Etiket arşivi: Müslüman

KAPİTALİZM SİYANÜR SEVER

Kapitalizm tüketemeyen müşterilerinin tek tek veya toplu intiharından sorumlu
değildir cümlesini rahatsız olmaz meyanında da okuyabilirsiniz.
Ayağının kırıldığını bile sıcakken anlamayan halkımızın geçici kederi dağıldıktan sonra
konuyu ele almaya ancak cesaret ettik. Zira son nefesinde bile kapitalizmden ürün satın
alınan dramatik bir bağlılık / bağımlılık ilişkisi mevzubahistir.
Uzmanların ‘sürekli su tüketin’ önerisinin su kısmı hariç bitimsiz satın almalarla
hayatımızı tüketirken “mutluyum, mutlusun, mutlular” fiil çekimlerinde yaşadığımızı
sanıyoruz. Bu alış-verişin veriş kısmında yetersiz kaldığımız anda hikâyemiz hakikî acıların
yağmurunda ıslanıyor.
Kapalıçarşı’da esnaflık yapan birinin kendine ve ailesine ‘özel’ olduğunu hissettiren
imkânlar imkânsız olunca yaşamaya da gerek yok dedirten bir tuhaf algıdır bu Kapitalizm.
Arası, ortası yoktur; ihtiyaçları asgarîye indirerek yeni baştan bir hayat kurgulamak veya
köye dönmek, şansını başka bir ortamda yada şekilde denemek gibi seçeneklere yer yoktur
kitabında.
Ailenin gerçek reisleri olan kadın ve çocukların doğal ve ötesi ihtiyaçları
karşılandığında ‘aşkııım’, ‘hayaatım’, ‘canısı’ replikleri; karşılan(a)madığında “Sen ne biçim
adamsın”, “Bana ne; nerden bulursan bul”, “Sen de erkek misin” edebiyatı. Ya sonra?
Hak ve hukuk olarak eş fakat fizik olarak farklı kadın ile erkeğin bu gösterişçi, konukomşuya rezil olmamak’çı ve ‘satın almasız çıkış’ı olmayan müşteri dünyasında işler
yürümediğinde – ki zaten sürdürülebilir değildir – fıtrat konuşmaya başlar. Sonra da kadına
ve çocuğa yönelik şiddet, cinayetler ve intiharlar..
Biz, biz, biz; Kapitalizmin askerleriyiz. 5 kişinin kazanacağı, 95 kişinin kaybedeceği
anapara / sermaye yarışında sürgit kaybedeceğimiz maçlara asılıyoruz. Asıl maçı bizi madde
(meta) bağımlısı yapan büyük şirketlerle değil en yakınımızda ve hâli-vakti en bize
benzeyenle yapıyoruz. Biz imkânsız sonuçlar için yaratılmışız zannındayız.
Kapitalizm görece eşitlikçidir; örneğin parti ve cinsiyet ayrımı yoktur. Milliyetçisi –
Müslümanı, Atatürkçüsü – Liberalı, köylüsü – kentlisi, kadını – erkeği aynı ve tek bir safta
sıralanmaktadır: Müşteri. AVM’lere baktığınızda cemaat sevabının ne olduğunu anlamakta
gecikmezsiniz.
Karıncaların iş yapma alışkanlığı misal alışveriş alışkanlığını ibadete çeviren hatta
bunun abdesti olarak öncesinde otoparkları kilitleyen bir kitlesel ritüel. Kasadaki ödeme ânını
cezbe hâli olarak gören ve gösteren bir âyin. Muhafazakâr yada mütedeyyin diye teşmil
olunan kitlenin kalabalıkların dinine dalarak bonus sevap biriktirme ve bu dünyalarını
kurtarma hakları yok mudur?
Yâsin 65’e (“İşte o gün ağızlarını mühürleriz; bizimle elleri konuşur, ayakları da
yaptıklarına şâhitlik eder.”) rağmen imamların cenaze başında verdiği talkın / telkin “Rabbim
Allah, Dînim İslam, Peygamberim Hz. Muhammed (S.A.V.)” üçlemesi üstünedir.
Oysa kahir ekseriyetin Rabbi para-pul, dini Kapital-iyet, peygamberi de Marka
Hazretleridir. Hani şu kişilik ve karakterimizdeki eksikliği yamadığımız markalar. Dahası
düzenimiz: Zenginite, imanımız: Kenz ve servet, kitabımız: Kartlar, mezhebimiz: Riya ve
gösteriş, tarikatımız: İşkembevîlik.
Ne diyordu Abbas ‘Müslüman Maskeli Balo’ şiirinde; “Beş duyu organının beşi de
işkembeye merbut / Magazin oltasını yut, maç sonuçlarından fal tut.” Bir başlık da sona atalım:
MÜSLÜMAN MASKELİ KAPİTALİZM

Muharrem İnce’den yeni parti yorumu: Asıl bölücü Erdoğan’dır

Muharrem İnce, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yeni parti yorumunu eleştirerek “Ne zamandan beri siyasal aidiyet ümmetin bir parçası oldu?” dedi.

24 Haziran 2018 genel seçimlerinde CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı olan Muharrem İnce, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni parti yorumu eleştirdi. Twitter’dan video paylaşan İnce, “Ne zamandan beri siyasal aidiyet ümmetin bir parçası oldu?” ifadelerini kullandı.

Muharrem İnce, sosyal medyadan bir video yayınlayarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı eleştirdi. İnce, Twitter’dan yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullandı:

“BÖYLE BİR MANTIK OLABİLİR Mİ?”

“Kötü yönetimin başı, kendi partisinden ayrılmak isteyenlere “Ümmeti bölüyorlar” suçlamasında bulunmuş. Ne zamandan beri siyasal aidiyet ümmetin bir parçası oldu? Yani AK Parti’de olan ümmetin bir parçası, ayrılmak isteyenler değil. Böyle bir mantık olabilir mi? CHP’liler, İYİ Partililer, Saadet Partililer Müslüman değil mi?”

“ASIL BÖLÜCÜLÜK BUDUR”

“Bunları sana öğretmediler mi? Ümmet; bütün Müslüman toplumuna verilen bir ad. Milleti bölme telaşı içindesiniz. Asıl bölücü olan Recep Tayyip Erdoğan’dır. Müslüman ümmetini, AK Parti ümmeti haline getirmek isteyerek, ayrılmak isteyenleri ümmeti bölmekle suçlamak. Asıl bölücük budur. Buradan Recep Tayyip Erdoğan’ı uyarıyorum. Üniversite diploman tartışmalı ama galiba imam hatip diploman da tartışmalı.”

