Etiket arşivi: Ki

Türkiye’de Yahudi Ve Ermeni Düşmanlığı – II

 

“Türk odur ki; Müslüman bir anne babadan doğan, kulağına ezanla / kametle bir Müslüman ismi verilen, her türlü haltı yese de domuz eti yemeyen, mübarek gün ve gecelerde içmeyen, Cuma hassasiyeti olup arada bir kaçırsa da Cuma’ya giden, vatan – millet – din – devlet tehlikeye düştüğünde de kazma–kürek, balta–nacak alıp saldırana Türk derler. Bu tanım içerisinde ‘Hayır, ben Türk değilim’ diyecek bir Allah’ın kulu yoktur. Bu tanım içerisinde Hrank Dink Türk’tür, Orhan Pamuk Ermeni’dir; söylediğim cümleye göre.”

Türk tâbirinin kavmî bir tarif olmadığını bilen Yavuz Ağıralioğlu’nun ilginç tarifnâmesinde bile çaprazlamadaki olumsuz örnek Ermenilik kokar. Fakat asıl ihale Türkiye’de Yahudiliğedir. Zihniyeti, çıfıtlığı ve lânetliliği üzerinden oluşturulan olumsuz kanı bir asırdır yükselen bir grafikle genel kabul görmektedir. O kadar ki dünyanın bütün olumsuzluklarının arka planında onların varlığı dinî terminolojiyle desteklenerek seslendirilir.

Necip Fazıl demişmiş ya; “Yahudiler mi dediniz? Onlar, yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir” diye, bizim milliyetçi – muhafazakâr tayfa da yumurtası çatlasa veyahut ayağına taş çarpsa Yahudilerden bilir. Hem onların lânetlendiğini Kuran’dan duymuşmuş gibi aktarır hem de nerdeyse insanlığın kaderini Tanrımisal belirledikleri mitini yayarak üstün ırk nazariyesine bilmeden kovayla su taşır. Hâlbuki ikisi de Kur’anî değildir.

Ya nedir? Dünyada 15 milyon, Türkiye’de de 15-16 bin nüfusu olan din esaslı bu topluluğa Musevî denir. Kuran’da Beni İsrail olarak geçen İsrailoğulları yani Yahudiler ise bu din üzerinden milletleşen bir guruptur. Gerek Dünyadaki ve gerekse İsrail’deki toplam Musevî nüfus içerisindeki oranları 3’te 1 oranında olsa da kalan 3’te 2’yi de dinî milliyetçilik üzerinden Yahudi etnolojisine sokuşturmaya çalışıyorlar; biz de cehaletimizle destek oluyoruz.

2014’te Kocaeli Tarih Sempozyumu’nda Dr. Gerşom Qıbrısçı “Karaim in Nicomedia” başlıklı tebliğini sunarken Musevî bir Türk olduğunu söylediğinde onun hemşehrisi sayılabilecek bir tarih doçentimiz onun Yahudi olduğunu ve Türk olamayacağını beyan etti. İsrail nüfusu içindeki Etiyopya / Falaşa Musevîlerinin, Peru / İnka Musevîlerinin, Hindistan / Koçin Musevîlerinin, İtalyan / Romanyot Musevîlerinin, bizim Hazar / Karayit Musevîlerinin ve hatta Doğu / Mizrahî Musevîlerinin (Arap, Fars, Dağlı, Kürt, Tat, Gürcü..) dil ve kültürlerini yok sayarak yalnızca inanç tercihleri üzerinden tek tipleştirmek ne menem bir düşüncedir.

Yakın zamana kadar Türk Musevî Cemaati olarak bilinen Türkiye Hahambaşılığı’nın 3 yıl önce Türk Yahudi Toplumu adını alması da bu minvaldedir. Oysa kültürel kökeni hakkında Müslüman Türk’ün ne kadar konuşma hakkı varsa Ortodoks yada Musevî Türk’ün de o kadar konuşma hakkı vardır. İnsanlara kimliklerini ürün etiketi gibi başkaları barkodlayamaz. Bu, Sabataycı diye bilinen Avdetîler için de geçerlidir. İçlerinde iyisi de olur, kötüsü de; Kurtuluş Savaşı’nda ihanet edeni de olmuştur, Millî Mücadele için canını koyanı da.. Tıpkı Türkmenler, Lazlar, Yörükler, Çerkezler, Tatarlar, Kürtler gibi.. Milletine mensubiyet duyan koştu geldi, karakterinde defo olan Yunan’la bile anlaştı.

