Etiket arşivi: Musa

Kuru meyve sektörünü 3 milyar dolar ihracata ulaştıracak Ortak Eylem Komisyonu kuruluyor

Kuru meyve sektörünü 3 milyar dolar ihracata ulaştıracak Ortak Eylem Komisyonu kuruluyor

Türkiye’nin üretim ve ihracatında dünya lideri olduğu çekirdeksiz kuru üzüm, kuru incir ve kuru kayısının ana ihraç ürünleri olduğu Kuru Meyve Sektörünün, 2023 yılı için ortaya koyduğu 3 milyar dolar ihracat hedefine ulaşması için Tarım ve Orman Bakanlığı, Ticaret Bakanlığı, Türkiye İhracatçılar Meclisi ve Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçı Birlikleri Sektör Kurulu ortaklığında Ortak Eylem Komisyonu kurulacak.

Ege İhracatçı Birlikleri’nden yapılan yazılı açıklamaya göre; Ege Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Birol Celep ve Yönetim Kurulu üyeleri, Ticaret Bakanlığı ile Tarım ve Orman Bakanlığı Gıda Kontrol Genel Müdürlüğü’nü ziyaret ederek sektörel sorunları masaya yatırdı.

Ticaret Bakanlığı’nda İhracat Genel Müdür Yardımcısı Musa Demir Başkanlığında düzenlenen toplantıda kuru meyve sektörünün ihracatının arttırılması ile sorunlarına çözüm önerileri ihracat hedeflerine ulaşması için atılması gereken adımlar değerlendirildi.

Ortak Eylem Komisyonu kuru meyve sektörüne yön verecek

Ege Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Başkanı Birol Celep, başta çekirdeksiz kuru üzüm olmak üzere, kuru meyvelerde verim, kalite ve gıda güvenliğinin arttırılması gibi konularda yaşanan sorunların çözümü, ihracatın artırılarak devamlığının sağlanması için çalışacak olan Ortak Eylem Komisyonu’nun Türk kuru meyve sektörünün üretim ve ihracatına büyük katkılar sağlayacağını kaydetti.

Tüketici bilincinin gelişmesi ile birlikte sağlıklı ve kaliteli ürün olarak ön plana çıkan kuru meyvelere her geçen gün talebin arttığına dikkati çeken Celep, “Ürünlerimizi dalından tüketiciye ulaştığı tüm aşamalarında üreticinin, ihracatçının ve Bakanlıklarımızın üzerine düşen görevleri eksiksiz yerine getireceği bir ortamı hayata geçirmek istiyoruz. Bu sayede iç piyasada da, ihracatta da son tüketici ürünlerimizi gönül rahatlığıyla tüketirken, bizlerde ürünlerimizin ihraç edilen ülkelerden iade edilmesi riskini ortadan kaldırmış olacağız” şeklinde konuştu.

Ege Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Birol Celep ve beraberindeki heyet, Ticaret Bakanlığı’ndaki toplantı sonrasında, Tarım ve Orman Bakanlığı Gıda Kontrol Genel Müdürlüğü yetkilileriyle bir araya geldi.

Toplantıda, Tarım ve Orman Bakanlığı Gıda Kontrol Genel Müdürlüğü yetkilileri ile kuru meyvelerde verim, kalite ve gıda güvenliğini arttırmaya yönelik atılması gereken adımlarla ilgili değerlendirmelerde bulunuldu ve sektör talepleri iletildi.

Ankara temaslarına Ege Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Birol Celep, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcıları Gürcan Şen ve Mehmet Ali Işık, Yönetim Kurulu Üyesi Ahmet Bilge Göksan, Türkiye Kuru Meyve Sektör Kurulu Başkanı Osman Öz, Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Altındişli ve Ege İhracatçı Birlikleri temsilcileri katıldı.

Kuru meyve ihracatı 1.4 milyar dolara ulaştı

Türkiye’nin kuru meyve ihracatı 2018 yılında yüzde 8.5 ihracatla 1 milyar 279 milyon dolardan, 1 milyar 388 milyon dolara yükseldi. Söz konusu ihracatın 870 milyon dolarlık dilimini ise; Ege Kuru Meyve ve Mamulleri İhracatçıları Birliği gerçekleştirdi.

Almanya 178 milyon dolar ile en fazla kuru meyve ihraç ettiğimiz ülke olurken, İngiltere 164 milyon dolarlık Türk kuru meyvesi tercih etti. İtalya ise; 102 milyon dolarlık kuru meyve ihracatı ile üçüncü sıraya adını yazdırdı. Kuru meyve ihraç edilen ülke sayısı 143 oldu.

Türkiye’de Yahudi Ve Ermeni Düşmanlığı – II

 

“Türk odur ki; Müslüman bir anne babadan doğan, kulağına ezanla / kametle bir Müslüman ismi verilen, her türlü haltı yese de domuz eti yemeyen, mübarek gün ve gecelerde içmeyen, Cuma hassasiyeti olup arada bir kaçırsa da Cuma’ya giden, vatan – millet – din – devlet tehlikeye düştüğünde de kazma–kürek, balta–nacak alıp saldırana Türk derler. Bu tanım içerisinde ‘Hayır, ben Türk değilim’ diyecek bir Allah’ın kulu yoktur. Bu tanım içerisinde Hrank Dink Türk’tür, Orhan Pamuk Ermeni’dir; söylediğim cümleye göre.”

Türk tâbirinin kavmî bir tarif olmadığını bilen Yavuz Ağıralioğlu’nun ilginç tarifnâmesinde bile çaprazlamadaki olumsuz örnek Ermenilik kokar. Fakat asıl ihale Türkiye’de Yahudiliğedir. Zihniyeti, çıfıtlığı ve lânetliliği üzerinden oluşturulan olumsuz kanı bir asırdır yükselen bir grafikle genel kabul görmektedir. O kadar ki dünyanın bütün olumsuzluklarının arka planında onların varlığı dinî terminolojiyle desteklenerek seslendirilir.

Necip Fazıl demişmiş ya; “Yahudiler mi dediniz? Onlar, yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir” diye, bizim milliyetçi – muhafazakâr tayfa da yumurtası çatlasa veyahut ayağına taş çarpsa Yahudilerden bilir. Hem onların lânetlendiğini Kuran’dan duymuşmuş gibi aktarır hem de nerdeyse insanlığın kaderini Tanrımisal belirledikleri mitini yayarak üstün ırk nazariyesine bilmeden kovayla su taşır. Hâlbuki ikisi de Kur’anî değildir.

Ya nedir? Dünyada 15 milyon, Türkiye’de de 15-16 bin nüfusu olan din esaslı bu topluluğa Musevî denir. Kuran’da Beni İsrail olarak geçen İsrailoğulları yani Yahudiler ise bu din üzerinden milletleşen bir guruptur. Gerek Dünyadaki ve gerekse İsrail’deki toplam Musevî nüfus içerisindeki oranları 3’te 1 oranında olsa da kalan 3’te 2’yi de dinî milliyetçilik üzerinden Yahudi etnolojisine sokuşturmaya çalışıyorlar; biz de cehaletimizle destek oluyoruz.

2014’te Kocaeli Tarih Sempozyumu’nda Dr. Gerşom Qıbrısçı “Karaim in Nicomedia” başlıklı tebliğini sunarken Musevî bir Türk olduğunu söylediğinde onun hemşehrisi sayılabilecek bir tarih doçentimiz onun Yahudi olduğunu ve Türk olamayacağını beyan etti. İsrail nüfusu içindeki Etiyopya / Falaşa Musevîlerinin, Peru / İnka Musevîlerinin, Hindistan / Koçin Musevîlerinin, İtalyan / Romanyot Musevîlerinin, bizim Hazar / Karayit Musevîlerinin ve hatta Doğu / Mizrahî Musevîlerinin (Arap, Fars, Dağlı, Kürt, Tat, Gürcü..) dil ve kültürlerini yok sayarak yalnızca inanç tercihleri üzerinden tek tipleştirmek ne menem bir düşüncedir.

Yakın zamana kadar Türk Musevî Cemaati olarak bilinen Türkiye Hahambaşılığı’nın 3 yıl önce Türk Yahudi Toplumu adını alması da bu minvaldedir. Oysa kültürel kökeni hakkında Müslüman Türk’ün ne kadar konuşma hakkı varsa Ortodoks yada Musevî Türk’ün de o kadar konuşma hakkı vardır. İnsanlara kimliklerini ürün etiketi gibi başkaları barkodlayamaz. Bu, Sabataycı diye bilinen Avdetîler için de geçerlidir. İçlerinde iyisi de olur, kötüsü de; Kurtuluş Savaşı’nda ihanet edeni de olmuştur, Millî Mücadele için canını koyanı da.. Tıpkı Türkmenler, Lazlar, Yörükler, Çerkezler, Tatarlar, Kürtler gibi.. Milletine mensubiyet duyan koştu geldi, karakterinde defo olan Yunan’la bile anlaştı.

Neymiş; Türkçülüğün kitabını Moiz Kohen (Tekin Alp) yazmış; ‘Türk Ruhu’. Neymiş Mustafa Celâleddin Paşa (Konstantin Borzecki)  150 yıl önce ‘Eski ve Yeni Türkler’in tarihini yazmış. Bu adamların Hz. Musa’ya inanmaları niye milliyet şuurlarına ve bu meyanda beyanlarına engel teşkil etsin?! Biz Müslümanlar olarak Türklüğümüzle övünüyoruz da onlar 5 bin yıllık bir nehir olarak akmakta olan Türklükle ilgili niye kelâm edemesinler?!

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde baştacı ettiğimiz bu insanlar Siyasal İslam’ın ‘bi camide, bi kahvede’ anlattıklarıyla Şeytan’ın asker arkadaşları algısına aktarılmış.  Oysa Şeytan bu ilahî senaryoda kötü karakteri simgelemektedir; kökeni değil. Dahası yaratılış malzemesine bakarak azan / sapan Şeytan’sa ve “Herkes kendi karakterine göre hareket eder” âyeti varsa bu milliyet, soy-sop işlerinde dikkatli olmak lâzım gelir. Yoksa ensar’üş-şeytan; şampiyon!

 

Kudüs… Ey Kudüs

Kudüs… Ey Kudüs

         “Seni unutursam, ey Kudüs
Sağ elim hünerini unutsun
Eğer seni anmazsam
Dilim damağıma yapışsın”

      MEZMUR-137

tamer uysalKudüs Ey Kudüs yaklaşık 4 yılda yoğun çaba ve araştırmayla ortaya çıkmış, Kudüs ve İsrail-Arap sorunu üzerine yazılı en kapsamlı kitaplardan birisiydi. Fransız ve Amerikalı gazeteciler Dominique Lapierre ve Larry Collins tarafından kaleme alınmıştı.