 

 

ERDOĞAN NE DEMİŞTİ?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, yeni parti kuracağı iddia edilen Ali Babacan ile görüşmüştü. Görüşmeye dair ayrıntıları paylaşan Erdoğan “Ben Ali Bey’in kendisine de söyledim; Yolunuz yolunuzdur eyvallah ama şunu unutmayın ki bu ümmeti parçalamaya hakkınız yok. Siz bunu yapıyorsunuz. Bunun parçalanmasıyla da bir yere gidemeyeceksiniz” demişti.

 

 

Ak Güller, Kara Güller, Dinî Teşekküller

 

 

“Müslüman, İslam’ı öyle canlı ve diri yaşa ki seni öldürmeye gelen de sende dirilsin!”

Bir zamanlar Diriliş Partimiz bile vardı. Ve şiir geceleri ‘Zambaklar en kuytu yerlerde açar’la başlardı.[1] Gözyaşı Geceleri, talebe hizmetleri ve imanî sohbetlerle aydınlanırdı akşamlar. Amatör radyolar, amatör ama Allah rızasını dilinden düşürmeyen Müslümanlar.

Müslüman çalmazdı. Müslüman kandırmazdı. Müslüman hile yapmazdı. Bu geniş zaman kipleri içinde birinci tekil şahıslar azdı. Dervişe, sofiye, ihvana, imam – hatipliye; kasayı, makamı, devleti teslim edecektiniz iş bitecekti. Beş’e beş kattın mı Müslümanın karesiydin, bir yere müntesipsen küp.

Eş’arî geleneğinin şekilciliğine kamufle olduk ama bir halt olmadı. İslam Tarihinden seçtiğimiz adlar firmamızın müşteri garantisiydi. Önümüzdeki gazete, çenemizdeki sakal ve arka fondaki yapraklı takvim ‘Benim ticaretime güvenmiyorsan bari bunlara güven’ kurnazlığı değil miydi?

Bahçecik’te bir kısım siyasi arkadaşları kenar mahallelerdeki gariban aileler için yardım toplar ve dağıtırken görünce ne hislenmiştim. Çorbaya tuz babında.. Aynı arkadaşlar ilk seçimde Belediye Başkanlığını aldılar. Himmetlerde maaşlarının yarısını yüreğinin diğer yarısıyla koyan insanlar gördük. Ay’lı, Güneş’li, Can’lı, Gönül’lü çok organizasyonla karşılaştık. Onları bırak “Yüzyılın İyilik Hareketi”ne bile iyi niyetimizi kurban vermişiz.

Bir delikten bir daha ısırılmamak kaydıyla enayiliğimin özgül ağırlığı oldukça yüksek. Yok, 80 öncesi sağı da – solu da istismar etmişlermiş. Ya 80 sonrası Müslümanları kim istismar etti: Öbür Müslümanlar.

Uğur Abi, bidonun içinde yanan ateş önünde okuduğu şiirlerle bize hem Cehennemi hem de Cenneti gösteriyordu. Ramazan Abi’nin gözyaşları bizim gözyaşlarımızdı. Hıçkırığı bile asker arkadaşımızdı. Sonra Fener, deniz ötesini de aydınlatmaya başladı. Şiir kıtalarından yerkürenin kıtalarına sıçradı Fenerin Işığı. Bu ışıktan bir gazete, bir televizyon ve bir parti neşet etti. Bir’e 700, bir’e 70 bin verdi. Ramazan Abi’nin Ramazanlığıydı işte.

Gemiler, filolar, firmalar, milyon avrolar, milyar dolarlar.. Gelsin paralar, gitmesin paralar ve hiç bitmesin paralar.. ‘Veren el, alan elden üstündü’ ama ben daha, veren – dağıtan bir dinî teşekkül görmedim. Lâkin bu gözler neler gördü neler.. Ne pespâyelikler…

Yavuz karakterli bir Ağır abi; ‘Harama uçkur çözmedim elhamdülillah’ diye mal beyanında bulunanlara ‘Denk getirememişsindir’ derdi. ‘Boğazımdan haram lokma geçmedi’ diyenlere ‘Nasıl becerdin’ diye sorardı. Zamanla insanlar pepeçura gibi morardı. Artık herkesin kendi şeyine göre bir Müslümanlığı vardı.

Yanarım yanarım, iyilik kelimesinin yüzyıl boyunca öksüz kalacağına.. Bizim gibi tombaladan Müslüman kuşakları kara toprağın alacağına.. Kad halet.. Bir nesildi, geçti. Ama bunlar yüzünden, bunlardan sonra gelenler din adına, rıza-yı ilâhi adına ve hayır adına insanları ikna etmek için akla karayı seçti.

 

“Yamadık dünyamız, yırtarak dinimizden

  Din de gitti, dünya da gitti elimizden” [2]

 

(2009 Haziran’ında yazmış olduğumuz yazıyı birkaç rötuşla beraber okurlarımızla paylaşıyoruz)

[1] Başlıktan itibaren buraya kadarkilerin tamamı Sezai Karakoç’la alâkalı

[2] Ömer Hayyam

Bağımsızlığımız yıkılmaz, devletimiz ebedi olsun!

100 yıl önce 28 Mayıs’ta, Doğu’da ilk demokratik devlet, Azerbaycan Cumhuriyeti kuruldu.Halk Cumhuriyeti, 28 Nisan 1920’de dağılmasından kısa süre sonra tenezzüle uğramasına rağmen, tarihteki yeri, Azerbaycan halkının istiklal arzuları ve 23 aylık bağımsız devlet salnamesi kalblerde yaşadı.

Yüzyıllar boyunca, Azerbaycan halkı her zaman özgürlük içinde yaşamış ve ulusal özgürlükler ve bağımsızlık için mücadele etmiştir. Azerbaycan’da Ulusal Kurtuluş Hareketi, 20. yüzyılın başlarında daha da artmıştır. Azerbaycan’ halkının özgürlüğük mücadelesine demokratik güçler ve siyasi figürler katıldı. Rus İmparatorluğunun çöküşü Azerbaycan’da bağımsız bir devlet için şartlar yarattı. 28 Mayıs 1918’de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti ilan edildi. O gün, Azerbaycan halkının tarihinde dikkate değer bir olaydı.

