadı. Erdoğan ve Çavuşoğlu, hazırlanan metni beğenmemişlerdi. Açıkça ‘özür’ olmayan bir metnin geçerliliği yoktu. Erdoğan ve Çavuşoğlu, hazırlanan bu metbi 3 şubatı 4 şubata bağlayan gece ret etmişlerdi.

Erdoğan’ın bu kararı Zilstra’yı hayal kırıklığına itmişti. Zira ocak ayı sonunda yapılan görüşmeden sonra, Türkiye’nin konuya sıcak yanaşmasını bekliyordu.
Hollanda’nın Ankara eski büyükelçisi ve Dışişleri eski Bakanı Ben Bot, diplomatik ilişkilerde rol alıyordu. İyi bir Türkiye dostu olan Bot, işi Erdoğan’ın zora koştuğunu ileri sürüyordu.


DIŞİŞLERİ ESKİ BAKANI ZİJLSTRA

Hollanda Dışişleri Bakanı Zijlstra, bakan olmadan önce yaptığı bir açıklamada, Ruya’da Putin ile bir görüşme yaptığını söylemişti. Sonradan bunun yalan olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine Zijlstra Bakanlık’tan istifa etti ve yerine Stef Blok getirildi.

Bu bültendeki bir haberde görebileceğiniz gibi, Stef  Blok’un son günlerde yaptığı bazı açıklamalar skandal olarak nitelendirildi. Başı derde girecek olan Blok’un, şimdi Türkiye ile yapılan uzlaşıları sürdürüp sürdüremeyeceği merak konusu oldu.
Türkiye, bu konuda kesin kararlı görülüyor. Diplomatik ilişkiler için Büyükelçi atamalarına ‘evet’ diyecek ama, özür dilemeyen bir Hollanda ile barışması da zor görülüyor.

*****

 

Beyaz Saray’dan Peru Kabilelerine Bir Türk Kadını… Dilek Alp

Son dönemde en sık duyduğumuz cümlelerden biri “beyin göçü”… Sayısız özel insan ülkemizden şu veya bu sebeplerle uzaklaşıyor. Ancak Türkiye’nin daha iyi bir ülke haline gelmesi için yaka paça savaşanlar da var. Bu rüzgâr savaşçılarından biri de Dilek Alp… Emin olun, Standart Dergi olarak röportajı yaparken onun kariyerinde ve yaşantısında yaptığımız yoğun yolculuk, bizim için sıra dışı bir iş oldu. Beyaz Saray’da dönemin başkanı Obama’nın ofisinden Peru’daki kabile yaşamına, kadınlar için yaptığı çalışmalardan kahveye kadar uzunca bir sohbete tanık olduk. Bu sohbet öyle detayları içinde barındırdı ki röportaja bir isim vermek istesek bu isim “boyutsuz” olurdu.

Lafı fazla uzatmadan gelin Dilek Alp’in rüzgârında bir yolculuğa çıkalım.dilek başkan rp

Röportaja, “Beyaz Saray” günlerinizden başlamak istiyorum. Nasıl oldu da orada görev aldınız? Size nasıl ulaştılar?

Beyaz Saray’ın dikkatini çekmemin ardında yatan asıl neden, 2008 yılında ABD Santa Clara Üniversitesi’nin Kadın Liderlik Direktörlüğü bölümünün direktifiyle Dünya Kadın Liderler Programı’nda ülkemizi Kadın ve Kültür alanlarında temsil etmek ve araştırma yapmak için seçilmemle oldu. Mezuniyetimden o tarihe kadar ağırlıklı mimar olarak çalışırken, “1999 Gölcük Depremi”nin ardından Gölcük’te hemen her alanda resmi ve gönüllü çalışmalarım, hem de kadınlar için geliştirdiğim özgün yerel kalkınma programları ABD Santa Clara Üniversitesi’nin dikkatini çekti. 12 aylık bir takip süreci geçirdim, ciddi raporlama yaptılar. Tabii, bu süreç sadece inceleme dönemlerinden oluşmadı. ABD Berkeley Üniversitesi’nde görevli değerli hocalarımdan biri özellikle benim adımı vererek, dikkate alınmamı sağlamış. Bu eşsiz programı, Dünya Kadın Liderlerinden biri sıfatıyla tamamladıktan sonra, dünyanın hemen her bölgesinde konuyla ilgili sahada çalışmaya başladım. Beyaz Saray öyküsü de bunlardan biri. Kültürel Miras, Kültürel Savunucu ve Kadın Hareketleri konusunda Türk uzman pozisyonunda resmi görevli olarak davet edildim.

Siz, bir dönem dünya gündemini belirleyen önemli isimlerden de eğitim aldınız, değil mi? Bu eğitimler size ne kattı?

Evet, popüler anlamda dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve New York Senatörü Hillary Clinton gibi önemli isimlerle tanışma ve onları dinleme olanağım oldu. Bu iki kişinin dışında, dünyaya katkı sunmuş sayısız kadın liderle tanıştım, ders aldım ve sohbet ettim. Bu eğitimler bana iki açıdan faydalı oldu. İlki, onların tecrübeleri bana yol gösterdi, ilham verdi. İkincisi de, onların da bizim gibi sade insanlar olduklarını teyit ettim. Karşımdaki kadınlar sokakta rastlayabileceğim türden ama özel insanlardı. Ulaşılabilirlerdi. Hedeflerimi güncelledim. “Ulaşılamaz” kategorisinde bir insan türü olmadığını fark ettim. Tabii, bu özel kadınların bizlere yansıttıkları ışık ve heyecan geleceğe bakışımda önemli oldu.

OBAMA ONDAN ESİNLENDİ

Obama’nın, kültürel miras konusunda yaptığınız çalışmaları kendi seçim programına ve ek yasa tasarısına dâhil ettiğini biliyoruz. Nasıl oldu da bir Türk kadını ABD’de yasa tasarılarına ve bir başkanın seçim programına ilham olabildi?

ABD parlamentosu kültürel miras konusunda çok çalışmamıştı o güne dek. 9 milyon kilometrekareden fazla yüzölçümü olan ve resmî kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776 olan bu topraklar, henüz kültürel miras için kendini çok genç görüyordu… Ancak Amerikan toplumu için onlarca kültürel miras konusu olduğunu ben bile biliyorken, onların dikkatinden kaçmış olması beni hep şaşırtmıştı o güne değin. Bir rapor hazırladım, senatoya sunuldu ve kabul gördü, ekip oluşturuldu, araştırma grupları kuruldu. Konu incelendi ve onay aldı. Başkan Obama da bu çalışmaya büyük ilgi gösterdi. ABD’nin kültürel miras çalışmaları, Obama ile yeni bir boyut kazandı. Seçim propagandalarında kullandığı bazı sloganlara esin oldum. (-kültür sizin kimliğinizdir, sahip çıkın!) Sonrasında senatoya ek yasa tasarısı olarak sunuldu, kabul gördü ve Obama’nın seçim çalışmaları içerisine de girdi. Kendisi, bu kültür ve taşınan kültürel kodlar konusuna özen gösteren bir başkandı.

Evinizde dikkat çekici bir kütüphane var. Sizin de daha önce ABD’de farklı dilde yayınlanmış iki kitabınız var. Beyaz Saray günlerine ve röportajın ilerleyen sürecinde değineceğimiz eğitimleriniz ve kabile yaşantısına dair bir Türkçe kitap çalışmanız olacak mı gelecekte?

Bunları bir kitap haline dönüştürme fikri beni şu an rahatsız ediyor. Çünkü bu bir paylaşım değil; sanki belirli, muntazam bir şekle sokmaya benziyor hayallerimi, yaşadıklarımı. Sınırlandırmak istemiyorum kendimi. Henüz kelime dağarcığım yaşadığım duyguları anlatmaya yetecek seviyede değilmiş gibi hissediyorum. Deneyimlerimi, orada gördüğümü insanlara tam anlamıyla bu kelimeler aktaramaz gibi geliyor ve anılara haksızlık olacakmış gibi romantik bir ruh durumundayım. Şimdilik, orada gördüklerimi boyutlandırmak istemiyorum. Ama tahmin edersiniz, bu konuda çok baskı görüyorum. Orada yazdığım kitaplara gelince, kültürler arası diyalog bir arge raporlama kitabı ve 150 farklı yemek kültürüyle ilgili canlı bilgiye sahip bir kitabım var. Yenilerini yazmak yerine bu kitapları Türkçe’ye çevirmem gerekiyor aslında. Yemek kültürüyle ilgili kitap çalışmamı, sindire sindire 22 yıldır çevirmeye devam ediyorum, düşünün ne kadar istekliyim bu konuda!

Dilek Alp’in kütüphanesi gerçekten dikkat çekici. Farklı türdeki yüzlerce kitap, onun okumaya ne kadar tutkun olduğunu bizlere gösteriyor. Latin Amerika edebiyatından biyolojiye, kutsal kitaplardan sembollere kadar birçok kitap kütüphanesinde bulunuyor.

Okurlarımızın büyük bir bölümü edebiyat tutkunu. En sevdiğiniz kalemi veya kalemleri öğrenebilir miyiz sizden?

Kütüphanemde Güney Amerikalı yazar, şaire ait çok eser vardır. Destansı şiirleri, Jose Hernandez ile tanıdım, romantizmi ise Carlos Drummod de Andrade’den. Pedro Shimose, Vargas Vila, G. Garcia Marquez, Mejia Vallejo, Maria da Heredia, Ruben Dario, Gabriela Mistral , Pablo Neruda aklıma ilk gelenler, bende iz bırakanlardan bazıları. Ama bir Isabel hastalığı var bende, öyle bir sevgi ki 2003 yılında kasırgasını dahi yaşadım ABD’de… Fanatik bir Isabel Allende okuyucusuyum. Çevirisi olmayan kitaplarını bile alıp anlamaya gayret ediyorum, düşünün. “Mucizeler Krallığında” yaşıyor gibi hissediyorum çoğu zaman, kimsenin başına gelmesi muhtemel olmayan her şey bana denk geliyor gibi hissediyorum. Isabel ile tanışmam ve onun evinde tam iki dolu gün geçirmem gibi. Kitabının kapağına benim tasarladığım kolyeyi takacak kadar içten, “karşında ruhum çıplak kalıyor” diyecek kadar bana ait… Seviyorum onun derin dünyasını ve anlatımlarında dağılıyorum…

Okumayı, yazmayı sevdiğim kadar çizmeyi de seviyorum. Mesleki çizimlerin dışındakilerden bahsediyorum. Kendimi nasıl ifade edeceğimi bilemez halde gibi gözükebilirim dışarıdan. Ama bence, birbirini tamamlayan bir etkileşim içindeyim. Bazen okuduğumu çiziyorum, bazen yazdığımı, bazen gördüğümü, çoğu zaman hissettiğimi. Yazdıklarımın okunması, çizdiklerimin görülmesi o kadar da amaç haline dönüşmüyor bu dönemlerde, sadece paylaşmak ve benden çıkması önemli. Gerçekleştirdiğim an rahatlıyorum. Etrafıma sürekli vizör arkasından bakıyor gibi hissediyorum. Detayları hafızama kazıyor, sonra oradaki görüntüyü parça parça işliyorum. Bu soyut bir aşama, bunun somutlaşması kalemi elime aldığım an gerçekleşiyor tabii. Sadece ekru renk kâğıt üzerine mavi kalemle desen çizmeyi seviyorum. Boyutsuz, sınırsız bir mavi koleksiyonum var. Bu seride her şey mavi. Bir dönem Pierre Cardin markasına eşarp desenleri çiziyordum. Bazen desenlerimi insanların üzerinde görmek inanılmaz havalı, gülümsetiyor beni. Havalı deyince aklıma bir üçleme geldi; yeryüzünde en değer verdiğim kişilerden biri zamanında bana bir yakıştırma yapmıştı, çok severim: Akıllı, güzel ve havalı bir kadınım… Bir hayli inandırmıştım buna kendimi! Kalem ise çok önemli… Bu arada ciddi bir Lamy kalem tutkunuyum. Dolmakalem ve klasik kurşunkalem kullanmayı çok seviyorum ve melankolik bir tarz olduğunu düşünüyorum.

BİR KABİLEYLE GEÇEN HAFTALAR

Peru günlerinize gelelim. Uzun bir süre Peru’daki bir kabileyle beraber yaşadınız, onların hayatlarını gözlemlediniz. Bu ülkemizde çok az insanın deneyimlediği bir olay. Bize anlatır mısınız o günleri?