Neymiş; Türkçülüğün kitabını Moiz Kohen (Tekin Alp) yazmış; ‘Türk Ruhu’. Neymiş Mustafa Celâleddin Paşa (Konstantin Borzecki)  150 yıl önce ‘Eski ve Yeni Türkler’in tarihini yazmış. Bu adamların Hz. Musa’ya inanmaları niye milliyet şuurlarına ve bu meyanda beyanlarına engel teşkil etsin?! Biz Müslümanlar olarak Türklüğümüzle övünüyoruz da onlar 5 bin yıllık bir nehir olarak akmakta olan Türklükle ilgili niye kelâm edemesinler?!

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde baştacı ettiğimiz bu insanlar Siyasal İslam’ın ‘bi camide, bi kahvede’ anlattıklarıyla Şeytan’ın asker arkadaşları algısına aktarılmış.  Oysa Şeytan bu ilahî senaryoda kötü karakteri simgelemektedir; kökeni değil. Dahası yaratılış malzemesine bakarak azan / sapan Şeytan’sa ve “Herkes kendi karakterine göre hareket eder” âyeti varsa bu milliyet, soy-sop işlerinde dikkatli olmak lâzım gelir. Yoksa ensar’üş-şeytan; şampiyon!

 

BİR ÜLKE’Kİ !

 

 

BAHATTİN OMURCAN TÜRKİYE OKUYORBu büyük milletin bir ferdi olmanın gururu ile içimden geldiği gibi kalemimin ucuna döküldüğü gibi yazdım.

Sevgi büyük bir yaratık! Kalplere, gönüllere yerleşince daha da yüce! Hele sevgi ile yaşamak ne güzel! Sevmek herkese nasip olmaz. Sevilmekte! Sevgi ile güzelliğe söylenenleri daha tam manasıyla  kimseler yazamadı.

 

Ama… Bir sevgi vardır ki onun tatı başkadır; sevmesi sevdalısı başkadır, işte bu sevgi vatan sevgisidir!

Hep cennet vatan dediğimiz, uğruna canımızı seve seve feda edeceğimiz, nice şehitler vermiş daha da vermekten çekinmeyen bir  büyük milletin sevdalısı; sevdiği koruduğu güzel yurt, güzel bir ülke. Yeri geldiğinde iftiharla şu güzel sözleri söyleriz:  “Edirne’den Van’a kadar benim güzel bir yurdum var. İster savaş ister barış vermem ondan ben bir karış.”

 

Doğrudur! Çünkü bu büyük millet, ülke sevgisini, vatan sevgisini imanıyla kalbine, gönlüne perçinlemiş, yerleştirmiş. Büyük  bir millet olarak başı dik, hak ve adeleti gittiği her yere götüren, kahraman bir millet olarak tarihe geçmiştir.

 

Balkanlardan  Arap yarım adasına kadar egemenliğini egemenliğini sürdüren bu büyük milletin kendi idaresinde barındırdığı milletlere insanca davranış örnekleri tarih kitaplarına sığmayacak kadar çoktur. En yakın tarih bunun canlı örneği olmuştur. 2011 Suriye şavaşından etkilenen Suriyelilere dünya da tek sahip çıkan Türk devleti olmuştur.

 

Dünya harıtasını elinize alın, şöyle bir çevirin. Bizim Türkiye’mizin yerleştiği stratejik ve çoğrafi konuma iyice dikkat edin, sizde şunları diyeceksinizdir:

 

Allah’ımıza bin şükür; yüce  Allah sanki bizi koruduğunu ve sevdiğini açıkça ifade eder gibi bize dünyanın ortasında vatan vermiş, dört mevsimi dolu dolu yaşanan bir iklim vermiş,  dört tarafı denizlerle çevrilmiş, güneşi sanki tepemize ayarlamış, sularımız bol enerji veriyor Ab-ı hayat veren ilaçlar gibi elimizin altında yaka yaka bitiremediğimiz ormanlarımızla bereketli topraklar içinde daha isimlerini keşf edemediğimiz madenlerimiz var, karadan havadan ve denizden tüm  dünya’ya ulaşım imkanlarımız var, ve her cinsten Avrupalı ve Asyalı komşular vermiş.

 

Bütün bunların haricinde mucize denecek kadar bir geniş din kültürüne sahip ülkemiz, batıda Hırıstıyanlarla anlaşan tek İslam ülkesi. Diğere taraftan Müslüman ülkelere lider durumunda örnek olan Türkiye insanı; yakışıklı, zeki, vakarlı, sabırlı, çalışkan ve de genç.

 

Bütün bu saydığımız güzelliklere sahip olan vatan için kafamıza, gözümüze vura vura adeta “Türkiye olmasaydı dünyayı yaratmazdım.” Dercesine bize seslenen, bizi uyaran, yaşadığımız topraklarda manevi kahramanlar yaratan yüce Allah’a şükretmemek elde mi?

 

Yunuslar, Mevlanalari Hacı Bektaşi Veliler, Emir Sultanlar, koca sinanlar, Yavuzlar, Fatih Sultanlar, Genç Osmanlar, ve daha nice bilinmeyen kahramanlar diyar diyar gezdiler ve rehber oldular bu büyük millete.