Üç tek tanrılı (semavi) dinin merkezi Kudüs tarih boyunca nice “kutsal savaş”lara sahne olup üzerine sayısız kitap yazılmıştır. Ulusların yolları ve tanrı kelamı kavşağının tarihine ışık tutan ve ABD, Almanya, Fransa vs. gibi ülkelerde çok satan kitapta Kore Savaşını da izlemiş Lapierre ile Ortadoğu’daki toplumsal dönüşümlerin yakın tanığı Collins  Ortadoğu, Avrupa ve Amerika’da 250 bin km yol katedildiğini ve 2 bin kişiyle konuşulduğunu belirtiyorlardı. 20 araştırmacı 500 kg belgeyi inceleyip 6 bin sayfa doküman hazırlayarak önemli bir kaynak ortaya koymuştu… 091120165884

Talmud (ibranice lamad) öğrenmek sözcüğünden gelir. Uzmanları hahamlar, hukuk doktorları, dağılmış topluluğun unutulmuş parçaları olarak yüzyıldan yüzyıla yaşamaya devam ettiler. Yoksul hayatlar dinsel kurallara göre düzenlenmişti. Torah yani yasaların, öğretilerin ayetleri ezberlenmiş ve talmud metinleri kuşaktan kuşağa aktarılmıştı.

Kutsal saydıkları Süleyman’ın yaptırdığı tapınağın kalıntısı olan ağlama duvarı 2 bin yıldır yeryüzünün bütün Yahudilerinin ona dönüp dağıldıklarına gözyaşı döktükleri yerdi. Öte yanda ise Kudüs’te Muhammed’in beyaz kısrağı üstünde gökyüzüne yükseldiği Hazreti Ömer Camii bulunuyordu. Mekke ve Medine’yle birlikte İslam’ın da en kutsal yeriydi Kudüs.

Kudüs tarih boyunca dökülen kanlarla lanetlenmiş gibiydi. Eski Yahudi tapınağının mihrabında hayvanlar kurban edilirdi. İsa burada çarmıha gerilmişti. İnsanlar buradaki duvarların diplerinde canlarını vermişlerdi.  Din adına burada cinayetler işlenmişti. Davut ve firavun, Sebnaşerib ve Nabukadnezar, Herod ve Ptolome… Titus ve Godefroy de Babullion komutasında haçlılarla Timurlenk ve Selahattin-i Eyyubi’nin askerleri… Türkler ve Allenby yönetimindeki İngiliz askerleri… Hepsi karşı karşıya gelmişlerdi.   filistin

Geçmeli Kubbeler, minareler, sur mazgalları, çan kuleleri ile rengarenk bir anıtşehirdi Kudüs. Oysa Yeruşalayim eski İbrani dilinde “barış şehri” anlamına geliyordu. İlk yerleşim bölgesi dalları evrensel barışı simgeleyen Zeytinlik Dağı yamaçlarıydı. Davut şu sözlerle yüceltmişti onu: “Kudüs’ün barış içinde yaşamasına dua edin”…

Yahudilerin asıl anayurdu Mezapotamyadaydı. Buradan kovulan İbraniler Musa yönetiminde dönüp Jedée (Yahuda) tepelerinde ilk devletini kurmuşlardı. Ancak Davud ve Süleyman yönetiminde 100 yıl kadar dayanabilmişlerdi. Asur, Babil, Mısır, Yunan ve Romalıların egemenliği altına girdikten sonra tapınakları yıkıldı. Bizans imparatoru 2.Teodosyüs ırkçı görüşle Yahudileri ayrı bir ulus varsaydı. Frank kralı Dagobert de Galya’dan onları kovmuş, 4.yy da ise Bizans İmparatoru Heraklius zamanında haçlılar  Deus Vult “Tanrı İstiyor” diyerek kılıçtan geçirmişti.

Yaşadıkları ülkelerde Yahudilere mal edinme hakkı pek tanınmazdı. Papalık para ticaretini yasakladığından tefeciliğe yöneltilmişlerdi. Kilise ortaçağda onlarla bir arada yaşamayı yasakladı. 1215’te 4.Latran konsili belli bir işaret -10 emri ifade eden rozet- taşımaları kararıyla ırkçılığı doruğa vardırdı. Fransa ve Almanya’da bu  sarı renkte bir O harfi olmuştu. Naziler ise gaz odalarına gönderecekleri Yahudileri sarı yıldızla belirlediler.KudüsünPlanı

İngiltere ve Fransa’dan sınırdışı edildiler. Veba gibi hastalıkları taşımak, çocukları öldürmekle suçlandılar. Normal hayat sürebildikleri tek yer İspanya oldu. Ancak 1492’de Kristof Kolomb’un yeni keşiflere çıktıkları yıl İspanya kraliçesi İsabella’in hıristiyan kilise ile işbirliği yapmasıyla buradan da kovulmuşlardı.

Prusya’da, İtalya’da da Yahudilere çeşitli yasaklar uygulanırdı. Talmud’u bulundurmak suçtu. Venedik’te Yahudiler Ghetto Nouvo “Yeni Dökümhane” denilen bir mahallede yaşamaya zorunlu tutuldu. Böylece evrensel sözcük haznesine katkıda bulunmuştu.

Filistin’de Yahudilerin oturduğu ilk yerleşim yeri 1860’ta kuruldu. Polonya’da kazak isyanı sırasında 100 binden fazla Yahudi soykırıma uğradı. Rusya’da Çar 2.Alexandre’nin ölümünden sonra halk tarafından resmen kıyıma teşvik edildiler -böylece yılgı ve ölüm anlamında Pogrom sözcüğü de doğdu- ve 1881-82 programından sonra Filistin’e göçmen dalgası hız kazandı. Reuven Shari, David Gryn da bunlar arasındaydı. Gryn Romalıların Kudüs’ü kuşattıkları sırada orada bulunan bir yahudinin adını almıştır: “Ben Gurion” aslan yavrusu demekti…

1885 yılında Theodor Herzl Yahudi düşmanlığı denen volkanın asla sönmeyeceğini ve ulus devletler yüzyılında gelişen milliyetçiliğin kurbanı olan Yahudilerin de ancak ulus olarak hayatlarını sürdürebileceklerini ifade eden bir görüşün tohumunu atıyordu. Dini siyonizm siyasi siyonizm olarak 100 sayfalık bir manifestoyla gerçekleşecekti adını da yine Herzl koyuyordu: “Der Judenstaat” yani Yahudi Devleti. mescidiaksaks2

Sion ibranice “seçilmiş” anlamına gelir, siyonizm ise Kudüs’teki Sion tepesinin adından geliyor. Siyonistlerin Yahudileri eski ülkelerinde toplama isteği ile 25 yy dır İsrail halkının Kudüs’le ilgili umudu…

İlk siyonist kongre 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde toplandı ve uluslar arası yürütme kurulu belirlendi. Ulusal fon oluşturuldu. Filistin’de toprak satın almak için bir banka kuruldu. Bayraklarıyla ulusal marşlarını kabul ettiler.  Mavi-Beyaz renkler Yahudilerin  dua ederken omzuna taktıkları geleneksel ipek şal Taleth’in renkleriydi. Marşları ise simgeseldi, umut anlamına gelen Hatikvah’tı. Aynı gün akşam Herzl deftere şunları not etmişti: “Basel’de yahudi devletini kurdum. Bunu şimdi yüksek sesle söylesem evrensel bir kahkaha tufanına yol açabilirim. Belki beş yıl sonra ama kuşkusuz elli yıl sonra herkes için kesin bir gerçek olacaktır bu”…

1922 yılında Milletler Cemiyeti tarafından İngilizlerin manda yönetimine girmişlerdi. İngilizler için bu topraklar Ortadoğu’da istedikleri politikayı uygulamak için gerekli idi. Böylece İngilizleştirilmiş petrol yataklarıyla Times Nehri ve Süveyş kanalı arasında köprü kurulacaktır. 5 yy süren Türk egemenliğinden sonra Yahudiler İngilizler tarafından Filistin topraklarına getirilecekti.

29 Kasım 1947’de BM’ye bağlı 56 ülke New York banliyösü Flushing Meadows’ta toplandı. Filistin’i arap-yahudi diye ikiye bölecek  kararı alıyorlardı. Sözde 30 yıllık savaş sona erecekti. Ama umutsuzluğun kalemiyle çizilen bu paylaştırma haritası katlanılabilir bir ödünler ve kabul edilemeyecek kepazelikler karışımıydı. Kurulacak Yahudi devletinin topraklarının çoğunluğu ve neredeyse nüfusunun yarısı arap olduğu halde Filistin’in yüzde 57’si Yahudilere bırakılıyordu. Eski çağlardan beri Filistin’in bütün siyasal, ekonomik ve dinsel yaşamının çevresinde döndüğü Kudüs şehrinin yönetimi ise BM’in denetimine bırakılıyordu.  Ne Arap ne de Yahudi başkenti olmayacaktı.

2 Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour bankacı Walter Rothschild’e yazdığı “majestelerinin hükümeti” şeklinde bir hitapla başlayan mektupla Filistin’de kurulacak bir devlete ışık yakıyor ve nazi kıyımından kaçan 4554 yahudi “exodus” adlı bir gemiyle Filistin topraklarındaki bir bölgeye yerleştiriliyordu. Oysa hrıstiyan Avrupanın batı emperyalizminin baskılarına karşılık Osmanlı Devletinin kapı açtığı Yahudilerle Araplar İspanya’daki Endülüs Emevi devrinden bu yana hep barış içinde yaşamışlardı. İngilizler hak sahibi olmadıkları halde Filistin topraklarını ipotek altına alıyorlardı.

Filistin’in paylaşılmasında en fazla çabayı gösteren ABD’ydi. Bu ülkenin etkili Yahudi cemaatinin oy baskısıyla politikacılar göçle devlet kurulması yönündeki kampanyalara kayıtsız kalıyorlardı.

