Etiket arşivi: Martin

CEREN ÖZDEMİR’İN ARDINDAN  

CEREN ÖZDEMİR’İN ARDINDAN

 

“Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, fakat bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yaşamak.”  Martin Luther

“Dünya çok acı çekiyor: kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden.” Napolyon

 

Ordu’da 20 yaşındaki Ceren Özdemir’in, firari mahkûm cani Özgür Arduç tarafından hunharca öldürülmesi ülkeye bomba gibi düştü. Sık sık gündeme gelen “kadına uygulanan şiddet” ve “kadın cinayetleri” nden hayli gerilen ve üzülen yüreklerimiz, bu son olayla bir kez daha yasa boğuldu.

Zanlı soğukkanlılıkla, kanları donduran şu itiraflarda bulundu: “Hapisten çıktığımda kafamda birilerini öldürmek vardı. Gözüme birilerini kestirmiştim. Ancak bir bıçak darbesiyle öldürebileceğim kişiler aradım. Ceren Özdemir’i hiç tanımıyorum. Zıpkın almayı düşündüm. Bıçak çaldım. Daha fazla kişiyi öldürmek için tabanca bulmaya çalıştım. Ama param olmadığı için yapamadım. Olay günü kızı gördüm, takip ettim…. Bıçağı rastgele iki defa sapladım. Koşarak oradan uzaklaştım. Sabah kendime yeni avlar aradım ama fırsat bulamadım…”

Soğukkanlılıkla bunları anlatan birinin normal olmadığı aşikârdır. Belli ki bu seri katilin kalbi taşlaşmış, tüm kötülükler karakteri olmuştur.

 

Katil Özgür Arduç’ un 2005 yılında ‘Kasten öldürmeye teşebbüs’ suçu işlediği, diğer suçları nedeniyle toplam; 23 yıl 79 ay 148 gün hapis cezasına çarptırıldığı anlaşılmıştır.

 

Özgür Arduç, yetiştirme yurdunda büyüdüğünü, burada bir görevli tarafından uzun yıllar işkence gördüğünü, cezaevine girdikten sonra, çıktığında o kişiyi öldürmeyi düşündüğünü söylemiştir. Fakat firar ettikten sonra rotasını masum insanlara çevirmiştir.

 

Annesiz babasız, kötü ortamlarda yetişen çocukların akıbetlerinin pek de iç açıcı olmadığını araştırmalar bize göstermektedir. Fakat asıl olan cezaevlerindeki başıboşluktur.

 

Geçen gün haberlerde; cezaevinden çıkan birinin, insanları telefonla dolandırmaya çalışırken yakalandığını dinlemiştim. Soygunculuğu cezaevinde öğrendiğini söylüyordu. Peki cezaevlerine düşenlere olumlu anlamda neden kurslar seminerler yoluyla bilgi verilmez. Ya da suç işleme potansiyeli olanlar, neden açık cezaevlerine nakledilerek kolayca kaçmaları sağlanır?

Çünkü ceza evinden izinli çıkıp suç işleyenlerin sayısı hayli kabarık. İş o vakalardan bazıları:

-Geçen ay İzmir Buca’da hükümlü Şehmuz Selçuk (24), sevgilisi Melisa Kalem’i pompalı tüfekle öldürüp intihar etti.

-Eylül ayında Emrah Yaşar, İstanbul Taksim’de üniversite öğrencisi Halit Ayar’ı (23) kendisine para vermediği için bıçaklayarak öldürdü.

-Yine eylülde Ersin Ü,  İstanbul’da eski eşi Kübra T’yi önce bıçakladı, ardından da kızgın yağ ile yaktı.

-Eylülde Ankara’da A.K, bir çocuğa cinsel istismarda bulundu.

-Temmuz ayında Samsun Bafra’da Mevlit T, tartıştığı eşi Ayla T’yi sokak ortasında tüfekle vurup ağır yaraladı.

-Temmuzda Denizli D Tipi Cezaevinden izinli çıkan M.Ö, aralarında husumet bulunan Ahmet Alkan ile amcası Süleyman Alkan’ı tüfekle vurarak canlarına kıydı.

