Etiket arşivi: ilişkileri

Türk-Amerikan ilişkileri ve ulusal çıkarlar

Türk-Amerikan ilişkileri ve ulusal çıkarlar

 

Haluk Dural

DPT eski Uzmanı

Millî Merkez Genel Sekreteri

28.04.2019 – türkiyeokuyor.com

 

 

Değişen dünya konjonktürü ve ülkelerin 21. yüzyıldaki jeopolitik tercihlerinin yarattığı yeni durumlar karşısında, Türk-Amerikan ilişkilerinin günümüzde yeniden değerlendirilmesi bir zorunluluktur. Bu değerlendirmeye esas alınacak kıstas “ulusal çıkarlar” olmalı, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik içerdeki emperyalist işbirlikçisi ayrılıkçı tehdit ve daha da önemlisi, öncelikle dış tehditler gerçekçi bir şekilde irdelenmelidir.

 

Dış tehdit kaynağı nerededir?

 

Türkiye’nin ulusal savunma mimarisinin kurulması, soğuk savaş döneminde NATO şemsiyesi ile oluşturulmuştur. Ancak, 21. yüzyılda dünyada yaşanan jeopolitik gelişmeler nedeniyle, ülkemizin savunma refleksini etkileyen tehdit algılamasında, geçmiş döneme kıyasla önemli değişiklikler olmuştur. Bu çerçevede ulusal güvenliğimizin yeniden şekillendirilmesi için şu soruya doğru cevap bulmak gerekir:

 

Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kim tehdit etmektedir?

 

Bu soruyu cevaplamadan önce kısa bilgileri hatırlamak gerekir:

 

İkinci Dünya Savaşı öncesinde Amerikan jeopolitiğinin etkili ismi Nicholas John SPYKMAN (1893-1943) kurduğu “Kenar Kuşak Teorisi”nde Polonya’dan Çin’in Sincan-Uygur Özer Bölgesi’ne kadarki alanı, İngiliz jeopolitikçi Halford Mackinder (1861-1947) “Kara Hakimiyet Teorisi”nde belirlediği “kâlpgâh” benzeri, dünya anakarasında “dünyanın kalbi” olarak tanımlamıştır.[[1]]

 

Amerikan Başkanı Lyndon Johnson’un 1966-69 yıllarında Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapan Walt W. ROSTOV (1916-2003), Amerikan jeopolitiğinin temel ilkelerini, en açık biçimde sıralamıştır. Rostov’un 1960 yılında yayınlanan “The United States in the World Arena-Dünya Arenasında ABD” kitabında, bu ilkeleri şöyle ifade etmiştir:[[2]]

 

  1. Avrasya’da kurulabilecek ittifaklar ABD için tehdit oluşturur.
  2. Avrasya’daki müttefikler güçlerini birleştirirlerse ABD’yi askeri olarak yenebilirler.
  3. ABD, bu nedenle Avrasya’da kurulacak bir ittifakın Avrasya’ya veya ABD’yi tehdit edecek büyüklükte bir bölgesine hakim olmasını önlemelidir.

 

1979 yılında İran’da Şahın devrilmesi döneminde petrol üretiminin düşmesiyle çıkan kriz üzerine ve Hint Okyanusuna 490 km uzaklıkta bulunan Afganistan’daki Sovyet askeri gücünün, dünyanın en büyük petrol suyolu olan Hürmüz Boğazını yaklaşmaları nedeniyle ana fikri “Amerikan askeri kuvvetlerinin Basra Körfezini savunmalarını taahhüt eden” Carter Doktrin’in[[3]] yayınlamasından sonra Carter yönetimi, daha sonra Katar’da yerleşik Merkezi Kuvvetler Komutanlığı-CENTCOM adını alacak olan Acil Müdahale Gücünü-Rapid Deployment Force kurarak, Basra Körfezi ve Hint Okyanusundaki Amerikan deniz gücünü arttırmıştır.

 

Rostov’un stratejik öngörüsüne uygun olarak, 11 Eylül 2001’de yaşanan New York İkiz Kuleler terör saldırısını bahane eden ABD, Avrasya’da oluşan Şangay İşbirliği Örgütü-ŞİÖ ve Rusya-Çin askeri ve stratejik işbirliğinin önlenmesi için Afganistan’ı işgal etti. Afganistan işgalinin diğer önemli gerekçesi ise bölge ülkelerinin komşularına ve Hint Okyanusu üzerinden dünya pazarlarına sevk edilecek olan Petrol ve Doğalgazının geçiş güzergâhlarını kontrol altına almaktır.

