Etiket arşivi: Mardin

Ebru Şahin’in okuduğu ‘Sürgün’ şarkısı listeleri altüst etti

Cuma akşamları saat 20.00’da izleyicisiyle buluşan Hercai dizisi reytinglerdeki başarısı ile dikkat çekmeye devam ediyor.

ATV ekranlarında yayınlanan ve reyting rekorları kıran Hercai’de Reyyan karakterine hayat veren ve dizinin başrol oyuncusu Ebru Şahin, herkesin merak ettiği “Sürgün” şarkıyı seslendirerek sevenlerinin de diline pelesenk etti.

Ebru Şahin, sözü ve müziği Vedat Demir’e ait olan ve 2019 yılında yayınlanan “Sürgün” adlı şarkıyı Demir ile birlikte seslendirdi. “Sürgün”, izleyicinin en çok beğendiği şarkı olarak listelere girmeyi başardı.

Şarkıcının menajeri Ferhat Kortak, Vedat Demir’in bundan sonraki sanat hayatında da bu tip çalışmalar içinde yer alacağını belirterek sanat dünyasının farklı kollarında kendini göstermeye ve sanatını icra etmeye devam edeceğini söyledi.

Vedat Demir kimdir?

Vedat Demir, 1991 yılında Mardin’de dünyaya geldi.

Küçük yaştan itibaren bağlama çalmaya ve şarkı söylemeye başladı. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yapılan ses yarışmasında birinci oldu. 2014 yılında yapmış olduğu “Ben Dolu Dolu” adlı şarkısıyla çıkışı yakaladı ve ardından 2019 yılında ‘Sürgün’ isimli parçanın söz ve müziğini yaptı. Demir, atv’de yayınlanan hercai dizisinde ‘Sürgün’ adlı parçayı seslendirdi.

 

 

 

türkiyeokuyor.com Gazetesi olarak, Vedat Demir’e  ve ekibine başarılar diliyoruz

Süryanı sığınmacılar Türkiye’yi karalayarak Hollanda’yı ayağa kaldırmışlardı, şimdi övgüyle karşılanıyorlar…

Süryanı sığınmacılar Türkiye’yi karalayarak Hollanda’yı  ayağa kaldırmışlardı, şimdi övgüyle karşılanıyorlar…

‘Yarım asır sonra anavatanlarına dönen Süryaniler için destan yazanlar,
yurtdışında Türkiye’nin nasıl karalandığını biliyorlar mı?

İlhan KARAÇAY yazdı

Bu ayın başlarında, hemen hemen tüm yayın organlarında, ‘Yarım asır sonra anavatanlarına döndüler. 50 yıl önce Avrupa’ya göç eden Süryaniler anavatanlarında buluştu. Çocuklarına dönen Süryaniler duygu dolu anlar yaşadı’başlıkları ile görüntülü  haberler yayınlanmıştı.

‘Dargeçit ‘ten 1970’li yıllarda bölgedeki olaylar sebebiyle’ şeklinde başlayan haberlerde, hangi olaylardan söz edildiği hiç anlaşılmıyor. (Aslında hiçbir olay yoktu)

Dramatize edilen bu geri dönüş haberi yukarıdaki fotoğraf ile şöyle verilmişti:

İsveç, İsviçre, Fransa, Hollanda, Almanya, Belçika ve Danimarka gibi Avrupa ülkelerine göç. Etmek zorunda kalan 0 kişilik Süryani grubu, 50 yıl aradan sonra anavatanlarına gelmenin mutluluğunu yaşadı. Bölgede sağlanan huzur ve güven ortamının ardından bu sene tatil bölgelerine gitmek yerine anne ve babalarının göç ettiği anavatanlarına gelen Süryaniler duygulandı. Anne ve babaları göç ettiğinde çoğunluğu çocuk yaşta olan gruptakiler, 50 yıl sonra geldikleri  Dargeçit ilçesinde oyun oynadıkları sokakları, alışveriş yaptıkları dükkanları ve akrabalarının taş evlerini görme fırsatı buldu. Sokakları gezerken duygulu anlar yaşayan Süryaniler, uzun yıllar sonra evlerini gördüklerinde anılarını tazelediği ve göz yaşlarını tutamadıkları görüldü. İlk kez geliyorum 45 yıldır Dargeçit’e gelmediğini anlatan Hayriye Ergün (50) ‘Ben 5 yaşlardayken buradan ayrılmıştım insanın içinde hasret kalıyor.’

Yukarıdaki haber, okuyan her insanoğlunu duygulandıracak bir konuyu işliyor. Buna hiçbir diyeceğimiz yok. Hele hele yaşları 45-50 olanlar için de hiçbir suçlamamız yok. Ne var ki, 50 yıl önce Avrupa ülkelerine sığınmacı olarak başvuranlar, Türkiye’yi inanılması güç olan suçlamalar ile karalıyorlardı. Hollanda’ya gelen sığınmacılar, özellikle Almelo kentinde kiliseleri işgal etmişler ve, ‘Türkiye’de bize şiddet uyguluyorlar, kadınlarımızın ırzına geçiyorlar, koyunlarımızı ve kuzularımızı çalıyorlar’ gibi suçlamalarda bulunmuşlardı. Her gün radyo ve televizyonlar ile gazetelerde yer alan bu haberler, burada yaşamakta olan Müslüman Türkler’i rencide ediyor ve Hollandalılar bu Türkler’e ‘Hıristiyan düşmanı’ gözüyle bakıyorlardı.