-Haziranda İzmir’de Göksel Sağlam, iki çocuğunun annesi eski eşi Habibe Çevik ve baldızı Fatma Akdağ’ı katletti.

-Geçen yıl Ankara’da Fevzi Çelik, eşi İlknur Çelik’i 15 yerinden bıçaklayarak öldürdü.

-2017’de Murat Özkara, eşini boğazından bıçaklayarak ölümüne sebep oldu.

 

Umarım bu son üzücü vaka yetkililerin kulağına küpe olur. Ceza ve Tevkif evleri Genel Müdürü Şaban Yılmaz’a göre, Türkiye’de 78’i açık olmak üzere 385 cezaevi bulunmaktadır. Yılmaz, cezaevi kapasitesinin 220 bin olduğunu ancak 260 bin hükümlü ve tutuklunun bulunduğunu ve bugün itibari ile 40 bin kişilik bir fazlalığın olduğunu bildirmiştir.

Ülkemizde bu kadar çok cezaevi, hükümlü ve tutuklu olması, ülkemiz ve eğitimiz adına utanç vericidir.

 

Teknoloji ilerledikçe bilimsel bulguların ışığında daha kullanışlı aletler, makinalar üretilmekte. Ömür boyu paslanmazlık garantileri verilmektedir. Bir eğitim kurumu, neden mezun ettiği öğrencileri için karnelerine: “ömür boyu suç işlemez, kötülük yapmaz” ifadesini yazamamaktadır. Düşündürücü ve esef verici bir durumdur bu insanlık adına.

 

Yıllar önce, yolu düzgün olmadığı için sadece kamyonla gitmek zorunda olduğumuz bir köyün, yol kenarındaki sebze ve meyve çuvallarını görmüştüm. Bu köyün tek öğretmeni olan abime; “çuvallar niçin yol kenarına yığılmış” dediğimde, “onlar yarın sabah ilçe pazarına gidecek” demişti. “Peki gece bunları çalan olmaz mı?” soruma gülerek; “mümkün değil, buralarda böyle kötü şeylere rastlanmaz” diye cevap vermişti.

 

Evet medeniyetten, lise ve üniversiteden çok ırak, dağ başında bir orman köyü. Fakat duru, temiz ve dürüst. Şimdi aklımıza gelen soruyu paylaşalım. İnsanları eğitim mi bozuyor acaba? Yıllarca okumuş, yaldızlı diplomalar almış, kariyer sahibi insanların yaptıkları; “kötülükleri, şiddeti, insan öldürmeyi, kabalıkları, hileleri, yalanları, aldatmaları nasıl açıklayacağız?

 

Öyleyse “okumaya, ilme” kötü gözle mi bakmalıyız? Elbette ki hayır. Fakat eğitimin içinden; “acıma, değer verme, merhamet, sevgi, hoşgörü, yardımseverlik, dayanışma, yardımlaşma, ahlak, inanç vb. gibi manevi kısımlar ayıklanırsa, sadece bilgi yükleme” dediğimiz “öğretim” yönüne ağırlık verilirse, ilmin ruhu alınarak, yalnız beden kısmı inşa edilir. Ruhsuz beden de hiçbir şeye yaramaz.

 

 “Bir insanı “ahlaken” eğitmeden, sadece “zihnen” eğitmek, topluma bir bela kazandırmaktır.” Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasındaki en önemli bağlantı, doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olmaktır.

 

Almanya’da bir Lise Müdürü, her eğitim öğretim yılı başında öğretmenlerine şu mektubu gönderirmiş: “Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü.

İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum.

Sizlerden isteğim şudur: Öğrencilerinizin “insan olması için” çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.”

 

“İnsan görünüşlü” olmak başka, “insan olmak” başka şeydir. Kişi olabilmek için yalnızca insan görünüşlü olmanın, insan türünün herhangi bir bireyi, bir nüshası olmasına yetmeyeceğinden, insanda belli bir takım niteliklerin bulunması da gerekmektedir.

 

Şimdiye kadar hepimiz daha iyi hayatlara sahip olmak istedik, ama çok azımız “daha iyi bir insan” olabilmeyi arzuladı. Dünya, insan olanların sayesinde güzeldir.