Peru’dan önce de kabilelerle iletişimlerim olmuştu. Ancak Peru’daki Inka-Maya köklerinden gelen bir kabileyle iki ay beraber yaşadım. Bir uzman sıfatıyla beraber yaşadığım ilk kabile onlardı. Diğerlerinde sadece izleyiciydim.

Avrupa’dan gelen, beyaz tenli, kızıl saçlı bir kadın bu kabileye dâhil oluyor haftalar boyunca. Onlar ne düşündüler bu ziyaret hakkında?

Net şeytani olduğumu düşündüler. Her şeyim tereddüt yaratıcıydı. Bir inisiasyon süreci yaşadım ilk günler. Onlara göre arındırılmam olarak tanımlanan dönem, bana göre çok uzun, sinir bozucu, sessiz olarak sürdü. Arındırma döneminde bir şaman benimle temas kurdu. Benden aldıkları salınım ve hislere göre bu arındırma süreci devam etti veya tamamlandı. Ruhsal olarak titreşimler değerlendirildi aramızdaki. İlk olarak göz ile bir odaklanma yaşandı. (En rahatsız eden kısım) Şaman, direkt gözlerimin içine bakarak, kilitlendi ve benim gözlerimi ondan kaçırmamamı istedi, hatta zorladı. Savaşçı ve meydan okuyan tavrım orada da ortaya çıktı, gözlerimi asla kaçırmadım. Uzun bir süre birbirimize baktık. Bu, ondan korkmadığım anlamına geliyordu. Aslında ciddi bir meydan okumaydı bu. Ait olmadığın bir ortamda dikleniyorsun… ( Aslında bu, asker kızı olmamdan beslenen bir yön, sürekli ortam değiştiren ve hiçbir yere ait olamayan bir karakter olarak sürekli meydan okuyucu tavrımın gelişmesi) İletişimin neredeyse yok olduğu günler, şamanın beni sürekli uyardığı konu, “fazla meraklısın, merakını zapt et” şeklinde oldu. Bana günlerce sadece bu tek cümleyi söyledi. Bu arada inisiasyon sürecinde şamanın kendi çadırında kaldım. Etrafı açık bir çadırda, üstü samanlarla kaplı bir korunak. Hiç kimseyle bir hafta boyunca görüşmeme izin verilmedi. Bir hafta boyunca şamanın bana söylediği o tek kelimeyi düşündüm. Düşünmek için çok vaktim oldu! Hayatımdaki kayıpların bir bölümü sadece aşırı merak ve onun getirdiği heyecandan kaynaklandığını fark ettim. Bunun dışında, sadece günün belirli saatlerinde elini elime koyarak akışı kontrol ediyordu. Bunun, kan akışını düzenlediğine inanıyorlardı. Bir hafta boyunca yiyecek olarak et ve hayvan ürünleri hiç vermediler, sadece ekmeğe benzettiğim bir hamur ve meyve ile beslenebildim.
Öğrendiğim; beklentisizlik, verilen kadar yaşa…

Barınağın içerisinde geçen bir haftadan sonra üç gün boyunca çadırın dışında insanları gözlemleyebildim ancak bu üç gün içerisinde de diğer insanlarla irtibat kurmam yasaktı.
Öğrendiğim; sakinlik ve sabır…

Arındığıma ikna olduktan sonra kabile üyeleriyle bir arada olmaya başladım. Ancak onların hayatını değiştirebilecek hiçbir unsurun içinde olmadım, yasaktı. Genelde izleyici, takipçi, destek olma bölümündeydim. Herhangi bir değişiklik yapma şansı yoktu. Yapmaya gerek de yoktu.
Öğrendiğim; hayata müdahale etmek zorunda değilsin, bırak bildiği gibi aksın…

Neler deneyimlediniz peki orada? Tamamen doğada onlarla beraberdiniz.

Sakin, sade bir disiplin içerisindeydim. Hiçbir şeyden sorumlu değil gibi gözüken ancak bir sistemin içerisinde rol almak ve görünmeyen kurallara dahil olmak. Hayata olumsuz bakmıyorlar. Kendini yenileyen bir enerji var. Ölümden de korkmuyorlar. Ölümü bir son değil de, yeni bir döngünün başlangıcı olarak görüyorlar. Bir kariyer seviyesi atlama gibi düşünüyorlar. Ölümden sonra inançlarında vaat edilen bir şey yok. Tibet Budizmi’ne benzettim. Orada arafta gibiydim. Sürekli geldim gittim. Hem onlardan hem değil gibi, zevkli, yorucu ve zorlayıcı bir ruh hali.

Peki Tibet’teki Budistlerin inançlarıyla, Güney Amerika’daki bir kabilenin inançları nasıl bu kadar birbirine benziyor?

Kaynak tek ve aynı; sade ve doğayla bir arada yaşıyorlar. Bu çok değerli. Doğaya döneceklerini biliyorlar. Doğaya kulak kabartıyorlar. Zorlamıyorlar ama dirayetli davranıyorlar. Bedenlerine ve ruhlarına saygı gösteriyorlar.
Öğrendiğim; dinle…

Şehir yaşantısına uyum sağlamış biri olarak, dostlarınızı, cep telefonunuzu, sosyal hayatınızı özlemediniz mi?

Özledim, çok özledim, gözyaşı döktüğüm anlar oldu sessizce bir kenarda. Yoksun olduğum her şeyin benim için çok değerli olduğunu, ancak hayatımdayken önemini fark etmediğim gerçeğini fark ettim. Elimde olmayan, vazgeçmek zorunda kaldığım tüm değerlerimi düşündüm. Ancak bu yoksunluk haline de çok uzun takılmadım. Özlediğim şeyleri düşünce ve hayal olarak bir kenara koydum. Oradaki yaşama hemen adapte oldum ve görünen kimliğimi çöpe attım.

TECAVÜZ EN BÜYÜK KORKUMDU

Korktunuz mu peki orada geçen haftalar süresince?

İnanılmaz korktum, aynı odada farklı inanış ve alışkanlıkları olan, ruhlar aleminde bir yabancıyla kalıyorsunuz. Bana zarar vermelerinden korkarak, bir ara paranoyak hale döndüm. Bir güvencem vardı ama garantim yoktu. İlk bir hafta boyunca toplamda sadece 5–6 saatten fazla uyumamışımdır. Karşındakinin beni işkence ederek öldüreceğinden değil, tecavüz edebileceği düşüncesine takıldım kaldım, korktum. Ancak daha sonra öğrendim ki böyle bir şeyin cezası ölümmüş. Ve düşüncelerim için sonrasında utandım. Kılıma zarar gelmedi, hatta kutsallaştırıldım bazı topluluklarda, tanrıçasal değerler yüklendi üzerime. Kadınlar beni koklamayı, tenime ve saçlarıma dokunmayı çok seviyorlardı. İnanılmaz sempatik tebessümler gördüm gözlerinde.

Size takılan bir isim var… “Red Hurricane” bunun hikâyesini öğrenebilir miyiz? İsminizden daha çok bu lakap kullanılıyor.

Haşarı, hızlı, çözüme koşan, heyecanlı hallerimi girdiğim her toplumda istisnasız gösteriyorum. Şili’deki Machu Picchu kabilesiyle çalıştığım dönemde sürekli oradan oraya koşuşturan, çocuklarla ilgilenen, kadınlara yardım eden, ders veren, inşaattan tutun mutfaktaki kadın hallerim, şamanın dikkatini çekti. Kızıl doğalında oluşum da karşı tarafa ilginç bir enerji verir… Benim atmosferimde atalet kelimesi kullanılamaz. Topluluğun şamanı, şafak vakti toplantılarında bu adı kabilesine açıkladı. “Senin adın bundan sonra bizlerin ruh katında ‘Kızıl Kasırga’ olacaktır” demesi omzuma takılan bir nişan gibiydi. Pasifik okyanusunun kadın isimli kasırgaları iyi bilinir. Hayatlar bu kasırgalara göre şekillenir. Olumsuzdur belki, silip süpürüp perişan eder, yok edicidir ama sonrasında yeniden kurar ve tazeler, devrim niteliğindedir. Bu isimle yaşayacağımı bilmek hoşuma gidiyor ama tetikliyor da.

Şamanlarla ve kabilelerle bu kadar vakit geçirmenizin ardından spiritüel deneyimlere inanıyor musunuz?

Hislerimi ve rüyalarımı fena halde ciddiye alan biriyim. Haberci rüyalar gördüğümü düşünüyorum. Bazen rüyaları hatırlamaktan da korktuğum oluyor. Rüyamda duyduğum cümleler, hatırladığım detaylar tam olarak gerçek hayatımda karşıma denk gelir. Kabilelerle yaşadığım deneyimden sonra rüyalarımda bir derinleşme oldu. Şamanların bende gördüğü ve söyledikleri şey, hislerimle beraber spiritüel yeteneklerimin bir hayli yüksek olduğu. Kabiledeki arınma sürecinde, bu yeteneklerimin de farkına biraz olsun vardım. Rüyalar, öngörüler, hisler buna göre şekillendi. Analitik düşünen, mühendis bir kadına ters bir duruş şekli aslında ama sanırım beni ben yapan karmaşa bu olsa gerek.

Konu Mustafa Kemal Atatürk’e geldiğinde kendisine yönelttiğimiz sorunun ardından uzun süren bir sessizlik oldu. Önce çalışma masasının yanındaki Atatürk portresine baktı, ardından boşluğa dikti gözlerini. Tekrar konuşmaya başladığında fark ettik ki geçmişte yaptıklarını anlatan o coşkulu kadın gitti, yerine son derece duygusal bir kadın geldi.

Evinizin birçok noktasında Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili objeler görüyoruz. Dilek Alp’in bu seviyeye gelmesinde Atatürk’ün payı nedir?

Ruhumun dışa vurum halini görüyorum onda. Çalışma masamın yanında büyük bir fotoğrafı var. Uzun baktığımda titriyorum. Ne zaman kendimi kötü, darda hissetsem, göz atıyorum ve sessizce konuşuyorum onunla içten içe. Sessizce mırıldandığını düşünüyorum yanı başımda. Aile geçmişinde gerçek dokunulmuş Atatürk hatıraları var, evimde, hafızamda anlatılan, elimde tuttuğum, muhafaza ettiğim, gözüm gibi baktığım anılar. Henüz üç yaşındayken Atatürk’ü çok iyi biliyordum. Evde babam Nutuk’tan bölümler okurdu. Anlamayacağımı bile bile bana okurdu. Babam bir şamandır. Bir asker, bir şaman yetiştirdi beni. Annem ilkeli bir inanca sahipti, babam ise şamandı. Ailede hiçbir zaman ikircikli bir durum yaşamadım. Hiçbir taraf kendisine doğru çekmedi beni. İki taraf da ruhumu besledi diyebilirim. Atatürk, annem ve babam benim şekillenmemde büyük pay sahibi oldular. Onlardan konuşmayı seviyorum. Sevdiklerimi anlatmayı seviyorum sanırım.

ATATÜRK’E BÜYÜK SAYGI DUYUYORLAR

Tekrar Atatürk özelinde Beyaz Saray’a dönersek, Atatürk’e bakışları nasıldı?

Büyük saygı ama altyapısında da kıskançlık duyuyorlar bana kalırsa. Binanın yönetim kısmında dünyanın büyük liderlerinin fotoğraf koleksiyonu var. İlk fotoğraf Mustafa Kemal Atatürk’e ait. Benim için büyük bir gurur kaynağı onu orada da görmek. Sanki binanın sahibiymişim gibi hissettirdi! Bana Atatürk’le ilgili soru sorduklarında gözlerindeki kıskançlığı hissettim. Önemli liderlere sahip olmalarına rağmen tanımsız bir kıskanma içgüdüsü bu. Ayrıca Beyaz Saray’ın içerisinde farklı boyutlarda farklı renklerde tanımlanmış odalar var. Bu odalarda duvardan duvara Hereke halıları kaplı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sipariş usulü yaptırılmış. Haftanın belirli günleri randevulu ziyarete açılan Beyaz Saray’ın rehberleri bu halıları ballandıra ballandıra anlattıkça nasıl mutlu oluyorum tahmin edin.

Kadınlar için yaptığınız çalışmalar doğrultusunda baktığınızda, gelişen dünyada kadınlar şu an nerede?