Hollanda’da yaşayan Müslüman Türkler’i bu zor durumdan kurtarmak için çareler aramaya başlamıştık.Çareyi hiç alışılmamış bir etkinlikte bulmuştuk. Türk medya mensupları olarak, Hollanda medya mensuplarını bir basın toplantısına davet etmiştik. Lahey’de organize ettiğimiz bu basın toplantısında, sığınmacıların konuyu abarttıklarını belirtmiş, bu durumun Hollanda’da yaşayan Müslüman Türk toplumunu çok zor durumda bıraktığını anlatmıştık.
Belgelerle anlattığımız konu hakkında konuşurken, ‘Biz, Türkiye’den gelen bu insanlara ikamet izni verilmesini canıgönülden istiyoruz. Ama bunların kiliselere sığınarak kendilerini acındırmaları ve yalan iddialarda bulunmalarını istemiyoruz. Zira, Türkler ile Hollandalı komşular arasındaki ilişki zedeleniyor’ demiştik.
Hepsi olmasa da bir kısım medya bizim sözlerimize yer vermişti. Ama Türk düşmanı medya, bizim söylediklerimizi bile çarpıtmıştı.

Bizim anlattıklarımıza kulak veren bir televizyon organı, hatırladığım kadarıyla Fons van Westerlo adındaki gezici muhabirini Midyat’a göndermişti. Van Westerlo objektif bir gazetecilik yapmış ve Midyat’tai Süryanileri konuşturmuştu. Başta dini liderleri Patrik olmak üzere Süryani halkı, sığınmacıların yalan söylemek mecburiyetinde kaldıklarını anlatmışlardı.
Sığınmacılar ise, Midyat’takilerin korktukları için bu beyanlarda bulıunduklarını iddia etmişlerdi.

Anlayacağınız, bir zamanlar sığınma hakkı elde etmek için Türkiye’yi karalayan insanların çocukları şimdi anavatanlarına dönmüşler. Bu çocukların, o zamanlar ebeveynlerinin ne türlü yalanlar ile Türkiye’yi karalamış olduklarını bilme hakları da olmalı.

Ermeni ve Süryani iddiaları daha sonraları da Hollanda’da birkaç kez gündeme gelmişti.
Bu konuda en son yazdığım bir haberi de bilginize sunuyorum.

Biz uyarmıştık ama dinlemediler…

Ermeniler, Hollanda’nın başına bela oldular!

* Kendi ülkelerinden kaçanlar bile kıyıma uğradıklarını iddia ediyorlar

* Ama Hollandalı yargıçlar bu yalanlara inanmıyorlar

* Sınır dışı kararlarına rağmen sırra kadem basan Ermeniler, çocuklarını geride bırakarak, istismar yollarına başvuruyorlar

 

Hollanda’daki Türk göçmen tarihinin başından bu yana, sıkça cereyan eden saçma Ermeni iddialarının yaşattığı kargaşa devam ediyor.
Bir zamanlar, saçma iddialara inanan Hollandalılar’a, ‘Yapmayın, etmeyin, bunlar bir gün sizin başınıza bela olacak’ diye uyarılarda bulunmuştuk.
İşte, o günlerde uyarılarımıza kulak tıkayan Hollandalılar, şimdilerde ceremeyi çekmeye başladılar.

Nedir Hollandalılar’ın çekmeye başladıkları cereme?
Ermenistan’dan (Dikkat ediniz, Türkiye’den değil, kendi ülkelerinden) gelip Hollanda’dan sığınma talep edenlerin sayısı bir hayli arttı.
Yargı kararlarına rağmen, sınırdışı edilmekten kurtulmak için kayıplara karışan Ermeniler, ülkenin en büyük gazetelerinden ve de sosyal demokrat görüşlü olan De Volkskrant’a iki sayfa halinde konu oldular.

Sığınmacı Ermeniler arasında en çok dikkat çekenlerden biri, Armina Hambartsjumian adlı kadının 2 çocuğu ile birlikte sığınma isteğinin ret edilişiydi.  Sınırdışı edilirken, Howick (13) ve Lili (12) adlı çocuklarını gizli bir adrese bırakıp ülkesine tek başına dönen annenin dramatik hikayesi Hollanda’da gündemden düşmemişti. İki çocuğun da sınırdışı edşlmesi gerektiğine karar veren Danıştay’a rağmen, Hollanda parlamentosu özel bir oturumda bu çocuklara ikamet izni verilmesini sağlamıştı.
Hollanda’da bu durumda olan tam 740 Ermeni var.
700 Ermeni, ülkede özel olarak açılan sığınma evlerinde yaşıyor.
Ermeni başvurularının yüzde 90’ı ret ediliyor.
389 Ermeni gitti ama bunların yüzde 64’ünün nereye gittiği belli değil.

Akılları başlarına geldi

Hollanda’da sığınmacılara yardım eden görevlilere göre, ret kararlarından sonra en çok sorun çıkaran sığınmacıların Ermeniler olduğunu belirtiyorlar.

Sığınma istekleri ret edilenlerin hukuki işlerine bakan STUV kurumu hukukçularından Guyonne Metsers şöyle diyor: ”Ermenistan’daki ortam tabii ki iç açıcı değil. İnsanların kendilerine ve çocuklarına daha iyi bir yaşam için arayış içinde olmaları da doğaldır. Ama sığınmacı olmak için belli kurallar vardır. Bu kurallara uymayanlar ülkelerine geri gitmek mecburiyetindedir. Bize başvurular arasında, akla hayale gelmeyecek korkutucu durumlar vardır. Örneğin, Kongo’dan gelen bir sığınmacının o ülkeye geri dönmesi düşünülemez. Zira hemen katledilirler. Ama Ermenistan’da böyle bir durum yoktur.”

Nasıl başladı?