 

ABD liderliğindeki batılı emperyalistler jeopolitik hedeflerine erişmek için, 21. Yüzyılı şekillendirmek amacıyla kullandıkları başlıca jeostratejik araçları devreye soktular:

 

– Öncelikle ABD merkezli Tek Kutuplu Dünya kurmak için Sovyetler Birliği’ni dağıttılar,

 

– Yayılmacılıklarına gerekçe yaratmak için Medeniyetler Çatışması adı altında İslam diye yeni bir düşman yarattılar,

 

– Emperyalist yayılmacılığın önündeki en büyük engel ulus devletlerdir. Bu nedenle Ulus Devletleri zayıflatmak ve/veya yıkmak için siyasal ve kültürel silah olarak özünü boşalttıkları “Demokrasi, İnsan Hakları, Bireysel Özgürlük (Bağımsızlık değil!)” kavramlarını hedef ülkelerdeki işbirlikçi bayraksız aydınlar eliyle topluma yaydılar,

 

– Sovyet sisteminin iflasını liberal ekonominin zaferi diye ilan ederek, “küreselleşme” fırtınasıyla işbirlikçi iktidarlar eliyle ulus devletlerin ekonomilerini tüketime-ithalata çevirerek ülkeleri aşırı dış borca sokup, istikrarsızlaştırıp kırılganlaştırarak, müdahaleye açık hale getirdiler.

 

Doğalgazın büyük kısmının karalarda ve deniz altındaki borularla taşınmasına karşın, petrolün neredeyse tamamı denizlerden gemilerle taşınmaktadır. Bu deniz ticaret yolları üzerinde kritik geçiş noktaları (chokepoints) yeralmaktadır.[[4]]

 

 

Amerika liderliğindeki emperyalist batı ittifakının jeopolitik hırsları ilk olarak hidrokarbon rezervlerini ele geçirmek, ikinci olarak ise bu hidrokarbonların dünyaya pazarlanmak üzere sevk edildiği deniz ticaret yolları üzerinde mutlak denetimi sağlamaktır.

 

NATO eski başkomutanı ABD’li general Wesley Clark, 2003 yılında yayınlanan kitabında “Kasım 2001’de Pentagon’da bir kurmay subayla yaptığı gevezelikte, subayın; şimdi beş yıllık bir programla Irak’a gidiyoruz ama sırada Irak’la başlayan Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali, Sudan’ın olduğu yedi ülke var …” dediğini aktarıyor.[[5]]

 

ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell 12 Aralık 2002 tarihinde Arap ülkeleri için Arap sivil toplumunu güçlendirmek, mikro girişimciliği teşvik, politik katılımı genişletmek ve kadın haklarını geliştirmeyi amaçlayan “Ortadoğu Ortaklık Girişimi The Middle East Partnership Initiative (MEPI)”nin kurulduğunu ilan etti.[[6]]

 

ABD Dışişleri Bakanlığı Yakındoğu İşleri Bürosu bünyesinde kurulan bu oluşumun görevi, açıklanan amacın tam tersi olup, söz konusu ülkeleri yıkmaktır. Nitekim, bilindiği gibi “Arap Baharı” adı altında Akdeniz’e kıyıdaş olan Kuzey Afrika ülkelerinde Tunus’tan başlayan iç kargaşalar ve çatışmalar ile bu ülkelerin istikrarı bozulmuş, bu ülkelere demokrasi ve insan hakları yerine her zaman olduğu gibi sadece savaş ve ölüm gelmiştir.

 

ABD Askerî Haberalma Dairesi’ndeki Başkan Yardımcılığı görevinden 1998 yılında emekli olan Yarbay Ralph Peters tarafından kaleme alınan “Kanlı Sınırlar-Blood borders, How a better Middle East would look” isimli bir makale ve yeni Ortadoğu haritası Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin Haziran 2006 sayısında yayınlanmıştır.[[7]]

Bu makalede yeralan haritaya göre Ortadoğu’da sınırların nasıl yeniden çizileceği açıklanırken, “Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar yayılacak Hür Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasındaki en batıcı devlet olacaktır.” tesbiti yeralmaktadır. Bu arada 1941 tarihli ABD ordu haritasındaki Kürdistan hedefini gözden kaçırmamak gerekir. Gerek bu harita ve aynı haritanın kürt sitelerinde yayınlanan versiyonu Türkiye’den toprak talep edildiği gerçeğini perçinlemektedir.