 

Başı sıkıştığında nice Mustafa Kemaller, Kazım Karabekirler, İsmet Paşalar, sırtında mermi taşıyan Kara Fatmalar gelmediler mi? Menderesler, Süleymanlar, Karaoğlan Bülentler, Alpaslan Başbuğlar, mücahit Necmettinler, merhum Özalllar, Yiğit Muhsinler de geldiler.

 

Peki, bize böyle ne oldu ki bir adım ileri, iki adım geriye sayıp durduk, paramızın değeri düştü, kendi sınırlarımızda kendi milletimizle dağlarda bayırlarda yıllarca hiç uğruna savaştık, kanunlarımız haklıyı haksızı ayırmakta zorlandı, fabrika bacalarından duman çıkmaz oldu; işsiz, mesleksiz nesiller çoğalmaya başladı, hastahanelere sağ giren hasta çıkar oldu, insanımız Avrupaya pasaportlu köle oldu, iş adamları bankaları, hortumladı, oy verip seçtiklerimiz İMF2ye teslim oldu ?

 

Saymakla bitmeyecek o kadar çok yanlışlıklar oldu ki ülkemizde, karanlıkta biribirimizi göremez olduk, seçemedik ak ile karayı. Bizleri idare eden geçmiş idareler,  bizleri ayı sevgisiyle mi eviyorlardı, malum ayılar sevdiklerini severek öldürürlermiş!  Bunu bilemeyiz ama.. Uzun Adam ve kadrosu ampul’ün ışığını iyi kullanırda oyunları bozarsa,ışığı biraz daha güçlendirirse, açarsa karanlıktaki yanlışlıkları hep birlikte ülkece, milletçe hep beraber göreceğiz.

EYVAH Kİ NE EYVAH!

 

11elifkocaİnsan Ahsen-i takvim üzerine yaratılmış en güzel varlıktır. Sevgiyle yoğrulmuş, onu hayvanattan ayıran idraki, aklı ve hayali vardır. Bir kuş değildi mesela uçsun, bir ağaç değildi ki sabit-kadem olduğu yerde öylece dursun. O insandır ve yaratılmışların en güzelidir; kâinat o yüzden hizmetine sunulmuştur. Sevgiyle yoğrulduğunda sevmekti, sevilmekti ihtiyacı olan. Öyle bir varlıktı ki, melâikeyi dahi gerisinde bırakabiliyordu; miraç hadisesinde vahi meleği Cebrail’in, Kâinatın Efendisi’ne (sav), artık vazifem bitti, bundan öteye gelemem, gelirsem kül olurum, siz devam edin Resulüm, demesi gibi. Yani insan öyle ki melâikeden daha yukarı bir seviyeye, kinetik enerjinin doruklarına ulaşabiliyordu. İnişleri ve çıkışları olan bir varlıktı lakin bu kadar çıkışı olan insanın bir de düşüşü vardı. O en şerefli varlık olan insan, en aşağı hatta hayvanattan daha aşağı bir dereceye de düşebiliyordu; hayvanatın vazifesinden dolayı insan yaptığı kötülüklerle onlara denk bile olamıyor. Bu düşüşünün sebebi de yaratılış gayesinden sapmasıydı. Çünkü onun aynı zamanda bir vazifesi de vardı, tıpkı bir kuşun yaratılma gayesi uçmak, bir ağacın gayesinin de bir ürünü vermesi gibi. İşte insan böyle mucizevî bir varlıktır.

Ne kadar sessiz kalsa da insan onu anlatan bir parçası vardır, o iyi oldukça iyi, kötü oldukça kötü olur.      Bir et parçasından ibaret olan kalptir o ve işlevi çok mühimdir. Çünkü bütün bedene sirayet edebiliyordu. Örneğin, divan edebiyatında kalbin karşılığı dildir, dil gönlü ima eder, o yüzden fesadı dilde fesadı kalp, fesadı kalpte ise fesadı dil vardır. Bunlar birbirine bir köprü gibi bağlıdır. Bazen derler ya, bir insanı tanımak istersen al karşına konuştur, o zaman anlarsın nasıl bir insan olduğunu, diye. Kalbin içine kötülük işlenirse vereceği tek şey kötülük olur lakin bu fıtrata aykırı bir durumdur çünkü o sevgi ile yoğrulmuştur. Tekrar bir şeyin işlenmesi insanın iradesiyle olur; tıpkı bir hocanın öğrencisine verdiği ödevi, öğrencisinin silip yeniden kendince bir ödev yapması gibi, ama istenilen o değildi. Kalbe hâkim olan kötülük kararttıkça karartır kalbi ve akabinde dile yansıyarak yayılır etrafa, insanlığa. Bir zulümkâr olur zamanla farkına varmadan. Yaptığı her hata sıradanlaşır artık, sanki normalmiş gibi.