Kadın en büyük hatayı “kadına hak” benzetmesini kullanarak yapmış/yapıyor. Kadının zaten hakları var. Bunları da kendisine verecek olanlar asla erkekler olmamalıydı. Doğuştan gelen kazanımlar, diğer canlı türleri gibi. Erkeklerden bir hak beklendiği an zaten ona itaat etmeye başlıyorsun. Biraz bu arka planda kalma isteği ile alakalı olabilir. Avantaj olarak bazen önde olmamak anlaşılabilir ancak bu uzun süre bir alışkanlık haline gelmiş ve kanserleşmiş günümüzde. Erkek hâkim dünyaya biz, yani kadınlar izin verdik. Kadınlar, şu an güçlerini göstermek istemiyorlar. Bunu reddeden erkekler değil kadınlar. Başörtüsünü konuşan kişiler bile kadınlardan çıkmadı. Bizim için erkekler kapıştı. Bunu gündeme getiren hep erkekler oldu. Bundan nemalananlar da. Kadınlar hakkında konuşan ve hüküm verenlerin erkekler olmasını kabul edemiyorum. Bunu kızgınlıkla karşılıyorum. Hatta reddediyorum.

Kadınların hafifçe hareketlendiği toplumlarda değişiklikler olduğunu görüyorum. Şili’de bunu güzel yaşadım. Kadınlar her gün tencere tavayla sokaklardaydı. Ülkenin tansiyonunu orada kadınlar belirliyordu. Aralarında olmak güzeldi o isyankâr, tuttuğunu koparan ruhların.

“Döşeme Bebekleri” adıyla bir çalışmaya rastladık size ait. Bununla ilgili bilgi alabilir miyiz sizden?

Kırsal alanda kadının gerek istihdama katılmasını, gerek girişimciliğini, gerekse toplumsal statüsünü etkileyen en önemli unsurlardan biri eğitim, var olanı geliştirme ve cesaretlendirme olduğuna inanırım. Kabul ediyorum ki kadınlar açısından özellikle katılım ve gelişimin sürdürülmesinde önemli sorunlar yaşanmakta. Toplumda kadının eğitimi önünde engel oluşturan yanlış inanış, örf ve âdetlerin toplum üzerinde etkisini azaltmak için tüm ilgili kamu kurum ve kuruluşlar, sivil toplum ile işbirliği içinde bulunularak toplumun bilinçlendirilmesi konusu bende hep sorumluluk hissi yaratır. Bölgem kadınları için zevkle tamamladığım ve kontrolüne devam ettiğim projelerden biridir “Döşeme Bebekleri”.

Gölcük’ün tarihi köylerinden biri olan Döşeme Köyü kadınlarının alışılmamış geleneksel kıyafetlerinin bölge adına marka haline dönüştürülmesi, satışa hazırlanması ve konuyla alakalı müzelerde yerini bulabilmesi adımları ile köyün kadınlarını bilinçlendirme ve cesaretlendirme programını usta eğitmen ekibimle tamamladık ve her biri farklı karaktere sahip sempatik bez bebekleri bölgeye, ülkeye kazandırdık. Burada gerçekleştirilen her adım kadınlarımızın başarı hikâyesi oldu ve tarihi köylerinin geleneklerini canlı tutarken, kırsalın zenginliğini özleyenlere sundular, sunmaya devam ediyorlar. Şimdi bu bebeklerin yurt dışına satışları için çalışıyorum.

Peki Türk kadınında ne görüyorsunuz?

Türk kadınında bir kopukluk durumu hakim. Kadınların kadınlara karşı hoşgörüsüzlüğü var. Kendi içlerinde ise Asyalı mı olsak, Avrupalı mı, profesyonel mi düşünsek yoksa amatör mü baksak olaylara mantığında sayısız kararsızlık yaşıyorlar her konuda. Okumuyor, araştırmıyor, çocuğunu eğitemiyor, kendine, kocasına ve evine de dengeli bir şekilde ilgisini veremiyor. Baskı, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, eğitimsizlik, boşluk, can sıkıntısı, beklentisizlik, hırs sarmış ruhunu. Kültürel anlamda kadınımız nerede duracağını tespit edebilmiş değil. Bu yüzden kadın içerisindeki devrimi dışarıya aktaramıyor. Hep dikkat edin zarar görmüş kadınlar tek başlarına savaşıyor. Kadınlar yan yana duramıyor. Doğal olarak kadının mutsuzluğu bütün topluma sirayet ediyor. “Mutlu ve eğitimli kadınlar mutlak seviyeyi yükseltir” gerçeği neden kabul görmez bilinmez bizim erkekler toplumunda!

Güney Afrika’da kabilelerle ilgili yaptığınız çalışmalarda özellikle AIDS ile yaptığınız mücadelede büyük değişimler yarattınız. Anlatmak ister misiniz?

Güney Afrika’da kabile yaşantıları oldukça farklı. Tecavüz günlük olayın akışında yer alan, içerlenen ancak cezalandırılmayan bir eylem türü. Aile içi ensest ilişkiler çok yaygın. Aynı şekilde AIDS oranları %90’a çıkmış durumda iken tanıdım bu insanları. Günlük yaşantı içerisinde kontrolsüz cinselliği yaşıyorlar. Cinselliğin neden bu kadar çok ön planda olduğunu araştırdığımda şaşırtıcı bir gerçek çıktı karşıma… Sıkıldıklarını, bir meşgaleleri olmadı için zaman geçirdiklerini öğrendim temel olarak. Bu onları acilen meşgul etme zorunluluğunu doğurdu. İvme kazanmış ve kendini çoğaltmış bir proje olan “Zulu Bebekleri” projesinin temelinde bu kadınları ve kızları meşgul tutmak fikri yatar. Kadınları her konuda eğitirken bu konuda da tıbbi ve ruhsal eğitime tabi tuttuk. Üretime dâhil olmalarını sağladık. Johannesburg Ulusal Müzesi’nde satış bölümü ayarlandı ve kadınlar satışlarını kendileri yürüttüler. Tabii kısa zamanda bunun da olumlu geri dönüşünü aldık. Aile içi çarpık ilişkilerde ve AIDS oranlarında ciddi azalmalar görüldü. Bu programlar şu anda da o bölgede sürdürülüyor. Bu program sonucunda dönemin Johannesburg’un belediye başkanı Amos Masondo, meclisi huzurunda kentin altın anahtarını hediye etmesi ekip olarak yaptığımız işin somut takdiri oldu.

Brezilya’da yarattığınız bir “Vanilya Kadınlar” gerçeği var. Bunu biraz açar mısınız?

Güney Amerika’da yaptığım çalışma sırasında, Vanilya Kadınlar Projesi ilk olarak ütopyaydı. Geniş vanilya tarlaları var bu ülkede. Biliyorsunuz, safrandan sonra en değerli ve pahalı bitki vanilyadır. Salepgiller ailesine (Orchidaceae) mensuptur. Bu tarlalarda çalışan kadınlar vanilyayla ilgili her alanda görev alıyorlar ve bitkiyi iyi tanıyorlar. Topluyorlar, üretiyorlar, vanilya haline getirip satıyorlar. Biz bu işi şekillendirdik ve bir disiplin yükledik. Vanilyadan ne yapılabilecekse, her türlü materyaller üretilmesi için atölyeler kurduk. Orada büyük bir istihdam alanı yarattık. Proje katlanarak büyüdü. Proje ikinci kademe aile bireylerine ekmek kapısı açtı şuanda. İletişimimiz halen sürüyor.

Neden dünya çapında bu kadar özel işler yapmanıza rağmen, bir bakanlıkta, özel bir diplomatik görevde değilsiniz. Bu başarılarınıza rağmen Cumhuriyet gazetesi dışında medya size ilgi göstermedi?

Ben genel huzuru bozan biriyim. İnsanları bulundukları noktadan daha aktife teşvik eder, dinlerlerse yol gösterir, ciddiye alırlarsa hatalarını söyler ve onların daha verimli bir yola girmesi için azimle mücadele ederim. Bu, bizde pek kabul gören, hoş karşılanan bir tarz değildir. Hele de bir kadınsan. Kadınlarda sevmez, erkekler de… Ego ve kompleksi tetikler. Özgüven problemlerini su üstüne çıkartır. Yeni olan, rahat kaçırır. Sürekli etrafımdakiler sorumluluk hissederler. Huzuru verirken sakinliğimle kamçılarım. Rahat bozucuyum, didikler, ateşlerim, o yüzden beni istemezler, zorda kalmadıkça etraflarında çok tutmak istemez ataletli grup ve insanlar…

DS Yönetimi yönetiyorsunuz. Orada neler yapıyorsunuz?

Öncelikle kapasite geliştirme konularında eğtim hizmeti vermek için 2011 yılında hayata geçirdim bu kuruluşu. 40’ı aşkın farklı başlıkta eğitim veriyoruz. Genelde 20 kişilik gruplara eğitimi tercih ediyoruz. Yüz yüze eğitimin faydasına inanıyorum. Her anlamda kapasiteyi geliştirmeyi hedefliyoruz. Sanayi odaları eğitimlerini bizden alıyorlar. Kaba bir hesaplamayla, yılda yaklaşık 6–7 bin kişiye eğitim veriyoruz. Bu insanlara bir şekilde temas etmek ve kapasitelerini artırmak benim için bulunmaz bir deneyim.

Sosyal medyayı ayrıca blogunuzu aktif olarak kullanıyorsunuz. Tam olarak o alanda ne yapmak istiyorsunuz?

Okunmak hoşuma gidiyor. Bazıları sessiz bir şekilde sadece takip ediyorlar. Bazıları yaptığım paylaşımlara ise aktif olarak katılıyorlar. Blogun okunma oranları bazen beni de şaşırtıyor. İnanılmaz okunan günler de oluyor (5000 kişiyi bulan), az okunan günler de (60–70 kişi). Ancak ne olursa olsun, dünyanın her yerinden takip ediliyor. İnsanlarla bu yolla etkileşime geçmeyi, onlarla bir şeyler paylaşmayı seviyorum.

BEŞİKTAŞLI DEĞİLİM, RUHEN EMEK VERMEDİM

Sizi Beşiktaş’ın şampiyonluk kutlamalarında gördük. Orada olmak size neler kattı?

Beşiktaş’ı her zaman saygı ve sevgiyle takip ediyorum. Oğlum fanatik, doğuştan iyi bir Beşiktaşlıdır. Aramızdaki kozmik bağı kuvvetlendirmek için takımdaş olma çabalarım hayal olarak kalıyor, Beşiktaş’a kabul etmiyor beni… Beşiktaşlı olmak için bu duyguyu derinlemesine hissetmem gerektiğini söylüyor. “Dışarıdan Beşiktaşlı olunmaz, ya olursun ya olmazsın, Araf’ta kalamazsın diyor.” Onu anlıyorum. Fakat şansımı hep zorluyorum. Şampiyonluk kutlamalarının olduğu gün İstanbul’daydım. Oğlum Onuralp’e işin romantik fotoğrafını göstermek için şampiyonluk kutlamalarına gittim. Oradaki ruhu, kutlama esnasında gördüğüm enerjiyi tarif edemem. Beşiktaş taraftarlarına ve Onuralp’e karşı olan tatlı kıskançlığım daha da arttı. Beşiktaş’a ait olmak isterdim. Beşiktaşlı olmak için bir altyapı gerekiyor, ruhen bir emek istiyor. Ben o emeği göremedim kendimde. O yüzden kendimi de Beşiktaş’a henüz uygun göremiyorum. Ancak muazzam büyük bir sevgi duyuyorum. Tişörtündeki yazı gibi “Efendi”. Ben hiç hayatımda gri olmadım. Ya siyah ya da beyazdım, Beşiktaş gibi. Ciddi bir aşk BeşiktAŞK…

Konu, Beşiktaş vesilesiyle oğlunuza geldi. Bu kadar yoğun bir tempoda annelik yapmayı nasıl başardınız? İlişkinizi anlatır mısınız?