İlk aşamada 1.200.000 araba karşılık 250 bin yahudi bölgeye yerleştirildi. Başkan Truman BM’den Filistin’in paylaştırılması yönünde karar çıkması için Fransa’yı Amerikan yardımlarını kesmekle tehdit ediyor hatta Yunanistan, Liberya, Haiti, Filipinler bile evet oyu kullanılması için baskı görüyorlardı.  fil3

Emmanuel Cellar adlı bir ABD parlamento üyesi Başkan’a telgraf göndererek Yunanistan gibi direten ülkelerin yola getirilmelerini istiyordu. Aynı baskı Filipinlere de yapıldı paylaşım için olur istendi. Yüksek mahkemenin iki yargıcı Filipinler Devlet Başkanına “paylaştırmaya karşı çıkma kararında diretirse ülkesinin milyonlarca Amerikalı dost ve taraftarını kaybedeceğini” bildirmişlerdi. Öte yanda Liberya’da Harvey Fireston 400 kauçuk çiftliği sahibiydi, yatırımları vardı. Liberya ürünlerinin boykot edilmesiyle tehdit edildi. Haiti Cumhuriyet Başkanı ikna edilmeye zorlandı, bir Haiti temsilcisi Harlem’de siyonist ajanlarca kovalandı. Kudüs müftüsünün yeğeni Cemal Hüseyni ise 29 Kasım 1947’deki oylamada paylaşım yönünde karar alınırsa Yahudilerle savaşacaklarını açıkladı.

Siyonist marşı Hatikvah paylaşımla zafer edasında söyleniyor Dave Rothschild gibileri de barlarda kendince zaferlerini Le Şayim (şerefe) diyerek kutluyorlardı. İsrail Devletinin kurulmasıyla Tel Aviv dünyanın ilk Yahudi şehri olarak karnaval havasındaydı. 14 Mart 1948 günü İngilizler Kudüs’ten ayrılıyor, Yahudi devleti kuruluşunu ilan ediyordu. 3 bin yıldan bu yana ataları pek çok işgalcinin gidişini görmüşlerdi. Asurlular, Babilliler, Persler, Romalılar Haçlılar, Araplar ve Türkler gibi sıra İngiliz askerlerine de gelmişti…

İngiliz Sir Henry McMahon’la en büyük Müslüman yetkili Mekke Şerifi arasında 8 mektupluk yazışmayla Almanlarla müttefik olan Türklere baş kaldırılması istendi. Güya Araplara 1.dünya savaşından sonra büyük bir bağımsız devlet kurdurulacaktı. İngilizler ve Fransızlar 1917 yılında gizli bir anlaşma yapıp Araplara verilecek toprakları Fransa’ya devretti. Araplar buna bozulmuşlardı. Sir Mark Sykes ile Charles Picot arasında Moskova’da yapılan bu pazarlık bolşevikler iktidara geldikten hemen sonra açığa vurulmuştu. Akabinde Araplar Şam ve Suriye’den Fransızlar tarafından kovulunca hedeflerini İngilizlerin hainliğinden siyonistlere yöneltmişlerdir.

1925 yılında Filistin’de ulusal Yahudi yuvası kuruldu. Siyonist yönetici Hayim Weizman 14.büyük kongrede yaptığı konuşmada arap sorununu belirleyip siyonizmin basit bir dinsel hareketten bir doktrine dönüşmesine toplumsal disiplin haline getirilmesine yol açmıştı. İlk siyonistler Marksist etkilerle toplumsal demokrasi ve felsefe geleneğinde bir devlet kurmak istiyorlardı.  19.yy sosyalistlerinin ütopyası Filistin’de daha önce kurulan kazma ve tüfekli kibbutzlarla (kolektif çiftlikler) uygulamaya geçirilmişti. Yahudi işçi sınıfı oluşturularak bu çiftliklerde iskan sağlandı. Çoğunluk Beyrut’ta yaşayan büyük toprak sahibi olan Araplardan toprak satın alınarak yapıldı ve Yahudi emekçilerinin genel konfederasyonu Histadrouth’un temeli atıldı.

Topraklarından atılan işsiz kalan Araplardan çok geçmeden kent proletaryası oluştu. Bu kitle başta ilkel ve içgüdüsel tepki gösterebiliyordu. Sadece geleneksel kaderci bir tutum içindeydiler örgütlenmelerini sağlayacak ulusal istekleri yoktu ve sanayi devrimini tamamlayamamış bir dünyada sömürge halklarının örnek sorumsuzluğuyla yaşıyorlardı.

Filistinli Araplarda önceleri önemsenmeyen Yahudi istekleri düşmanın örgütçü yanı, canlılığı ve amaçlarını geliştirmekle ilgili inanç karşısında çok geçmeden üzüntü, kuşkuyla nefrete dönüştü.  İngilizlere karşı sadece 1920, 1929 ve 1935-36’da ayaklanmışlardı…

Kudüs Müftüsü Muhammet Sait Hacı Emin el Hüsseyni ise 1929’dan beri Filistin’de Arap lideriydi. Berlin’de 4 yıl kaldıktan sonra 6 Nisan 1945’te Almanya’nın yenilgisiyle bu ülkeyi terk etmiş bir zamanlar Türk ordusunda da subay olarak yer almışsa da daha sonra İngilizler hesabına Filistin’de ajanlık yapmaya başlamıştı. Ancak İngilizlerin ihaneti ve Filistin’e Yahudi göçüyle gerçek eğilimini buldu. Kenar mahallelerde, çarşı ve köylerde örgütlenmeye, ayaklanmalara yöneldi. Gıyabında mahkum oldu, Ürdün’e geçti.  Döndüğünde listede olmadığı halde yine İngiliz Yüksek Komiserliğince boşalan Kudüs müftülüğüne atandı.

Ardından Yüksek İslam Kurulu Başkanlığı’na da seçildi ve dinsel fona yatırılmış parayı kullanma yetkisi kazandı.  Mahkemelerde, camilerde, okullarda, mezarlıklarda söz sahibi oldu. Aydınlara karşı  mesafeliyken yandaşlarını bilgisizlik kalelerinden, mahalle ile köylerden toplamayı yeğledi. 24 Eylül 1928’de halkı dinsel bağnazlığı güçlü bir protestoya çevirmeyi başarmıştı, Yom Kippour bayramında ağlama duvarında ibadet eden Yahudileri Muhammet’in gökyüzüne çıktığı yeri ele geçirmekle itham etti…

1929’da Cihad-ı Mukaddes ilanı uygulamaya geçirildi. 16 aylık bir grev başladı ve  ayaklanmaya dönüştü. Filistinli Araplar arasındaki başlayan iç savaşta 2 bin arap öldürüldü. Birçoğu İngilizce konuşan ve müftünün otoritesine boyun eğmeyecek kişilerdendi. Büyük toprak sahipleri, tüccar, öğretmenler ve memurlardı ya da otoritesine karşı çıkacak olan büyük ailelerden Naşaşibiler, Halidiler ve Dacanilerdi. Rakipler birbir temizlenmeye suikastlerle kardeş kardeşi yok etmeye başlamıştı. Araplar araplara kırdırılmıştı.

Buna karşılık Yahudi cemaatinde genç şefler ve birgün Filistin’deki en büyük güç olan toplumsal kuruluşların sayısı artarken Hacı Emin arapları aynı kaynaklardan yoksun bırakmıştı. Dinsel bağnazlık taşkınlığıyla akıl yolu boğazlanıp ülkenin en seçkin kişileri birbir cahil köylü tüfekleriyle yıldırılınca koca bir şef olacak nitelikteki kuşak korku ve sessizliğe itildi.

Berlin’den Fransa’ya gönderilen müftü Hacı Emin’in siyonist davasına  yakın Fransız başbakanı Léon Blum ve Amerikalı siyonistlerle pazarlığı sonucu 29 Mayıs 1946’da Suriye pasaportu ve sahte Amerikan askerlik belgesiyle ayak bastığı Kahire’den o zamana kadar gelinen nokta buydu. Yahudilerle Amerikalılar arasında yapılan pazarlığı Fransız dışişleri bakanı Georges Bidault bozmuştu teslim edilmesine karşılık Fransa’ya vaat edilen ABD yardımına rağmen müftü Fransız topraklarından çıkarıldı. 12 yıl sonra Fransız gazetesi Paris Press  kaçışa göz yuman ve Nürnberg savaş suçluları mahkemesinde yargılanmaktan kurtulan müftü için Fransa’nın Kuzey Afrika’da durumunun ve rolünün destekleneceği sözünü aldığını  açıklamıştı.

Müftü müttefikler arasında bir pazarlık konusu haline gelmişken yahudi tarafı ise günden güne güç kazanmaktaydı. Yahudiler Haganah adlı bir harekat birliği kurmuşlardı. 2.dünya savaşında yenilen Almanların Afrika’da kalan mühimmatını toplayan Haganah silah yönünden oldukça güçlenmişti. Ayrıca Hayim Slavine çok güçlü bir patlayıcı madde olan trinitrotolüen hazırlayıp ABD’deki ünlü ve zengin Yahudi ailelerle Ben Gurion arasında bağlantının kurulmasını sağlıyordu.

Sanenborg adlı bir enstitü kurulduktan sonra silah imalatında kullanılacak hurda makinalar toplandı.  Harlem’deki bir karargahta bu hurdalar silahlara dönüştürülüp parçalanarak İngiliz gümrükçülere bir izin belgesiyle tekstil makine parçaları deyip Filistin’e sokulması sağlandı.  Özellikle kibbutzlarda ve köylerde Haganah’ın çağrısıyla genç yahudiler de izcilik adı altında örgütlenip (Gadna) askeri eğitim alıyorlardı.

Yahudilerden iki kat fazla olan Filistinli Araplar önceleri bu gelişmelere pek aldırış etmemişlerdi. Çünkü silah bakımından beslendikleri kaynaklar çoktu. Gerilla savaşına alışkındılar bedevi soyundan gelme yeteneklerden birisi de oydu. Ancak disipline olmamak ve bilgisizlik önemli eksikleriydi.

Gelecekte Filistin’de kurulacak olan bir devletin başına geçme  planı kuran Hacı Emin El Hüsseyni ise Cihadı Mukaddes Savaşçıları adlı bir ordu teşkil etti ve Kudüs’teki dağınık köylüleri birleştirmeyi hedefledi. Futweh adlı gençlik hareketi bu orduya bağlanmıştı.