Hollanda’ya ilk Ermeni ve Süryani sığınmacılığı Twente bölgesindeki Enschede, Almelo ve Hengelo kentlerinde başlamıştı. Türkiye’den göç eden Ermeni ve Süryaniler,  ”Orada, Hıristiyan olduğumuz için bize saldırılıyor, kesim hayvanlarımız öldürülüyor, çocuklarımıza tecavüz ediliyor” gibi iddialar ile, Hollandalılar’ın yumuşak kalplerine girmeye başlamışlardı. Bu işi oradaki bir avukat üstlenmişti. Öyle ki, ilticacı Ermeni ve Süryaniler kendilerini daha çok acındırmak için kiliselere sığınmaya başlamışlardı. Hollanda medyasının körüklemesiyle, Hollandalılar’ın Türkler’e bakış açısı değişmeye başlamıştı.
Bu gelişme tüm Türkler’i çok rahatsız etmişti.
İşte bu nedenle biz medya mensupları olarak Lahey’de bir basın toplantısı düzenlemiştik.
Hollanda medyasına bilgi vermek için düzenlediğimiz bu basın toplantısında, ‘Bakın, biz bu Ermeni kardeşlerimize sığınma hakkı verilmesini candan istiyoruz. Ama bunların ortaya attıkları suçlamalar çok aşırı. Bu yüzden Hollandalı komuşularımız bize ‘Hıristiyan düşmanı’ olarak bakmaya başladılar. Biz bundan çok rahatsızlık duyuyoruz.’ diyerek çeşitli belgeler sunduk.

Bizim bu girişimimizden sonra, Mardin’e giden bir Hollanda TV ekibi, oradaki halk ile ve Ermenicede çeşitli şekilde adlandırılan rahiplerle yaptıkları söyleşilerde, herhangi bir eziyetin yaşanmadığını ortaya koydular.
Ermeni ve Süryani yalanları birkaç yıl daha sürdükten sonra sönüp gitti.
Ama daha sonra, Türkiye’den değil, Ermenistan’dan gelen sığınmacı derdi başladı.

Zor günler yaşadık

Sözde Ermeni soykırımı konusunda Hollanda’da pek çok zorluklar yaşadık.
Assen kentinde kurulan bir Ermeni Anıtı öncesinde çok hareketli davrandık ama önleyemedik.
Aynısı Almelo kentinde yaşandı. Ermeniler bu kez kilisenin içinde bir Anıt diktiler.
Daha sonra, Ermeni iddialarının ‘Soykırım’ olarak tanınması için Hollanda parlamentosunda oylama yapıldı. Bu oylama öncesinde Başbakan Yardımcısı olan İşçi Partili Wouter Bos ile görüşmüş ve yaptıklarının yanlış olduğunu söyleyerek, 1920 yılında, Handels Blad gazetesine yazan bir Hollandalı araştırmacının yazılı metnini sunmuştum. O zaman soykırım iddiası onaylanmamıştı.
Ama daha sonra bu konu yeniden gündeme geldi. Bakın o zaman ne yazmıştım:

Ülkeler arası sorunların yargılandığı Yüksek Adalet Divanı ile tüm dünyada ün yapan LAHEY, son yıllarda kurulan Savaş Suçluları Mahkemesi ile ününe ün katıp, insan hakları konusunda hayranlık kazanırken, Lahey Parlamentosu’nda alınan iğrenç bir karar, hem şaşırttı ve hem de nefret uyandırdı.

Türkiye’yi, ‘Ermenilere soykırım yaptı’ suçlaması ile oylayan Hollanda parlamentosundaki oturuma katılan 145 üyeden 142’sinin tamamı ‘kabul’ oyu verirken, Türkler’in kurduğu DENK partili 3 milletvekili ‘ret’ oyu verdi.
Kendi geçmişlerini görmezden gelen Hollandalılar, sözde Ermeni Soykırımı’nı ikinci ve hatta üçüncü kez mecliste tartıştılar ve kabul ettiler.

  

Erdinç Saçan-Ayhan Tonca-Osman Elmacı  &   Wouter Bos – İlhan Karaçay

 

Hollandalılar daha önce, siyasi partilerin seçim aday listelerinde yer alan Erdinç Saçan, Ayhan Tonca ve Osman Elmacı adlı  3 Türk’ü, sözde soykırımı tanımadıkları için adaylık listelerinden çıkarmışlardı.

Şimdi de Hollanda parlamentosunda yeni bir komedi sergilendi.
Hollanda’da koalisyon ortağı Hıristiyan Birliği (CU) milletvekili Joel Voordewind tarafından hazırlanan ‘Ermeni Soykırımı’nın tanınması’ önerisine

Türkiye kökenli milletvekilleri tarafından kurulan DENK partisi dışındaki tüm partiler destek verdi. Öneri, 3’e karşı 142 oyla kabul edildi.

Meclis, hükümetten ‘Nitelikli soykırımı kabul etmesi’ talebinde bulunmadı. Hollanda hükümeti, soykırım yerine, ‘Soykırım Meselesi’ demeye devam edecek.

Hollanda geçici Dışişleri Bakanı Sigrid Kaag, alınan bu kararın hükümetin tanıması anlamına gelmediğini, ama 24 Nisan’da Ermenistan’daki ‘soykırımı anma törenine’ hükümeti temsilen bir heyet göndereceklerini söyledi.

Sigrid Kaag, hükümetin, 1915 olaylarıyla ilgili ‘Ermeni Soykırımı’ iddiası konusunda itidallı davranılması gerektiği düşüncesinde olduğunu belirtti.