 

“Eğitim demek, vücutta ve ruhtaki güzelliği ve mükemmelliği son mertebesine kadar geliştirmek demektir.” Platon

“Eğitimin insanı bozmaması yetmez, daha iyiden yana değiştirmesi gerekir.”  Michel de Montaigne

 

Sevgiyle kalın…

 

İNSAN OLABİLMEK

 

 

“Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, fakat bu arada çok basit bir sanatı unuttuk. İnsan gibi yaşamak.”  Martin Luther

İyi insan, gülüşünü sevdiğiniz kişidir. Dostoyevski

 “Dünya çok acı çekiyor: kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden.” Napolyon

 

Diderot insanı: “Hisseden, düşünen, dünya üzerinde özgürce dolaşan, hükmettiği bütün diğer hayvanların başında görünen, toplum içinde yaşayan, sanatı ve bilimi icat eden, kendine özgü iyilik ve kötülüğü olan, kendine efendiler oluşturan ve kanunlar yapan, vs. bir varlık.” Olarak tanımlamaktadır.

İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellik; “güçlü zekâsı, üstün düşünme kabiliyeti, sınırsız öğrenme gücü, içgüdüsel davranışlarının azalmış olması ve konuşma yeteneğidir.”

Her insan, yaratılışı gereği “mükemmel” olmasına karşın, çoğumuz bu mükemmelliğimizin farkında değiliz. İnsanın mükemmelliğini algılaması ve hayata geçirmesi için, öncelikle “kendisini tanıması” ve “tanıyabildiği kendini bilmesi” öğrenmesi ve gerçek “Kim” liği ile buluşması gerekmektedir.

Çağımızın düşünürlerinden Sponville, “Kendini tanımak; hayran hayran kendini seyretmek demek değildir. İnsanın hem ne olduğunu, hem de ne olması gerektiğini araştırmasıdır. Nasıl düşüneceğini, nasıl yaşayacağını, nasıl mutlu olacağını kendine sormasıdır.”

Derken, yaşamda kendini arama ve bulma yoluna girecek bir bireyin, yönünü nasıl doğru olarak bulması gerektiğinin de vurgulamaktadır. İnsanları affetmeye ve hatalarıyla kabullenmeye, kendimizden başlamanın bir yolunu bulmalıyız.

 

Nietzsche; “Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar”. Der. Bireyi iyi bir insan olmaya götüren yolla, kişiyi önce insanlığa sonra da bilgeliğe taşıyan yol, birbirine benzer ve aynıdır. İnsanın makamı ve mevkii ne olursa olsun, O’ndan öncelikle insan olmanın gereklerini yerine getirmesi beklenir.

Fakat “insan görünüşlü” olmak başka, “insan olmak” başka şeydir. Kişi olabilmek için yalnızca insan görünüşlü olmanın, insan türünün herhangi bir bireyi, bir nüshası olmasına yetmeyeceğinden, insanda belli bir takım niteliklerin bulunması da gerekmektedir.

Mevlânâ’nın, “Nice insanlar gördüm üzerinde elbise yok, nice elbiseler gördüm içinde insan yok” özdeyişini göz önüne alırsak; elbiselerine ve makamlarına baktığımızda insan zannettiğimiz fertlerin bazılarında, insan olduğumuzdan utanacak davranış ve eylemler görebilmekteyiz. ”İnsanların değerini belirleyen nicelikleri değil, nitelikleridir.”

Başkan Theodore Roosevelt’in de ünlü bir sözünde belirttiği gibi, “Bir insanı “ahlaken” eğitmeden, sadece “zihnen” eğitmek, topluma bir bela kazandırmaktır.”

Burada anlatılan şudur: Doğru ve iyi olanı bilmek ile doğru ve iyi olanı yapmak arasındaki en önemli bağlantı, doğru ve iyi olanı yapacak bir karaktere sahip olmaktır.

Almanya’da bir Lise Müdürü, her eğitim öğretim yılı başında öğretmenlerine şu mektubu gönderirmiş:

”Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü.

İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum.

Sizlerden isteğim şudur: Öğrencilerinizin “insan olması için” çaba harcayın. Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.”

Neyi almak istiyorsak, önce biz onu başkalarına vermeliyiz. Sevmek isteyen, sevgiyi vermeyi öğrenmeli. Takdir edilmek isteyen önce başkalarını takdir etmeli. Mutlu yaşamak isteyen, önce başkalarının mutlu olmasına katkıda bulunmalıdır.

Türkiye’de ortalama yaşam beklentisi 75 yıldır. Bu da 39.446.157 dakika yapmaktadır. Muhtemelen okumadan geçtiğimiz bu rakam kadar telefon kontörümüz olsaydı, o kontörleri ne için ve nasıl harcardık?  “Ömür” denilen hayat kontörlerimiz de, telefon kontörleri gibi, an be an düşmekte. Bunu durduramayız, fakat doğru kullanabiliriz.

Elimizde bir hayat var ve hayatı yeniden baştan alma imkânımız yok. Ancak; “dolu, yoğun, doğru, anlamlı ve derin” yaşayarak onun hakkını verebiliriz. Yaşamın hakkını vermede geç kalmış olsak bile, hala düzeltme şansımız var. Bu kararı verebilmek halen bizlerin elinde değil mi?

Neticede insan olmak:

– Çağını anlamak, çağının gerisinde kalmamak, geçmişle bugünün doğru sentezini yapabilmek, geleceği bugünden görebilmek, sözcüğün tam anlamıyla uygar olabilmektir.

-Kendinin ve içinde yaşadığı toplumun özgürlüğünü, bağımsızlığını sağlamak; sağlanmışsa titizlikle korumak demektir.

-Vicdanı özgür kuşaklar yetiştirmek; bu kuşaklar içinde yer alabilmektir.

-Onurlu olmak, kendi onuru kadar başka insanların da onuruna saygı göstermektir.

-İlmi, sanatı yaşamın en gerçek yol göstericisi olarak benimsemek; güzeli ve doğruyu nerede olursa olsun görebilmek, ondan yararlanabilmektir.

-Dünyanın barış içinde yaşamasını ilke edinmek, özgürlük uğruna yapılan savaşlar dışındaki tüm savaşları cinayet olarak kabul etmektir.

-Görevine kendi inançlarını karıştırmamak, başka din, cinsiyet, dil ve ırktan olanlara saygı göstermek; olmak demektir.

-Bilimsel, kuşkucu olmak; her konuda daha doğru olanı bulmak için sürekli çaba harcamaktır.

-Mevkii kendi çıkarları için değil, demokrasinin özü olan katılımlı yönetimi gerçekleştirmek; topluma yararlı olmak için kullanmak demektir.

Yeni bir düşünceden, buluştan yararlanabilmek bir meziyettir. Ne var ki, bu beceri insan olmaya yetmez. Birey ve toplum olarak üretilenlerden yararlanabilme becerisi göstermenin yanında; bilimden sanata, tıptan spora, tarımdan modaya, madencilikten çöp toplamaya değin her alanda düşünce, bilgi, nesne üretmek de gerekir.

Kim olursa olsun her insanın mutlaka kendine ve insanlığa yararlı olacak üretebileceği bir şeyler vardır.

İnsana, doğaya, kendine karşı sorumluluk taşımak; yaşamayı sevmek; sevinçleri olduğu kadar acıyı da paylaşmaktır insan olmak. İnsan olmak, “değer bilir” olmak, insanlık için yapılanları unutmamak demektir. Hele bu yapılanlar başta bizim için yapılmış ve bizi ilgilendiriyorsa.

Bizler, daha fit olabilmek uğruna,  spor merkezine gitmeyi ihmal etmezken, “daha iyi birisi olmak için” çalışabilmeyi nedense hiç aklımıza getirmeyiz.

Eğer gelecekte bir etik salonu olsaydı, bizler de düzenli şekilde egzersizler yaparak kendi iyilik kaslarımızı geliştirebilirdik. Böylece hayatı başkalarının açısından da görebilir, tartışmalarda hoşgörülü olabilir, sabırlı kimselerin nezaketine ve ikili ilişkileri yürütebilme biçimine özenir, ümitsizliği umuda çevirebilmeyi öğrenebilirdik.