Enerji zehirlenmesi tavan yapmış bir ölümlünün “onu getir, bunu çıkar, aşağıya in, yukarı çıkarken bunları unutma, terledin bak soğuk içme, neden ayağında terliğin yok, sen öksürüyor musun yoksa, kazağın biraz kalın mı ne, bana aşağıdan bir bardak su getirir misin, şık oldun mu, öpüştünüz mü bir de, ama neden dikkat etmiyorsun, telefonum çalıyor bak bakalım kimmiş, karnın acıktığında bana söyle, projen ne durumda, yardım istersen 7/24 biliyorsun, of ya ben mi yapacağım senin projeni, her koyun kendi bacağından asılır oğlum, biz de geçtik bu hızardan, mobilya hammaddesi gibi davranma …” ve daha nice cümleleri ardı ardına toplam 1.5 dakikada söyleyebilmesine rağmen yine de gelip ona sevgiyle sarılıp, sarılamasa dahi telefondan “anneş” diye tüm sevecen nezaketiyle haykıran yakışıklı canlı türüne oğul denir… Hele de telefon açıp, o genç mimar, “sen benim gün-ışığımsın, gözlerimin yeşil elmasısın” derse ben onu ısırır ısırır, çiğ çiğ yerim…

Yaklaşık son on beş yıl kesintisiz entelektüel meslektaşım oğluma ısrarlı bir ruh haliyle, akla gelen hemen her konuda nasihat etmekle geçti. Doğduğundan yana ilk beş yıl ise bu işi sevimli bir yüz ifadesi takınarak yapıyordum, hoşuna bile gidiyordu garibimin! Detaylar ve disiplin konusunda biraz titiz bir anneyim, bir konuyu en az 4–5 farklı açıdan ele alıp çocuğu kusturuncaya kadar beyin yıkama noktasına taşımayı seviyorum. İhtiraslı bir eğitimciyim ya, terzi söküğünü dikemez asla dedirtmem kendime… Bu çocuk nasıl bu kadar dengeli ve mutlu bir birey oldu hala hayretler içindeyim laf aramızda.

Bir kadının yaptığı yemekleri şüphesiz, gram eleştirmeden, severek, iştahla yediğinden emin olduğu, dünyada onu gerçek anlamda seven o tek kişiye yemek yapmak kadar keyif verici ne olabilir? İşte ben böyle ondan zevk alıyorum. Bağımız çok zevkli ve arkadaşlık boyutunda yani boyutsuz… Adımı Bayan Hitler olarak ansa da, Annealp, Onuralp için ruhunun tüm yaratıcılığını mutfağına saçmaktan hep mutlu oldu.

Son olarak sizin kahve ve baharatlara karşı büyük bir sevginiz var. Ayrıca bir kahve dükkânı açmayı planladığınızı da söylemiştiniz. Ne ifade ediyor sizin için kahve ve baharat?

Çayı da çok seviyorum ama kahve daha çok beni anlatıyor. Kahvenin geçirdiği evrim benim geçirdiğim sürece benziyor. Verilen emek ve karşılığında alınan haz çok fazla. Kahve günün ödüllendirmesi gibi. Biraz narsizm var bu işin içerisinde. Ben de özel hissediyorum kendimi, kahveyle ödüllendiriyorum kendimi. Vazgeçilmez müzik tutkuma yarenlik yapan tek dost kahvedir.

Bunun yanında tek bir kelime beni tanımlayabilir mi deseler tereddütsüz “baharat” derim… Konulduğu yere, miktarına ve kıvamına göre, beğeniye, rengine, kokusuna ve kattığı değere göre değişen bir karma karakterim var. Dozajı ayarlayabilen ise 7.6 milyar kişiden çok az sayıda insan… Herkes bir tutam tanıdım derken lezzet dengesini kaçırabiliyor. Nadir tanıyan dostlarımdan Yeni Delhi’de yaşayan Hintli arkadaşımın, Hindistan’ın ünlü şeflerinden Vikas Khanna’nın yazdığı bir notunu aynen aktarmak istiyorum.

Kadim kardeşim, bu Delhi denen çılgın şehrin, kalabalık, sıcak ve tozlu herhangi bir gününe mutfakta başlamadan önce, benim için günün en beklenen saati, o senin çok sevdiğin yeşil kahvenin eşliğinde, senin ülken, insanların ve Baba Atatürk için yazdığın tüm yazılarını okumak ve gözlerimi kapatıp seni düşünmek. Biliyorum çeviri yaparken anlamda kayıplar çok oluyor ama ben yine de senin duygularındaki, topraklarının ateşini hissedebiliyorum. Bu ateşi gözlerinde de defalarca gördüm. Delhi’nin en güzel bulvarına verilen tabelayı (Atatürk Bulvarı) gördüğünde gözlerinden yaşlar boşalmış sevinç çığlıkları atmıştın. Ve o tabelanın altındaki ibareyi (Türkiye Cumhuriyetinin Babası) gördüğündeki halini asla unutmayacağım. Anladım ki Baba Atatürk sizler için benim anladığım babadan da öte.

Kız kardeşim, Hint mutfağı için “Garam Masala” (kimyon, kişniş, tane karabiber, kakule, karanfil ve tarçın karışımı) ne ise, sen de benim mutfağımın Nepal de yetişen saf kırmızı safranısın. Şuan düşünüyorum, Tanrı, Türk kardeşlerimin kalbinde Baba Atatürk’ü, benim kalbimde de senin sevgini korusun.
Kardeşin Vikas

Röportaj: Eray Emin Aydemir

Yayın Yönetmeni: Cem Fantede

Kaynak: STANDART

 https://medium.com/standart/beyaz-saraydan-peru-kabilelerine-bir-t%C3%BCrk-kad%C4%B1n%C4%B1-dilek-alp-d43cf40919ff

Kudüs… Ey Kudüs

Kudüs… Ey Kudüs

         “Seni unutursam, ey Kudüs
Sağ elim hünerini unutsun
Eğer seni anmazsam
Dilim damağıma yapışsın”

      MEZMUR-137

tamer uysalKudüs Ey Kudüs yaklaşık 4 yılda yoğun çaba ve araştırmayla ortaya çıkmış, Kudüs ve İsrail-Arap sorunu üzerine yazılı en kapsamlı kitaplardan birisiydi. Fransız ve Amerikalı gazeteciler Dominique Lapierre ve Larry Collins tarafından kaleme alınmıştı.

Üç tek tanrılı (semavi) dinin merkezi Kudüs tarih boyunca nice “kutsal savaş”lara sahne olup üzerine sayısız kitap yazılmıştır. Ulusların yolları ve tanrı kelamı kavşağının tarihine ışık tutan ve ABD, Almanya, Fransa vs. gibi ülkelerde çok satan kitapta Kore Savaşını da izlemiş Lapierre ile Ortadoğu’daki toplumsal dönüşümlerin yakın tanığı Collins  Ortadoğu, Avrupa ve Amerika’da 250 bin km yol katedildiğini ve 2 bin kişiyle konuşulduğunu belirtiyorlardı. 20 araştırmacı 500 kg belgeyi inceleyip 6 bin sayfa doküman hazırlayarak önemli bir kaynak ortaya koymuştu… 091120165884

Talmud (ibranice lamad) öğrenmek sözcüğünden gelir. Uzmanları hahamlar, hukuk doktorları, dağılmış topluluğun unutulmuş parçaları olarak yüzyıldan yüzyıla yaşamaya devam ettiler. Yoksul hayatlar dinsel kurallara göre düzenlenmişti. Torah yani yasaların, öğretilerin ayetleri ezberlenmiş ve talmud metinleri kuşaktan kuşağa aktarılmıştı.

Kutsal saydıkları Süleyman’ın yaptırdığı tapınağın kalıntısı olan ağlama duvarı 2 bin yıldır yeryüzünün bütün Yahudilerinin ona dönüp dağıldıklarına gözyaşı döktükleri yerdi. Öte yanda ise Kudüs’te Muhammed’in beyaz kısrağı üstünde gökyüzüne yükseldiği Hazreti Ömer Camii bulunuyordu. Mekke ve Medine’yle birlikte İslam’ın da en kutsal yeriydi Kudüs.

Kudüs tarih boyunca dökülen kanlarla lanetlenmiş gibiydi. Eski Yahudi tapınağının mihrabında hayvanlar kurban edilirdi. İsa burada çarmıha gerilmişti. İnsanlar buradaki duvarların diplerinde canlarını vermişlerdi.  Din adına burada cinayetler işlenmişti. Davut ve firavun, Sebnaşerib ve Nabukadnezar, Herod ve Ptolome… Titus ve Godefroy de Babullion komutasında haçlılarla Timurlenk ve Selahattin-i Eyyubi’nin askerleri… Türkler ve Allenby yönetimindeki İngiliz askerleri… Hepsi karşı karşıya gelmişlerdi.   filistin

Geçmeli Kubbeler, minareler, sur mazgalları, çan kuleleri ile rengarenk bir anıtşehirdi Kudüs. Oysa Yeruşalayim eski İbrani dilinde “barış şehri” anlamına geliyordu. İlk yerleşim bölgesi dalları evrensel barışı simgeleyen Zeytinlik Dağı yamaçlarıydı. Davut şu sözlerle yüceltmişti onu: “Kudüs’ün barış içinde yaşamasına dua edin”…

Yahudilerin asıl anayurdu Mezapotamyadaydı. Buradan kovulan İbraniler Musa yönetiminde dönüp Jedée (Yahuda) tepelerinde ilk devletini kurmuşlardı. Ancak Davud ve Süleyman yönetiminde 100 yıl kadar dayanabilmişlerdi. Asur, Babil, Mısır, Yunan ve Romalıların egemenliği altına girdikten sonra tapınakları yıkıldı. Bizans imparatoru 2.Teodosyüs ırkçı görüşle Yahudileri ayrı bir ulus varsaydı. Frank kralı Dagobert de Galya’dan onları kovmuş, 4.yy da ise Bizans İmparatoru Heraklius zamanında haçlılar  Deus Vult “Tanrı İstiyor” diyerek kılıçtan geçirmişti.

Yaşadıkları ülkelerde Yahudilere mal edinme hakkı pek tanınmazdı. Papalık para ticaretini yasakladığından tefeciliğe yöneltilmişlerdi. Kilise ortaçağda onlarla bir arada yaşamayı yasakladı. 1215’te 4.Latran konsili belli bir işaret -10 emri ifade eden rozet- taşımaları kararıyla ırkçılığı doruğa vardırdı. Fransa ve Almanya’da bu  sarı renkte bir O harfi olmuştu. Naziler ise gaz odalarına gönderecekleri Yahudileri sarı yıldızla belirlediler.KudüsünPlanı

İngiltere ve Fransa’dan sınırdışı edildiler. Veba gibi hastalıkları taşımak, çocukları öldürmekle suçlandılar. Normal hayat sürebildikleri tek yer İspanya oldu. Ancak 1492’de Kristof Kolomb’un yeni keşiflere çıktıkları yıl İspanya kraliçesi İsabella’in hıristiyan kilise ile işbirliği yapmasıyla buradan da kovulmuşlardı.

Prusya’da, İtalya’da da Yahudilere çeşitli yasaklar uygulanırdı. Talmud’u bulundurmak suçtu. Venedik’te Yahudiler Ghetto Nouvo “Yeni Dökümhane” denilen bir mahallede yaşamaya zorunlu tutuldu. Böylece evrensel sözcük haznesine katkıda bulunmuştu.

Filistin’de Yahudilerin oturduğu ilk yerleşim yeri 1860’ta kuruldu. Polonya’da kazak isyanı sırasında 100 binden fazla Yahudi soykırıma uğradı. Rusya’da Çar 2.Alexandre’nin ölümünden sonra halk tarafından resmen kıyıma teşvik edildiler -böylece yılgı ve ölüm anlamında Pogrom sözcüğü de doğdu- ve 1881-82 programından sonra Filistin’e göçmen dalgası hız kazandı. Reuven Shari, David Gryn da bunlar arasındaydı. Gryn Romalıların Kudüs’ü kuşattıkları sırada orada bulunan bir yahudinin adını almıştır: “Ben Gurion” aslan yavrusu demekti…

1885 yılında Theodor Herzl Yahudi düşmanlığı denen volkanın asla sönmeyeceğini ve ulus devletler yüzyılında gelişen milliyetçiliğin kurbanı olan Yahudilerin de ancak ulus olarak hayatlarını sürdürebileceklerini ifade eden bir görüşün tohumunu atıyordu. Dini siyonizm siyasi siyonizm olarak 100 sayfalık bir manifestoyla gerçekleşecekti adını da yine Herzl koyuyordu: “Der Judenstaat” yani Yahudi Devleti. mescidiaksaks2

Sion ibranice “seçilmiş” anlamına gelir, siyonizm ise Kudüs’teki Sion tepesinin adından geliyor. Siyonistlerin Yahudileri eski ülkelerinde toplama isteği ile 25 yy dır İsrail halkının Kudüs’le ilgili umudu…

İlk siyonist kongre 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde toplandı ve uluslar arası yürütme kurulu belirlendi. Ulusal fon oluşturuldu. Filistin’de toprak satın almak için bir banka kuruldu. Bayraklarıyla ulusal marşlarını kabul ettiler.  Mavi-Beyaz renkler Yahudilerin  dua ederken omzuna taktıkları geleneksel ipek şal Taleth’in renkleriydi. Marşları ise simgeseldi, umut anlamına gelen Hatikvah’tı. Aynı gün akşam Herzl deftere şunları not etmişti: “Basel’de yahudi devletini kurdum. Bunu şimdi yüksek sesle söylesem evrensel bir kahkaha tufanına yol açabilirim. Belki beş yıl sonra ama kuşkusuz elli yıl sonra herkes için kesin bir gerçek olacaktır bu”…

1922 yılında Milletler Cemiyeti tarafından İngilizlerin manda yönetimine girmişlerdi. İngilizler için bu topraklar Ortadoğu’da istedikleri politikayı uygulamak için gerekli idi. Böylece İngilizleştirilmiş petrol yataklarıyla Times Nehri ve Süveyş kanalı arasında köprü kurulacaktır. 5 yy süren Türk egemenliğinden sonra Yahudiler İngilizler tarafından Filistin topraklarına getirilecekti.