 

 

1941 tarihli ABD Ordu Haritası (erişilemiyor), guncelyorum.overblog.com (erişime kapalı)

 

Büyük Ortadoğu yerine “Yeni Ortadoğu” terimi ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından ilk kez Temmuz 2006’da Tel Aviv’de ifade edildi.  Daha sonra “Yeni Ortadoğu”nun, Anglo-Amerikan destekli İsrail’in Lübnan saldırısı sırasında Lübnan’dan sınırların yeniden çizilmesiyle başlandığı ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve İsrail Başbakanı Olmert’in basın toplantısıyla dünyaya ilan edildi.[[8]]

 

Tunus’ta 23 yıl ülkeyi tek adam olarak yöneten Zeynel Abidin Bin Ali 14 Ocak 2011’de ülkeyi terk etmiş, Batı medyası olayı “yasemin Devrimi” diye isimlendirerek şirin göstermeye çalışsa da 23 Ekim 2011’de yapılan seçimleri İhvancı El Nahda Partisi kazandı. Ortaya çıkan rejim tartışmaları nedeniyle El Nahda iktidarı uzun ömürlü olmadı ve 26 Ekim 2014 seçimlerinde lâik Nida Partisi seçimleri ve cumhurbaşkanlığını kazandı. Nida partisi dış politikada batı yanlısı çizgiye girerek Fransa, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerini sıkılaştırdı.

 

Mısır’da ise 2013 Askeri Müdahalesi ile ordu yönetime el koymuş ve seçimle Hüsnü Mübarek’in yerine Müslüman Kardeşler örgütüne bağlılığıyla bilinen Mursi %51,73 oy alarak 5. cumhurbaşkanı olmuştu. Mursi’nin yönetimi döneminde ülkenin ekonomik gidişatı toparlanamamış ve ülke içerisindeki radikal islami örgütlenmeler güç kazanmıştı. Bütün bunların etkisiyle ordu yönetime el koymuştu. Bunun üzerine ülkenin dört bir yanında protestolar başlamış ve Müslüman Kardeşlere mensup kişiler Adeviye Meydanında eylemlere giriştiler. Ordu, olayları bastırmış, 26 Mart 2014’de ordudan istifa eden El Sisi, Mayıs ayındaki seçimlerde Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Mısır’da Amerikan yanlısı bir yönetim kurulmuştur.

 

Libya’da ise 18 Mart 2011 tarihinde “demokrasi getirmek” için Fransa, İngiltere ve Amerika Libya’yı bombalamaya başladı. Kaddafi’nin öldürülmesinden buyana Libya’da iç savaş halen devam etmektedir.

 

Kuzey Afrika ülkelerinde yaratılan istikrarsızlık ve kurulan batı yanlısı hükümetler nedeniyle ABD, Süveyş kanalından Akdeniz’e giren yıllık 277 milyon ton (2016 verisi) petrol sevkiyatı üzerindeki tehditleri sınırlayıp, kontrol sağlamış bulunmaktadır.

 

Irak İşgali

 

ABD ve İngiltere, “demokrasi getirmek” için 20 Mart 2003’de Irak’ın işgaline başlamışlardır. Savaş ve ABD işgali sonrasında Irak fiilen parçalanmış, kuzeyde özerk bir Kürdistan kurulmuştur. Merkezi hükümetin halen ülkenin tümüne egemen olmadığı yapıda, ülkede halen 20 bin dolayında ABD askeri bulunmakta, özellikle kuzeydeki kürt bölgelerinde bulunan hava üslerini ABD istediği gibi kullanmakta, buralardan Suriye’nin kuzeyindeki PKK ordusuna askeri ve lojistik destek vermektedir.

 

Irak’a demokrasi getiren ABD ve batılı müttefikleri savaş sırasında en az 1,5 milyon Iraklıyı öldürmüşler en az 2,5 milyon yetim, öksüz ve sakat yaratmışlar, işgalin bitiminden buyana geçen yıllar içinde ise mezhep ve etnik iç çatışmalarda 500 binin üzerinde insan kaybı yaşanmasına neden olmuşlardır.