Filistinli Arapların komşuları da kendi soyundan arap devletleriydi ancak Ortadoğu’daki iki ülke Suriye ve Lübnan birer Fransız tipi parlamenter cumhuriyetti,  Suudi Arabistan, Yemen ve Ürdünlüler feodal devletlerin aşiret yapısında yaşıyorlardı. Mısır ile Irak’ta ise İngiltere’yi andıran belli belirsiz meşruti krallıklar bulunuyordu ve Kahire’yle Bağdat halifeleri de anlaşamıyorlardı. Ayrıca Irak’ın  Suriye, Suriye’nin de Lübnan toprakları üzerinde gözleri vardı. Filistin tamamen bu sorunların üstündeydi tabii üstelik Mısır’ın Süveyş Kanalı nedeniyle İngilizlerle bir meselesi de söz konusuydu…

Yahudiler arasında Roma kralı Antiochus’a başkaldıran Maccabe kardeşlerin zaferi için geleneksel Hanoukka (ışık bayramı)  kutlanırdı. Geceyi aydınlatmak için sırayla 8 ışık (menorahlar) yakılırdı. Maccabe mezarlarından Kudüs’ün merkezine meşalelerle dans ederek yürünürdü. 800 metrelik 5 dakikalık bir yürüyüştü bu ve Yahudiler için tehlikeliydi.

Aslında araplarla yahudiler arasında geleneksel dostluklar sözkonusuydu.  Örneğin İslam din adamlarına beslenen saygı yeshiva’lara yani din adamlarının toplandıkları yerlere kadar yaygındı. Sevkoth’da (klübeler bayramı) yahudiler sonbahardan kış mevsimine girdiklerinde törenlerde toz bademler sunar araplar da  paskalya sonunu kutlamak için onlara ekmek ve bal getirirlerdi. Oysa geleneklerine bağlı Kudüslü Yahudilerle Siyonist yöneticiler arasındaki ilişkilerse genellikle gergin olurdu. İngilizlerin nefret edip arapların çok çekindikleri İrgun adlı gizli siyonist örgüt yahudi topluluğunun büyük çoğunluğunca benimsenmemişti.  Zwai Leoumi’nin bir hücresinin üyelerinden oluşan bu teşkilat Vladimir Jabotinsky adlı tutucu bir siyonistin görüşleriyle yönetiliyordu ve amaçları kutsal kitapta sözü geçen İsrail devletinin bütün topraklarını ele geçirmekti.

Yahudiler Hayim Weizman’ı dostu Harry S.Truman’a gizlice gönderdiler ve üç konuda yardım istediler: Silah ambargosunun kalkması, Filistin’e göç ve paylaşım kararının desteklenmesi. Truman’ın eski iş ortağı Eddie Jacobson aracılığıyla da ilişki kurdurulup desteği sağlandı.

BM paylaştırma kararını silahlı kuvvetlere bırakmıştı.  Fransızlarla İngilizler 150 yıldır bölgede üstünlük kurmak için birbirleriyle çatıştıklarından İngilizler buna yanaşmadı.  Fransa’nın ise zaten Çin Hindi’nde sorunları vardı ve orada savaşıyordu. ABD Rusların varlığını da Ortadoğu’da istemiyordu. Yahudi devletini başta açık açık tanımamaktaki asıl nedeni Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da kazanacağı egemenlikti.

İrgun komandoları araplara saldırıp katliamlara girişmeye başlamıştı. Kadınlar bile ırzlarına geçilip çocuklarıyla beraber öldürülüyor patlayıcı maddelerle direniş gösteren bütün evler havaya uçuruluyordu. Deir Yassin Yahudi devletinin vicdanını rahatsız etti ve Filistin halkının bitmeyen felaketlerinin adeta simgesi oldu.

Kudüs’le ilgili kararlarda batılılar hristiyan ve Müslüman inancıyla bağını ileri sürüp Yahudi isteklerini arka plana iter görünüyordu. Belçika, Hollanda, Fransa hatta ABD böyle düşünüyordu. Arap-Yahudi çatışmalarını önlemek için daha sonra üç ülke Belçika, Fransa ve ABD ateşkeste arabuluculuk üstlendi.

Öte yandan Arapların yaşadıkları ülkelerden gelen aydınlar, öğrenciler Şam’ın güneyindeki vadide bir kampta çeşitli zorluklar altında toplandılar. Başlarında adamlarıyla birlikte çete reisleri ile bazı gönüllüler de vardı. Otorite ve gerçek subaylardan yoksundular beslenmeleri donatılmaları ise büyük sorundu.

Nazilerin patlayıcı madde eğitimi verdiği Abdülkadir, müftü tarafından küçük bir partizan grubunun başına getirilmişti. Araplar arasında müthiş otorite boşluğu vardı ve 3 bine yakını Kudüs’te savaşıyordu. Yarıdan çoğu müftünün yandaşıydı. Geri kalan 600 kişi Iraklı eski polislerle Lübnan asıllı polis müfettişi Münir Ebu Fadıl komutasındaki eski polislerden oluşuyordu. Düzenli arap orduları yetişmeden ciddi hedefler elde etmeyi planlayan Yahudiler İngiliz mandası Filistin’i terk edince aldıkları kararla hemen Arapların yaşadıkları bölgeleri boşaltmalarına yol açtı. Böylece tarihteki Filistinli mülteci trajedisinin ilk adımı gerçekleşiyordu. 20.yüzyılın en önemli siyasal olaylarından birisi gerçekleşmek Siyonist hareket Yahudi halkı inatla istediği için devlet kurmak üzereydi.

Balfour bildirisine “İsrail Devleti” diyerek başlayan David Ben Gurion, Tinsel, dinsel ve ulusal yanlarının Filistin topraklarında doğduğunu belirterek ulusal özgürlüğün kurulması ve yahudilerin yüzyıllar boyu atalarının varsaydığı topraklara dönmek için çalıştıklarını ifade ediyordu. Balfour’da Araplara ve bütün dünyaya çağrı yapan Gurion yeni İsrail devletinin 3 ilke üzerine kurulacağını açıklayacaktı: Özgürlük, adalet ve barış!..

Geçici kurul 14 Mayıs 1948 tarihli geçici kurulda bağımsız İsrail Devleti’ni ilan etmişti. 200 bin kişilik Mısır ordusu hemen harekete geçti. Kahire El Ezher Camii İmamı “kutsal savaş saati çaldı” diyordu. Hacı Emin’in sözcüsü Ahmet Şukeyri bütün Araplara Yahudi devletini hedef gösteriyordu. Şam’dan Suriye Ordusu tugayı Galile’ye, Lübnan ordusu Yahudi yerleşim merkezlerine saldırdı. Mısır Gazze’ye girmişti. Hristiyanlar için Kudüs önemliydi. Pentecôte Pazarı (paskalyadan sonraki yedinci Pazar) Ruhül Kudüs’ün havariler üzerine inişini kutlayan hristiyan bayramıydı. İnanışa göre Tanrı insan suretinde yeryüzüne inmişti…

Mısır birlikleri iki koldan ilerliyorlardı. Kıyıdan başkomutanları general Muavi komutasındaydılar.  Silah temin etmekte güçlük çeken İsraillilerin Negev tugayında sadece 800 askere karşılık 2 adet 20 milimetrelik top,  10 mermilik 2 davitka bulunuyordu.  Mısır kuvvetleri ise bombardıman uçak filosu destekli 10 bin askere, tank alayına ve 88’lik toplarla donatılmış alaya sahipti.  Kuzeyde Suriye ordusu 3 kibbutzu ele geçirmişti. Kudüs ise kanlı çatışmalara sahne oluyordu. Yüzyıllarca komutanların karşılaştıkları Kudüs’ün Latrun tepeleri şimdi de Yahudilerin yardımına koşmak için gelecek olanlara karşı arap mevzilerinin kontrolünde direnecekti.

Halife Ömer’in komutanlarından İbni Cebel yabani nanelerin kokulara boğduğu bu tepelerde dinlenme yolunu seçmişti. Aslan yürekli Richard’ın yaptırdığı ve daha sonra Selahattin Eyyübi’nin yerle bir ettiği kale yıkıntıları da buradaydı. Araplar Türklerin yıllar önce Allenby’in İngiliz ordusunu püskürtmeye çalıştığı siperleri temizleyip açarak yerleştiler. Yamaçlar mayınlar, dikenli tellerle kaplıydı. Tanksavarlar silahlarla korunuyordu. 3 makinalı vickers silahı  namluları ovaya dönük beklemekteydi.

Amerikan yahudisi albay David Marcus Amerikan ordusu hesabına savaşırken Normandiya çıkarmasıyla  Avrupa’daki bazı yerlerde de bulunmuştu. Gurion Latrun’u alıp Kudüs’ü açma görevini ona verdi. Judas Maccabée’den sonra  general rütbesi verilen ikinci kişiydi. Yahudi Haganah subayları kutsal kitaptan alıntıyla harekatın adını koymuşlardı: “Ben Nun” yani Ayalon vadisinde güneşin batışını durdurmak ve İsrail’in hasımlarını yoketmeyi gün ışığında tamamlamak…

30 Mayıs gecesi Ben Nun harekatının ikincisi Latrun’daki arap mevzilerinin dövülmesiyle başladı. Bedevi topları, Mısırlı Abdülaziz’in bataryaları ise Yahudi kesimini kasıp kavuruyordu. Kudüs bütün çarpışmalar boyunca kayıplarla ilgili bir karşılaştırma yapılacak olsa nazi bombardımanında Londra halkının verdiğinden beş kat fazlasını yaşamıştır. New York Times’ın muhabiri Diana Adams Schmidt 2.dünya savaşında röportaj yaptığı 4 yıl sürede tanık olduklarından daha dehşet verici bir tabloyla karşılaştığını belirtecekti.

Filistin halkı açlık ve susuzluk felaketiyle karşı karşıyaydı. Kudüs kuşatmaları boyunca halkın imdadına hep koşan hubeyza otları da kurumuş asma yaprakları haşlanıp karınlar doyurulmaya çalışılıyordu.  İsrail ordusu 3 kez Kudüs yolunu açmayı denedi. Haganah’ın Latrun’da uğradığı üç yenilgi haberi ulaştığında şehri kasvetli bir hava sarmıştı. Ölüm, açlık ve umutsuzluk kaosu arasında söylenti haline gelen bu haber Kudüs’ün sokaklarına yayılıverdi. BM arabulucusu Kont Bernadotte’nin çağrısıyla  30 günlük süre için ateşkes ilanı resmen açıklandı (Kudüs gökleri üst üste 26 gün açlıkla ve arapların top gümbürtüsüyle çınlarken Latrun tepeleri 19 yıl süreyle arap lejyonu elinde kalacaktı)…

Kral Abdullah Kudüs’e geldi. Kudüs’ü kurtaran arap lejyonu komutanı Abdullah Tell’e albay rütbesine yükseltildiğini bildirdi.