İşte bu yüzden bu düşüşe karşı 71 yıl sonra, 1991 yılında Azerbaycan SSC’nin orak-çekicli al bayrağını indirip bağımsız Azerbaycan’ın üç renkli, ay-yıldızlı kumaşına yeniden yükseltende biz cumhuriyete, onun şanlı tarihine ve siyasi mirasına sahip çıktık.

Fakat böyle bir cumhuriyet kurmak için aynı zamanda Azerbaycana özverili ve gelişmiş insanlar gerekiydi. Bugün, zaten orada olduklarını ve büyüdüklerini memnuniyetle söyleyebiliriz. O dönemde Azerbaycan’da büyük bir entelektüel takım vardı. Bunların çoğu Moskova’da, St. Petersburg’da, birçok Avrupa şehrinde eğitilmiş ve Avrupa kültürü ve dünya kültürüne aşina olmuş ve bunları üstlenmiştir. Onlar kendi entelektüel potansiyeli, kendi halkına, milletine olan kaygısı, sadakati ile Azerbaycanda XX yüzyılın başında giden süreçlerde yer almış ve birleşip Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’ni oluşturdular.

26 Haziran 1918’de Ulusal Ordu kuruldu. Azerbaycan Milli Ordusu, gerçek zaferi sadece işgal edilen topraklara ayak basacağı gün kutlayabilir.

 

Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulmasında ve ona rehberlik edilmesinde M.E.Resulzadenin, F.Xoyskinin, N.Yusifbeylinin, A.Sefikürdskinin, E.Topçubaşovun, X.Xasmemmedovun, C.Hacınskinin, S.Mehmandarovun ve başkalarının çok büyük rolü olmuştur. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin kurulması ve ulusal devlet quruculuğunun tesisi halkımızın bağımsızlığını sağladı, tarihi hafızanın oluşumunda müstesna önem arz etti.

Tarihe bakalım. Azerbaycan’ın zenginlikleri yağmalandı. Halkımız özgür, bağımsız olmak istedi. Ama buna izin verilmedi. Bu yıllarda, hükümet, Azerbaycan petrolünü, pamuğunu ve diğer zenginliklerini yok etti. Müslümanları Bakü ve Azerbaycan’dan ihraç etmek ve Azerbaycan’da Ermeni hâkimiyetini sağlamak istedi. Halkımızın acımasız düşmanı Shaumyan, Bakü’deki Azerbaycanlıların silahlarını ellerinden alarak ermenileri silahlandırdı. 27 Mart 1918’de, 28 ve 29 Mart’ta, silahlı Ermeniler Bakü’de Müslümanları kırmaya başladı. Kan su yerine aktı. Taşnaklar çocuk, bebek ve yaşlıları bile umursamadı. Üç gün süren katliamda on binlerce kişi Bakü’de öldürüldü. Azerbaycan’daki diğer şehirlerde ve köylerde yaklaşık 50.000 Azerbaycanlı öldürüldü. Böyle bir durumda halkın kurtuluş yolu neydi? Ulusal liderler düşündü, taşındı ve sonunda bu sonuca vardı: “Özgürlüğe giden tek yol bağımsızlık! Özgür Devlet kurmak! Bütün dünya Azerbaycan’ın bağımsız olduğunu bilsin! “

28 Mayıs 1918’de Bağımsız Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti ilan edildi. 34 yaşındaki Muhammed Emin Resulzade devlet başkanı seçildi. Bu arada, Şaumyan hükümeti Bakü’de hala iktidardaydı. Böylece yeni kurulan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti, Ganja’da bulunuyordu. Bakü’den heyecan verici haberler alındı. Bakü’de silahlı Ermenilere ek olarak, yabancılar da seyahat etti.

Böyle gergin bir durumda, Azerbaycan hükümeti Türkiye’den yardım istedi. Türkiye kabul etti. Yeni Azerbaycan hükümeti Ulusal Ordusunu oluşturmaya başladı. Türk ordusu Bakü’ye yaklaşıyordu. Şaumyan yönetimi, Rusya’dan  silah aldı, kanlı kavgalar başladı. Bakü uğruna binlerce Türk askeri savaştı. Bakü, Ermeni işgalinden kurtarıldı. Azerbaycan özgürce nefes almaya başladı.

Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin kurulması, ulusal siyasi gelişmelerin ve Azerbaycan halkının ulusal uyanışlarının mantıklı bir sonucuydu. Abbasqulu ağa Bakıxanov, Mirze Feteli Ahundov, Hasan Bey Zerdabi, Celil Memmedquluzade ve diğer seçkin şahsiyetler tarafından temeli konmuş prosesler Azerbaycanda yeni tip tiyatronun, okulun ve basının ortaya çıkması ile sonuçlanmış, milli özünüderkin gerçekleşmesine büyük etkisi vardı. Bakü’nün petrol başkentine dönüşmesi ulusal girişimciler tabakasının oluşumu ile birlikte, dünyanın önde gelen üniversitelerinde eğitim almış aydınlar neslinin yetişmesine ortam yaratmıştır. Elimerdanbey Topçubaşov ve başka aydınların siyasete katılması, Dumaya seçilmesi ve Rusya Müslümanlarının örgütlenmesinde oynadıkları rol tarihimizin unutulmaz sehifelerindendir.