İnsan, yaratılıştaki asli vazifesini kaybetmesiyle en aşağılık zulmü bile yapıyor hatta bazen de sessiz kalabiliyordu. Fıtratı unutulan, gayesinden sapılmış, ehli dünya olmuştur artık o yaratılmışların en güzeli olan insan. Nankörleştirmişti onu zaman, fıtratının aslını her kaybedişinde. Gözü bakar olur da görmez. Perdeler birbiri ardınca kapanı verir gözlerinde, gerçeği görmez olur. Ne kadar da acıdır. Söyleyecek bir sitemimiz varsa o da, eyvah ki ne eyvah!

Halen daha bir idrakimiz varken, bir akla mensupken girdiğimiz bu pis kuyu da nedir?

Fıtratımızdan saptığımızı görmesek de akıl edemez miyiz ki? Oysaki bizim bir aklımız vardı.

Girdiğimiz bataklıktan kendimizi kurtaramaz mıyız? Oysaki yaratılmışların en kudretlisiydik.

Kâinat kitabı belki de en güzel dersi veriyor bize ‘’hiç aklınızı kullanmadınız mı?’’ diye.

Bazen ne kadar da rahat oluyoruz, sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi. Hâlbuki bir avuç topraktan yaratıldık ve gideceğimiz yer yine bir avuç topraktı…

Gel beraber bir ölelim, gerçeği, hakikati senle beraber görelim,

Ola ki benlik sarsılır da ihtisasa gelir ve aslımızı buluruz…

Ne zaman ciddiye alındık ki?

HABER‘in Ekim ayı sayısının manşeti, AVRUPA TÜRKLERİ CİDDİYE ALINMIYOR‘ oldu.
ilhanGenel Yayın Yönetmeni’miz İbrahim Karaman, bizi yine önceden uyardı ve bu başlığa uygun bir yorum yapmamızı istedi.
Karaman’ın konuyu nasıl işleyeceğini bilmiyorum. Ama böyle bir başlığı görünce aklıma ilk gelen şu oldu: Ne zaman ciddiye alındık ki?

Öyle ya, ben de kendimi Avrupalı Türkler’den biri olarak sayıyorum.
Doğrudur, pozisyonum nedeniyle ben çok sıkıntı yaşamadım, horlanmadım, itilmedim, kalkılmadım.
Ama Avrupalı Türkler’den biri olduğum için, Ankara’da alınan veya alınmayan kararlardan ben de zarar gördüm.
Benim ayrıcalığım sadece şuydu: Başkaları haksızlıklar karşısında bağıramıyordu, çağıramıyordu. Ama ben yorum ve haberlerim ile hem bağırıyordum, hem de çağırıyordum.

Avrupalı Türkler, Avrupa’ya göç edişlerinin ardından ya şapkalarıyla veya ellerindeki portatif radyolarla alaya alınmışlardı. Türkiye’ye gittikleri zaman ‘Alamancı‘ diye horlanmışlardı.
Avrupalı Türkler’e önüne gelen bir yafta yapıştırıyordu. En sonunda ‘Gurbetçi’ yaftasını yedik.

Hoş, ne yazık ki ben de ‘gurbetçi’ yaftasını çok kullandım. Tıpkı Avrupa halklarının ‘Gastarbeider’ (Misafir işçi) dediği gibi, Ankara’dakiler de ‘gurbetçi’ demeyi yeğlediler.

Bir zamanlar birileri ortaya çıktı ve ‘Avrupa Türkleri yemesini bilmezler, giyinmesini bilmezler, haliye adabımuaşereti bilmezler’ gibisinden uzun uzun yazdılar. Bu gibi soytarılar anında gerekli tepkiyi gördüler ve susturuldular ama, bu gibi densizler her zaman varoldular.

Bir zamanlar Brüksel’de gazetecilik yaptıktan sonra, büyük bir gazetemizde köşe yazarlığı yapmaya başlayan eski bir dostumuz da feci bir pot kırmıştı. O zaman adını açık bir şeklide yazdığım bu dostu sert bir biçimde eleştirmiştim. Şimdi arşivime bakayım ve o sırada o densiz arkadaşın ne yazdığını ve ne cevap aldığını sizlere hatırlatayım.

Malum yazar, ‘Alamancı’ ve ‘gurbetçi’ olarak anılan Türkler’in bu konudaki şikayetlerine ‘Vız gelir tırıs gider. Bu imajı kendileri yarattılar ‘ diye yazdıktan sonra, şunları eklemişti:

Dolayısıyla, Avrupa oto mezarlıklarındaki bilumum hurda minibüsleri toplayıp içine balık istifi doluşmalarını; ‘köylüme hediye’ diye de, üçüncü sınıf ‘Kaufhof’ donu denklerini tavana yüklemelerini, sonra, güzergáhtaki cenaze levazımatçılarını zengin ede ede ‘gurbet, sıla, gurbet’ yoluna dökülmelerini anladık diyelim.