 

Suriye’nin işgali

 

15 Mart 2011 tarihinde iç isyan şeklinde başlayan Suriye iç savaşı, ABD’nin başta Libya olmak üzere, Orta Asya Türki devletlerden ve genel olarak 60-80 değişik ülkeden topladığı dinci radikal sapık ve katil sürülerini Türkiye, Irak, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin yardımıyla Suriye’ye sokup, İŞID terör örgütü adı Suriye’yi iç savaşa ve BM kararı olmaksızın kurduğu koalisyon ile askeri müdahale ve işgale dönüştü.

 

ABD halen, kuzey Suriye’de “müttefikim” dediği PKK/PYD/YPG gibi çeşitli isimler altında 70 bin kişilik ağır silahlarla donattığı kürt ordusuyla ve 20’yi aşkın askeri üssüyle Suriye topraklarının üçte birinde işgalini sürdürmektedir. İşgal bölgesi üzerinde hava kontrolunu Katar’daki El Udeyd hava üssünde konuşlu 100 dolayındaki savaş ve erken uyarı uçaklarıyla sürdüren ABD, Türk hava kuvvetlerinin faaliyetlerini izlemek için Ayn El Arab ve doğudaki Rumeylan hava üslerine 445 km menzilli 2 adet AN/TPS-75 tarama radarı yerleştirdi.

 

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki henüz resmen ilan edilmemiş Münhasır Ekonomik Bölge sınırları içinde ABD, İsrail, Mısır, Katar, İtalyan petrol şirketlerinin doğalgaz ve petrol aramalarına karşısında Türkiye’nin hak ve menfaatlerini koruyan Türk Deniz Kuvvetleri’nin faaliyetlerine karşı ABD, İsrail ve Yunanistan düzenli şekilde Nobel Dina deniz tatbikatları yapmaktadır.[[9]]

 

Bazı ABD düşünce kuruluşları Türk-Amerikan savaşı senaryoları yayınlamayı sıklaştırmış bulunmaktadır. Başkanlığını Yunan asıllı eski NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı (SACEUR), Emekli Oramiral James Stavridis’in yaptığı USNI-United States Naval Institute (ABD Deniz Kuvvetleri Enstitüsü) tarafından 1986 yılından bu yana çıkarılan “Naval Operations and Fleet Tactics (Deniz Harekatı ve Donanma Taktikleri)’’ isimli referans kitabın Temmuz 2018’de tamamlanan üçüncü baskısının Ege Muharebesi (The Battle of Aegean) adıyla yayınlanan 15. bölümünde ABD Donanması ile Türk Donanması savaştırılıyor.[[10]]

 

 

Şimdi sorumuzu tekrarlayalım:

 

Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kim tehdit etmektedir?

 

Bu sorunun cevabı emperyalist ABD ve müttefikleridir. Yani Türkiye’nin gerçek düşmanı doğru ve korkusuzca tanımlanmalıdır.

 

Bu durumda Türkiye’nin ulusal savunma stratejisi, Türk topraklarını tehdit edenlere (düşmanlara) karşı ivedilikle tedbirler almayı gerektirir.

 

S-400 konusuna gelince:

 

S-400 yüksek irtifa hava savunma füze sistemi, dünyanın en etkili sistemi olup, her bakımdan ABD ve diğer NATO ülkeleri tarafından üretilen benzer sistemlerden kesinlikle üstündür.

 

S-400 bir saldırı silahı olmayıp, savunma silahıdır. Sahip olduğu özellikler nedeniyle Türkiye’ye stratejik bir caydırıcılık sağlayacaktır.

 

S-400 sisteminin NATO radar ağına bağlanmasına gerek yoktur, müstakil olarak çalışabilir. Arama radarlarının menzili 600 km’dir. Ayrıca millî üretimimiz olan 450 km menzilli seyyar TRS-22XX radarlarından elde edilecek bilgiler, RADNET benzeri ayrı bir veri yolu ile NATO radar ağından ayrışık olarak S-400 sistemine entegre edilebilir.[[11]]

 

S-400 sisteminin NATO radar ağına bağlanmaması halinde, ülkemize yönelik balistik füze saldırılarına karşı, ABD’nin uzaydaki uyduları ve diğer NATO ve ABD müttefiki ülkelerdeki radar, uçak ve deniz platformlarından elde edilecek erken uyarı imkânından yararlanmayacağı bir gerçektir.[[12]]

 

Bu durumda “Türkiye’ye yönelik balistik füze saldırısı nerelerden gelebilir?” sorusuna doğru bir cevap bulmak gerekir.[[13]]