29 Kasım 1947’de BM’ye bağlı 56 ülke New York banliyösü Flushing Meadows’ta toplandı. Filistin’i arap-yahudi diye ikiye bölecek  kararı alıyorlardı. Sözde 30 yıllık savaş sona erecekti. Ama umutsuzluğun kalemiyle çizilen bu paylaştırma haritası katlanılabilir bir ödünler ve kabul edilemeyecek kepazelikler karışımıydı. Kurulacak Yahudi devletinin topraklarının çoğunluğu ve neredeyse nüfusunun yarısı arap olduğu halde Filistin’in yüzde 57’si Yahudilere bırakılıyordu. Eski çağlardan beri Filistin’in bütün siyasal, ekonomik ve dinsel yaşamının çevresinde döndüğü Kudüs şehrinin yönetimi ise BM’in denetimine bırakılıyordu.  Ne Arap ne de Yahudi başkenti olmayacaktı.

2 Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour bankacı Walter Rothschild’e yazdığı “majestelerinin hükümeti” şeklinde bir hitapla başlayan mektupla Filistin’de kurulacak bir devlete ışık yakıyor ve nazi kıyımından kaçan 4554 yahudi “exodus” adlı bir gemiyle Filistin topraklarındaki bir bölgeye yerleştiriliyordu. Oysa hrıstiyan Avrupanın batı emperyalizminin baskılarına karşılık Osmanlı Devletinin kapı açtığı Yahudilerle Araplar İspanya’daki Endülüs Emevi devrinden bu yana hep barış içinde yaşamışlardı. İngilizler hak sahibi olmadıkları halde Filistin topraklarını ipotek altına alıyorlardı.

Filistin’in paylaşılmasında en fazla çabayı gösteren ABD’ydi. Bu ülkenin etkili Yahudi cemaatinin oy baskısıyla politikacılar göçle devlet kurulması yönündeki kampanyalara kayıtsız kalıyorlardı.

İlk aşamada 1.200.000 araba karşılık 250 bin yahudi bölgeye yerleştirildi. Başkan Truman BM’den Filistin’in paylaştırılması yönünde karar çıkması için Fransa’yı Amerikan yardımlarını kesmekle tehdit ediyor hatta Yunanistan, Liberya, Haiti, Filipinler bile evet oyu kullanılması için baskı görüyorlardı.  fil3

Emmanuel Cellar adlı bir ABD parlamento üyesi Başkan’a telgraf göndererek Yunanistan gibi direten ülkelerin yola getirilmelerini istiyordu. Aynı baskı Filipinlere de yapıldı paylaşım için olur istendi. Yüksek mahkemenin iki yargıcı Filipinler Devlet Başkanına “paylaştırmaya karşı çıkma kararında diretirse ülkesinin milyonlarca Amerikalı dost ve taraftarını kaybedeceğini” bildirmişlerdi. Öte yanda Liberya’da Harvey Fireston 400 kauçuk çiftliği sahibiydi, yatırımları vardı. Liberya ürünlerinin boykot edilmesiyle tehdit edildi. Haiti Cumhuriyet Başkanı ikna edilmeye zorlandı, bir Haiti temsilcisi Harlem’de siyonist ajanlarca kovalandı. Kudüs müftüsünün yeğeni Cemal Hüseyni ise 29 Kasım 1947’deki oylamada paylaşım yönünde karar alınırsa Yahudilerle savaşacaklarını açıkladı.

Siyonist marşı Hatikvah paylaşımla zafer edasında söyleniyor Dave Rothschild gibileri de barlarda kendince zaferlerini Le Şayim (şerefe) diyerek kutluyorlardı. İsrail Devletinin kurulmasıyla Tel Aviv dünyanın ilk Yahudi şehri olarak karnaval havasındaydı. 14 Mart 1948 günü İngilizler Kudüs’ten ayrılıyor, Yahudi devleti kuruluşunu ilan ediyordu. 3 bin yıldan bu yana ataları pek çok işgalcinin gidişini görmüşlerdi. Asurlular, Babilliler, Persler, Romalılar Haçlılar, Araplar ve Türkler gibi sıra İngiliz askerlerine de gelmişti…

İngiliz Sir Henry McMahon’la en büyük Müslüman yetkili Mekke Şerifi arasında 8 mektupluk yazışmayla Almanlarla müttefik olan Türklere baş kaldırılması istendi. Güya Araplara 1.dünya savaşından sonra büyük bir bağımsız devlet kurdurulacaktı. İngilizler ve Fransızlar 1917 yılında gizli bir anlaşma yapıp Araplara verilecek toprakları Fransa’ya devretti. Araplar buna bozulmuşlardı. Sir Mark Sykes ile Charles Picot arasında Moskova’da yapılan bu pazarlık bolşevikler iktidara geldikten hemen sonra açığa vurulmuştu. Akabinde Araplar Şam ve Suriye’den Fransızlar tarafından kovulunca hedeflerini İngilizlerin hainliğinden siyonistlere yöneltmişlerdir.

1925 yılında Filistin’de ulusal Yahudi yuvası kuruldu. Siyonist yönetici Hayim Weizman 14.büyük kongrede yaptığı konuşmada arap sorununu belirleyip siyonizmin basit bir dinsel hareketten bir doktrine dönüşmesine toplumsal disiplin haline getirilmesine yol açmıştı. İlk siyonistler Marksist etkilerle toplumsal demokrasi ve felsefe geleneğinde bir devlet kurmak istiyorlardı.  19.yy sosyalistlerinin ütopyası Filistin’de daha önce kurulan kazma ve tüfekli kibbutzlarla (kolektif çiftlikler) uygulamaya geçirilmişti. Yahudi işçi sınıfı oluşturularak bu çiftliklerde iskan sağlandı. Çoğunluk Beyrut’ta yaşayan büyük toprak sahibi olan Araplardan toprak satın alınarak yapıldı ve Yahudi emekçilerinin genel konfederasyonu Histadrouth’un temeli atıldı.

Topraklarından atılan işsiz kalan Araplardan çok geçmeden kent proletaryası oluştu. Bu kitle başta ilkel ve içgüdüsel tepki gösterebiliyordu. Sadece geleneksel kaderci bir tutum içindeydiler örgütlenmelerini sağlayacak ulusal istekleri yoktu ve sanayi devrimini tamamlayamamış bir dünyada sömürge halklarının örnek sorumsuzluğuyla yaşıyorlardı.

Filistinli Araplarda önceleri önemsenmeyen Yahudi istekleri düşmanın örgütçü yanı, canlılığı ve amaçlarını geliştirmekle ilgili inanç karşısında çok geçmeden üzüntü, kuşkuyla nefrete dönüştü.  İngilizlere karşı sadece 1920, 1929 ve 1935-36’da ayaklanmışlardı…

Kudüs Müftüsü Muhammet Sait Hacı Emin el Hüsseyni ise 1929’dan beri Filistin’de Arap lideriydi. Berlin’de 4 yıl kaldıktan sonra 6 Nisan 1945’te Almanya’nın yenilgisiyle bu ülkeyi terk etmiş bir zamanlar Türk ordusunda da subay olarak yer almışsa da daha sonra İngilizler hesabına Filistin’de ajanlık yapmaya başlamıştı. Ancak İngilizlerin ihaneti ve Filistin’e Yahudi göçüyle gerçek eğilimini buldu. Kenar mahallelerde, çarşı ve köylerde örgütlenmeye, ayaklanmalara yöneldi. Gıyabında mahkum oldu, Ürdün’e geçti.  Döndüğünde listede olmadığı halde yine İngiliz Yüksek Komiserliğince boşalan Kudüs müftülüğüne atandı.

Ardından Yüksek İslam Kurulu Başkanlığı’na da seçildi ve dinsel fona yatırılmış parayı kullanma yetkisi kazandı.  Mahkemelerde, camilerde, okullarda, mezarlıklarda söz sahibi oldu. Aydınlara karşı  mesafeliyken yandaşlarını bilgisizlik kalelerinden, mahalle ile köylerden toplamayı yeğledi. 24 Eylül 1928’de halkı dinsel bağnazlığı güçlü bir protestoya çevirmeyi başarmıştı, Yom Kippour bayramında ağlama duvarında ibadet eden Yahudileri Muhammet’in gökyüzüne çıktığı yeri ele geçirmekle itham etti…

1929’da Cihad-ı Mukaddes ilanı uygulamaya geçirildi. 16 aylık bir grev başladı ve  ayaklanmaya dönüştü. Filistinli Araplar arasındaki başlayan iç savaşta 2 bin arap öldürüldü. Birçoğu İngilizce konuşan ve müftünün otoritesine boyun eğmeyecek kişilerdendi. Büyük toprak sahipleri, tüccar, öğretmenler ve memurlardı ya da otoritesine karşı çıkacak olan büyük ailelerden Naşaşibiler, Halidiler ve Dacanilerdi. Rakipler birbir temizlenmeye suikastlerle kardeş kardeşi yok etmeye başlamıştı. Araplar araplara kırdırılmıştı.

Buna karşılık Yahudi cemaatinde genç şefler ve birgün Filistin’deki en büyük güç olan toplumsal kuruluşların sayısı artarken Hacı Emin arapları aynı kaynaklardan yoksun bırakmıştı. Dinsel bağnazlık taşkınlığıyla akıl yolu boğazlanıp ülkenin en seçkin kişileri birbir cahil köylü tüfekleriyle yıldırılınca koca bir şef olacak nitelikteki kuşak korku ve sessizliğe itildi.

Berlin’den Fransa’ya gönderilen müftü Hacı Emin’in siyonist davasına  yakın Fransız başbakanı Léon Blum ve Amerikalı siyonistlerle pazarlığı sonucu 29 Mayıs 1946’da Suriye pasaportu ve sahte Amerikan askerlik belgesiyle ayak bastığı Kahire’den o zamana kadar gelinen nokta buydu. Yahudilerle Amerikalılar arasında yapılan pazarlığı Fransız dışişleri bakanı Georges Bidault bozmuştu teslim edilmesine karşılık Fransa’ya vaat edilen ABD yardımına rağmen müftü Fransız topraklarından çıkarıldı. 12 yıl sonra Fransız gazetesi Paris Press  kaçışa göz yuman ve Nürnberg savaş suçluları mahkemesinde yargılanmaktan kurtulan müftü için Fransa’nın Kuzey Afrika’da durumunun ve rolünün destekleneceği sözünü aldığını  açıklamıştı.

Müftü müttefikler arasında bir pazarlık konusu haline gelmişken yahudi tarafı ise günden güne güç kazanmaktaydı. Yahudiler Haganah adlı bir harekat birliği kurmuşlardı. 2.dünya savaşında yenilen Almanların Afrika’da kalan mühimmatını toplayan Haganah silah yönünden oldukça güçlenmişti. Ayrıca Hayim Slavine çok güçlü bir patlayıcı madde olan trinitrotolüen hazırlayıp ABD’deki ünlü ve zengin Yahudi ailelerle Ben Gurion arasında bağlantının kurulmasını sağlıyordu.

Sanenborg adlı bir enstitü kurulduktan sonra silah imalatında kullanılacak hurda makinalar toplandı.  Harlem’deki bir karargahta bu hurdalar silahlara dönüştürülüp parçalanarak İngiliz gümrükçülere bir izin belgesiyle tekstil makine parçaları deyip Filistin’e sokulması sağlandı.  Özellikle kibbutzlarda ve köylerde Haganah’ın çağrısıyla genç yahudiler de izcilik adı altında örgütlenip (Gadna) askeri eğitim alıyorlardı.