Yazar,  yukarıdaki ifadesiyle gurbetçilerin karayolu seyahatlerini ve ucuz eşya almalarını güya tenkit ediyor.
Nasıl mı?
Sadece İstanbul’dan Edirne’ye yaptığı bir yolcuktan sonra gördükleri ile…
Sigara alabilmek için Kapıkule’ye de uzanmış olan yazar, hemen oracıkta uzmanlaşmış ve kara yolculuğunun ne kadar ahmakça bir tercih olduğunu vurgulamaya çalışmış.

Ne yazık ki bunu yaparken de   ç u v a l l a m ı ş  bu yazar…
Yazar kusura bakmasın ama, bu aşağılayıcı sözleri karşısında ona ‘çüş’  diyenler oldu.
Avrupalı Türk’ü eleştirirken, sırf sigara almak için İstanbul’dan Kapıkule’ye kadar gitme zahmetine katılan bu yazar, nasıl oluyor da yurttaşlarını ucuz ve yırtık don almakla suçluyor.

‘AVRUPA TÜRKLERİ CİDDİYE ALINMIYOR’ iddiamızın kanıtları pek çok.
Taaaa 1970’li yılların başlarından itibaren Avrupa’ya gelen devlet büyüklerimiz ve siyasetçiler, Avrupalı Türkler’i hep‘öğrenmesi gereken cahiller’ olarak gördüler. Güya dertlerini dinledikleri Avrupalı Türkler’in isteklerini sigara paketlerinin üzerine yazdılar ve sonra attılar.
Ankara, Avrupalı Türkler’in isteklerinin hemen hemen tamamını duymazlıktan geldi ve hiç bir şey yapmadı.  Bu sorun ve istekleri şimde yeniden sıralamanın bir yararı olmayacak.
50 yıldır ülkemizi dövize boğan Avrupalı Türkler’in değeri hiç bilinmedi.

Şimdi, 50 yıldır Türkiye’deki yöneticilerimizi seçme fırsatı verilmeyen Avrupalı Türkler, bu seçme fırsatından yararlanabiliyorlar. Geçtiğimiz 7 haziranda yapılan genel seçimler için yaşadıkları yerlerde oy kullanma hakkını elde eden Avrupalı Türkler, 1 Kasım 2015’te yapılacak genel seçimlerde de oy kullanabilecekler.

Ama ne yazık ki bu durum da tıpkı eskisi gibi bir göz boyamaktan ibaret. Zira Avrupalı Türkler’in oyları istenildiği gibi değerlendirilmiyor. Avrupalı Türkler’e bir seçim bölgesi verilmediği gibi, seçilme şansı da verilmiyor.

İşte, Avrupalı Türkler şimdi kendilerine bu şansı tanıyacak olan partileri seçebilmeli ve ilk uyarılarını yapmalılar. Tabii ki bu da zor bir durum. Zira bu konuda hiçbir partinin programında yer almadı. Avrupalı Türk, oyunu kullanmadan önce siyasi partilere uyarı mesajlarını göndermeliler.

*****

HABER Gazetesi’nin ekim sayısı için yaptığım yukarıdaki yorumumda, Avrupalı Türklere hakaret eden bir yazardan söz ettim. İşte o yazarın yazdıkları ve buna tepkileri aşağıda sunuyorum.

 Aristokrat (!) yazarlar

 

Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni dostumuz Ertuğrul Özkök, yazar yaratmakla ünlü bir yöneticidir. Nasıl ki, 1975’te Rotterdam’da şantöz-dansöz olarak izlediğimiz Pakize Suda’yı ünlü bir yazar (!) yaptıysa, göreve geldiği ilk yılda, Bruksel’de muhabirlik yapan Hadi Uluengin’i de yazar yapmıştı. Özkök’ün Türkiye’deki yazar kadrosunu zenginleştirmesi tabiiki olumlu bir gelişmeydi. Brüksel’de haber peşinde koşan bir arkadaşımızın Hürriyet’e yazar olması tabiiki hepimiz için sevindirciydi.

Hadi Uluengin ile tanışırdık ama bir dostluğumuz olmadı. Giyimi, kuşamı, hareketleri ile bir ayrıcalık sergilerdi Uluengin. Kendisini kıskanmazdık ama ona ‘aristokrat’ lakabını da takmıştık. Hürriyet’teki yazıları ile de aristokratlığını sürdürdü Uluengin. Yazdıkları sanki başka bir dildendi. Belki kendisinden başka çok az kimse onun yazdıklarını tam olarak anlayabilirdi. Yazdığı hiç bir yorum gündem yaratmadı. Ne sabuna, ne suya dokunan ayrıcalıklı bir aristokrat dili kullanır Uluengin.