Ben Gurion BM ateşkesiyle 30 günlük solukalma fırsatı tanınmasını arapların ateşkes kararını kabul etmelerini büyük bir hata olarak görüyordu. Çünkü Ehud Avriel’in Çekoslavakya’dan gönderdiği silah yüklü gemi yola çıkmıştı, Meksika’dan gelen silah dolu başka bir şileple de Yahudiler daha da güçlenmişti. Bernadotte ateşkesin uzatılması için yeni bir girişimde bulundu ancak İsrail tarafı bunu kabul etmek için artık neden görmeyecekti. İsrail hava kuvvetlerine ABD’den satın alınan bir uçan kale sayılan B-17 bombardıman uçağı da katılmıştı. Irak ve Mısır’ın orduya kattıkları 10 bin asker dışında Arapların askeri gücünde bir değişiklik olmadı. İsrailliler ilk kez silah üstünlüğünü ele geçiriyordu…

Çarpışmalar yeniden başladığında araplar korkunç gerçekle karşı karşıya kaldıklarını anladılar. İsrail ordusu tüm cephelerde saldırıya geçecekti. Moşe Dayan komutasında birlikler Lod’u ele geçirdi. Araplar şehirden göç etmeye başladı. Nazaret ve Ramleh düşmüştü.

16 Temmuz Cuma günü gece yarısından hemen sonra Nabukadnezar’ın Kudüs surlarına saldırmasının 2500. yılında Kedem (ilkçağ) adını verdikleri silahla Yahudiler Kudüs’ün surlarını delecek ve 2 bin yıl sonra ilk kez şehri elegeçirebilecekleri saldırıya geçecekti. Abdullah Tell radyoda bütün birliklerine çağrıda bulundu:  “kutsal şehri son askerimize ve son kurşunumuza dek savunacağız bu gece kimse geri çekilmeyecek!”…

Sonraki 3 saat boyunca 500 mermilik bir çığ şehrin arap kesimine yağdı. Top mermileri her yeri yakıp yıkıyordu. Ölüler, can çekişenler şehirde her köşede birbirine karışmıştı. Muazzam bir patlama bütün bir şehri sarsarken büyük bir ışık gökyüzünü aydınlattı. Zvi Sinai karargahın balkonundan “surlar delindi! Eski Şehir’e giriyorlar” şeklinde bir sevinç çığlığı attı. Abdullah Tell ateşkesin devreye girmesiyle “bunca insanın hayatı bir hiç uğruna söndü” diyecekti.

Tell ve Moşe Dayan Kudüs’ü ayıran sınırları karşılıklı belirledi.1948 Temmuz sabahı Kudüs’e inen barış geçici olacak, şehir bir çizgiyle ikiye bölünmüş olarak kalacaktı.  1949’da Birleşmiş Milletler Teşkilatı Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’nin İsrail’le bir ateşkes anlaşması imzalamasını sağlayacaktı.

Bu anlaşmalar çarpışmaları durdursa bile savaş durumuna son vermedi.  Araplar İsrail Devletini tanımayıp reddettiklerini yok edeceklerini açıkladılar. İsraillilerin ise “bağımsızlık savaşımız” diyerek adlandırdıkları bu ihtilaf sırasında binlerce insan can verdi, 112 köyle birlikte Filistin 1300 kilometrekarelik toprağını kaybetmişti. Yahudi devletine ait olan 350 kilometrekare toprak ve 15 köy ise arap tarafında kalıyordu.

1 milyondan fazla arap göç edecekti  (BM’e göre 500-700 bin arası). David Ben Gurion ülkesinin bu sorun karşısındaki tutumunu 1948 Haziranında açıklamıştı; “terkedilmiş köylerin hemen yahudi ailelerce işgali”ni emredip gelecekte öngörülecek barış görüşmeleri çerçevesinde 100 bin göçmenin dönüşünü kabul edeceğini bildirdi. Daha sonraki İsrail hükümetleriyse  teklifin ötesine geçmeyi İsrail’in temeli için tehlike görüp reddetmişlerdir.

Öte yandan Suriye ve Irak göçmenlere kapılarını açmadı. Lübnan ülkedeki dini dengeyi bozmamak adına göçmen sayısını sınırlı tuttu. Mısır ise daracık Gazze şeridine yerleştirmekle yetindi. Fakat arap devletlerinin en yoksulu olan Ürdün Birleşmiş Milletlerin sağladığı ianeyle yaşamak zorunda kalan göçmenleri kabul etmek için ciddi bir çaba göstermişti.

Filistinli araplar 1948’den beri yerinden yurdundan göçerek kamplarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Bütün dünyanın unuttuğu Filistinliler yaşadıklarını asla unutmadı. Bu kampların sefaletinden yeni bir kuşak doğdu. Filistin gerillaları bu kuşağın çocuklarıdır.  “Fedai”ler adıyla Ortadoğu sahnesine çıktılar.

BM arabulucusu Bernadotte 16 Eylül 1948’de Stern grubuna bağlı Siyonist tedhişçilerce öldürüldü. Mısırlı Mahmut Nukraşi Paşa ve Lübnanlı Riyad Sulh 1951 yazında vuruldular. 20 Temmuz 1951’de  bir öğle üstü Kral Abdullah Hz. Ömer Camii’ne girerken öldürüldü. Hacı Emin Hüsseyni Beyrut tepelerindeki sığınağında Kudüs’e kavuşma umuduyla yaşamını sürdürdü.

Gurion 1948’den 1963’e kadar başbakanlık yaptı. Ülkesi kendine yetecek ekonomik güce erişti, nüfusu ikiye katlandı sonra da Negev’te Sde Boker kibbutzunda basit ve sakin bir hayata başladı. Golda Meir  BM İsrail diplomasisini üstlendi. 1969’da başbakan olması istendi, oldu. 1967’de Ürdün’le çatıştılar. İşgal edilen Filistin’de gerillaların ortaya çıkışıyla şehir sokakları çınladı. Şehri bölen dikenli tellerle çevrili müstahkem yerler halkın yüreklerine taşındı.

D. Lapierre ve Larry Collins tarafından kaleme alınan birçok arşiv belgesi, günlük, mektup vs taranarak oluşan kitap siyasal ve stratejik bir kent olan Kudüs üzerine bu konuda cesaretle özveri isteyen tarihsel nitelikte büyük ve önemli bir kaynak yapıt ortaya çıkarmış. Etkileriyle güncelliğini asla yitirmeyen anlatı ihtilafın doğuşunu harita, fotoğraf ve planlarla da desteklemiş. Kudüs’ü başkent yapan büyük yahudi kralı Davut için yazılan şu mezmurun sözleriyle  bitiriliyor:

“Kudüs’ün selametini dileyin, duvarları içinde barış, sarayları içinde refah olsun”…

Kaynak: Kudüs… Ey Kudüs, Dominique Lapierre – Larry Collins, Çeviri Aydın Emeç,  E Yayınları 1973.

Rusya Müslümanları’nın ünlü İslam düşünürü Musa Carullah Amsterdam’da anıldı

Rusya Müslümanları’nın ünlü İslam düşünürü Musa Carullah Amsterdam’da anıldı
Veyis Güngör, Biyografi Okumaları toplantısında, Avrupalı Türkler’in örnek alabileceği düşünürü anlattı

İlhan KARAÇAY’ın haberi…

Amsterdam’da Türkevi Topluluğu tarafından düzenlenmekte olan ‘Biyografı Okumaları’, yeni bir medeniyet tasavvuru için kültür tarihimizin temel referanslarını gündeme getirerek, onların hayat tecrübeleri ve fikirlerini ortaya koymaktadır. Biyografı Okumaları’nın 6’ncısında, Rusya Müslümanları’nın ünlü İslam düşünürü Musa Carullah Bigiyef anlatıldı ve anıldı.

Program, Musa Carullah Bigiyef’in yetiştiği topraklarda yaşananların anlatılmasıyla başladı. Bunu takiben, TRT-AVAZ tarafından hazırlanan, ‘Türk Dünyasının Enleri’programına konu olan Musa Carullah hakkındaki belgesel izlendi.
Daha sonra Türkevi Topluluğu Başkanı Veyis Güngör, “Musa Carullah’ın hayatı, eserleri, Carullah’ın İslam dünyasını değerlendirmesi, Türkiye izlenimleri ve tecrübesi ile birlikte fikirlerinden örnekler” sunumunu yaptı.

Programın fikir alışverişi bölümünde ise, özellikle Avrupa’daki Türkler’in Musa Carullah’tan neler öğrenebilecekleri, kişiliğinden ve fikirlerinden hangi derslerin alınacağı üzerinde duruldu.

Veyis Güngör’ün anlatımıyla Musa Carullah:

1500 – 1917 Sovyet Coğrafyası
Musa Carullah’ı anlatmaya ve anlamaya çalışan pek çok kişi, O’nun  yetiştiği topraklarda yaşananları anlatıyorlar. Ama tarihçiler, geçmişi bilmeden Carullah’ın anlaşılmasının çok zor olduğunu söylüyorlar.

Bugün Tataristan, Çuvaş ve Başkırdistan olarak bilinen bölge, eski Kazan Hanlığı’nın olduğu bölgedir. Bu topraklarda, yani Kazan’da iki ayrı Türk İslam devleti kurulmuştur. Bunlar Bulgar ve Kazan devletleridir. Bulgar devleti 14’üncü asırda Altınordu devletinin boyundurluğuna girer. Kazan devleti de Altınordu hükümdarı Uluğ Muhammed tarafından kurulur. 1520 – 1552 arası Ruslarla kanlı ve ağır savaşlar yapılır. Kazanlı eski siyasetçi Fevziye Bayramova’ya göre, Kazan sokaklarında oluk oluk kan akar. Kadın ve çocuklar da kılıçtan geçirilir.

Türkler, İkinci Rus Türk savaşı sonrası, yani birinci Katerina döneminin başlamasıyla biraz nefes alırlar. Bu dönemde dini ve kültürel faaliyetlere başlarlar. 1904 yılında Rus-Japon savaşı ve 1905 inkilabıyla Müslümanlar da hareketlenirler. Kazanlı aydınlar öncülüğünde Rusya’nın diğer bölgelerindeki Müslümanlar’ın da katılmasıyla üç defa Müslüman İttifakı Kongreleri yapılır. Daha sonra 1917 Bolşevik ihtilali olur. Bolşevikler ilk yıl toleranslı davranırlar. Ancak, 1918 de gerçek yüzlerini gösterirler. İşte bugün burada anacağımız Musa Carullah, başlıklar halinde ifade ettiğimiz coğrafyada yetişir.