Yahudilerden iki kat fazla olan Filistinli Araplar önceleri bu gelişmelere pek aldırış etmemişlerdi. Çünkü silah bakımından beslendikleri kaynaklar çoktu. Gerilla savaşına alışkındılar bedevi soyundan gelme yeteneklerden birisi de oydu. Ancak disipline olmamak ve bilgisizlik önemli eksikleriydi.

Gelecekte Filistin’de kurulacak olan bir devletin başına geçme  planı kuran Hacı Emin El Hüsseyni ise Cihadı Mukaddes Savaşçıları adlı bir ordu teşkil etti ve Kudüs’teki dağınık köylüleri birleştirmeyi hedefledi. Futweh adlı gençlik hareketi bu orduya bağlanmıştı.

Filistinli Arapların komşuları da kendi soyundan arap devletleriydi ancak Ortadoğu’daki iki ülke Suriye ve Lübnan birer Fransız tipi parlamenter cumhuriyetti,  Suudi Arabistan, Yemen ve Ürdünlüler feodal devletlerin aşiret yapısında yaşıyorlardı. Mısır ile Irak’ta ise İngiltere’yi andıran belli belirsiz meşruti krallıklar bulunuyordu ve Kahire’yle Bağdat halifeleri de anlaşamıyorlardı. Ayrıca Irak’ın  Suriye, Suriye’nin de Lübnan toprakları üzerinde gözleri vardı. Filistin tamamen bu sorunların üstündeydi tabii üstelik Mısır’ın Süveyş Kanalı nedeniyle İngilizlerle bir meselesi de söz konusuydu…

Yahudiler arasında Roma kralı Antiochus’a başkaldıran Maccabe kardeşlerin zaferi için geleneksel Hanoukka (ışık bayramı)  kutlanırdı. Geceyi aydınlatmak için sırayla 8 ışık (menorahlar) yakılırdı. Maccabe mezarlarından Kudüs’ün merkezine meşalelerle dans ederek yürünürdü. 800 metrelik 5 dakikalık bir yürüyüştü bu ve Yahudiler için tehlikeliydi.

Aslında araplarla yahudiler arasında geleneksel dostluklar sözkonusuydu.  Örneğin İslam din adamlarına beslenen saygı yeshiva’lara yani din adamlarının toplandıkları yerlere kadar yaygındı. Sevkoth’da (klübeler bayramı) yahudiler sonbahardan kış mevsimine girdiklerinde törenlerde toz bademler sunar araplar da  paskalya sonunu kutlamak için onlara ekmek ve bal getirirlerdi. Oysa geleneklerine bağlı Kudüslü Yahudilerle Siyonist yöneticiler arasındaki ilişkilerse genellikle gergin olurdu. İngilizlerin nefret edip arapların çok çekindikleri İrgun adlı gizli siyonist örgüt yahudi topluluğunun büyük çoğunluğunca benimsenmemişti.  Zwai Leoumi’nin bir hücresinin üyelerinden oluşan bu teşkilat Vladimir Jabotinsky adlı tutucu bir siyonistin görüşleriyle yönetiliyordu ve amaçları kutsal kitapta sözü geçen İsrail devletinin bütün topraklarını ele geçirmekti.

Yahudiler Hayim Weizman’ı dostu Harry S.Truman’a gizlice gönderdiler ve üç konuda yardım istediler: Silah ambargosunun kalkması, Filistin’e göç ve paylaşım kararının desteklenmesi. Truman’ın eski iş ortağı Eddie Jacobson aracılığıyla da ilişki kurdurulup desteği sağlandı.

BM paylaştırma kararını silahlı kuvvetlere bırakmıştı.  Fransızlarla İngilizler 150 yıldır bölgede üstünlük kurmak için birbirleriyle çatıştıklarından İngilizler buna yanaşmadı.  Fransa’nın ise zaten Çin Hindi’nde sorunları vardı ve orada savaşıyordu. ABD Rusların varlığını da Ortadoğu’da istemiyordu. Yahudi devletini başta açık açık tanımamaktaki asıl nedeni Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da kazanacağı egemenlikti.

İrgun komandoları araplara saldırıp katliamlara girişmeye başlamıştı. Kadınlar bile ırzlarına geçilip çocuklarıyla beraber öldürülüyor patlayıcı maddelerle direniş gösteren bütün evler havaya uçuruluyordu. Deir Yassin Yahudi devletinin vicdanını rahatsız etti ve Filistin halkının bitmeyen felaketlerinin adeta simgesi oldu.

Kudüs’le ilgili kararlarda batılılar hristiyan ve Müslüman inancıyla bağını ileri sürüp Yahudi isteklerini arka plana iter görünüyordu. Belçika, Hollanda, Fransa hatta ABD böyle düşünüyordu. Arap-Yahudi çatışmalarını önlemek için daha sonra üç ülke Belçika, Fransa ve ABD ateşkeste arabuluculuk üstlendi.

Öte yandan Arapların yaşadıkları ülkelerden gelen aydınlar, öğrenciler Şam’ın güneyindeki vadide bir kampta çeşitli zorluklar altında toplandılar. Başlarında adamlarıyla birlikte çete reisleri ile bazı gönüllüler de vardı. Otorite ve gerçek subaylardan yoksundular beslenmeleri donatılmaları ise büyük sorundu.

Nazilerin patlayıcı madde eğitimi verdiği Abdülkadir, müftü tarafından küçük bir partizan grubunun başına getirilmişti. Araplar arasında müthiş otorite boşluğu vardı ve 3 bine yakını Kudüs’te savaşıyordu. Yarıdan çoğu müftünün yandaşıydı. Geri kalan 600 kişi Iraklı eski polislerle Lübnan asıllı polis müfettişi Münir Ebu Fadıl komutasındaki eski polislerden oluşuyordu. Düzenli arap orduları yetişmeden ciddi hedefler elde etmeyi planlayan Yahudiler İngiliz mandası Filistin’i terk edince aldıkları kararla hemen Arapların yaşadıkları bölgeleri boşaltmalarına yol açtı. Böylece tarihteki Filistinli mülteci trajedisinin ilk adımı gerçekleşiyordu. 20.yüzyılın en önemli siyasal olaylarından birisi gerçekleşmek Siyonist hareket Yahudi halkı inatla istediği için devlet kurmak üzereydi.

Balfour bildirisine “İsrail Devleti” diyerek başlayan David Ben Gurion, Tinsel, dinsel ve ulusal yanlarının Filistin topraklarında doğduğunu belirterek ulusal özgürlüğün kurulması ve yahudilerin yüzyıllar boyu atalarının varsaydığı topraklara dönmek için çalıştıklarını ifade ediyordu. Balfour’da Araplara ve bütün dünyaya çağrı yapan Gurion yeni İsrail devletinin 3 ilke üzerine kurulacağını açıklayacaktı: Özgürlük, adalet ve barış!..

Geçici kurul 14 Mayıs 1948 tarihli geçici kurulda bağımsız İsrail Devleti’ni ilan etmişti. 200 bin kişilik Mısır ordusu hemen harekete geçti. Kahire El Ezher Camii İmamı “kutsal savaş saati çaldı” diyordu. Hacı Emin’in sözcüsü Ahmet Şukeyri bütün Araplara Yahudi devletini hedef gösteriyordu. Şam’dan Suriye Ordusu tugayı Galile’ye, Lübnan ordusu Yahudi yerleşim merkezlerine saldırdı. Mısır Gazze’ye girmişti. Hristiyanlar için Kudüs önemliydi. Pentecôte Pazarı (paskalyadan sonraki yedinci Pazar) Ruhül Kudüs’ün havariler üzerine inişini kutlayan hristiyan bayramıydı. İnanışa göre Tanrı insan suretinde yeryüzüne inmişti…

Mısır birlikleri iki koldan ilerliyorlardı. Kıyıdan başkomutanları general Muavi komutasındaydılar.  Silah temin etmekte güçlük çeken İsraillilerin Negev tugayında sadece 800 askere karşılık 2 adet 20 milimetrelik top,  10 mermilik 2 davitka bulunuyordu.  Mısır kuvvetleri ise bombardıman uçak filosu destekli 10 bin askere, tank alayına ve 88’lik toplarla donatılmış alaya sahipti.  Kuzeyde Suriye ordusu 3 kibbutzu ele geçirmişti. Kudüs ise kanlı çatışmalara sahne oluyordu. Yüzyıllarca komutanların karşılaştıkları Kudüs’ün Latrun tepeleri şimdi de Yahudilerin yardımına koşmak için gelecek olanlara karşı arap mevzilerinin kontrolünde direnecekti.

Halife Ömer’in komutanlarından İbni Cebel yabani nanelerin kokulara boğduğu bu tepelerde dinlenme yolunu seçmişti. Aslan yürekli Richard’ın yaptırdığı ve daha sonra Selahattin Eyyübi’nin yerle bir ettiği kale yıkıntıları da buradaydı. Araplar Türklerin yıllar önce Allenby’in İngiliz ordusunu püskürtmeye çalıştığı siperleri temizleyip açarak yerleştiler. Yamaçlar mayınlar, dikenli tellerle kaplıydı. Tanksavarlar silahlarla korunuyordu. 3 makinalı vickers silahı  namluları ovaya dönük beklemekteydi.

Amerikan yahudisi albay David Marcus Amerikan ordusu hesabına savaşırken Normandiya çıkarmasıyla  Avrupa’daki bazı yerlerde de bulunmuştu. Gurion Latrun’u alıp Kudüs’ü açma görevini ona verdi. Judas Maccabée’den sonra  general rütbesi verilen ikinci kişiydi. Yahudi Haganah subayları kutsal kitaptan alıntıyla harekatın adını koymuşlardı: “Ben Nun” yani Ayalon vadisinde güneşin batışını durdurmak ve İsrail’in hasımlarını yoketmeyi gün ışığında tamamlamak…

30 Mayıs gecesi Ben Nun harekatının ikincisi Latrun’daki arap mevzilerinin dövülmesiyle başladı. Bedevi topları, Mısırlı Abdülaziz’in bataryaları ise Yahudi kesimini kasıp kavuruyordu. Kudüs bütün çarpışmalar boyunca kayıplarla ilgili bir karşılaştırma yapılacak olsa nazi bombardımanında Londra halkının verdiğinden beş kat fazlasını yaşamıştır. New York Times’ın muhabiri Diana Adams Schmidt 2.dünya savaşında röportaj yaptığı 4 yıl sürede tanık olduklarından daha dehşet verici bir tabloyla karşılaştığını belirtecekti.

Filistin halkı açlık ve susuzluk felaketiyle karşı karşıyaydı. Kudüs kuşatmaları boyunca halkın imdadına hep koşan hubeyza otları da kurumuş asma yaprakları haşlanıp karınlar doyurulmaya çalışılıyordu.  İsrail ordusu 3 kez Kudüs yolunu açmayı denedi. Haganah’ın Latrun’da uğradığı üç yenilgi haberi ulaştığında şehri kasvetli bir hava sarmıştı. Ölüm, açlık ve umutsuzluk kaosu arasında söylenti haline gelen bu haber Kudüs’ün sokaklarına yayılıverdi. BM arabulucusu Kont Bernadotte’nin çağrısıyla  30 günlük süre için ateşkes ilanı resmen açıklandı (Kudüs gökleri üst üste 26 gün açlıkla ve arapların top gümbürtüsüyle çınlarken Latrun tepeleri 19 yıl süreyle arap lejyonu elinde kalacaktı)…

Kral Abdullah Kudüs’e geldi. Kudüs’ü kurtaran arap lejyonu komutanı Abdullah Tell’e albay rütbesine yükseltildiğini bildirdi.

Ben Gurion BM ateşkesiyle 30 günlük solukalma fırsatı tanınmasını arapların ateşkes kararını kabul etmelerini büyük bir hata olarak görüyordu. Çünkü Ehud Avriel’in Çekoslavakya’dan gönderdiği silah yüklü gemi yola çıkmıştı, Meksika’dan gelen silah dolu başka bir şileple de Yahudiler daha da güçlenmişti. Bernadotte ateşkesin uzatılması için yeni bir girişimde bulundu ancak İsrail tarafı bunu kabul etmek için artık neden görmeyecekti. İsrail hava kuvvetlerine ABD’den satın alınan bir uçan kale sayılan B-17 bombardıman uçağı da katılmıştı. Irak ve Mısır’ın orduya kattıkları 10 bin asker dışında Arapların askeri gücünde bir değişiklik olmadı. İsrailliler ilk kez silah üstünlüğünü ele geçiriyordu…

Çarpışmalar yeniden başladığında araplar korkunç gerçekle karşı karşıya kaldıklarını anladılar. İsrail ordusu tüm cephelerde saldırıya geçecekti. Moşe Dayan komutasında birlikler Lod’u ele geçirdi. Araplar şehirden göç etmeye başladı. Nazaret ve Ramleh düşmüştü.