Her şeye rağmen Hadi Uluengin’i zorla da olsa okumaya çalışırız. 31 Ağustos 2004 tarihli yazısına ‘Gurbetin kapısı’ başlığını koyunca, onu dikkatle okumak mecburiyetinde kaldık.

Bugüne kadar hep pahalı sanatçılardan, yazarlardan, filmlerden, romanlardan ve aristokratlardan söz eden Uluengin, nasıl olmuş da gurbetçilerden söz etmişti. Merak ettik ve dikkatle okuduk.

Keşke okumaz olsaydık.
Hadi Uluengin, gurbetçilerin karayolu seyahatlerini tenkit ediyor.
Nasıl mı?
Sadece İstanbul’dan Edirne’ye yaptığı bir yolcuktan sonra gördükleri ile…
Sigara alabilmek için Kapıkule’ye de uzanmış olan Uluengin, hemen oracıkta uzmanlaşmış ve kara yolculuğunun ne kadar ahmakça bir tercih olduğunu vurgulamaya çalışmış.

Ne yazık ki bunu yaparken de   ç u v a l l a m ı ş  Uluengin.

Karayolu seyahatnin yanlışlığını izah etmeye çalışırken, anadolu insanına hakaret etmeyi de ihmal etmemiş olan Uluengin, insanlarımızın eşe dosta götürdüğü manevi yönden çok pahalı olması gereken hediyelere de dil uzatmış ve şöyle yazmış: “Dolayısıyla, Avrupa oto mezarlıklarındaki bilumum hurda minibüsleri toplayıp içine balık istifi doluşmalarını; ‘köylüme hediye’ diye de, üçüncü sınıf ‘Kaufhof’ donu denklerini tavana yüklemelerini, sonra, güzergáhtaki cenaze levazımatçılarını zengin ede ede ‘gurbet, sıla, gurbet’ yoluna dökülmelerini anladık diyelim.
Uluengin kusura bakmasın ama, bu aşağılayıcı sözleri karşısında ona ‘çüş’  diyenler oldu.

Değerli okurlarım, ben şahsen gurbetçinin karayolu çilesini yerinde saptayabilmek için son üç yıl arka arkaya otomobil yolculuğu yaptım ve yaşadıklarımı yazdım. Ben de yurttaşlarıma karayolunu tercih etmemelerini tavsiye ettim. Ama bu tavsiyeyi yaparken de edepli davrandım.

Yollarda neler olup bittiğini görme zahmetine katlanmadan, gazetelerden okudukları ile yetinerek yorum yazan Uluengin’in edepsiz davranıp davranmadığına, aşağıdaki yazısını okuyarak siz karar verin lütfen.

Gurbetin kapısı

EN feráh Sinan kubbesinin sükûnetini aramaya, geçende Edirne’ye gitmiştim.

Tiryákisi olduğum cigaralar bittiğinden de, belki ‘free shop’larda vardır umuduyla, hazır oraya kadar gelmişken bir de Kapıkule’ye uzanayım dedim.

Bulamadım ama, TIR kamyonları hariç sınırın bomboş olmasına sevindim.

* * *

SEVİNDİM, zira sanmıştım ki, Balkan arbedesinden beri E-5’i terk edip ayaklarını uçağa alıştıran‘gurbetçiler’, savaş bitince tekrar eski göçebe adetine döndüler.

Sanmıştım ki, izin vakti geldi miydi, Fransa Lyon’undan veya Felemenk Utrecht’inden çelik kuşa kurulup, üç saat sonra ‘anavatan’a inmek ‘lüks’ünü kanıksadılar.

Sanmıştım ki, o üç saat yerine üç gün boyunca hem bizzat kendilerini yollarda helák etmek, hem de aynı yollarda başkalarını ‘fitil etmek’ rezaletini artık unuttular.

Sanmıştım ki, ‘araba sevdası’ndan bir türlü vazgeçemiyorlarsa, İtalya’dan feribota binip, güvertenin püfür püfür Akdeniz havası ve kamaranın mışıl mışıl ‘sıla rüyası’, Çeşme’ye, İzmir’e, İstanbul’a böyle rahat bir yolculuk ertesinde ulaşıyorlar.

Yani sanmıştım ki ve sevinmiştim ki, ‘Alamancı’lar artık ‘Alamancı’ değildir.

* * *

YANILMIŞIM ve de hevesim kursağımda kaldı.

Demek ben hududa gittiğimde henüz Ağustos’un ‘avdet vakti’ gelmemişti ki, aradan birkaç gün geçti, gazetelerde çarşaf çarşaf haberler çıkmaya başladı.

‘Kapıkule’de izdihamdan geçilmiyor?’