 

(a)- Eğer Türkiye bölgemizde gelişmekte olan özellikle Suriye eksenli yeni paylaşımlarda, nihaî tercihini Türkiye’ye yönelttiği tehditlerine 14 Ocak 2019 Pazartesi günü attığı tüvitle “Kürtlere saldırması halinde Türkiye’yi ekonomik olarak MAHVEDERİZ” diyerek düşmanlığını yeni bir aşamaya taşıyan ABD’nin yanında yeralırsa, kaçınılmaz olarak ABD’nin İran’a yapmayı planladığı saldırıda, Türkiye Kürecik’teki İran’ı gözetleyen ABD radarı nedeniyle İran’ın bu noktaya yapacağı balistik füze saldırısına maruz kalacaktır.

 

BU durumda, İran sınırının uygun noktalarına yerleştirilecek 450 km menzilli milli seyyar radarlarımızdan alınacak verilerle S-400 sistemini erken uyarmak mümkündür.

 

(b)- Çatışmanın yaygınlaşması halinde ise Türkiye, İncirlik üssündeki Amerikan uçak ve nükleer silahları nedeniyle İran ve Rusya’nın potansiyel balistik füze hedefi olacaktır. Her iki durumda da ama özellikle Rus balistik füzelerine karşı Türkiye’nin kendini koruma şansı, imkân ve kabiliyeti yoktur.

 

(c)- Eğer Türkiye, Türkiye’den toprak talep eden, ABD ve NATO ülkeleri tarafından BOP çerçevesinde kurulmak istenen Kürdistan girişimi için ABD, NATO ülkeleri ve İsrail’in saldırılarına karşı bir anavatan savunmasına başlarsa, bu düşmanlardan ülkemize yönelik balistik füze ve ilâveten hava taarruzlarına karşı sahip olduğu savunma imkânları yetersiz kalacaktır.

 

Son iki şık zaten III. Dünya Savaşı demektir ki, olasılık dışıdır.

 

Türkiye’nin S-400 sistemi almasına ABD neden karşı çıkmaktadır?

 

Söylenen gerekçe, üretimine Türkiye’nin de ortak olduğu 5. nesil F-35 Müşterek Taarruz Uçakları Türkiye’ye geldiğinde, S-400 radarları bu uçakların sırlarını çözermiş!!!

 

Bu gerekçe külliyen “YALAN”dır.

 

Çünkü, ABD ve İsrail, Suriye’de Rusya’nın kullandığı Hmeymim hava üssünde konuşlu olan S-400 sistemine rağmen Suriye üzerinde veya yakınlarında F-35 uçurmaktadırlar. Benzer şekilde Norveç, sınıra yakın konuşlu radar menzili 600 km olan S-400 sisteminin varlığına rağmen F-35’lerini uçurmaktadır.

 

ABD, Hmeymim’den 250 km uzaklıktaki Kıbrıs’taki İngiliz Agratur üssüne F-35’ler konuşlandırma kararı almıştır.

 

İngiliz Deniz Kuvvetleri F-35’lerin dikey kalkabilen modellerinin yüklü olduğu tek uçak gemisini Çin’in elinde S-400 sistemi olduğu bilinmesine rağmen, ABD kuvvetlerine destek olarak Güney Çin Denizi’ne yollama kararı almıştır.

 

Türkiye’nin S-400 sistemi almasına ABD veya NATO müttefiklerinin karşı çıkmalarının esas sebebi Türkiye’ye karşı bir askeri müdahale planları yapmış olmalarıdır.

 

Çünkü hatırlanırsa, Afganistan ve Irak’a karşı yapılan işgal savaşları; öncelikle bu ülkelere füze ve uçaklarla yapılan uzun süreli hava bombardımanlarıyla haberleşme, radar sistemleri ve ağır silahlı birlikleri ile ikmal imkanlarının yok edilmesinden sonra kara karekâtı ile sonuçlandırılmıştı.

 

Ancak dikkat edilirse, Suriye’nin çok güçlü bir hava avunma sistemi nedeniyle, Suriye hedeflerine etkili hava taarruzları yapamadıkları için Suriye’ye karşı ABD liderliğindeki koalisyon kuvvetleri 2011’den beri kara harekâtı ile işgal yapamamıştır.