16 Temmuz Cuma günü gece yarısından hemen sonra Nabukadnezar’ın Kudüs surlarına saldırmasının 2500. yılında Kedem (ilkçağ) adını verdikleri silahla Yahudiler Kudüs’ün surlarını delecek ve 2 bin yıl sonra ilk kez şehri elegeçirebilecekleri saldırıya geçecekti. Abdullah Tell radyoda bütün birliklerine çağrıda bulundu:  “kutsal şehri son askerimize ve son kurşunumuza dek savunacağız bu gece kimse geri çekilmeyecek!”…

Sonraki 3 saat boyunca 500 mermilik bir çığ şehrin arap kesimine yağdı. Top mermileri her yeri yakıp yıkıyordu. Ölüler, can çekişenler şehirde her köşede birbirine karışmıştı. Muazzam bir patlama bütün bir şehri sarsarken büyük bir ışık gökyüzünü aydınlattı. Zvi Sinai karargahın balkonundan “surlar delindi! Eski Şehir’e giriyorlar” şeklinde bir sevinç çığlığı attı. Abdullah Tell ateşkesin devreye girmesiyle “bunca insanın hayatı bir hiç uğruna söndü” diyecekti.

Tell ve Moşe Dayan Kudüs’ü ayıran sınırları karşılıklı belirledi.1948 Temmuz sabahı Kudüs’e inen barış geçici olacak, şehir bir çizgiyle ikiye bölünmüş olarak kalacaktı.  1949’da Birleşmiş Milletler Teşkilatı Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’nin İsrail’le bir ateşkes anlaşması imzalamasını sağlayacaktı.

Bu anlaşmalar çarpışmaları durdursa bile savaş durumuna son vermedi.  Araplar İsrail Devletini tanımayıp reddettiklerini yok edeceklerini açıkladılar. İsraillilerin ise “bağımsızlık savaşımız” diyerek adlandırdıkları bu ihtilaf sırasında binlerce insan can verdi, 112 köyle birlikte Filistin 1300 kilometrekarelik toprağını kaybetmişti. Yahudi devletine ait olan 350 kilometrekare toprak ve 15 köy ise arap tarafında kalıyordu.

1 milyondan fazla arap göç edecekti  (BM’e göre 500-700 bin arası). David Ben Gurion ülkesinin bu sorun karşısındaki tutumunu 1948 Haziranında açıklamıştı; “terkedilmiş köylerin hemen yahudi ailelerce işgali”ni emredip gelecekte öngörülecek barış görüşmeleri çerçevesinde 100 bin göçmenin dönüşünü kabul edeceğini bildirdi. Daha sonraki İsrail hükümetleriyse  teklifin ötesine geçmeyi İsrail’in temeli için tehlike görüp reddetmişlerdir.

Öte yandan Suriye ve Irak göçmenlere kapılarını açmadı. Lübnan ülkedeki dini dengeyi bozmamak adına göçmen sayısını sınırlı tuttu. Mısır ise daracık Gazze şeridine yerleştirmekle yetindi. Fakat arap devletlerinin en yoksulu olan Ürdün Birleşmiş Milletlerin sağladığı ianeyle yaşamak zorunda kalan göçmenleri kabul etmek için ciddi bir çaba göstermişti.

Filistinli araplar 1948’den beri yerinden yurdundan göçerek kamplarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Bütün dünyanın unuttuğu Filistinliler yaşadıklarını asla unutmadı. Bu kampların sefaletinden yeni bir kuşak doğdu. Filistin gerillaları bu kuşağın çocuklarıdır.  “Fedai”ler adıyla Ortadoğu sahnesine çıktılar.

BM arabulucusu Bernadotte 16 Eylül 1948’de Stern grubuna bağlı Siyonist tedhişçilerce öldürüldü. Mısırlı Mahmut Nukraşi Paşa ve Lübnanlı Riyad Sulh 1951 yazında vuruldular. 20 Temmuz 1951’de  bir öğle üstü Kral Abdullah Hz. Ömer Camii’ne girerken öldürüldü. Hacı Emin Hüsseyni Beyrut tepelerindeki sığınağında Kudüs’e kavuşma umuduyla yaşamını sürdürdü.

Gurion 1948’den 1963’e kadar başbakanlık yaptı. Ülkesi kendine yetecek ekonomik güce erişti, nüfusu ikiye katlandı sonra da Negev’te Sde Boker kibbutzunda basit ve sakin bir hayata başladı. Golda Meir  BM İsrail diplomasisini üstlendi. 1969’da başbakan olması istendi, oldu. 1967’de Ürdün’le çatıştılar. İşgal edilen Filistin’de gerillaların ortaya çıkışıyla şehir sokakları çınladı. Şehri bölen dikenli tellerle çevrili müstahkem yerler halkın yüreklerine taşındı.

D. Lapierre ve Larry Collins tarafından kaleme alınan birçok arşiv belgesi, günlük, mektup vs taranarak oluşan kitap siyasal ve stratejik bir kent olan Kudüs üzerine bu konuda cesaretle özveri isteyen tarihsel nitelikte büyük ve önemli bir kaynak yapıt ortaya çıkarmış. Etkileriyle güncelliğini asla yitirmeyen anlatı ihtilafın doğuşunu harita, fotoğraf ve planlarla da desteklemiş. Kudüs’ü başkent yapan büyük yahudi kralı Davut için yazılan şu mezmurun sözleriyle  bitiriliyor:

“Kudüs’ün selametini dileyin, duvarları içinde barış, sarayları içinde refah olsun”…

Kaynak: Kudüs… Ey Kudüs, Dominique Lapierre – Larry Collins, Çeviri Aydın Emeç,  E Yayınları 1973.

Cumhurbaşkanı Erdoğan New York’ta BM Genel Kurulu’na Hitap Edecek

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kurban Bayramı’nın ardından eylül ayında yoğun bir diplomasi trafiği yaşayacak. Erdoğan sırasıyla Kazakistan, Azerbaycan ve ABD’ye gidecek.1908-08

Cumhurbaşkanı’nın ilk durağı Suriye görüşmelerinin yapıldığı Kazakistan’ın başkenti Astana olacak.

Erdoğan, 8-9-10 Eylül tarihlerinde Astana’da bulunacak ve “Türk dünyasının ak sakalı” olarak seslendiği Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev ile görüşecek. Erdoğan daha sonra Azerbaycan’a geçerek 10-11 Eylül’deki Bakü temasları sırasında Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile bir araya gelecek.

BM’DE KONUŞMA
Erdoğan’ın eylüldeki son durağı ise ABD olacak. Erdoğan, 19-25 Eylül’de New York’taki BM Genel Kurulu’nda Liderler Zirvesi’nde konuşma yapacak, ABD Başkanı Donald Trump’ın liderler onuruna vereceği yemeğe katılacak. Erdoğan’ın zirvede ABD Başkanı Trump gibi liderlerle bir araya gelmesi planlanıyor.

Editörlerin Hilesi Okuyucuların Çilesi “Clickbait”

Clickbaitin ortaya çıkışı oldukça eskiye dayanıyor. Başlangıçta yalnızca haber ve bilgi paylaşımı amaçlı yayınlanmaya başlayan gazeteler, rakiplerinin artmasıyla tiraj savaşına giriyorlar. Clickbaitin geleneksel medyadaki ilk örneği bu tiraj mücadelesinde ortaya çıkıyor.
1895 yılında New York World Gazetesi ve New York Journal Gazetesi birbirleriyle rekabete giriyorlar. New York World Gazetesi karikatüristi Richard Felton Outcault’ın çizdiği Sarı Çocuk tiplemesi ile tirajı artırıyor.

Sarı Çocuk’un bu kadar başarılı olma sebebi ise seçilen kısa ve çarpıcı cümleler. “Sarı Çocuk” olayı aynı zamanda yalan haberler için bugün hala kullanılan “sarı gazetecilik” terimini literatüre kazandıran olaydır.

1895 yılında geleneksel medya ürünü olarak ortaya çıkan Sarı Çocuk, 2000’li yıllarda internetle tanışmamız ardından zamanla evrilerek clickbait adıyla yeni medyada kendine yer ediniyor.
Clickbait, farklı amaçlarla ve çeşitli yöntemlerle kullanılabiliyor; ancak en çok tercih edilen ve en sık karşılaştığımız yöntem tıklama odaklı oluşturulan dikkat çekici başlıklar.

Örneğin bu yanıltıcı görselin içeriği şu şekilde: “Hawking, ‘Uygarlığın başlangıcından beri  saldırganlık, insan için yaşama şansını arttırması sebebiyle yararlı bir içgüdü olmuştur.’ diye konuştu. Teknolojinin saldırganlık ile birleşip insan ırkının sonlanmasına sebep olabileceğini de ekledi.”
Gayet olası bir teoriyi dile getiren fizikçinin açıklaması “Hawking Teknoloji ve İnsanlığın Geleceği Hakkında Konuştu” şeklinde bir başlıkla yayınlandığında bilim ve teknoloji ile ilgilenen sınırlı bir kesimin ilgisi çekilecekken “Şok İddia!” başlığı ile geniş bir kitleye hitap ediliyor. Bu tarz başlıklarla haberlerin yayınlanmasının asıl amacı hedef kitleyi ilgi alanlarına göre bilim, spor, siyaset vb. ayırmadan herkesi içeriğe yönlendirebilmek.
Clickbaitte kullanılan bir diğer yöntem ise okuyucunun sitede daha uzun süre kalmasını sağlamak için oluşturulan galeriler. Haber kısa bir metne sahip bile olsa galeri ile uzatılıyor.

Hem galeri türü clickbaite hem de tıklama odaklı clickbaite uyan bu örnek, sıradışı eve sahip biriyle alakalı haber okuyacağımız algısı oluşturuyor. Oysa habere tıklayınca aslında belirli bir kişiden bahsedilmediğini aksine ada evleriyle meşhur bir bölgeden bahsedildiğini görüyoruz.

                 

 

Ve haber, görsellerle galeriye dönüştürüldüğü için tek bir sayfada bitebilecekken 25 sayfa sürüyor.
Haber ve içerik sitelerinin yanı sıra Youtuberlar da izlenme sayılarını artırmak için video içeriğini yansıtmayan kapak görselleri ve dikkat çekici başlıklar kullanarak bu yönteme başvuruyorlar.

Web sitelerini bu yöntemleri kullanmaya iten sebepler : seo ve adwords.
Bugünkü rekabet ortamında diğer web sitelerinden öne geçebilmek arama motorlarında ilk çıkan isim olabilmek çok önemli. Bu noktada seo, yani arama motorlarına yönelik yapılan optimizasyonlar devreye giriyor. En çok kullanılan arama motoru Google’ın siteleri sevmesinin ve sitenin aramalarda üst sıralarda taşınabilmesi için göz önünde bulundurduğu ölçülerden bir tanesi site içerisinde kullanıcıların ne kadar vakit geçirdiğini tespit etmek. Eğer bir web sitesinde kullanıcılar fazla vakit geçiriyorlarsa Google bu siteleri kaliteli sayıyor ve üst sıraya taşıyor. Clickbaitin bir çeşidi olan galeri yöntemi özellikle bu sebeple tercih ediliyor.
Web sitelerin diğer bir derdi ise para kazanmak. Bunun için kullanılan yöntemler bağış almak ve reklam yayınlamak. Reklamlar aşırıya kaçtığında rahatsızlık uyandırdığı için kullanıcılar Adblock gibi reklam engelleme uygulamalarını tercih ediyor. Web siteleri de reklam dışında para kazanma yöntemi olarak bir adwords modeli TBM ( tıklama başına maliyet)’i kullanıyor. Siteler TBM ile tıklama başına para kazanabiliyorlar. Yani ne kadar çok tık o kadar çok para. Youtuberları da clickbait yapmaya iten sebep TBM ( tıklama başına maliyet) ile para kazanmaları.

Clickbait kârlı gibi görünse de avantajları yanında bir çok dezavantajı mevcut.