Rusya’da Çarlık yönetiminin kaldırılması, Şubat ve Ekim isyanları,Birinci Dünya Savaşı ve diğer bazı faktörlerin sonuçları Kafkasya’yı bazı siyasi güçlerin çatışmameydanına  dönüştürdü. Dünyanın önde gelen devletlerinin Bakü petrolüne gösterdiği ilgi durumu daha da kötüleştirdi. İlk kararıyla milliyeti, dini, sosyal durumu ve cinsinden bağımsız olarak, ülkemizin tüm vatandaşlarına eşit haklar veren Cumhuriyetin kurulması çok karmaşık koşullar altında ilan edilmiştir. Sadece 23 ay boyunca yaşamış olan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti tarihinin her sayfası tüm Azerbaycanlılara çok değer veriyor. Ancak, kalplerimizi gururla dolduran olaylarla birlikte, ulusal trajedilere neden olan sayfalar var. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin kendi devlet simgelerini kabul etmesi, devlet ve askeri yapılanma, ekonomi ve kültür, eğitim ve sağlık alanlarında attığı adımlar halkımız için taleyüklü önem arz etmiştir. Cumhuriyetin büyük başarılarından biri, 11 Ocak 1920’de Paris Barış Konferansı’nda Azerbaycan’ın bağımsız bir devlet olarak tanınmasıydı. Ancak petrolün dış piyasalardan izole edilmesi sonucu ortaya çıkan siyasi, ekonomik ve sosyal kriz yoğunlaşmıştır. Buna ek olarak, parlamentodaki çatışmalar, Karabağ ve Zangazur’daki Ermeni silahlı kuvvetleri ile çatışma giderek daha da yoğunlaştı. Nüfusun büyük kısmının ağır yükü Bolşevik propagandası için verimli bir zemin oluşturdu. Erivan’ın Ermenilere başkent olarak verilmesinden sonra Erivan ilçesinden göç ettirilmiş 150 binden fazla soydaşımızın durumu oldukça gergindi. Böyle bir durumda, parlamentonun son sekiz oturumunda Bolşevik ültimatomunun kabulü Nisan işgali ile sonuçlandı. Nisan işgali Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin liderlerinin bir kısmını Muhammed Emin Resulzade gibi mülteci hayatı yaşamaya mahkum etti, bir kısmını Feteli Han Xoyski ve Hasan Bey Ağayev gibi Ermeni terörünün kurbanına çevirdi, kalanlarını da bolşevizmin amansız repressiyalarına maruz koydu. 28 Nisan 1920’de ikinci cumhuriyetçi Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kuruldu. İki yıl içinde bağımsızlığını güvence altına alan cumhuriyet, 1922’de SSCB’ye girdikten sonra sadece resmi niteliklerini koruya bildi. Sadece onu yerine dördüncü cumhuriyet bağımsızlık fikrini yaşatmış ve Azerbaycan tüm servetlerinin dahil petrolünün tam sahibi olarak hareket edebilir bilmişdir.71 yıl sonra -1991 yılında Azerbaycan halkı kendi özgürlüğünü ve bağımsızlığını yeniden yaptı. 1991 yılında Azerbaycan Cumhuriyeti bayrağı, amblemi ve marşı, Halk Cumhuriyetinin siyasi varisi olarak, bağımsızlığını sağlayarak kabul etti. 28 Mayıs 1918’de, Bağımsızlık Bildirgesi ilan edildiğinde, şimdi Cumhuriyet Bayramı olarak kutlanıyor. Müslüman Doğu’da ilk parlamento cumhuriyeti -Azerbaycan Halk Cumhuriyeti halkımızın eski devlet geleneklerini yaşatarak, modern döneme ait devlet kurumlarının yaratılmasını sağlamıştır.

Bağımsızlığımız yıkılmaz, devletimiz ebedi olsun!

 

Türkiye’de Yahudi Ve Ermeni Düşmanlığı – II

 

“Türk odur ki; Müslüman bir anne babadan doğan, kulağına ezanla / kametle bir Müslüman ismi verilen, her türlü haltı yese de domuz eti yemeyen, mübarek gün ve gecelerde içmeyen, Cuma hassasiyeti olup arada bir kaçırsa da Cuma’ya giden, vatan – millet – din – devlet tehlikeye düştüğünde de kazma–kürek, balta–nacak alıp saldırana Türk derler. Bu tanım içerisinde ‘Hayır, ben Türk değilim’ diyecek bir Allah’ın kulu yoktur. Bu tanım içerisinde Hrank Dink Türk’tür, Orhan Pamuk Ermeni’dir; söylediğim cümleye göre.”

Türk tâbirinin kavmî bir tarif olmadığını bilen Yavuz Ağıralioğlu’nun ilginç tarifnâmesinde bile çaprazlamadaki olumsuz örnek Ermenilik kokar. Fakat asıl ihale Türkiye’de Yahudiliğedir. Zihniyeti, çıfıtlığı ve lânetliliği üzerinden oluşturulan olumsuz kanı bir asırdır yükselen bir grafikle genel kabul görmektedir. O kadar ki dünyanın bütün olumsuzluklarının arka planında onların varlığı dinî terminolojiyle desteklenerek seslendirilir.

Necip Fazıl demişmiş ya; “Yahudiler mi dediniz? Onlar, yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir” diye, bizim milliyetçi – muhafazakâr tayfa da yumurtası çatlasa veyahut ayağına taş çarpsa Yahudilerden bilir. Hem onların lânetlendiğini Kuran’dan duymuşmuş gibi aktarır hem de nerdeyse insanlığın kaderini Tanrımisal belirledikleri mitini yayarak üstün ırk nazariyesine bilmeden kovayla su taşır. Hâlbuki ikisi de Kur’anî değildir.

Ya nedir? Dünyada 15 milyon, Türkiye’de de 15-16 bin nüfusu olan din esaslı bu topluluğa Musevî denir. Kuran’da Beni İsrail olarak geçen İsrailoğulları yani Yahudiler ise bu din üzerinden milletleşen bir guruptur. Gerek Dünyadaki ve gerekse İsrail’deki toplam Musevî nüfus içerisindeki oranları 3’te 1 oranında olsa da kalan 3’te 2’yi de dinî milliyetçilik üzerinden Yahudi etnolojisine sokuşturmaya çalışıyorlar; biz de cehaletimizle destek oluyoruz.

2014’te Kocaeli Tarih Sempozyumu’nda Dr. Gerşom Qıbrısçı “Karaim in Nicomedia” başlıklı tebliğini sunarken Musevî bir Türk olduğunu söylediğinde onun hemşehrisi sayılabilecek bir tarih doçentimiz onun Yahudi olduğunu ve Türk olamayacağını beyan etti. İsrail nüfusu içindeki Etiyopya / Falaşa Musevîlerinin, Peru / İnka Musevîlerinin, Hindistan / Koçin Musevîlerinin, İtalyan / Romanyot Musevîlerinin, bizim Hazar / Karayit Musevîlerinin ve hatta Doğu / Mizrahî Musevîlerinin (Arap, Fars, Dağlı, Kürt, Tat, Gürcü..) dil ve kültürlerini yok sayarak yalnızca inanç tercihleri üzerinden tek tipleştirmek ne menem bir düşüncedir.

Yakın zamana kadar Türk Musevî Cemaati olarak bilinen Türkiye Hahambaşılığı’nın 3 yıl önce Türk Yahudi Toplumu adını alması da bu minvaldedir. Oysa kültürel kökeni hakkında Müslüman Türk’ün ne kadar konuşma hakkı varsa Ortodoks yada Musevî Türk’ün de o kadar konuşma hakkı vardır. İnsanlara kimliklerini ürün etiketi gibi başkaları barkodlayamaz. Bu, Sabataycı diye bilinen Avdetîler için de geçerlidir. İçlerinde iyisi de olur, kötüsü de; Kurtuluş Savaşı’nda ihanet edeni de olmuştur, Millî Mücadele için canını koyanı da.. Tıpkı Türkmenler, Lazlar, Yörükler, Çerkezler, Tatarlar, Kürtler gibi.. Milletine mensubiyet duyan koştu geldi, karakterinde defo olan Yunan’la bile anlaştı.