Salonlar yok, ama günümüze ışık tutan etik reçetelerimiz var. İşte insan olmanın 10 kuralı: 1-Ruhsal Esneklik. 2-Empati. 3-Sabır. 4-Özveri. 5-Nezaket. 6-Mizah. 7-Kendini Bilmek. 8-Bağışlayıcılık. 9-Umut. 10-Güven.

Bilimsel bir ölçeği olmasa da, çabalarımızın iyiye yönelmesini sağlayacak bir liste, bize iyi olmanın anahtarını sunabilir.

Şimdiye kadar hepimiz daha iyi hayatlara sahip olmak istedik, ama çok azımız “daha iyi bir insan” olabilmeyi arzuladı. Belki de artık daha iyi biri olmanın zamanı çoktan geldi bile, ne dersiniz?

Bu nedenle gerçek insan olmayı başkalarının gözünde, sözünde veya davranışlarında değil, içimizde hissetmemiz gerekir. Bu bağlamda Dr. Keçe’ ye göre psikolojik açıdan sağlıklı, iyi bir insan olmanın ipuçları:

1- Kendinizi olduğunuz gibi kabul edin, sevin ve kimseyle mukayese etmeyin.

2- Değerliliği karşı tarafın bakışlarında ve sözlerinde değil kendi içinizde arayın.

3- Buğdaylar gibi büyüdükçe başınızı yere eğin ve alçak gönüllü olun.

4- Eleştiriye karşı hoşgörülü olun.

5- Her olayda suçlamak yerine sorumluluk alın.

6- Değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

7- Karşınızdakini değil önce kendinizi değiştirmeye çalışın.

8- Anlamanın ve dinlemenin konuşup üste çıkmaktan daha önemli olduğunu unutmayın.

9- Haklı olmak yerine mutlu olmaya çalışın.

10- Alabileceğin en büyük intikam; affetmektir ve bazen karşınızdakine verilebileceğiniz en güzel cevap; gülüp geçmektir.

“Kişinin uyumlu yaşayabilmesi için, kendini ölçüyü kaçırmadan sevmesi gerekir.” Değerlilik duygusu içten hissedilen bir duygudur ve kişi ancak kendine yatırım yaparsa, kendi değerini kendi arttırabilir.

Kendi iyiliğimizle birlikte başkalarının iyiliğini düşünmeyi de öğrenirsek, herkesin etrafımızda döndüğü güneş olma sevdasından vazgeçebilir, kendi başımıza ışıldayan bir yıldız olabiliriz. Böyle bir yıldız olmakla diğer yıldızların varlığına da izin verebiliriz.”

Dünya, insan olanların sayesinde güzeldir.

 

Sevgiyle kalın…

 

 

 

 

 

ÇAĞIMIZIN İMAM-I AZAMI; YAŞAR NURİ ÖZTÜRK

 