Bir Hollandalı araştırmacının mektubu:

Araştırmacı yazar Gerard Scargo, Hollanda Hıristiyan Birliği Partisi Başkanı Rouvoet’a gönderdiği mektubunda özetle şunları yazmıştı: ”Siz, Ermeniler’in soykırım iddialarını doğruluyor ve meclisten geçirmek istiyorsunuz ama, Ermeni iddialarının gerçek olup olmadığını da bilmiyorsunuz.
Size 1920’de Haldels Blad’da yayınlanan bir haber-yorumu gönderiyorum. Okuduğunuz zaman, iki tarafın da birbirlerine karşı acımasızca saldırdıkları ortadayken, neye dayanarak Ermeni iddialarını destekliyorsunuz?
İstanbul’da konuştuğum yazarlar ve Azerbaycan’sa gözlerimle şahit olduğum ortama göre, Ermeniler geçmişin bedelini ne olursa olsun almak istiyorlar.
İnsanlık acısı tarif edilemez. O zaman da böyleydi, şimdi de…
Siz bir Hıristiyan olarak hangi tarafı seçiyorsunuz?”

İşte 1920’deki o haber

Ermeni iddiaları Hollanda’da kafaları karıştırırken arşivlerde bulduğum bir gazete kupürü, soykırım iddialarını çürütüyordu.
George Nypels adlı araştırmacının yazdığı haberin Türkçesini altta sunuyorum. İsteyenlere orijinal Hollandaca metini gönderebilirim.

 

Algemeen Handelsblad Gazetesi 25.05.1920 

Türk-Ermeni Sorunu

Balkanlarda görev yapan bir gazeteci arkadaşımızdan aşağıdaki ilginç mektubu aldık. Bu mektubun içeriği, Ermeni sorununa Batı Avrupa’daki alışılageldik görüşten farklı bir bakış getiriyor. Bu gazeteci arkadaşımızın tarafsızlığına büyük güvenimiz var. Onun olayları değerlendirmesi daima kanıtlara dayandığı için, yazılarını yorumsuz olarak ve hiç bir değişiklik yapmadan olduğu gibi yayınlıyoruz.

Aynen Sultan Abdülhamit devrinde olduğu gibi, bugünlerde Kilikya’dan yeniden çok sayıda Ermeninin katledildiğine dair çirkin haberler geliyor. (Fransız işgali altındaki Adana, Gaziantep, Maraş ve Urfa’daki Ermeni zulmune ve katliamlarına karşı Kuvvayı Milliye Hareketleri) Konuyu çoktan unutmuş olan dünya kamuoyu, bu haberlerle yeniden şok oldu. Aslında din uğruna yapılan bu iğrenç katliamları savunmaya ve koruma altına almaya hiç niyetim yok. Fakat her gerçeğin iki yönü vardır. Olaylar sırasında Türkiye’yi parçalayıp yıkmak isteyen itilaf devletleri ve basını, propaganda yaparak Kilikya’daki Ermeni kıyımını Türklere karşı bilinçli olarak kullandılar ve bütün yıkımın Türkiye tarafından yapıldığını iddia ettiler. Önemli olan gerçeğin ne olduğunu bulmaktır. Bu bilinçle, sözü edilen bu kitlesel katliamdan gerçekte yalnızca Türklerin sorumlu olamayacağını gözler önüne sermek istiyorum.

Bu konuda fikrimi söyleme hakkını kendimde buluyorum. Çünkü Birinci dünya savaşı süresince Türkler ve Ermenilerin birbirleriyle nasıl bir nefret ile boğuştuklarını çok açık bir şekilde gözlerimle gördüm.

1918 baharında Rusların yenilgisinin sonucunda Türkiye yeniden saldırıya geçtiginde ve peygamberin mukaddes bayrağı Osmanlı ülkesinin dışında da dalgalandığında, ki Küçük Kaynarca anlaşmasından beri hiç böyle olmamıştı; ben kendimi Ermeni-Rus sınır bölgesinde buldum ve Türklerin Kafkasya’da ki ilerlemelerine şahit oldum.

Savaşı yaşayan bir kişi, bir ülke ve ulusunu tanımak için savaş halinden daha iyi başka bir fırsat olmadığını kabul edecektir. Bu durumda bütün insani canavarlıklar büyük bir şiddetiyle ortaya çıkar. Savaşımın gerektirdiği kaba güç kullanma ile, kültür ve uygar davranışlar kaybolur. O sıralar Avrupalı olarak bir tek ben, bu kritik ortamda bulunuyordum. Bu durumda söylenebir ki Türklerin Rus- Ermenistan’ına ilerleyişi sırasındaki olayların tek Avrupalı şahiti bendim.

Seyahatime başlamadan önce Ermeni yanlısıydım. 1916-1917’de İstanbul’daki kalışım sırasında, Ermenilere yapılan toplu katliam hakkında, az çok bilgisi olan Avrupalılardan ve Türkiye Ermenilerinden yeteri kadar tiksindirici, çirkin ayrıntılar duymuştum. Bu kişiler Türkleri suçlu ve Ermenileri de, barbar Türklerin masum kurbanları olarak görüyorlardı.

Türklerle aram yeterince iyi olduğu için, bu hassas konuda, hiç bir Avrupalının konuşmaya cesaret edemeyecegi şeyleri sorabiliyordum. Türklerin bana karşı olan davranışları, benim Ermenilerin suçsuz, Türklerin de suçlu olduğuna dair inancımı kuvvetlendiriyordu. Çünkü ben Ermeni olayları ile ilgili bilgi almak için, soru sorduğumda Tüklerden şöyle yanıt alıyordum: “Bizim hakkımızda anlatılanların hepsi doğru. Biz 1 milyon Ermeniyi kestik. Bu korkunç bir katliamdı. Fakat biz bu konuda haklıydık ve bu suçtan ötürü ancak kendimize karşı sorumluyuz.” Bütün çabalarıma rağmen bu konuda ayrıntılı ve olayların gerçek nedenleri hakkında bilgi elde edemiyordum. Ben de bu durumda şöyle bir yargıya varabiliyordum: Orada Hristiyanlara karşı fanatik bir din savaşı güdülüyordu. Bu olaylar Ermenistan’ın dünyayla tüm ilişkisinin kesildiği Yukarı Ermenistan’da meydana geliyordu. Orada Ermeniler Türklerin insafına terk edilmişti.