Neymiş; Türkçülüğün kitabını Moiz Kohen (Tekin Alp) yazmış; ‘Türk Ruhu’. Neymiş Mustafa Celâleddin Paşa (Konstantin Borzecki)  150 yıl önce ‘Eski ve Yeni Türkler’in tarihini yazmış. Bu adamların Hz. Musa’ya inanmaları niye milliyet şuurlarına ve bu meyanda beyanlarına engel teşkil etsin?! Biz Müslümanlar olarak Türklüğümüzle övünüyoruz da onlar 5 bin yıllık bir nehir olarak akmakta olan Türklükle ilgili niye kelâm edemesinler?!

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde baştacı ettiğimiz bu insanlar Siyasal İslam’ın ‘bi camide, bi kahvede’ anlattıklarıyla Şeytan’ın asker arkadaşları algısına aktarılmış.  Oysa Şeytan bu ilahî senaryoda kötü karakteri simgelemektedir; kökeni değil. Dahası yaratılış malzemesine bakarak azan / sapan Şeytan’sa ve “Herkes kendi karakterine göre hareket eder” âyeti varsa bu milliyet, soy-sop işlerinde dikkatli olmak lâzım gelir. Yoksa ensar’üş-şeytan; şampiyon!

 

NATO DÜŞMANLIĞI YENİ DEĞİLDİR

NATO  DÜŞMANLIĞI  YENİ DEĞİLDİR

BAHATTİN OMURCAN TÜRKİYE OKUYORSelçuklu Düşünce kulübünün tertiplediği Banu Avar konferansına katılan akademisyen aydınlardan soru çıkmadı. NATO Düşmanlığı Yeni Değildir sözüyle konuşmasına başlayan gazeteci Banu Avar’ın bu sözünü biraz açmak istedim.

Ey Anadolu! Sen ne kutsal bir bölgesin! Şehit kanlarıyla sulanmış topraklarının üstünde yaşayan milletlerin içinden aydın ve güçlü liderler çıkardın. Fatihler, Alpaslanlar, Kanuniler, Yavuzlar, Abdulhamitler, Mustafa Kemal Atatürk gibi dahi liderlerin  bir çokları bu bizim topraklardan çıkmıştır. Biz topraklarımızın kıymetini bilemedik. NATO bizden daha iyi biliyor bizim toprakların kıymetini, baksanıza Banu Avar konuşma arasında dünyanın yeraltı kaynaklarının %70’inin Çin ile Türkiye topraklarındadır tespitinin NATO tarafından bilinmekte olduğunu söylüyor.

Liderlerimizi de anlayamadık, “bize düşmanı dost, dostu da düşman olarak tanıttılar”.  Halk arasında söylenen sözler bile asırlardır tazeliğini koruyor, iki cümle ile özetliyor NATO düşmanlığını,  domuzdan post, gavurdan dost olmayacağını.

Protestan Kilisesinin 1870’li yıllardan bu zamana kadar İzmit ve civarını merkezi bölge olarak kullandığını anlayamadık. Hakkını savunan milletlerin çırpınışlarını hissedemedik,  Budizm, Hıristiyanlık ve. İslam gibi dinleri kullanarak insanların yazgısını bizden başkası belli edemez yarışına giren güçlü para baronları. Silahlı eylemciler, çeşitli örgütler kurup güçlerini ispat etmeye çalıştıkları bu gün daha iyi ve net olarak ortaya çıktığını anlamış durumdaysak ne mutlu bizlere.

Yakında yeni bir dinci partinin kurulacağını ve Amerika’nın kullanıp işini bitirdiği dünya liderleri gibi bizimkinin de işinin bittiğini, Esed mi, Esad mı yarın belli olacak sistemin aynen işlediğini ve sadece Amerika’ya çalışan taze bir kanın kurulacağını,  Türk siyasi partilerinin içinde ama katıksız hepsinde Amerika’ya çalışan adamların olduğunu, milletin öz evlatlarının herhangi bir siyasi partiden aday adayı olma imkanının olmadığını, Amerika’dan emir alan liderler sen, sen diyerek vekilleri seçtiğini, milli bir tane bile vekilimizin olmadığını bu konferans salonunda gazeteci Banu AVAR’ın ağzından duymuş olduk.

 

Avrupa  devletlerinin mantalitesinde bu hep vardır. İşine yaradığı zamana kadar kullan, yaramadı mı at gitsin. Bizim türkücü İbrahim Tatlıses’in yaramazsa at gitsin parçasından mı öğrendiler?

Rahmetlik Özal’a (KDİB) Karadeniz iş Birliği Teşkilatını Kurduğu İçin Avrupalı kendisine kızgındı.

Rahmetlik Başbuğ Türkeş’e Türk Dünyasını bir araya toplayalım demesine kızgındı.

Rahmetli Necmettin Erbakan D-8 Zirvesini kurdu, Dünya Müslümanlarının ezilmesine karşı çıktı, hükümeti düşürdüler, partisini kapattılar.

Recep Tayyip Erdoğan Avrupa Parlamentosunda elini cebine sokarak “dünya beşten büyüktür” deyince tüm Avrupa kendisine hücum etti, her türlü hakareti keyifle yaparcasına birleştiler.

Bu olanları bizden öncekiler yaşadılar ve şimdi bizler yaşayarak görüyoruz ki Türk- Müslüman sentezi güçlenmeli, Tük’ün Türk’ten başka dostunun olmadığı gerçeğini iyi kavramalıyız.

BATI NIN TÜRKİYE TELAŞI

BATI NIN TÜRKİYE TELAŞI

 

seyfettin karamızrakGeçen yazımızda, Almanya’nın Türkiye düşmanlığının nedenleri üzerinde durmuştuk.

Almanya hükumetinin ve Alman sivil toplum kuruşlarının Türkiye’ye gitmemeleri hususunda; “Alman vatandaşlarını uyarmalarına rağmen”, Almanların bu uyarılara itibar etmediğini, tatil için Türkiye’yi seçtiklerini, Alman şirketlerinin yeni yatırımlar için Türkiye’de sıraya girdiklerini gözlemliyoruz.