Dezavantajları;

Markanın ve sitenin sosyal medyadaki itibarı zedelenebilir.
Manipülatif içeriklere bilinçli yaklaşan kullanıcıların sayısı gittikçe artmakta, bu durumda clickbait uygulayan siteler takipçi kazanamayabilir.
İlk seferde kullanıcıların siteye girişi sağlansa da uzun vadede sadık takipçi kitlesi kaybolabilir.
Başlık ve içerik arasındaki yanıltıcılıklardan usanan kullanıcılar sosyal medyada karalama kampanyaları başlatabilir.

Avantajları;

Daha çok tıklama sağlanması
Daha çok sayfa görüntülemesi almak
Sosyal medyada paylaşımların artması
Marka bilinirliğinin artması

Clickbait itibar zedeleyici olduğu için markalara ve sitelere kullanmasını önermeyeceğimiz bir yöntem. Üstelik Facebook gibi bu konuda düzenlemeler yapmış sosyal medya platformlarında sitelerin engellenmesi çok olası. Kullanıcıların bağlantılara tıkladıktan sonra sayfada geçirdiği süreyi hesaplayarak alakasız içerikleri saptayan Facebook, kullanıcı haber akışını düzenleyerek clickbait içeriklerini filtrelemekte.

Her ne kadar merak iç güdümüzle savaşamasak da clickbait yöntemini kullanan siteleri okumayı bırakmak, bu tarz içeriklere tıklamamak clickbaitle savaşmak için önerebileceğimiz en makul yol.

Büşra Çiçek
Pazarlama Türkiye JR Editör

Cenevre’de Güvenlik ve Garantiler tuzağı

 

 

ata-atun-HocaNew York zirvesinde varılan mutabakata göre 2’nci tur 5’li Kıbrıs Konferansı ucu açık olarak 28 Haziran’da Cenevre’de gerçekleştirilecek. Konferans BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in huzurunda gerçekleşecek. Masaya BM Genel Sekreter’in Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide BM’yi temsilen, Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar taraf olarak, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantörler olarak, Avrupa Birliği de gözlemci olarak oturacak. Avrupa Birliği ilk kez resmi olarak gözlemci sıfatı ile masada yer alacak.

 

Tezgah büyük aslında. Girit’te de aynen bu yöntem uygulanmıştı.

Anastasiadis 1. Cenevre konferansında kurduğu Harita tuzağına düşürdüğü KKTC ekibini 2. Konferansta da Güvenlik ve Garantiler tuzağına düşürmek için paçaları sıvamış gözüküyor. Gündeme hiçbir konu konuşulmadan ve tartışılmadan Güvenlik ve Garantiler konusunu koydurmak peşinde. Bunun için de önkoşul yaratmaya çalışıyor.

 

Resmi gözlemci olarak Avrupa Birliği’nin ne işi var masada pek de anlaşılır gibi değil. Zaten Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi Avrupa Birliği üyesi, İngiltere ayrılma sürecinde ama halen daha Avrupa Birliği üyesi, buna ilaveten bir de Avrupa Birliğinin kendisi oturuyor masaya, geri kalan 25 ülkeyi temsilen. Bunların da muhatapları ve Kıbrıs konusunu görüşecekleri taraflar da Türkiye ve KKTC.

 

1963-1974 yılları arasında Rum Yönetiminin Kıbrıslı Türklere uyguladığı insanlık dışı soykırım,  insafsızca kısıtlanan dolaşım, mülk edinme, eğitim, kültürel faaliyet, spor yapma hakları ile acımasız ekonomik uygulamalar göz ardı edilerek ve de kasten unutularak, Orta Doğu’da kan gövdeyi götürürken ve de terör Avrupa Birliğine sıçrama yapmışken Kıbrıs Rum tarafı ile baryaları (kankaları) AB grubunun ilk önerisi “Güvenlik ve Garantiler” konusunu görüşelim, sonra içeriğini çağa göre uyduralım olacak. Ardından da “nasıl olsa Güvenlik ve Garantiler konusunu gündeme getirdik, masaya koyduk ve tartışmaya açtık artık bundan hiç kimse geri dönemez” düşüncesi ile Yunanistan masayı bozmazsa, Toprak, Mülkiyet, İç Yönetim ve Güç Paylaşımı konuları masada kerhen görüşülecek.

 

Anastasiadis. Batı Trakya’da yaşayan kardeşlerimize, soydaşlarımıza halen daha AB üyesi Yunanistan’ın uyguladığı baskıyı görmezlikten gelerek, arlanmadan, utanmadan “Güvenlik ve Garantilerin” kalkmasını istiyor.

 

Yüksekten uçuyor Rum lider. Hayal gücü göklerde uçuşurken, 2. Cenevre Konferansında beklentileri de çok yüksek düzeyde.  Saf saf, Türkiye’nin Avrupa Birliğinin resmi gözlemci olduğu masada, Kıbrıs Rum Yönetimi muhatap alacağını ve garantörü olduğu 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasasında yer alan Güvenlik ve Garantiler konusunun değiştirilmesini ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadan tümüyle ayrılmasını tartışacağı rüyasını görüyor.

 

Yunanistan ise masaya oturmak için Batı Trakya’daki soydaşlarımıza uyguladığı kısıtlamalar ve baskılar, normal bir uygulamaymışçasına ne koparırsak kardır zihniyeti ile “Sıfır garanti, sıfır güvenlik, sıfır asker” gibi çağdışı bir isteği öne sürmüş durumda.

 

Anastasiadis harita konusunda başarılı bir şekilde uyguladığı “Kasaya koyma” yöntemi ile, Türk tarafının “Güvenlik ve Garantiler” konusunda ne gibi tavizler verebileceğini yazılı olarak sunmasını ve  kimseler görmeden kasaya konulması talebini daha açıklayamadı ama onun da kokusu önümüzdeki günlerde çıkacak elbette…

Anlaşılan Türkiye ve KKTC’yi aptal, kendilerini çok akıllı sanıyorlar…

 

Prof. Dr. Ata ATUN

Kıbrıs’ta Temmuz kerameti

 

 

ata-atun-HocaBu sabah KKTC yerel saati ile 02:00’de New York’taki BM binasının 38’inci katında BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve Rum lider Nikos Anastasiadis birlikte bir yemek yediler.

Yemekte konuşulan konu Kıbrıs Müzakerelerinin devam edebilmesi için süreçteki tıkanıklığın nasıl aşılabileceği ve Cenevre yolunun nasıl ve hangi şartlarla açılabileceği.

 

Rum tarafının doğalgaz aramalarını başlatacağı Temmuz ayı, gerçekte kritik bir tarih Kıbrıs’ın kaderi konusunda.

 

BM tarafında, müzakerelerin organizatörü Eide’nin yakın dostlarından sızan bilgilere göre Eide, Temmuz’da BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanlığı görevini bırakacak ve Norveç’e geri dönerek Eylül ayında yapılacak Parlamento seçimlerine katılacak. Eide geçmişte, 2009 yılında yapılan seçimleri kazanan İşçi Partisinin lideri Jens Stoltenberg’in kurduğu hükümette, Kasım 2011’den Aralık 2013’e kadar sırası ile Savunma ve sonra da Dışişleri bakanlığı görevlerinde bulunmuştu. 2013 yılındaki seçimlerde İşçi Partisi hezimete uğrayınca iktidar Muhafazakar Partiye geçmiş ve hükümeti de “Demir Kadın” lakaplı Erna Solberg kurmuştu.

 

Eide’nin yaptığı hesaplara göre, 2017 Eylül’ünde Norveç’te yapılacak seçimlerde hem milletvekili seçilecek, hem de iktidarı ele geçirecek olan İşçi Partisi’nin Dışişleri bakanı olacak.

 

Kıbrıs Müzakereleri tarafında ise şu ana kadar gelinen noktada, halen daha uzlaşma bekleyen 10-12 civarında önemli konunun bulunması, hiçbir başlığının bunca görüşme, müzakere ve çabaya rağmen halen daha kapatılamadığı ve her başlığın kendi içinde de çözülmesi zor, birkaç tane kangren olmuş konunun halen tartışmaya açık bekliyor olması.

 

New York’ta yemeğe oturan liderler arasında derin ayrılıklar var.

Akıncı, “Cenevre’nin son olması, sonuç üretmesi için New York’ta üzerimize düşeni yapacağız. Ön koşullar Kıbrıs’ta kabul edilmediği gibi, New York’ta da Cenevre’de de kabul edilmeyecektir. Uzlaşılmış zeminler var. Bu çerçevede tüm başlıkları ele almaya, birbiriyle ilintili olarak değerlendirmeye ve bunları sonuca götürmeye hazırız” derken, Anastasiadis, “Güvenlik ve Garantiler başlığını bitirelim ya da bitirmeye çok yakın hale getirelim, ondan sonra da toprağa geçelim, toprağı da bitirelim, ondan sonra diğer 4 başlığa bakarız” diyerek Cenevre’de Türk tarafını Harita sunmaya zorlayan ilk siyasi tuzağının yeni bir versiyonunun haberini vermekte gerçekte.

 

Anastasiadis’in niyeti belli. Aynen toprak konusunda yaptığı gibi Mustafa Akıncı’yı siyasi manevralarla Güvenlik konusunda oyuna getirip, seçildiğinin daha ilk günü “Güvenlik ve Garantiler konusu tabu değildir” açıklamasına uygun olarak mevcut Güvenlik ve Garantilerin değişimi doğrultusunda adım atmaya, öneri sunmaya zorlayacak.

 

Görünen köy kılavuz istemezken, Akıncı tarafından “Rum tarafında Şubat ayında seçimler var, Anastasiadis çözümden vaz geçmiş görünerek seçimlere yönelik yatırım yapıyor” gerekçesinin öne sürülmesi hiç te inandırıcı değil. 2013 yılında seçildiğinden beri Kıbrıs Müzakerelerinde yapıcı hiçbir girişim yapmayan, tam tersine “Türkler azınlıktır, Azınlık çoğunluğa eşit olamaz, yönetimde hak ve söz sahibi olamaz” diyerek tavrını ve geleceğe yönelik düşüncelerini ortaya koyan Anastasiadis’in, Temmuz ayından itibaren,  Şubat’ta Rum tarafında seçim yapılacak diye hangi tutumunu değiştireceğini gerçekten çok merak ediyorum…

 

Prof. Dr. Ata ATUN

BM ECOSOC Danışmanlık Statüsü Kazanan İlk Gençlik Derneği SİYAMDER oldu!

 

 

2013 yılında kurulan Sivil Yaşam Derneği (SİYAMDER) Birleşmiş Milletler’in geçtiğimiz hafta yaptığı açıklama ile Ekonomik ve Sosyal Konsey (ECOSOC) tarafından danışmanlık statüsü elde eden ilk ve tek gençlik kuruluşu oldu. Bu statü ile SİYAMDER ülkemizdeki gençlerin sorun ve taleplerini Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna taşıyan ilk ve tek gençlik kurumu olmanın yanı sıra, New York, Cenevre ve Viyana’da bulunan Birleşmiş Milletler’e ait bina ve merkezlerde Türkiye’yi ve gençlerin görüşlerini doğru anlatacak aktiviteler düzenleyebilecek.siyamder

 

Ülkemizden aralarında Kızılay, Yeşilay, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) gibi 28 STK’nın da bulunduğu Birleşmiş Milletler ECOSOC Danışmanlık Statüsüne Dünya Genelinde 4000 civarında STK sahip. Bu STK’ların Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen tüm toplantılara ikinci bir akreditasyona ihtiyaç duymaksızın katılabilme fırsatı bulunuyor.

 

Her yıl New York’daki Birleşmiş Milletler Genel Merkezi’nde düzenli olarak gerçekleştirilen ve üye ülkelerin temsilcilerinin oyları ile danışmanlık statüsü verilecek STK’ların belirlendiği STK Komitesi toplantısı bu yıl da 30 Ocak-8 Şubat 2017 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Toplantıya SİYAMDER’i temsilen Genel Başkan Enes Efendioğlu ve Denetim Kurulu Üyesi Ömer Faruk Kodalak’da katıldı. İlgili STK’ların başvurularının görüşüldüğü oturumun ardından gerçekleştirilen oylamayla, belirlenen çeşitli şartları sağlayan sivil toplum kuruluşlarına Birleşmiş Milletler’e ait tüm merkezleri aktif olarak kullanma ve gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler oturumları ile eş zamanlı bilgilendirici toplantı ve seminerler düzenleme imkanı sağlayan danışmanlık statüsü tanındı.

 

Haber Yayın: Yusuf Ünel