 

Sonuç olarak,

 

S-400 sistemi kesinlikle alınmalıdır. Türkiye’ye stratejik bir caydırıcılık sağlayacaktır.

 

ABD ambargo uygulayabilir. Buna iç cephede birlik sağlanarak karşı koyulur.

 

Türkiye’yi NATO’dan çıkartamazlar, Kuzey Atlantik Andlaşmasının 13. maddesine göre herhangi bir üye devlet kendi rızası ile üyelikten ayrılır.[[14]]

 

Türkiye’ye F-35’leri vermezler, mevcut savaş uçaklarımızı ve helikopterlere veya diğer kritik silah sistemlerimize yedek parça vermezler. Bu durumda başka kaynaklardan tedarik ile yerli üretimi arttırmak imkânı elimize geçer ki, bu durum “tam bağımsızlık” yönünde önemli bir fırsattır.

* * *

[[1]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvTmljaG9sYXNfSi5fU3B5a21hbg

[[2]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvV2FsdF9XaGl0bWFuX1Jvc3Rvdw

[[3]] : The Doctrine, Implementation, http://www.wikizeroo.net/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvQ2FydGVyX0RvY3RyaW5l

[[4]] : Oil Chokepoints : https://mansfield.energy/market-news/maritime-chokepoints-critical-global-energy-security/

[[5]] : Wesley K. Clark, Winning Modern Wars: Iraq, Terrorism And The American Empire, sayfa 130.

[[6]] : CSR Report for Congress, RS22053 February 15, 2005, dipnot 2

[[7]] : Makalenin orijinal halinin yayınlandığı link: http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899/ olup, artık ulaşılamamaktadır. Haritaların olmadığı makale metni ise http://armedforcesjournal.com/blood-borders/

[[8]] : Secretary of State Condoleezza Rice, Special Briefing on the Travel to the Middle East and Europe of Secretary Condoleezza Rice (Press Conference, U.S. State Department, Washington, D.C., July 21, 2006).

http://www.state.gov/secretary/rm/2006/69331.htm

[[9]] : http://www.maritimeherald.com/2019/israel-completes-noble-dina-2019-trilateral-exercise-with-us-and-greek-naval-forces-in-the-mediterranean/

[[10]] : E. Tüma. Cem Gürdeniz, Doğu Akdeniz’de İkinci Sevr ve Hayali Türk – Amerikan Deniz Savaşı, https://www.aydinlik.com.tr/dogu-akdeniz-de-ikinci-sevr-ve-hayali-turk-amerikan-deniz-savasi-cem-gurdeniz-kose-yazilari-nisan-2019

[[11]] : Haluk Dural, NATO tehdidi ve S-400 radar gerçeği-1, http://www.dunya48.com/haluk-dural/30662-haluk-dural-nato-tehdidi-ve-s400-radar-gercegi1

[[12]] : Haluk Dural, NATO tehdidi ve S-400 radar gerçeği-2, http://www.dunya48.com/haluk-dural/30689-haluk-dural-nato-tehdidi-ve-s400-radar-gercegi2

[[13]] : Haluk Dural, S-400 mü, Patriot mu? https://odatv.com/patriotlarin-tetigi-nato-kararghindaki-abdli-generallerin-elinde-olacak-17011906.html

[[14]] : https://www.nato.int/cps/en/natolive/official_texts_17120.htm

Türkiye-Hollanda ilişkileri normalleşiyor mu?

 

 

Türkiye ve Hollanda Dışişleri Bakanları Mevlüt Çavuşoğlu ve Stef Blok, aynı gün yaptıkları açıklamalarda, NATO Zirvesi sırasında yaptıkları bir görüşmede, geçen yıl 11 Mart’ta meydana gelen ve ilişkileri bozan üzüntü verici olayları ele aldıklarını belirttiler.

Stratejik ortaklığa dayanan çok boyutlu ilişkilere zarar veren mevcut tıkanıklığın geride bırakılmasının her iki tarafın da ortak beklentisi ve arzusu olduğunu müşahade ettiklerini dile getiren Çavuşoğlu sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bu görüşmemizde ortaya çıkan, ilişkileri normalleştirmek için adımlar atma iradesi ışığında inisiyatif alan Hollandalı mevkidaşım, tarafıma bir mektup iletti ve ilişkilerimizin normalleştirilmesi arzusunu teyit etti. Bu mektup üzerine kendisiyle ayrıca telefonda görüştük ve ilişkilerimizin önünü açmak için atılacak adımlar konusunda mutabık kaldık. Bu çerçevede ilk adım olarak, ortak bir açıklama yapma kararı aldık. Büyükelçilerimizi karşılıklı olarak kısa zamanda atamak üzerinde mutabık kaldık. Ayrıca, ülkelerimiz arasındaki diyalog ve güveni yeniden tesis etmek ve ilişkilerimizi eski seyrine sokacak müteakip yol haritasını belirlemek üzere Hollandalı mevkidaşım Blok’u ülkemize davet ettim. Bu ziyaretin de yakın zamanda gerçekleşmesi söz konusudur.”