1918 ilkbaharında Trabzon’a geldim. Bilindiği gibi kıyıdan Ermenistan’in dağlık bölgelerine giden tek yol buradandır. Trabzon 1915’de Ermeni katliamını yaşamıştı. 3 yıl sonra bu kentte yaşayan Rumlar ve Avrupalı Levantenler bana Trabzon surları içinde olan inanılmaz vahşeti; Trabzon sokaklarında nasıl Ermeni kanı aktığını, Ermeni mahallelerinin nasıl alev alev yandığını, bu olaylardan günler haftalar sonra bile çocuk cesetlerinin Platana limanındaki Bizans duvarına vurduğunu anlatıyorlardı. Ben yanmış yıkılmış mahalleleri gördüm. Bana bunların bir zamanlar Ermeni mahalleleri olduklarını anlattılar. Bana Hristiyan kiliselerini gösterdiler. Bunlar Ermeni kiliseleriymiş. İnsanlar gübre yığınlarını eşelerken hala kemikler ve ceset artıkları buluyorlarmış. Bana bunların Ermenilere ait olduklarını anlattılar.

Bütün bunlar, insanın hiç unutamayacağı korkunç izlenimlerdi ve herkes bir tek şey diliyordu: “Tanrı bizi ve herkesi bu barbarlıktan ve Müslümanların düşmanlığından korusun.”

Bütün bu olanlardan dolayı ben lanetlerimi yağdırırken şüphesiz ki Hristiyanların tarafını tutması lazım gelen sıradan yaşlı bir Fransiskaner papazı başını salladı ve “Yanılıyorsunuz”, dedi. “Sadece Türkler suçlu değildir. . Avrupa’dan gelen ve Avrupa kültür anlayışıyla Asyayı değerlendiren biri olarak, doğal olarak bu halkın yok edilmesi suçuna karşı lanetlerini yağdıracaksın. Fakat senin gördüklerin ve sana anlatılanlar, gerçeğin tamamı değildir. Bütün bunları anlayabilmen için olayları bir Asyalı gibi görmen ve yorumlaman gerek. Şunu unutma ki burada yüzyıllardır birbirlerinden nefret eden ve birbirine kin güden iki halk var. Burada iki farklı zihniyet var: Ermeni ve Türk zihniyeti. Bu iki düşman görüşteki insanlar birbirlerinin yok edilmesi gerektiğine inanırlar. Evet 1915’de Ermeniler yok edilmişlerdi, her şey onlara karşydı ve yenilgiyi kabullenmek zorundaydılar. Fakat insan şuna inanıyor ki, eğer aynı konuma Ermeniler sahip olsalardı onlar da Türklere aynısını yapacaklardı. Benim raporlarımdan ve benim Beyazıt, Van, Erzurum ve Erzincan’daki görevlilerden aldığım raporlardan biliyorum ki 1915’de Ruslarla savaş başladığında Ermeniler, Türk ordusunun arkasından isyana kışkırtıldılar ve Türk köy ve kasabalarını yıkıp, yerle bir ettiler. Daha sonra Türkiye’de olan olaylar işte Ermenilerin bu ilk düşmanca tutumu nedeniyle başlamıştır. Kabul ederim ki çok korkunç şeyler oldu; Şimdiye kadar görülmemiş bir biçimde çok kan aktı. Fakat Ermeniler bu kan gölünün oluşmasında suçsuz değillerdi. Türkler gereğinden fazla ileri gittiler, fakat suç yine sadece Türklerde değildi. Suç Avrupalılarda görülmeyen çok derin nefretlerin oluştuğu, Asyalı düşünce tarzındaydı ve bu düşünceyle yapılan savaşta vahşice davranışlar ortaya çıkıyordu. ”

” Örneğin Trabzon’a bak. Yanmış, yıkılmış Ermeni semtlerini gördün, fakat yerle bir edilmiş Türk mahallelerini de gördün mü? Henüz daha taze Türk mezarlarına da dikkat ettin mi? Hayır mı! Haydi git ve gör. Ermeniler de aynı pozisyonda oldukları zaman Rus ordusunun korumasında zafer kazandıklarında, 1915′ de yaşananlar tekrarlandı. Fakat bu sefer Türkler, Ermenilerce katledildi. Ermeniler, nerede bir Türk bulsalar onu acımasızca kesip doğradılar, nerede bir cami görseler onu yağmalayıp yaktılar. Türk mahalleleri yakıldı, duman ve alev içinde kaldı. Tıpkı bir zamanlar Ermeni semtlerinde olduğu gibi. Şimdi Anadolunun içlerine gidip savaşın bütün bu izlerini takip edebilirsin: Bayburt’da, Erzincan’da,, Erzurum ve Kars’da. Oralarda daha dumanı tüten yığınlar göreceksin; daha çok kan ve ceset koklayacaksın. Ancak bunlar Türklerin ölüleri olacaktır.”

Fransiskaner rahip bana gerçekleri söylemişti. Aylarca Ermenistan ve Kürdistan(Doğu Anadolu ve Kafkasya) içlerinde yolculuk yaptım ve gerçekten de rahibin bana anlattıklarının doğru oldugunu gördüm. Rus ordusunun geri çekilmesinden ve bunu takip eden barış anlaşmasından sonra, sözün ona Ermeni ordusu( Ermeni çeteleri) çeşitli operasyonlar yaptı. Bu çeteler Rusların çekildikleri bu Türk bölgelerini işgal ettiler. Ruslar işgal sırasında Türklerin canlarını ve mallarını koruyorlardı. Rusların geri çekilmesinden hemen sonra olanlar ise, yürek parçalayıcıdır. Küçük Türk yerleşim birimlerindeki insanlar, General Antranik ve Murat’ın çeteleri tarafından tek bir canlı kalmayıncaya kadar katledildi. Camiler son taşına kadar tahrip edildi.