Hayatı
Musa Carullah Bigiyef üzerine çalışan uzman ve akademisyenler, onun hayatını genel anlamda üç ana bölüme ayırırlar. Bunlar:
– Doğumundan Kazan dışına çıkıp, çeşitli İslam ülkelerinde de tahsilini bitirip tekrar Kazan’a döndüğü devre (1875-1904).
– Rusya’da verdiği siyasi, dini ve sosyal mücadele dönemi.(1904-1917 ve 1917-1930)
– Sürgünde geçirdiği ve bir daha memleketine dönemediği dönem.(1930-1949)

Musa Carullah, 1875 yılında Avrupa Rusya’sının Rostov Na-Don şehrinde doğar. Babası Yarullah efendi, annesi de  Fatıma Hanım’dır. Musa Carullah henüz 6 yaşındayken babasını kaybeder, eğitimiyle annesi Fatıma Hanım ilgilenir. Carullah, liseden sonra eğitim için Buhara’ya gider. Burada başta dini ilimler öğrenir ve astronomi, matematik’e de ilgi duyar. Daha sonra 1904 yılına kadar süren Türkiye, Mısır, Mekke, Medine, Beyrut’da ilim tahsili yapar. Rusya dışı tahsil dönemi tam 11 yıl sürer.

Gazeteci ve siyasetçi Musa Carullah
1904 yılında Kazan’a geri dönen Carullah, gelenek olduğu üzere, yani İslam ilimlerini tahsil edenlerin ya bir camide imam ya da medrese açıp çocuk okutmalarına rağmen, o ilim peşindedir. Kendini daha da iyi yetiştirmek ister. 1905 yılında Kazan’a bağlı Çistay kasabası imamı olan Şeyh Zakir efendinin kızı Esma Aliyye Hanım ile evlenir. Dördü kız ikisi erkek olmak üzere altı çocuğu vardır Carullah’ın.
İlim aşkı devam eden Musa Carullah Petersburg (Leningrad) gider ve hukuk Fakültesine kaydını yaptırır.  Bu sıralarda “El-Asr’ul Cedid” ve “Vakit” gazetelerinde makaleler yayımlar. Daha sonra, arkadaşı Abdurreşid İbrahim ile birlikte “Ülfet” gazetesini çıkarır. 1907’de Ülfet Gazetesinin

kapanmasının akabinde telif eserler yazar. 1913 yılında Petersburg’da Emanet Matbaasını kurarak “İL” adında bir gazete çıkarır.(Yusuf Tosun)

Musa Carullah ele avuca sığmamaktadır. Mehmet Görmez 1905-1917 arası verilen özgürlük havasını Kazanlıların çok iyi kullandıklarını söyler. Gazete Yayınları başta olmak üzere ilim ve irfan faaliyetleri, Müslüman kurultayları, hatta 1906 yılında yönetiminde Musa Carullahın’da bulunduğu “Müslüman İttifak Partisi” kurulur. Ancak bu dönem fazla uzun sürmez. 1907 yılından itibaren verilen özgürlükler geri alınmaya başlar…
İslamiyetin Alfabesi

Musa Carullah’ın siyasi mücadelesinde ilk önceleri, Bolşevikler birlikte hareket ederek Müslümanlar’ın konumlarını iyileştirmeyi düşünüyor.  İşe, (Abzuka Kommunizma) “Komünizmin Elifbası”na karşılık, “İslamiyet’in Elifbası” adlı bir eser ortaya koyarak başlamış. Eser 236 maddeden oluşup, ilk 68 maddesi Rusya Müslümanları’nın ihtiyaçları,  168 maddesi de dünya Müslümanları ve İslam ülkeleriyle ilgilidir. Eserde, hilafet, insan hakları, savaş hukuku, sözleşmeler, kadın hakları yer almaktadır.
1923 yılında Finlandiya’da bastırılan “İslamiyet’in Elifbası” eserinden dolayı, 1930 yılında Rusya’yı terk ederek sürgün hayatı yaşar. Rusya’da 3 ay hapis yatmıştır. Ancak, hapishane, gözaltı ve sürgünler sonrası artık Bolşevikler’e yenildiğini kabul etmek durumunda kalır.

Sonra  Rusya’dan ayrılma süreci başlar. Bundan sonra gurbet ve sürgün hayatı başlayacaktır.
Sürgün hayatı yaşayan Musa Carullah, Finlandiya, Japonya, Almanya, Türkiye, Mısır, Hindistan, Irak, İran gibi ülkelerde kalarak, çalışmalarına devam eder. Örneğin, 1947-1948 kışını İstanbul’da geçirir. Rahatsızlığı artınca Mısır’a geri döner. Prenses Hatice hanımın yardımıyla Mısru’l Kadim’deki kimsesizler huzurevinde yer verilir.

Ve Carullah 28 Ekim 1949 yılında burada vefat eder.

Eserleri

120 eser ve bir çok makaleye imza atan Musa Carullah’ın bazı kitapları şunlardır: Tarihu’l Kur’an vel Mesahif, Rahmeti ilahiye burhanları, Kavaidi fıkhıye, Zekat, El riba ve’l bunuk fi’l İslam, Islahat esasları, İslamiyetin Elifbası,

Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Müracaat, Müskirat meselesi, Büyük mevzularda Ufak fikirler, Rusya müslümanlarının ittifakının esasları, Siyonizm,

Kur’anı Kerim’in Nurları Huzurunda Hatun…

Kişiliği

Musa Carullah’ın kişiliği ile ilgili pek çok şey söylenebilir. Çalışkanlığı, cins bir insan olduğu, kendine olan özgüveni, ilime doymaması, hırslı olması gibi bir çok özelliği sayılabilir. Gayet şık ve temiz giyinmesi de sayılabilir örneğin.

Kırım davası savunucularından merhum Yusuf Uralgiray Musa Carulllah’ı şöyle tarif eder: ”Carullahİçinde yaşadığı geniş çevreyi bir inceleyici ve araştırmacı gözüyle görmüş, her zaman takımla gezmiş, Rusya’da şapka ile dolaşmış, hatta öğrenci iken Petrograd Camii’nde mukabeleyi de başında şapka olduğu hâlde okumuş, mülteci hayatında ise kurşuni astragan Tatar börkünü, kalpağını nadiren başından çıkarmıştır. Çünkü o, Müslüman olmak için kıyafete gerek olmadığına içten inanan asil bir Türk, imanı sağlam, ameli hakiki, iyi bir Müslümandı.”

Musa Carullah’ın kişiliğini anlatan yaşanmış bir olay da, Carullah’ın Japonya’dayken altın dişini çektirerek ziyafet vermesidir. Araştırmacı Ahmet Kanlıdere bu hatırayı, “Kadimle Cedit Arasında Musa Carullah Hayatı-Eserleri-Fikirleri” kitabında Ruşen Sezer’den nakille şöyle anlatır: “Carullah o günlerde parasızdı. Kendisini yemeğe çağıran Tatarlara bir karşılık vermek ister. İzutsu’ya kendisini bir dişçiye götürmesini söyler. Dişi ağrıdığı için değil, bir altın dişi varmış onu çektirip altını satacak, parasıyla da et alıp tarihinin en azılı etoburları olan Tatarlara et ziyafeti çekecektir. Daha ucuz olduğu için morfin de istememiş, dişi çekilirken inim inim inlemiş, bana sorsanız bağırmıştır. Yemeğe İzutsu’yu da çağırmış. O da gidip afiyetle yemiş. İzutsu’ya yemeğin nasıl olduğunu sordum: ‘it was horrible (berbattı)’ dedi.”

Bu olay bile bize Musa Carullah’ın kişiliği hakkında önemli bir fikir verir.

İslam Dünyası Değerlendirmesi

Musa Carullah 11 yıl süren İslam dünyası seyahatinin ardından çok acı olan şu değerlendirmeyi yapıyor: “Büyük ümitlerle İslam alemini gezdim. Buhara, Türkiye, Mısır, Hicaz, Hind ve Şam diyarlarında dolaştım. Dini medreselerin her birini gördüm. Fakat teessüf, akibet kanaatle değil, tama-ı hayretle vatanıma döndüm”.
Biz de skolastik düşünce, Kazan ve Kırım’da rasyonel düşünce
19.Yüzyılda Anadolu’da Medreselerde skolastik düşünce ve taklitçilik hakimiyetini hızla arttırırken Kazan ve Kırımlı Müslümanlar ‘Ceditçiler’ adıyla milli ve medeni bir uyanış hareketi başlatırlar. Bu hareket Türk ve İslam coğrafyasında aydınlanmaya öncülük eder. Taha Akyol’a göre Ceditçiler, “Gazali’yi zaten biliyorlardı ama modern rasyonalizmin kurucusu Descartes’ı da okuyan ilk Müslüman ve Türk nesilleriydi” Kazan ve Kırımlı düşünürler.

“Teessüf Etmiştim Artık Anladım”
Bugün olduğu gibi yüzyıl önce de, Türkiye, dünya Müslümanlarınca örnek alınıyordu. Onların gözleri hep Türkiye’de olmuştur. Musa Carullah ve Rusya Müslümanları da böyle. Türkiye, hep umut olmuştur. Hatta Rusya Müslümanları, kısmen de olsa aralarında birliği sağlayınca hilafete bağlılıklarını ilan etmişlerdir. Zira “Hilafetin gerekliliğini vurgulamış ve siyaset meydanında ehliyetini kanıtlayan Türk milletinin bu müessesenin başında olmasını istemiştir.” (Yusuf Tunçbilek)
Bu doğrultuda “Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Müracaat” adlı bir eser kaleme alan Musa Carullah, bu eseri 1921’de Türkistan’a gelen T.B.M.M. üyesi Suysallı İsmail Subhi Bey’e, Mustafa Kemal’e takdim edilmesi ricasında bulunur. (Zeki Velidi Togan)
Musa Carullah bu eserini on yıl sonra 1931 yılında Mısır’da kitap olarak bastırır. Zira hala bütün ümitler Türkiye’dedir.
Musa Carullah böyle bir haleti ruhiyenin içindeyken, dönemin Osmanlı şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, Musa Carullah’ın kitaplarını reddiye yazıları yazar. Hatta İçişleri Bakanılığına Carullah’ın kitaplarının yasaklanması için müracaat eder. Bunu öğrenen Musa Carullah “Teessüf Etmiştim Artık Anladım” başlıklı sert bir yazı yazmıştır.