süleyman pekinKlasik Müslümanlık en çok reformistlerden nefret eder. Dinde yeniliklerin bozulmamış İslam’ı bozacağını düşünür. Velev ki o düşünceler tamamen Kur’an kaynaklı olsa bile.. Asıl bozulmayanın Kur’an olduğunu, dinî yaşantının ise her dönem bozulabileceğini düşünemez. Dahası her ritüeli Allah’ın emri sayar ve örneğin teravihi yok sayanı derhal din dışı ilan eder.
28 Şubatların sonlarına değin bu muhafazakârlık dinine mensup biri olarak Atatürk’ten sonra belki de en çok günahını aldığım kişi Yaşar Nuri Öztürk’tür. 90’lı yıllarda yazıp söyledikleriyle 2000’li yıllarda yazıp söylediklerinin aynı olduğunu kitaplarından ve TV programlarından fark ettiğimde, hele hele Kuran’dan referans verdiği âyetlerin karşılığını Elmalı ve Davudoğlu gibi meallerden incelediğimde hak vermeye başladım.
Her mevzuya “İslam, zâhire göre hükmeder” gibi klişelerle bakma alışkanlığındaki insanların özü ve sözü bir olma ve bunu da Kur’an gibi vahyî delillere dayandırma noktasına gelmesi kolay değildir. Kendimden gayri Diyanet’in Fetva Kurulu Başkanı iken her ortamda Prof. Yaşar Nuri Öztürk’e karşı çıkan Prof. Abdülaziz Bayındır’ın zamanla onunla aynı şeylerin altını önemle çizer hale gelmesi bu etkileşimin sürdüğünün göstergesidir.
Bana göre dinler gelişi itibariyle birer büyük devrimdir. Ve peygamberler de yüklendikleri misyon gereği hem devrimci hem de ülkücüdürler. Allah’tan gelen vahyin “Biz atalarımızdan böyle gördük” (A’raf 28) taassubundaki bir topluluğa aktarımı için ilâhi bir devrim inancı ve o andan itibaren ömrün sonuna kadara aynı ilâhi ülküyü yaşama / yaşatma kararlılığı gerekmektedir.
Eskiden benim gibi mezhep imamının adı ve ibadetle ilgili şeklî bazı uygulamalarından başka bir şey bilmeyen Hanefî çoğunluğun kızabileceğini bile bile “Çağımızın İmam-ı Azam’ı” idi Yaşar Nuri Öztürk diyorum ve Allah indinde tarihe not düşüyorum. Zaten cenazesine de zamanın müçtehidine, bir muvahhid Kur’an mü’minine şahitlik etme gereği adına katıldım.
Mâide 54’teki “Kınayanın kınamasından korkmaz” düsturunda bir adamdı. Asırlar boyu unuttuğumuz aklı, akletmeyi gözümüzün içine sokarcasına hatırlattı. İslam ilâhiyatında ve felsefesinde başlattığı devrim, evvel Türk sosyal hayatında mühim dönüşümlere akabinde de İslam Dünyasının tıkalı bazı ana damarlarının açılmasına sebep olacak bir niteliktedir.
Cenazesinde Türkiye katmanlarındaki her sınıf, şekil, cins ve farklılıktaki insanları bir arada görmek bendeki o kanaati pekiştirdi. Çok uzaklarda değil, bu teknolojik şartlarda belki de 15-20 yıl sonra Âlem-i İslam’ın yüzüstü yerlerde sürünmesine son verecek bir toplumsal bilinç düzeyi ülkemizde hükümferma olabilir. Ve O’nun vefatı geride bıraktığı o dev mirasla birlikte bu süreci hızlandıracaktır.
Onlarca dile çevrilen ve binlerce baskıya ulaşan yüze yakın kitabıyla 70 yıllık ömrünün birikimi, Türk toplumunu ‘sırat-ı müstakim’i bulma yolunda çok daha uzun yıllar meşgul etmeye aday gözüküyor. Parantezsiz Kur’an Meali en başta olmak üzere; Allah İle Aldatmak’tan Mâun Suresi Böyle Buyurdu’ya, Din Maskeli Allah Düşmanlığı: Şirk’ten Kur’an Penceresinden Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış’a kadar algılarımızı ve anten ayarlarımızı değiştiren her eser yeni seslerin ve fikirlerin doğmasına da analık edecektir.
Martin Luther’in yüzyıllarca Avrupa’nın en büyük sanayi sektörü olan Kilise Hıristiyanlığında başlattığı protest reforma benzerdir aslında Yaşar Nuri’nin gitgide Hıristiyanize edilen Müslümanlıktaki din sanayiine yaptığı başkaldırı. Bir ‘kutsal isyan’dır.
Hep ne diyoruz: İslam, imanın isyan halidir.

KÜRESEL KÖLELİĞİN GÖNÜLLÜ HALKALARI

 

 

 

süleyman pekinKölelik, İslam öncesi Türk tarihinde yoktur. Zira konar-göçer Türk sosyo-ekonomik yaşantısına uygun değildi. “İnsanlar arasında eşitliğe çağrı” olan İslâmiyet de hitap ettiği toplumlardaki köleliği tedricen kaldırma yoluna gitmiştir. Ne var ki adı Müslüman kendi kavmiyetçi devletler (Emevî, Abbasî) eski alışkanlıklarını kolay bırakamadılar.