Bu bulunmaz fırsatı yakalayan Ermeniler, beklentilerini, hayallerini bayağı genişlettiler ve neredeyse bütün Anadolu sanki onların olacakmış gibi davranmaya başladılar. Anadolu’da yaşayan Türklerle, yaşayan son erkeğe, son kadına ve son çocuğa varıncaya kadar hesaplaşabileceklerini ve onları yok edeceklerini umuyorlardı. Ben Erzincan’da yıkıntılar arasında yatan yüzlerce boğazlanmış Türkün cesedini gördüm. Kuyuların içine ışık tuttuğumda cesetlerle dolu olduğunu gördüm. Açılan toplu mezarlarda yüzlerce kadın ve erkek cesetlerinin üstüste yığılmış olduğunu kendi gözlerimle gördüm. Bunları kim yapmıştı? Zafer kazanan Ermeniler tabiki. Böyle manzaralar sürekli olarak Yukarı Ermenistan yollarında, Kürdistan ve Rusya-Ermenistan’nda bana eşlik etti. Türkler’inde şimdi tekrar bir zafer kazandıklarında öç almaları ve öfkeyle misilleme yapmaları şaşırtıcı mıydı dersiniz? Şunu da itiraf etmeliyim ki, Rusya Ermenistan’ına yürüyüşleri sırasında Türkler tarafından yapılan öldürmeler de sürdü. Sarıkamış sınırının karşı tarafında birbirine yakın Ermeni yerleşim yerleri ateş ve demirle yerle bir edildi. Asya’nın bu vahşi ülkesinde şimdi zafer kazananlar, önceki zafer kazananlara karşı korkunç vahşi bir öfke duyuyorlardı. Halkların halklara karşı bu acımasız davranışlara nasıl kışkırtıldıklarını, bu acımasız nefreti, bizim Avrupalı beyinlerimiz anlamaz. Fakat biz Yukarı Ermenistan denilen bu bölgenin uygarlığı ile, Avrupa halklarının eski kültürünün karşılaştırılabileceğini düşünmemeliyiz. Çünkü buralarda yaşayan halkların milliyetleri yoktur, fakat çeteleri vardır. Bunu şöyle açıklamak mümkün. Buralarda iki çete karşılaştığında, bu taraflardan birinin imha edilmesi demek oluyordu. Bu nedenle bugüne kadar Büyük Ağrı Dağları’nda birlikte yaşamak için uzlaşmak, ortayolu bulmak diye birşey düşünülemez. Bunun yerine yanlızca imha etmek geçerlidir. Yukarı Ermenistan’ın çıplak dağlarında bir anlaşma yoktur, sadace ölüm kalım mücadelesi vardır. Kazanan yaşar, kaybeden ölür….

Benim Aleksandropol’de(Gümrü) kalışım sırasında orada yaşayan insanların düşünce yapısına ışık tutan şöyle bir olay oldu. Bir gün Alagöz dağları yönünden bir top atışı duyuldu. Türk sınırı arkasında korku içinde yaşayan Ermeni halkı bunu şöyle açıklamışlar; İngilizler Türklere karşı ilerliyorlar ve Türkler birkaç saat içinde yenilmiş olacaklar. Birden Türk sınırının gerisinde bir ayaklanma oluştu ve Ermeni köylerindeki zayıf Türk nöbetçileri şeytanca işkencelerle öldürüldü. Fakat ortada Ermenilerin geldiklerini sandıkları İngilizler yoktu. Olayın aslı şu idi: Kafkas Ermenilerinden bir birlik önce Türk cephesini yarmayı denemişler. Top atışı sesleri bu yüzdendi. Bu çatışma birkaç saat sonra bitti. Fakat sıra intikam almaya gelmişti. Türk askerlerinin sinsice katledildiği Ermeni köyleri yakılmaya başlandı. Bu durumda Ermenilerin hiç suçu olmadığı söylenebilir mi?

Tamamen Türklerin eline geçen Aleksandropol(Gümrü) kenti bir Ermeni kentiydi ve ben burada Türk işgaline rağmen günlük işlerini güçlerini yapan, şehrin ileri gelen Ermenileri ile tanıştım. Bu kişiler Ermeni çetelerinin düşüncesiz davranışları nedeniyle Türklerin bir gün öç alacakları düşüncesiyle sürekli korku içinde yaşıyorlar ve bir gün sırf bu yüzden yok olacaklarına inanıyorlardı. Ermeni halkının bir kısmı, ki buna ileri gelenleri diyebilirim, Türklerle barışcı bir anlaşma yapılmasının taraftarıydılar. Çünkü şimdi beraber yaşamak zorundaydılar ve karşılıklı bir antlaşma, bu cinayetlere bir son verebilirdi. Fakat halkın büyük bölümü ve çeteler yani sözde Ermeni askerleri, barışın adını bile etmiyorlardı. Onların sloganı: ” Ya biz, ya da onlar; birimizden biri yok olmalı” idi.