Almanya, Türkiye’nin büyümesini ve çevresinde etkili olmasını kıskanmakta ve aynı zamanda endişe duymaktadır. Bu yüzden, olmadık çıkışlarıyla da gülünç durumlara düşmektedir. FETÖ’ cü mahkûmlara giydirilecek tek tip elbiselere getirdiği eleştiri,  bunlardan biridir.

1980’li yıllarda Alman ekonomisi Türk ekonomisinden 13,5 misli büyükken, 2016 yılında 4 misline düşmüştür.

E-7 nin en hızlı gelişen ülkeleri; Çin, Hindistan, Türkiye, Brezilya, Rusya, Endonezya ve Meksika’dır. Dünya ekonomisinin ağırlığı, Batı’dan Doğu’ya kaymaktadır. Batı’nın Türkiye telaşı bundandır.

Bu yüzden Müslümanı, Müslümana katlettirmek için ABD liderliğinde, İslam dünyasına, dolaylı olarak da Türkiye’ye savaş açılmıştır.

Sözde İslam geçinen birçok ülke, ABD liderliğindeki Haçlı ordusunun emrinde ve hizmetindedir. ABD yanlısı bu ülkelere, halkları bu yüzden öfkeli ve kızgındır.

Türkiye’ye destek verdiği için Pakistan Başbakanı Navaz Şerif, İngiltere’nin kirli ve ahlaksız oyunu ile “Pakistan FETÖ’sünün yargıdaki piyonları tarafından” görevinden alınmıştır.

Türkiye’nin güçlenmesini önlemek için, PKK, DEAŞ, FETÖ vb. örgütler kurularak, içeride karışıklıklar çıkartılarak yükselmesinin önü kesilmek istenmektedir.

ABD bu maksatla PYD-YPG’ ye 900 tırdan fazla silah vermiştir. Bu yardım ve silahlar, DEAŞ’ la savaşsın diye değil, Türkiye’ye karşı kullanması içindir.

Almanya, Türkiye’nin siyasi ve toprak bütünlüğünü tehdit eden ne kadar örgüt varsa; PKK, FETO, DHKP-C vb. ülkesinde barındırmaktadır. Kandil tetikçisi ve Die Welt muhabiri Deniz Yücel tutuklanınca, Merkel Türkiye’yi telaşla ziyaret edip, serbest bırakılmasını istemiştir.

Büyükada’daki gizli toplantıda; Alman Peter Steudtner ve İsveçli Ali Garavi ile 4 Türk tutklanmıştır. Aynı otelde, 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden önce de 13 CIA ajanı kalmıştı. Bu CIA ajanlarından birisi, FETÖ imamı Bekir Boz ile devamlı irtibat hâlinde olan Papaz Andrew Craig Brunson dur. Bu papazın serbest bırakılmasını, Trump’ın üç kez istemesi anlamlıdır.

ABD’li milyarder Soros Vakfının paralı terörist, provokatörleri, Türkiye’yi karıştırmak için işbaşındadır. Soros ile kaos ayrılmaz bir bütündür. Almanya halkını Türkiye düşmanlığı için kışkırtmaktadır.

Soros’un Türkiye temsilcisi: “Kendiliğinden bir direnişin patlak vermesini bekleyemeyiz. Türkiye’deki hükümeti devirmek için sokakları acilen harekete geçirmeliyiz.” Açıklamasında bulunmuştur.

Tutuklanan yabancılar, suçlu ve gerilla uzmanıdır. Almanya’nın, bu gerçeği bile bile tutuklananların serbest bırakılmasını istemesi, Türkiye’yi sömürge ve küçük gördüğünün göstergesidir.

ABD, Almanya ve batının şımarık ukala bazı devletleri, geçmişte her istediklerine “evet” diyen bir Türkiye istemektedirler.  Oysa köprülerin altından çok sular geçmiştir. Artık Türkiye, kendi menfaatlerini ön planda tutan ve dış güçlere gerektiğinde “hayır” diyebilen güçte ve kararlılıktadır.

 

Türkiye, silkinerek kendine gelmiştir. Dünyanın her yerinde ve özellikle de Orta Doğu’da “ben de varım” deyince; ABD, Almanya, bazı batı ve Arap ülkelerinin uykuları kaçmıştır. Bu zalimlerin zulme, mazlumların gözyaşına ve sömürüye dayalı kirli oyunları bozulmuştur.

 

İçeride ve dışarıda, Türkiye’ye karşı gösterilen düşmanlıkların sebebi budur.

 

Sevgiyle kalın…

 

Amerika’ya ulaşan ilk kâşif kimdi?

Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi’nde İzlenime sunulan Altın Çağ’da Bilim Sergisi, dünyanın keşfinde Müslüman kâşiflerin ne kadar ileri olduklarını gözler önüne seriyor.

BTM Exhibit tarafından yerli imkânlarla üretilen sergide Kristof Kolomb’dan 100 yıl önce Amerika kıtasına ayak basan, Çinli Müslüman Amiral Zheng He’in devasa hazine gemisinin maketi de yer alıyor.

kasifBüyükşehir Belediyesi’nin vizyon projelerinden biri olan Bursa Bilim Teknoloji Merkezi’nde (BTM) ziyarete açılan Altın Çağ’da Bilim Sergisi, bilim meraklılarını İslam Medeniyeti’nin altın çağında yüzyıllar öncesinden geçmişe götürürken, keşif ve icatlar alanında tarihi yeniden sorgulatıyor.kasif1

BTM Exhibit tarafından tamamen yeli imkânlarla üretilen ve Müslüman bilim adamlarının 800 ila 1600 yılları arasında hayata geçirdikleri icat ve keşiflerin uygulamalı olarak aktarıldığı gezici serginin kâşifler alanında yer alan bir gemi maketi de en çok ilgi çeken materyallerin başında geliyor. Sergide yer alan maket, Çinli Müslüman Amiral Zheng He’nin 56 metre genişliğinde, 136 metre uzunluğundaki hazine gemisinin orijinal halinin küçültülmüş kopyası. Kristof Kolomb’dan yüz yıl önce, Yeni Dünya’nın kapısını aralayan ve Amerika Kıtası’na ilk ayak basan kişi olarak son yüzyıl resmi tarihinde de kabul gören, Çinli Hacı Mahmud Şemseddin (Zheng He)’nin hazine gemisinin aslına uygun maketi, dünyanın keşfinde Müslüman kâşiflerin ne kadar ileri olduklarını gözler önüne seren somut bir kanıt.
Sergide Amerika’ya ilk ulaşan kâşif olan Müslüman Amiral Zheng He’nin devasa hazine gemisinin maketi ile İspanya’nın Katolik Kralları himayesinde Atlas Okyanusu’nu aşan dört sefer yapan Cenovalı kâşif Kristof Kolomb’un keşif gemisinin maketi, aynı camekân içinde sergileniyor. Zheng He’nin Cenovalı Kaşif’ten 100 yıl önce dünyayı turladığı hazine gemisinin Kolomb’un gemisinden 10 kat daha büyük olması da dikkat çeken bir diğer ayrıntı.kasif2