Maalesef fıkıh ve ilmihal kitaplarımızda, Selçuklu ve Osmanlı geleneğimizde bile “köle, gulâm, kenîz (cariye)” gibi kavramlarla az da olsa varlıklarını sürdürdüler. Oysa ‘köle azad etmek’ diye çok sevaplı bir Peygamber sünneti vardı ve başta Hz. Ebubekir gibi, Hz. Ömer gibi dev sahabeler bu işe öncülük ediyorlardı.

Birde kronik köleciler ve sınıf ayrımcıları var; sıfatıyla müsemma ‘Vahşi Batı’. Onlar Kabilimsi bir medeniyetin torunları olarak hayatı sınıf çatışmalarıyla bir algıladılar ve köleliği kendi ruhlarından taşırarak tüm insanlığa yaymaya çalıştılar.

Siz 1776 Amerikan Bağımsızlık Kongresi’nde veya 1789 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde kölelik karşıtı, eşitlikçi ve doğuştan özgürlükçü yaklaşımlar deklare edildi diye sonraki yüzyıllarda ona uyulacağını mı zannetmiştiniz?

1950’lere kadar siyahlar beyazlarla aynı otobüse bile binemiyordu. Sonradan önde oturmamak ve beyazlara yer vermek karşılığında binebildiler. Roma Olimpiyatları’nda boksta altın madalya kazanan Muhammed Ali’nin beyazların lokantasına girememesi üzerine madalyayı nehre fırlattığında takvimler 1960’ı gösteriyordu.

1990’lara kadar her siyahî futbolcu İngiltere’nin meşhur Wembley’inde ıslıklanmıyor muydu? Hâlâ daha maymun taklidi yapılmıyor mu? Samuel Eto, Barcelona formasına rağmen İspanya’da gördüğü ırkçı tepkiler üzerine sahayı terk ettiğinde takvimler 2006’yı göstermiyor muydu? Sembolik olarak Başkan seçilen Barack Obama, dönemini nerdeyse tamamlamış olmasına karşın renk olarak henüz sindirilebilmiş değil.

Bilincinize yediremediğiniz / içinize sindiremediğiniz kuralları kâğıda yazdınız diye secde edecek değiliz. Yada tam tersinden; bizde zaten var olan değerleri Tanzimat’la (1839) ilân ettik diye “Günaydın abisi” denilecek pozisyonlara da düşmek istemeyiz. Aynı filmi değişik sarımlarla her yüzyılda izlemek durumunda hiç değiliz.

Kavramların karşılıkları dünyanın dört bir tarafında aynı mı acaba? Oyunu kuranlar resmen kavramlardan kaos üreterek sonuç almaya çalışıyor. Meselâ; demokrasi = işgal, özgürlük = kölelik, barış = şiddet, adalet = dayatma, eşitlik = seçkincilik, teknoloji = put.

Daha da mühimi şu ki kavramlar bize ait değil ve bizler de balık hafızalıyız. Bir; tarih ve kaynaklar gerimizde, uygulamalar önümüzde duruyor. İki; Müslümanlığın yüz karası IŞİD hâlâ köle pazarları kuruyor.

Kamuoyu organizatörlerinin oluşturduğu gündemlerin peşinde gitmede bire biriz. Edilgenlik ve pasifizasyon, sürekli seyir ve izleyicilik hâli sürüleştiğimizin de bir göstergesi. Ne de olsa çoban / kovboy gütmeyi sever.

Televizyon gibi bir hipnozitan, telefon gibi çok amaçlı bir oyuncak ve tüm beğenilerini başkaları inşa ettiği halde ‘zevkler ve renkler tartışılmaz’ repliğiyle özgür olduğunu sanan milyonlarca küresel köle.

Bir elektro-şok, bir sosyolojik kırılma yada olağanüstü gelişmeler bekliyoruz. Zira Martin Luther King gibi bir ‘Hayâlimiz var’.