Bakan Çavuşoğlu, Hollanda’da 450 bin kişiden meydana gelen büyük bir Türk toplumu bulunduğunu anımsatarak, Türkiye’de en büyük doğrudan yabancı yatırıma sahip bu ülkeyle ilişkilerin düzelmesi yolunda, dış politikada her zaman olduğu üzere milli menfaatler doğrultusunda hareket edeceklerini vurguladı.

Çavuşoğlu, Hollanda ile ilişkilerin bundan sonraki seyri için bir yol haritasını belirleyeceklerini kaydetti.
Hollanda hükümeti, Türkiye’deki anayasa değişikliği referandumu döneminde, Hollanda’da Türk vatandaşlarıyla bir araya gelerek konuşma yapmayı planlayan Çavuşoğlu’nun uçağına verilen iniş iznini iptal etmişti. Dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın da 11 Mart 2017’de Rotterdam’daki Türk konsolosluğuna girişine izin vermeyen Hollandalı yetkililer, Kaya’nın korumalarını gözaltına almış ve kendisini polis eskortuyla Almanya’ya gitmeye zorlamıştı. Gelişmeler üzerine Türkiye, ülke dışında bulunan Hollanda’nın Ankara Büyükelçisinin dönmemesini istemişti. İki ülke, diplomatik temsilini karşılıklı olarak maslahatgüzar düzeyinde tutuyordu.

İlhan KARAÇAY’ın analizi:

Geçen yıl 11 Mart’ı 12 Mart’a bağlayan gece meydana gelen olaylardan sonra, iki ülkenin ilişkileri, tamir edilemeyecek ölçüde bozulmuştu. Gelişmelere çok kızan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hollandalılar için ‘Bunlar faşist ve Nazi kalıntıları’ sözlerini kullanınca, diplomatik ilişkiler çok bozulmuştu. Türkiye’nin, Hollanda Büyükelçisini Ankara’ya kabul etmemesi üzerine, zaten boşta olan Türkiye’nin Lahey Büyükelçilik koltuğu da boş kalmaya devam etti.
Ne var ki, bu ilişki bozukluğu, iki ülke arasındaki ticari ilişkileri de zedelemişti.
Erdoğan, Hollanda’dan mutlaka bir özür bekliyordu. Hollanda ise ‘özür’ kelimesini kullanmak istemiyordu. Ama her şeye rağmen ilişkilerin düzelmesi şarttı.
İki ülke diplomatları bariş için orta bir yol ararlarken, 5 ve 6 Aralık günleri Brüksel’de yapılan NATO zirvesinde biraraya gelen Hollanda’nın o zamanki Dışişleri Bakanı Zijlstra ile bizim Dışişleri Bakanımız Çavuşoğlu, barış için önemli bir sinyal verdiler. O görüşmeden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Avrupa’daki Hükümet Başkanları gibi Rutte’de eski dostlarımdır’ sözü, Hollanda’da büyük bir umut doğurmuştu. Gerek Türk ve gerekse Hollanda medyası, Büyükelçi atamalarının yakında başlayacağından söz ediyordu.

Dışişleri Bakanlığımızın sözcüsü bu konuda Hollandalılar’a bir ismi zikretmişti bile.
New York eski Başkonsolosumuz ve şimdi Ankara’da  Konsolosluk İşleri Genel Müdürü olan Mehmet Samsar’ı ‘En iyi büyükelçimiz’ olarak lanse etmişti bile.

Ortadaki tek sorun, ‘Özür’ kelimesini kullanmadan nasıl özür dileneceğiydi.