Düşününüz, Antlaşma ve barış isteyenler, Ermeni halkının büyük çoğunluğu tarafından lanetleniyordu. İçinde bulunduğum Ermeni çevrelerinden bazı insanlar bana açıkça şöyle diyorlardı: ” Şimdi Türkler başa geçti, ancak biz pek yakında tekrar başa geçtiğimizde elimize geçirdiğimiz hiç bir Türk’ü sağ bırakmayacağız. Onlarla bizim aramızda bir anlaşma olması mümkün değil. Asırlardır görülecek bir hesabımız var onlarla. Sürtüşmemiz, halkımızın tarihi kadar eskidir. Bu savaşım, Türklerin ülkemize gelmesiyle başladı. Bu savaş ya biz, ya da onlar yok olana kadar sürecektir. Biz barış istemiyoruz. Lanet olsun Türklerle dostluk kuranlara!”

İste o zamanlar Ermenilerin düşünceleri böyleydi. Ermenilerin bağımsızlıklarını kazanma ümitleri pek yoktu. Zaferi kazanan Ay-Yıldız’ın (Türkler’in) ise bütün Rus- Ermenistan’ını ele geçirecegi görülüyordu.

İşte bunları duyduktan sonra, şimdi Türklerin geri çekilip de, Türk yerleşim yerleri tekrar Ermenilerin eline geçtikten sonra olanları tahmin etmek, herhalde zor olmasa gerektir.

Uzlaşmalar ancak uygar halklar arasında olabilir. Vahşi Asya’nın halkları arasında sadece nefret ve yok etme duyguları vardır. Evet, Türkler suçludur, katlettiler, ancak ellerine fırsat geçince aynı katliamları yapan Ermeniler acaba daha az mı suçlular? İnsan Asya’yı sadece Asyalı bakış açısıyla değerlendirebilir.

Şehit babası Asım Safitürk: “Allah’ın izni böyleymiş”

Mardin’in Derik Kaymakamlığına PKK’lı teröristlerce düzenlenen bombalı saldırı sonucu şehit düşen Kaymakam Muhammet Fatih Safitürk’ün anne ve babası, evlatlarının herkes tarafından sevilmesinin gururunu yaşıyor.asm-safiturk

Mardin’in Derik Kaymakamlığına PKK’lı teröristlerce el yapımı patlayıcı ile düzenlenen saldırı sonucu şehit düşen Kaymakam Muhammet Fatih Safitürk’ün ailesine taziyeler teselli oldu.
Şehit babası Asım Safitürk, açıklamada, oğlunun şehit düşmesinin hem üzüntüsünü hem de gururunu yaşadıklarını söyledi.
Sabah uyandığı zaman ilk oğlunun aklına geldiğini ifade eden Safitürk, şu değerlendirmede bulundu:
“Daha önceden şehit evine gelen haberciler, ‘Eve ateş döküldü’ diyorlardı. Biz de televizyondan bakıp buna üzülüyorduk ama bizim kalbimize ateş döküldü, eve değilmiş kalbe dökülüyormuş ateşler. Benim tesellim, efendimizin buyurduğu gibi vatan sevgisi imandan kaynaklanır. Görev yaptığı yere gittim, endişem hiçbir zaman durmamıştı. Acaba ne oldu, uyandığım zaman o aklıma geliyordu. O sıkıntılı zamanlarda bile beni arar ‘Baba nasılsın iyi misin?’ derdi. Sanki o sesi hala duyuyorum.”
Oğlunun anne, baba ve kardeşlerinden çok uzakta görev yaptığına dikkati çeken Safitürk, Hz. Muhammed’in amcasının savaş meydanında çok büyük işkencelerle şehit edilmesini düşününce teselli bulduğunu aktardı.

“Allah’ın izni böyleymiş”

Safitürk, inancı gereği ayet ve hadislerle teselli bulduğunu söyleyerek, şöyle devam etti:
“İnandığımız kitapta ‘Allah emretmedikçe hiçbir canlı ölmez’ ayeti teselli ediyor. Ailenin en büyüğü 75 yaşında benim. 7 çocuğumun en küçüğü de oydu. Demek ki Allah’ın izni böyleymiş. Ruhlar aleminde Allah böyle takdir etmiş. Bunlar bizi teselli ediyor. İfade edemeyecek kadar teselli olduğum başka bir şey de çok muhterem, Allah ömrünü uzun eylesin, Allah hedeflediği zaferleri muvaffak eylesin Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, valilerimiz, emniyet güçlerimizin hepsi evimize gelip bizi teselli etti. Milletimiz harekete geçti. Yurt içi ve yurt dışından telefonlar geliyor, bunlar bize teselli kaynağı oluyor.”
Baba Safitürk, oğlunun mesai arkadaşları tarafından da sevilen biri olduğunu belirterek, “Öyle bir evlat ki hiç sıkıntısını çekmedim. Görevinde en ufak bir sevilmeyen hareketini görmedim, bu yönleriyle teselli buluyorum ama evlat acısını Allah kimseye göstermesin. Derik Emniyet Müdürü aradı. ‘Başınız sağ olsun. Öyle bir evlat yetiştirdiniz ki bana hep kardeşim derdi’ dedi ve ağladı. Ben de ‘Allah razı olsun, Allah bu acıyı size göstermesin’ dedim. İşte biz bunlarla teselli oluyoruz. Vatanımız sağ olsun. Allah böyle acıyı kimseye göstermesin.” ifadesini kullandı.
Vatanın ekmeğini yediği, suyunu içtiği halde vergi vermeyen, kaçak elektrik kullanan, askere gitmeyen hainleri Allah’a havale ettiğini vurgulayan Safitürk, şunları belirtti:
“Allah inşallah en kısa sürede ülkemizin görevlileri, emniyet güçleri, askeri güçlerimizin ordumuzun bunların hakkından geleceğine inanıyorum. Allah yardımcıları olsun. Milletimize teşekkür ediyorum ama bu hainler bu memleketin bayrağı altında olacaklar, bu memleketin ekmeğini yiyip, suyunu içecekler ama memleketin en büyük düşmanı olan dış güçlerle iş birliği yapıp böyle vatan evlatlarını kurban edecekler, işte buna çok üzülüyorum. Milletimiz sağ olsun. İnşallah son şehidimiz olur.”