Hüseyniye medresesinden ayrılışı ve Rahmet-i İlahiyye görüşü
Musa Carullah’ın 1910 yılında o günün meşhur Hüseyniye Medresesine Arapça ve dinler tarihi dersleri vermek üzere davet edildiğini öğreniyoruz. Burada ders anlatırken öğrencilerine ünlü tasavvuf üstadı ve Vahdet’i vücûd görüşünü savunan İbn Arabi’nin Rahmet-i İlahiyye’nin umumiyyeti yorumunu da anlatır. Bu görüşe göre, müşrikler dahil hiçkimse cehennemde ebedi olarak kalmayacaktır. Tabiiki büyük tartışmalara sebep olan bu çıkış, Carullah’ın Hüseyniye Medresesinden de ayrılmasını beraberinde getirir. Sonra bu konuyu anlatan bir eser kaleme alır. Ve görüşünü şöyle ortaya koyar: “Merhamet edenlerin en merhametlisi ve yardım edenlerin en iyilik seveni Hz. Allah’ın, mutlak rahmetini zavallı insanların hiçbirinden esirgememek ve varlık aleminin her bir zerresine varıncaya değin, hesapsız, bolca ve esirgemeksizin verilmiş mutlak rahmetin en geniş şekilde açılmış kapılarını, insanların yüzüne kapamamak için “bütün insanların kurtuluşuna” inanırım. Bu konudaki inancım işte budur.”
( İlahi Rahmet ve Uluhiyyet, Musa Carullah, Fide yay, s: 13-15)

Kadın meselesi veya sorunu!
Kadın meselesi insanlık tarihi boyunca hep tartışılagelmiş bir konu. İslam’dan önce de, Musevilik ve Hıristiyanlık döneminde kadın bir sorun olarak görülmüş, çoğu zaman aşağılanmıştır. Bu sorun, İslam düşünürlerinin de tartıştıkları en önemli konular arasındadır. Mehmet Görmez, “kadın konusu, batılılaşma hareketlerine sahne olan İslam aleminin gündemine, Mısırlı yazar Kasım Emin’in 1899 yılında kaleme aldığı “Tahriru’l-Merve” (Kadın’ın Hürleştirilmesi) adlı eseri ile girmiştir” diyor. Kadın meselesi, günümüzde de tartışılan en önemli meseleler arasında yerini almaya devam ediyor. Özellikle de “İslam’da Kadın” başlı başına bir tartışma konusudur. Hasseten Avrupa’da, bu konuda Müslümanlar köşeye sıkışmış durumdadır.
Musa Carullah, kadın meselesine farklı bir bakış açısı getirmektedir. 1916 yılında “Kur’an-ı Kerim Ayet-i Kerime’lerinin Nurları Huzurunda Hatun” isimli bir kitap kaleme alır ve 1933 yılında bu kitabı Berlin’de yayınlar.
Carullah, İslam’da kadın meselesinde Müslüman alimlerin, Kur’an’daki kadınla ilgili ayetleri yorumlarken, Hristiyanlık ve İsrailiyet yani Tevrat’ın kadınla ilgili ayetlerinin tesiri altında kaldıklarını belirtiyor. Ayrıca Carullah, Hz. Peygamber’in bu konudaki “Kadınlar eğe kemiğinden yaratılmıştır” hadisi’ni de zahiri şekliyle lafzi ve harfi manasıyla anladıklarını ve bunun yanlış olduğunu savunur.

Musa Carullah, kadının şahitliği, kadın erkek eşitliği, örtünme gibi kanularda, geleneksel İslam alimlerinin kabullerine karşı farklı bir görüş ortaya koymaktadır. İnsan, insanlık her şeyin önünde gelir diyen Carullah, “İnsan olmak sıfatıyla kadınla erkek eşittir. Hukuk açısından aralarında hiçbir fark yoktur. “Biz ademoğlunu şerefli kıldık” gibi beşer hukuku ile ilgili bütün ayetler hem erkekleri hem de kadınları ihtiva etmektedir”. (Hatun, s. 55)

Musa Carullah, örtünme ve başörtüsü konusunda da farklı bir yorum ortaya atar. Carullah’a göre örtünme içten dışa doğru olmalıdır. “Zira kadının en değerli varlığı olan iffeti ve namusu sadece bir perde ile korunamaz. İman ve ilim gibi mukaddes nikabın kıymetini hiçe indirgeyerek onun yerine kadının iffetini hicapla korumak beyhudedir. Havada, güneş ışığında, ilim ve imanın aydınlığında fitne olmaz. Varsa fitne sadece erkeklerin gözlerinde, kalplerinde ve dillerinde bulunur. İlle de tedbir almak gerekiyorsa erkeklerin gözlerine nikap, kalplerine edep, dillerine ceza lazım gelir”. (Hatun, s. 43)

Özgür düşünce ve akıl
Musa Carullah için hür düşünmek, aklın eseratten kurtulmasıyla mümkün olur. Carullah’a göre “müteffekir adam, yani düşünen insan daima muhteremdir”. Edebiyat-ı Arabiye kitabında “Hakikati arayan insan herşeyden ihtimal ile sözeder. Hiçbir zaman “benim dediğim mutlak doğrudur” diye kestirip atmaz. Hısmıyla müzakerede bulunurken duyduğu en batıl bir meseleyi bile tahkik süzgecinden geçirir” der Carullah.
“Oysa hakikati bulma yolunda yapılan bir hata, ne kadar büyük olursa olsun, insanı ismet-i İslamiye dairesinden çıkarmaz. İnsanın vazifesi hakikati aramaktır. Bulmak değildir. İnsan yalnız vazifesiyle mükelleftir. Fakat isteyen gayeye erişmesi Allah’ın kollaylık göstermesiyle olur”
 diyor Carullah.
Musa Carullah şöyle bir tez ileri sürer: “Eski milletler tapınak bekçileri elinde, yahudi ve hrıstiyanlar ahbar ve ruhbanların kahrı altında, ehli islam ise birtakım kıssalar, gümrah sofiler, cahil müftülerin tehdidi altında akıl nurundan nasipsiz bırakılmışlardır.”

Müslümanların özgüven sorunu
Dünyabizim yazarlarından Yusuf Tunçbilek, “Carullah’un Müslümanların özgüveni ile ilgili “Uzun Günlerde Oruç” kitabının sonunda ayrı bir makale ekleyerek, geleceğin sahibi Müslüman gençlerdeki özgüvensizliğin miras yoluyla analardan çocuklara geçen bir durum olduğunu belirttiğini” söylüyor.  Kadınların özgüvensizliğini ise erkeklerin onlara baskı yapmasında görmüştür. Kadınların sorunlarını ‘Hatun’ isimli kitabında ele alır.

Örnek alınacak bir eylem: not almak ve tarihe not düşmek
Musa Carullah’ın bizim için örnek alınacak bir yönü de hiç şüphesiz, onun vakanüvis özelliğidir. Katıldığı toplantılar ve kongreleri kitaplaştırması veya karşı karşıya kaldığı eleştirilere kitap yazarak cevap vermesidir. Bu özellik, tarihe not düşmektir. Olayları, vakıaları değerlendirip ortaya bir görüş koymasıdır. Bir başka ifadeyle not alması ve bunu insanların hizmetine sunmasıdır. Uzmanlar ve araştırmacılar Carullah’ın kitaplarının bazılarının bu yöntemle yazıldığını belirtiyorlar. Carullah’ın bu özelliği ve çalışma şekli günümüz bireyleri tarafından da örnek alınabilir.

Musa Carullah’ın biyografisi bize ne anlatıyor? Ne diyor? Neler öğretiyor?

Musa Carullah’ın biyografisi bizlere, yani hassaten Avrupalı Türkler’e kısaca şu dersleri veriyor:

  • Çok çalışmak, ama çok çalışmak durumundayız.
  • Okumalıyız, not almalıyız, yazmalıyız, tarihe not düşmeliyiz.
  • Aklımızı kullanmalıyız. Tefekkür etmeliyiz. Taklid değil düşünmeyi öğrenmeliyiz.
  • Seyahat etmeliyiz, gözlem ve inceleme yapmalıyız.
  • Teslimiyetçi değil, sorgulayıcı olmalıyız.
  • İçinde yaşadığımız Avrupa ülkelerinin dil ve kültürlerini bilmeli aynı zaman da kendi kültür ve inanç değerlerimize hakim olmalıyız.
  • Sahip olduğumuz maddi ve manevi imkanların kıymetini bilerek, bunları en iyi şekilde değerlendirerek insanlık için sorumluluklar almalıyız.

Denizli ASKF Başkanı Feyyaz Ceşen; ”BİZ BÜYÜK BİR AİLEYİZ”

Denizli Amatör Spor Kulüpleri Federasyonu, 2016 yılı biterken geride kalan yılın değerlendirmesini düzenlenen toplantıyla yaptı. Denizli ASKF Başkanı Feyyaz Ceşen, “Denizli’de amatör camia büyük bir aile. Birlikteliğimizin artarak devam etmesini diliyorum” dedi.denizli

Denizli’deki amatör spor kulüplerinin bir çatı altında toplandığı Denizli Amatör Spor Kulüpleri Federasyonu, taban birlikleri temsilcilerini düzenlediği kahvaltıda bir araya getirdi. Grand İtimat Otel’de düzenlenen kahvaltıya Denizli ASKF yönetimi ev sahipliği yaparken etkinliğe Gençlik Hizmetleri Spor İl Müdürü Ahmet İbanoğlu, Futbol İl Temsilcisi Musa Coşkun, Süper ve 1. Amatör, 2. Amatör ve Gençler Ligi Tertip Komiteleri üyeleri ile Denetleme Kurulu Üyeleri, İl Disiplin Kurulu üyeleri, TASKK Delegeleri, TÜFAD Denizli Şube Başkanı Bülent Fil, Türkiye Faal Futbol Hakemleri ve Gözlemcileri Derneği Denizli Şube Başkanı H. Emrah Bayrakçı, İl Hakem Kurulu Başkanı Hayati Ünal, İl hakem Kurulu eski Başkanı Sinan Baş, Futbol Saha Komiserleri Derneği Başkan Yardımcısı Mesut Düzgün, Sağlıkçı Atama Sorumlusu Adem Kaya ve camianın önde gelen isimleri katıldı. Samimi bir ortamda gerçekleşen kahvaltıda geride kalan 2016 yılının değerlendirilmesi yapıldı.denizli-jpg1

“BİZ BİR AİLEYİZ”