Görsel şölen
Çinli Müslüman Amiral Zheng He’nin ailesi ile birlikte yaşadığı evinin de içinde bulunduğu gemisinin, 450 kişilik mürettebatını denizci, asker, usta, kâşif ve bilim adamları oluştururdu. Her gittiği kültürden farklı hayvanları geminin içinde toplayarak dev bir koloni oluşturan Müslüman kâşif, gemisinin önemli bir kısmında ise tarım ürünlerinin yetişmesini sağlardı. Sadece Amerika kıtasını keşfetmekle kalmayan Zheng, denizaşırı yaptığı seyahatler ile dünya üzerinde ciddi toplumsal değişikliklerin de mimarı oldu. Endonezya ve Malezya’da Müslümanlığın yayılmasında öncü rol oynayan Müslüman amiralin, ilk denizaşırı seyahate çıktığı 11 Temmuz günü Çin’de ‘Denizcilik Günü’ olarak kutlanıyor. Bursa Bilim Teknoloji Merkezi’nde Altın Çağ’da Bilim Sergisi’nde izlenime sunulan Müslüman Amiralin hazine gemisinin maketi ise tüm güzelliğiyle ile göz kamaştırıyor.

 

Müslüman Türk’ün Balkanlar’daki Tapusu

alptekin cevherliBu hafta sonu Kosova’da evlâd-ı fatihanı ziyarete ve onları yerinde görmeye gittik. Gittiğimizde de adetten olarak yörenin en ulu kişisini ziyaret etmemiz kaçınılmazdı. Bu amaçla da Sultan 1’inci Murat Hûdavedigâr’ın kabrini de ziyaret ettik.
 * * *
Orhan Gazi’nin vefatından sonra Sultan Murat Hûdavendigâr döneminde de Osmanlı Devleti Balkanlarda hızla büyümeye ve ilerlemeye devam eder…
Osmanlı Devleti’ni Balkanlardan uzaklaştırmak isteyen bölge devletleri de Sırp Kralı Lazar komutasında büyük bir Haçlı ordusu oluştururlar. Sultan 1’inci Murat, iki oğlu ile birlikte 20 Haziran 1389 tarihinde Kosova’da Haçlı ordusunu karşılar. Sekiz saat süren uzun bir savaşın sonunda Haçlı ordusu, kumandanları Sırp Kralı Lazar da dâhil imha edilir. Balkanlardaki Müslüman Türk hâkimiyeti bir kez daha çok net bir şekilde ilan edilmiştir…
Savaş meydanını gezen Sultan 1’inci Murat yaralılara su vermekte her iki tarafın ordusundan da askerlerin tedavisiyle bizzat ilgilenmektedir. Ancak yaralı bir Sırp askeri (Miloş Obiliç) kendisine yardım etmek için eğilen Sultan’ı sakladığı hançeri ile şehit eder. Suikasta uğradığı yerden derhal Otağ’a getirilen Sultan Murat Hûdavendigâr son nefesini burada vermiştir. Miloş Obiliç derhal idam edilir.
Sultan’ın naaşı Bursa’ya getirilmek üzere mumyalama (tahnit) işlemine tabi tutulur, iç organları Kosova Ovası’na defnedilir. Yeni Sultan, Yıldırım Beyazıt buraya babası için derhal bir türbe yaptırır. Bugün o türbe Meşhed-i Hûdavendigâr adıyla Başkent Priştine’ye yaklaşık 25 dakikalık mesafede Mazgit köyündedir.
Önemli bir ayrıntı olarak ayrıca Türk bayrağının, şehit kanları (Söylenceye göre Sultan Murat’ın kanının) üzerinde gece doğan hilâl ve yıldızın yansımasının düşmesi ile bu savaşta ortaya çıktığı iddia edilmektedir.
Bu arada Sırplar, Yugoslavya döneminde Miloş Obiliç’in adına Gazi Mestan Bey’in türbesinin hemen yanına dev bir anıt dikerler. Bu anıt aynı zamanda Sultan Murat’ın türbesinde de 2 – 3 km. kadar mesafededir.
 * * *
Kosova’da türbeye gidince, yaklaşık 170 yıldır Sultan Murat’ın kabrinin türbedarlığını yapan Buharalı Hacı Ali Bey’in ailesinden torunu Saniye Ablamızla da konuşma imkânımız oldu.
Saniye Hanım bize dedesinin rüyasında gördüğü bir işaret üzerine Buhara’daki (Özbekistan) Medrese Hocalığı görevini bırakarak o devirler henüz Osmanlı toprağı olan Kosova’ya Sultan Murat’ın türbesini korumak üzere geldiğini o gün bugündür aile fertlerinin bu türbeyi koruyup bakımını yaptığını anlattı. Düşünsenize Balkan Savaşı, 1’inci Dünya Savaşı, 2’nci Dünya Savaşı, Komünist dönem, Kosova’nın Bağımsızlık Savaşı ve daha pek çok olaya rağmen türbe, bu aile ile birlikte varlığını devam ettirebilmiş.
Sultan Murat Türbesi’ndeki Buharalı bu aile, 1854 yılında devrin Padişahı Sultan 1’inci Abdülmecit tarafından ayrıca görevlendirilmiştir. İlk türbedar böylece Buharalı Hacı Ali Bey olmuştur. Dolayısıyla da aile, kesin olarak 162 yıldır; yaklaşık olarak da 170 yıldır Sultan Murat Hüdavendigâr’ın türbedarıdır.
Saniye Abla, orada pek çok hikmetli söz söyledi bizlere, ama en önemlisi bence şuydu: “Bu türbe, Müslüman Türklerin Balkanlardaki tapusudur. Sizler gelip malınıza sahip çıkıyorsunuz!”
Biz oradayken NATO görev kuvvetinde vazifeli iki Müslüman Hırvat askeri de gelip türbede dua etti ki, bu bizleri daha da memnun etti.
Türkiye bütün varlığı ile bölgede kendini hissettiriyor. Diyanet İşleri Başkanlığı, TİKA ve Yunus Emre Enstitüleri canla başla çalışıyorlar.  TİKA yüzlerce eserimizi restore edip yeniden hayat vermiş.
Diyanet İşleri Başkanlığı gönderdiği imam ve hatiplerle Katolik kilisesinin misyonerlik çalışmalarına set çekerek hem dini eğitimi sağlıyor, hem de Türkçe’nin yaşamasına vesile oluyor. Çünkü Vatikan, özellikle Arnavutları Hıristiyanlaştırmak için Rahibe Teresa üzerinden yoğun bir propaganda sürdürüyor.
Yunus Emre Enstitüsü de açtığı Türkçe kurslarıyla yeni neslin Türkçe’yi öğrenmesini kolaylaştırıyor. Ayrıca Türk şirketleri de önemli başarılara imza atmışlar.
Ancak ne yazık ki şu iki hususa da değinmeden geçemeyeceğim:
Kosova’da Türkçe ciddi bir baskı altında. Hatta dediklerine göre eskiye göre çok daha fazla baskı görüyorlar. Türkler, kendi aralarında bile Türkçe konuşmaya korkar durumdalar. Yasal olarak değil belki ama moda tabiriyle söyleyelim “mahalle baskısı” yüzünden kendi aralarında dahi Arnavutça konuşmak zorunda kalıyorlar. Meselâ dükkânda Türkçe konuşarak alışveriş ediyorsunuz, o sırada içeriye yabancı biri giriyor diyelim, o az önce bülbül gibi Türkçe konuşan esnaf, bir anda Türkçe’yi unutuveriyor ve sizinle Arnavutça konuşmaya başlıyor. Bu nedenle devletimizin Kosova hükümetini acil olarak bu konuda uyarması gerekiyor. Din kardeşliğimiz mevzuu ne yazık ki hep Arnavutların lehine çalışıyor.
İkinci husus da Diyanet İşleri Başkanlığı’mızın onca çalışmasına rağmen Suudi Arabistan ve İran’ın bölgede ciddi bir mezhep taassubu hareketi gözleniyor. Kosova Hükümeti de bunun farkında ve önlem olarak da camileri namaz vakitleri dışında kapatmakta çareyi bulmuş. Ancak sanırım farkında değiller ama bu daha fazla tepki çekip, mütedeyyin insanları da uç fraksiyonlara yönlendiriyor. Laiklik yapalım derken insanları daha da katı hale getiriyorlar. Bu nedenle Kosova Hükümeti acil olarak Türkiye ile iş birliği içerisinde bu yabancı etkileri ortadan kaldırarak gerçek İslâm’ın bölgede varlığını devam ettirmesini sağlaması lazım. Yoksa sıkıntı yaşamaları uzak değil.
Şimdilik Kosova’dan bu kadar, devamı gelecek yazımızda…alptekin cevherli kosava