‘Türkiye’den Avrupa’ya dönen ‘gurbetçiler’ sınırda saatlerce bekliyor.’

Bu arada da, aynı ‘gurbetçiler’in ağzından ‘orada ‘yabancı’ diye, burada ise ‘Alamancı’ diye dışlanıyoruz’ türünden‘serzeniş’ röportajları yayınlanıyor.

Dobra dobra söyleyeyim, vız gelir, tırıs geçer ve kendi düşen ağlamaz.

‘Gurbetçi’ler, nam-ı diğer ‘Alamancı’lar karayolundaki sınır kalabalığından ve ‘anavatan’daki Türklerin‘küçümsemesi’nden yakınıyorlarsa, umurumda değil.

* * *

BAŞTA belirttim, uçağa binsinler. Olmadı, feribot aktarmalı gidip gelsinler.

Kimse onları üç bin kilometre yolu kelle koltukta; üstelik, başkalarının kellesini de götüren bir ‘şoför performansı’yla, aynı anda ‘kavimler göçü’ne zorlamıyor.

Hadi, eskiden ‘yeni Alamancı’ydılar ve de Türkiye’nin ‘kıtlık dönemiydi’.

Dolayısıyla, Avrupa oto mezarlıklarındaki bilumum hurda minibüsleri toplayıp içine balık istifi doluşmalarını; ‘köylüme hediye’ diye de, üçüncü sınıf ‘Kaufhof’ donu denklerini tavana yüklemelerini, sonra, güzergáhtaki cenaze levazımatçılarını zengin ede ede ‘gurbet, sıla, gurbet’ yoluna dökülmelerini anladık diyelim.

Ama, artık o devirler çoktaan bitti.

* * *

EVET bitti ve kendileri acenteden gıcır otomobil çekecek kadar zenginleştiler.

Türkiye’de ise şimdi yok, yok. Hele hele, defolu don hediyeye hiç ihtiyaç yok.

O halde, kabin tuvaletine ‘tünememek’ ve dönüş bagajında tarhana çuvalını bağlamak kaydıyla, kurulun uçağa ve paşa paşa seyahat edin yahu. Daha da ucuz…

Ama eğer mutlaka vasıta istiyorsanız, ‘anavatan’ın en ücra havaalanlarında bile kredi kartıyla emrinize amade gelen otomobilleri kiralayın. Biraz paraya kıyıverin.

Sen sağ, ben selámet, başka bir yazıda enine boyuna irdeleyeceğim o ilkel ve o köhne ‘gurbetçilik’ten bir nebze kurtulabilmek için, bu, zorunlu bir ‘başlangıç’tır.

Orada ve burada dışlanan ‘Alamancılık’tan sıyırtabilmenin ‘ilk’ aşamasıdır.

Bol ticari TIR ve bol sınır otosu hariç, ‘anavatan’ tenha Kapıkule’yle sevinir.

Uluengin’in, gurbetçiye tepeden bakan bu yazısının devamı da varmış.

Dileriz bundan sonraki yazısında, gurbetçilerin dostlarına aldığı hediyelere
‘yırtık don’ (defolu don) deme aristokratlığından da vaz geçer.

Bugüne kadar yazdığı hiç bir yorum ile gündem oluşturamayan Hadi Uluengin, şimdi gündem oluşturmayı başardı. Ama bu gündem ona çok pahalıya patlayacak.

Bir meslaktaş olarak ona ancak şunu söyleyebilirim:
Geçmiş olsun Uluengin !!!

*****

KADİR TOPBAŞ DÜNYA LİDERLERİNE SESLENDİ

 

 

New York’ta BM Zirvesinde konuşan Başkan Topbaş Türkiye’nin ev sahipliğini örnek göstererek Dünya Liderleri’ne “Suriyeli mültecilere sahip çıkın” çağrısı yaptı.

kadir topbaş dünya liderlerine seslendi.jpg1

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’un davetlisi olarak, (UCLG) Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Dünya Başkanı sıfatıyla, Dünya’daki tüm yerel yönetimleri temsilen New York’ta BM zirvesine katıldı. Güney Kore, İsviçre ve Şili Cumhurbaşkanlarının açılış konuşması yaptığı BM Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde, Başkan Kadir Topbaş da yerel yönetimleri temsilen Dünya liderlerine seslendi. BM’nin 2030 Kalkınma Gündemi’ne halka en yakın olan yerel yönetim temsilcileri olarak ortak olmak istediklerini belirten Kadir Topbaş, sorunların ancak yerinde görülerek yerelden çözülebileceğini söyledi. “Sadece uluslar için değil, bütün dünya insanlığının geleceği için nerede hangi katkıyı sunabiliriz” düşüncesiyle çalışmak gerektiğinin altını çizen Topbaş, hızla gelişen dünyada bütün insanlığın kaderinin birbirine bağlı hale geldiğini belirtti.