Kahvaltıda konuşma yapan Denizli Amatör Spor Kulüpleri Federasyonu Başkanı Feyyaz Ceşen, Denizli’de amatör camianın büyük bir aile olduğunu vurgulayarak, “Bizler Denizli amatör camianın a takımı olan sizlerle birlikte amatörlere hizmet etme imkanı bulduk. Tek derdimiz amatörlerin  daha iyi hale gelmesi. Bunun için çalışmalarımız devam ediyor. Denizli olarak Türkiye’ye örnek oluyoruz. Bu birlik ve beraberliğin 2017 yılında da devam etmesini temenni ediyorum. 2016 yılı amatörler açısından oldukça iyi geçti. Yeni yılda da takibini sürdürdüğümüz projelerimizi hayata geçirmek için çalışmalarımız devam edecek “dedi. Gençlik Hizmetleri Spor İl Müdürü Ahmet İbanoğlu ise Denizli’deki birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekerek, “Amatör spor camiasını ayakta tutan kişiler olarak herkes bir arada. Amatör demek gönüllülükle çalışan insanlar topluluğu demek. Ben bu birlik ve beraberliğinin artarak devam etmesini dilerim” diye konuştu. Futbol İl Temsilcisi Musa Coşkun ise amatör spor camiasının tek hedefinin Denizli’nin adını  en iyi şekilde duyurmak olduğunu söyledi. Türkiye Futbol Antrenörleri Derneği Denizli Şube Başkanı Bülent Fil ise hakem, gözlemci, yönetici, antrenör ve sağlıkçılar olarak futbola emek veren çok sayıda gönüllü ile camianın giderek büyüdüğünü ifade ederek, “Bu toplantıyla amatöre gönül verenler bir araya geldi. 2017 yılında da bu birlik ve beraberliğimizin devamını dilerim” dedi. Toplantıda 2017 yılı ile ilgili temenniler de dile getirildi. Toplantı sonunda katılımcılar günün anısına objektif karşısına geçerek poz verdi.denizli-jpg2

Hollanda’ya gelen ilk Türkler’den Musa Şimşek 75 yaşında şiir kitabı yayınlattı

Hollanda’ya ilk gelen Türkler’den Musa Şimşek, ömrünün sonbaharında bir şiir kitabı yayınlattı. Hollanda’da vatan hasreti çekerken yazdığı şiirleri bir kitapta toplayan Musa Şimşek, 1964 yılında geldiği bu ülkede ayrımcılığa karşı verdiği mücadele sonunda, emekliliğini yaşadığı Kayseri’de bastırdığı kitabını, Türkiye’den sonra Hollanda’da da piyasaya sürdü.sair
Genellikle Atatürk ve Ehlibeyt üzerine yazdığı şiirleri ile beğeni kazanan Suat Şimşek’in kitabını, kendisinin Türkiye’de olması nedeniyle, kızı Esma Şimşek’ten aldı

Fotoğrafta Esma Şimşek’ten, babası Musa Şimşek’e ait şiir kitabını alırken. Fotoğraf içindeki küçük fotoğrafta, Musa Şimşek ailesi ile.sair1

Büyükşehir’den uluslararası karikatür yarışması “Engelsiz bir dünya” için çizecekler

 

 

izmir engelsiz sanatİzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından “Engelsiz İzmir 2016 Uluslararası Kongresi” kapsamında düzenlenen “Engelleri Kaldıralım” konulu uluslararası karikatür yarışmasına başvurular 14 Temmuz’da sona eriyor.

Hazırlanan şartnameye göre, yarışmaya gönderilen karikatürler daha önce yayınlanmış olabilirler, ancak başka bir yarışmada ödül kazanmaması gerekiyor. Çizim tekniği serbest olan karikatürler renkli ya da siyah beyaz olabilir. Gönderilen karikatürlerin en fazla A3 (29.7 x 42 cm) ebadında olması gerekiyor. Katılmak isteyenlerhttp://www.engelsizizmir.org internet sitesinden yarışmanın şartnamesine ulaşarak, katılım formunu doldurabilirler.

Yarışmaya başvurmak isteyenler İzmir Büyükşehir Belediyesi, Basın Yayın Halkla İlişkiler ve Muhtarlıklar Dairesi Başkanlığı, Tanıtım Şube Müdürlüğü “Uluslararası Karikatür Yarışması” Cumhuriyet Bulvarı, No:1 35260 Konak – İzmir adresine eserlerini gönderebilirler. Yarışma sonucunda birinciye 8 bin TL, ikinciye 5 bin TL ve üçüncüye 3 bin TL verilecek. 3 adet mansiyonun tutarı ise bin TL olarak belirlendi.

Yarışmanın jürisinde karikatüristler Yoshiaki Yokota, Musa Gümüş, Massoud Shojai Tabatabai, Eray Özbek, İzel Rozental ve Ömer Çam, İzmir Büyükşehir Belediyesi Tanıtım Şube Müdürlüğü Etkinlikler Şefi Betül Gündüz ve İzmir Büyükşehir Belediyesi Tanıtım Şube Müdürlüğü Grafik Tasarımcı Özgür Saraçoğlu bulunuyor.

17 ilin valisi değişti

İçişleri Bakanlığı Valiler Kararnamesi’ni açıkladı. Valiler Kararnamesi’nde 11 ilde valiler değişirken 6 vali de merkeze alındı.

valiler kararnemesiResmi Gazete’de açıklanan valiler kararnamesine göre, 6 vali merkeze çekilirken, toplamda 17 ilin valisi değişti. Ağrı, Bolu, Gaziantep, Van, Şırnak, Mardin illerinin valileri merkeze çekildi.

Resmi Gazete’de yayımlanan 2015/7295 sayılı kararnameyle, Ağrı Valisi Mehmet Tekinarslan, Bolu Valisi Ahmet Zahteroğulları, Gaziantep Valisi Erdal Ata, Mardin Valisi Mustafa Taşkesen, Şırnak Valisi Hasan İpek ve Van Valisi Aydın Nezih Doğan merkeze alındı.

İKİ KADIN VALİ AYNI ANDA GÖREVDE

Cumhuriyet tarihinin üçüncü kadın valisi Sinop’a atandı. Talas Kaymakamı Yasemin Özata Çetinkaya’nın Sinop Valisi olarak atanmasıyla birlikte Türkiye’de ilk defa iki kadın vali aynı anda görev yapmış olacak.

DEĞİŞİKLİK OLAN VALİLİKLER 

Kararnameye göre, Merkez Valisi Enver Salihoğlu Tekirdağ’a, Mülkiye Başmüfettişi Musa Işın Ağrı’ya, Sinop Valisi Yavuz Selim Köşger Bingöl’e, İçişleri Bakanlığı Mahalli İdareler Genel Müdür Yardımcısı Aydın Baruş Bolu’ya, İçişleri Bakanlığı İller İdaresi Genel Müdürü Ali Fidan Düzce’ye, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanı Murat Zorluoğlu Elazığ’a, Tekirdağ Valisi Ali Yerlikaya Gaziantep’e, Elazığ Valisi Ömer Faruk Koçak Mardin’e, Kayseri Talas Kaymakamı Yasemin Özata Çetinkaya Sinop’a, Düzce Valisi Ali İhsan Su Şırnak’a, Bingöl Valisi İbrahim Taşyapan Van’a atandı

YÖRSİAD SEMİH BEKEN İLE DEVAM DEDİ

Ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınmasına katkıda bulunarak bölgesel, sektörel ve ulusal politikaların oluşmasını, üyeler arasındaki koordinasyon ve işbirliğinin en üst düzeye çıkarılmasını sağlamak,  Yörük kültürünü koruma ve yaşatmayla ilgili proje ve oluşumlarını desteklemek amacıyla 2009 yılında kurulan YÖRSİAD ( Yörük Sanayici ve İş Adamları Derneği ),  Olağan Genel Kurul toplantısını Porto Bello Hotel’de gerçekleştirdi. yörsiad,.jpg1

YÖRSİAD en aktif SİAD’lar arasında…

Tek liste tek aday ile birlik ve beraberlik içerisinde gidilen seçimde, kurucu Başkan olan ve geçtiğimiz dönemde Başkan olan Semih Beken, yeni yönetim kurulu ile birlikte tekrar Başkanlığa seçildi. 77 üyesi bulunan YÖRSİAD kurulduğu günden bu yana yaptığı çalışmalar ile de SİAD’lar arasında en dikkat çeken dernek olarak görülüyor.

Saygı duruşu ve İstiklal marşı ile başlayan Genel Kurul toplantısı divanın seçilmesi ile birlikte, faaliyet Raporunun okunması ile devam etti. Geçtiğimiz dönem çalışmalarının ibra edilmesinin ardından yeni yönetim listesi oy birliği ile seçildi.

Semih Beken Başkanlığında yeni oluşan YÖRSİAD Yönetiminde ise şu isimler yer aldı:  Ahmet Gökhan, Aziz Çetin, Bora Sinanoğlu, Cüneyt Büyükçam, Ezgican Aydoğan, Fatih Çelik, Funda Güler,  Okan Özkırmızı, Alper Oral, Aykut Ege, Murat Ulusoy, Musa Taşkın, Nursel Aydın, Osman Güngör, Reşat Güney, Seyfettin Şahin, Zafer Yıldız, Kerem Ersuna, Erhan Turan, Filiz İnce, Sibel Polat

Semih Beken: “ Dernek işi Gönül işi”

yörsiad,.jpg2YÖRSİAD Başkanı Semih Beken Genel Kurul sonrası alkışlar eşliğinde bir teşekkür konuşması yaptı. Dernek işinin gönül işi olduğunu söyleyen Beken, “  YÖRSİAD profesyonel bir yapı ile kişiye bağlı değil tüm üyelerle ortak geliştirilmiş strateji ile yürütülen bir dernektir. Dernek üyelerimizden birçok arkadaşımız bizzat gelerek benim Dernek başkanlığını bir dönem daha yürütmemi istediler. Beni bu göreve layık gördükleri için kendilerine teşekkür ediyorum. Kendilerini kıramadım. Bizim isteğimiz aslında değişim ve gelişim. Yönetim kurulumuz sadece bu listeden ibaret değil, bu oluşuma emek ve katkı koymak isteyen tüm üyelerimizi Yönetim Kurulu toplantılarımıza bekliyor ve onların görüşlerine de her zaman saygı duyduğumuzu ifade etmek istiyorum. Burada bir liste seçildi ama bizim için tek liste var. O da YÖRSİAD’ın üye listesi.  Bizim için en önemli şey YÖRSİAD üyeleri ” diye konuştu.

Semih Beken ayrıca Ocak ayı içerisinde geniş katılımlı bir basın toplantısı düzenleyeceklerini ve YÖRSİAD olarak bir, üç ve beş yıllık çalışma planlarını da açıklayacaklarını ifade etti.yörsiad,