77 Yıla 77 Milyon Rahmet

 

 

sss10 Kasım’ın yani Mustafa Kemal Atatürk’ün vefatının üzerinden 77 yıl geçmiş. O zaman 17 milyonmuşuz, şimdi 77 milyonuz ama kaht- ricâlimiz daha fazla.

Ana sorunlarımız yüzyıl önceki gibi, çıkış yollarımız da aynı.. “Müslümanlık nerde! Bizden geçmiş insanlık bile..” diyen Mehmet Akif ile “Müslümanlardan kaçın; İslam’a sığının!” diyen Muhammed İkbal ölmüş mü yoksa ölmeyen tespitleriyle daha da diri mi yaşıyor aramızda?

Türk Milleti farklı bir millettir, bu milletin bireyleri de öyle.. Selçuklu’dan Osmanlı’ya geçişin mimarı Ertuğrul Gazi’nin babasından isimlenen ve kendisi de bir subay çocuğu olan Kayahan, pop şarkıcısıydı ama halk arabesk tınılarını tuttu:

“Asırlardır yalnızım..

                          Pişmanım, alın yazım..

                          Bir öfkeye mahkûm ettik her şeyi,

                          Bir yemin ettim ki dönemem.”

Aslında milletçe ‘içimizde yüzyılların yorgunluğu’ ve ‘asırların yalnızlığı’ var. Bu coğrafyada pişmanlık alın yazımız olmuş adeta ve öfke nöbetleriyle millî yeminler arasında kalmışız.

Öfkeye veya öfkeyle mahkûm ettirdiklerimizden biri de Atatürk. Ne O’nun kurdurduğu Diyanet gibi kurumlar bildi kıymetini, ne mazlum milletlerin derdine düşmesi gereken Müslüman cemiyetler. İşgallere karşı göstermedikleri direnişi maalesef hem Mustafa Kemal’e hem de Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı gösterdiler.

Madalyonun ters tarafından bakmayı severim. 13 yıllık AKP İktidarında İslam Dini de bizi biz yapan ortak değerlerden biri haline geldi. Sol parti ve fraksiyonların birçoğunda ya dini anlama ya da en azından karşısında olmama gibi bir yaklaşım benimsendi. Hatta dini daha doğru okuyan örnekler de çıktı zaman zaman. Ve çıkıyor da..

Ha bu arada Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün ortak değer olmaktan kısmen çıkması sözkonusu olsa da 2011’in 11 Kasım’ında yazdığımız yazıdaki iddiamız o kesim için halen sürmektedir; “Er yada Geç Atatürk’e varacaksınız”.

Başka çıkış yok, burası Türkiye; sonunda yine çağdaş uygarlık, laiklik ve demokrasi diyeceksiniz. Yaklaşık bir asır önce denenenlere döneceksiniz mecburen. Kul ile Allah, hukuk ile adalet, bayrak ile bağımsızlık, para ile refahın arasından çekileceksiniz en nihayet.

Osmanlı’yla Cumhuriyet’i barıştıracak, Sarı Gazi’ye dizdiğiniz iftiralardan dolayı helâllik dileyecek ve er yada geç aklı rehber edineceksiniz. Akılsızların Ortadoğu coğrafyası gibi kaynayan kazanlarda yaşama şansı yoktur. ‘O bizi kandırdı’, ‘bu bizi aldattı’ teraneleriniz bittiğinde Atatürk’ün omzuna yaslanacaksınız.

Hatta II.Abdülhamit’ten bile O’na yol bulacaksınız. Gözünü açanlar ve yoldakiler için şiir vasıtasıyla ayak da verebiliriz:

Tarihler ismini andığı zaman,
Sana hak verecek koca kahraman;
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en mucizevî liderine.”