 

SIĞINMACI SORUNUNU

 

Topbaş, şöyle konuştu; “Dünyanın çok ciddi bir göçmen ve sığınmacı sorunu var. Sadece İstanbul’da 350 bin, Türkiye genelinde 2 milyonun üzerinde mülteci var. Bu insanlar her türlü riski göze alarak dünyanın her noktasına sirayet etmeye devam edecekler. 2010’da Mexico City’de 2030 yılının şehirlerini konuştuğumuz toplantıda “Eğer önlem alınmaz ise yüzer- gezer nüfus Dünya’nın geleceğini tehdit eder hale gelecek. Göçmen ve sığınmacı sorununu çözemezsek şehirlere akın eden göçmenler bilim kurgu filmlerde olduğu gibi kanallarda yaşamak zorunda kalacaklar” demiştim. Bu göçmenlerin yerinde bizler de olabilirdik. Göçmen ve sığınmacı sorununa hassasiyetle yaklaşmalıyız”…

 

BM’NİN 2030 HEDEFLERİ

 

UCLG Dünya Başkanı olarak, yerel yönetimlere kaynak ayrılarak dünya insanlığının sorunlarının çözülebileceğine inandığını vurgulayan Topbaş, “Bizler gezegenimizin ve bizden sonraki kuşakların yarınlarını hazırlıyoruz. Günümüzde bir olay sadece kendi coğrafyasında kalmıyor. Bütün dünyayı etkiliyor. Dünyanın sorunları da yıllar geçtikçe hızla artıyor. Bütün ulusların, sivil toplum kuruluşlarının, hatta bireylerin dünyanın geleceği konusunda hassas davranmaları gerekiyor. 2030’a giderken, BM’nin ortaya koyduğu ve önemli gördüğüm 17 maddelik hedeflerin her birinin bütün ülkelerde ve yerel yönetimlerde nasıl uygulanabileceği konusunda çalışmalar yapmak gerekiyor.

 

UNACLA TOPLANTISI

 

Topbaş, Başkanlığını sürdürdüğü BM Yerel Yerel Yönetimler Danışma Komitesi UNACLA’nın toplantısına da katıldı. 15 Nisan’da Nairobi zirvesinde alınan kararların görüşüldüğü toplantıya icra direktöre Johan Closs başkanlık etti. Toplantıda UNACLA’nın yeni üyeleri de hazır bulundu. 20 üyeli UNACLA toplantısına Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Dünya Teşkilatının 10 bölge başkanı da katıldı. Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde yerel yönetimlerin güçlü sesi yolundan atılması gereken adımlar tartışıldığı toplantıda alınan kararlar BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’a rapor olarak sunulacak.

 

BANDE AÇE BELEDİYE BAŞKANI: İSTANBUL’UN GÜCÜNÜ GÖRDÜK

 

BM New York’taki Zirvesi’nde  Banda Açe’nin Belediye Başkanı İlliza Sadettin Cemal, Başkan Kadir Topbaş’a Banda Açe’ye yaptıkları yardımlardan dolayı teşekkür etti.  İstanbul’un gücünü gördük diyen Belediye Başkanı, “Sizler bizim gözümüz gönlümüz oldunuz. Destek ve yardımlarınızı unutmayacağız. Bunları tarih yazacak ve gelecek nesiller bunları öğrenecek” şeklinde konuştu. Başkan Kadir Topbaş ise, “Biz Türkiye ve İstanbul olarak, dünyanın neresinde yardıma ihtiyaç duyan insanlar varsa onlara elimizi uzatmaya çalışıyoruz. Türk insanının yardımseverliğini tüm dünyaya gösteriyoruz” diye konuştu.

 

KENTSEL KALKINMANIN GELECEĞİ

 

Başkan Kadir Topbaş Ford Vakfı’nın ev sahipliğinde düzenlenen “Kentleşmenin ve Kentsel Kalkınmanın Geleceği” programına da katıldı. Başkan Topbaş, konuşmasında kent yöneticiliğinin halkın ihtiyaçlarına en doğru cevabı verebilecek makamlar olduğunu söyledi. 11 numaralı kentsel hedefin uygulanmasında yerel yönetimlere yeterli kaynak ve kapasite sağlanması halinde başarıya ulaşılabileceğine inandığını belirten Başkan Topbaş, kentlerin yeniden öne çıktığı günümüz dünyasında bütün insanların kaderlerinin birbirine bağlı olduğunun da altını çizdi. İBB ve UCLG Başkanı Kadir Topbaş, zirvede aralarında Şili Cumhurbaşkanı Michelle Bachelet ve Almanya Başbakanı Angela Merkel’in de bulunduğu bazı devlet başkanları ve başbakanlarla da ayaküstü görüşme fırsatı buldu.kadir topbaş dünya liderlerine seslendi