“Yavrumuz bizim için çok hayırlı bir evlattı”

Anne Fatma Safitürk de “Allah rahmet eylesin, Allah devlete zeval vermesin. Yavrumuz bizim için çok hayırlı bir evlattı. Ramazan Bayramı’ndan sonra da görmedim. Çok hasretim. Allah bunu yapanları yakın zamanda cehenneme düşürsün.” diye konuştu.

“Biz ödül aldık”

Şehidin ağabeyi Haydar Safitürk de kardeşinin görevindeyken kahramanca şehit olduğuna işaret ederek, şunları ifade etti:
“Ama onu şehit eden gözükemeyecek kadar bir alçak. Ben insan demiyorum. ‘Böyle birini vurduk’ diye sevinmesinler, biz ödül aldık. Bundan daha büyük bir ödül göremeyiz. Memleketimin en ufağından en büyüğüne kadar herkes bize ulaştı, sarıldı. Bundan daha büyük, tatlı bir şey olabilir mi? Cumhurbaşkanımız beni aradı, dedi ki, ‘Çok önemli yurt meseleleri için yurt dışındayım.’ Cenazemiz öğlen defnedilecekti. ‘Bunu ikindiye alın, ben de bu şerefe nail olmak istiyorum’ dedi. Biz bundan daha büyük bir şeref yaşayamayız. Kardeşim bize bu kadar büyük bir şeref yaşattı, ne mutlu. Allah, mekanını cennet etsin. Biz, onun sayesinde belki ahiret hayatında rahat edeceğiz. Çok iyi bir çocuktu. Sınıf arkadaşları, görev yaptığı yerler, mahalle arkadaşları, tanıyan tanımayan herkes ağlıyor, ben ağlamıyorum. Elhamdülillah, Cenab-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun.”

 

Kunduracı Kral

top
İzmir Büyükşehir Belediyespor’un Türkiye Ampute Futbol Ligi’ndeki golcü oyuncusu Ferat Dağ, engel ve zorluklara meydan okuyan kişiliğiyle adeta bir yaşam dersi veriyor. Her hafta rakip fileleri havalandırmak için fırsat kollayan engelli futbolcu, aynı zamanda İkiçeşmelik’teki kundura atölyesinde ter döküyor. Halen gol krallığı tahtında oturan usta golcü, takımını Süper Lig’e taşımanın hayalini kuruyor.
Henüz 5 yaşındayken geçirdiği ateşli rahatsızlık sonucu vücudunun sol tarafı felç olan, ardından ailesiyle birlikte doğduğu Mardin’den İzmir’e göç etmek durumunda kalan ve daha 12 yaşında İkiçeşmelik’teki ayakkabı atölyelerinde çalışarak evine ekmek götüren bir yaşam öyküsü onunki.
Yaşama küsüp bir köşeye çekilmek yerine, engelli bedeniyle hayata tutunmayı tercih eden Ferat Dağ, bugün hem ayakkabıcılık mesleğinde, hem de en büyük tutkusu futbolda kendini kabul ettirmeyi başardı.
Bir gün halı saha maçında koltuk değnekleriyle top peşinde koşarken, Altaylı bir yönetici tarafından keşfedilip, siyah-beyazlı ekibin ampute futbol takımına alınan Ferat, talihinin de o an döndüğünü düşünüyor. “2009 yılında benim için hayat yeniden başladı” diyen usta oyuncu, “Halı sahada hobi olarak başladığım futbol, beni önce Altay’a, ardından Çekmeköy’e, şimdi de İzmir Büyükşehir Belediyespor’a kadar taşıdı. Sanırım, 30’undan sonra futbolcu olan nadir insanlardan biriyim” dedi.
Hayata 2-0 yenik başlamıştım
İzmir Büyükşehir formasıyla attığı 7 gol ve 7 asistle takımının en golcü oyuncusu olan “Kunduracı kral”, her zaman engelleri aşmak için çalıştığını söyleyerek, “Ben, engelimi bahane edip hiçbir zaman köşeme çekilmedim. Hayata 1-0, hatta 2-0 yenik başlamama rağmen ellerimle, tırnaklarımla tutundum. İnsan, şartları ne kadar zor olursa olsun, azmiyle üstesinden gelebiliyor. 5 yaşında sakat kalan, 12’sinde İzmir’e göçüp kundura tezgahlarında çalışan, ama buna rağmen hayattan kopmadan evlenip 2 çocuk sahibi olan bir baba olarak söylüyorum ki, çalışmak her şeyin başlangıcıdır” diye konuştu.
İzmir Büyükşehir Belediyespor’daki futbolculuğu sayesinde hayata karşı daha güçlü durabildiğini söyleyen Ferat Dağ, daha uzun süre futbol oynamak ve sağlıklı kalabilmek için sigarayı bıraktığını, farklı bir sosyal çevreye girdiğini de sözlerine ekledi. “Kunduracı Kral” şöyle devam etti:
“Ev ile kundura tezgahı arasındaki rotam, artık evim, işim ve futbol sahası arasına kaydı. Hayatım değişti. Bize bu imkanları sağlayan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanımız Aziz Kocaoğlu başta olmak üzere kulüp yönetimimiz ve antrenörümüz Murat Bahar’a çok teşekkür ediyorum. Geçen sezon yarım kalan işimizi bu sezon tamamlamak hedefindeyiz. Takım arkadaşlarımızla şampiyonluğa inanarak yola çıktık. İzmir’i Süper Lig’de temsil edeceğimize inanıyorum.”top2