İki ülkenin diplomatları bu konu üzerinde kafa yorarlarken, Çavuşoğlu ile Zijlstra, bu kez 16 Ocak’ta Vancouver’de yapılan Kuzey-Kore zirvesinde biraraya gelme fırsatı yakaladılar. Ama zamanlama çok kötüydü. Zira o sırada ABD, Suriye’nin kuzeyine 30 bin asker yığma planı açıklanmıştı. Bu nedenle Çavuşoğlu’nun Zijlstra ile görüşecek vakti yoktu. Bu nedenle Büyükelçi atamaları da suya düşmüştü.
Aynı hafta sonu Türkiye Afrin harekatına başlamıştı. Tüm ülkeler Türkiye’yi tenkit ederken, Hollandalı Bakan Zijlstra, ‘Türkiye’nin kendini koruma isteğini anlayışla karşılıyoruz’ mesajı verdi. Türk medyası da bu açıklamayı geniş bir şekilde yayınladı.

Ne var ki, Türkiye ile Hollanda’nın arasının düzelmesini istemeyen kötü niyetli Hollandalı politikacılar, bu kez Ermeni soykırımını gündeme getirdiler ve Afrin harekatına da karşı çıktılar.

Diplomatik kaynaklar, Türk ve Hollandalı diplomatların en son 25 ve 26 ocak günleri Brüksel’de biraraya geldiklerini ve Türk tarafının, Hollandalıları hoşnut edecek bir metin hazırladıklarını, bu metnin de Erdoğan ve Çavuşoğlu tarafından imzalanmasının beklendiğini ileri sürdüler.
Ama bu imzalar atılmadı. Erdoğan ve Çavuşoğlu, hazırlanan metni beğenmemişlerdi. Açıkça ‘özür’ olmayan bir metnin geçerliliği yoktu. Erdoğan ve Çavuşoğlu, hazırlanan bu metbi 3 şubatı 4 şubata bağlayan gece ret etmişlerdi.

Erdoğan’ın bu kararı Zilstra’yı hayal kırıklığına itmişti. Zira ocak ayı sonunda yapılan görüşmeden sonra, Türkiye’nin konuya sıcak yanaşmasını bekliyordu.
Hollanda’nın Ankara eski büyükelçisi ve Dışişleri eski Bakanı Ben Bot, diplomatik ilişkilerde rol alıyordu. İyi bir Türkiye dostu olan Bot, işi Erdoğan’ın zora koştuğunu ileri sürüyordu.


DIŞİŞLERİ ESKİ BAKANI ZİJLSTRA

Hollanda Dışişleri Bakanı Zijlstra, bakan olmadan önce yaptığı bir açıklamada, Ruya’da Putin ile bir görüşme yaptığını söylemişti. Sonradan bunun yalan olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine Zijlstra Bakanlık’tan istifa etti ve yerine Stef Blok getirildi.

Bu bültendeki bir haberde görebileceğiniz gibi, Stef  Blok’un son günlerde yaptığı bazı açıklamalar skandal olarak nitelendirildi. Başı derde girecek olan Blok’un, şimdi Türkiye ile yapılan uzlaşıları sürdürüp sürdüremeyeceği merak konusu oldu.
Türkiye, bu konuda kesin kararlı görülüyor. Diplomatik ilişkiler için Büyükelçi atamalarına ‘evet’ diyecek ama, özür dilemeyen bir Hollanda ile barışması da zor görülüyor.

*****

 

Türkiye AB ilişkileri ne olmalı?

 

ata-atun-HocaAnavatan Türkiye’ye son yıllarda başta masa üstünde ekonomik, yurt içinde ve yurt dışında askeri, uluslararası platformlarda da siyasi olmak üzere, akıl almaz yöntemlerle her türlü saldırı yapılmakta.

 

Belli ki birileri Türkiye’nin güçlenmesinden, asırlar önce yaşandığı gibi Avrupa’ya karşı tekrardan ekonomik, askeri ve siyasi tehdit oluşturmasından korkuyor. Bu korkunun politikaya yansıması, son Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin (AKPM) aldığı son kararla bir kez daha ortaya çıktı.

 

AKPM’nin aldığı karar özetle; Türkiye ile bağları koparmamak ama gevşek bırakmak, Türkiye’nin hareketlerini kısıtlayarak baskı ve denetim altına almak, Avrupa kapısını tam olarak kapatmamak ama kındırık (çok az aralık) bırakmak şeklinde yorumlanabilir.

 

Türkiye AET görüşmeleri, 1958 yılında AET’nin kurulmasından sonra, Demokrat Parti (DP) iktidarının sıkıntılı günlerinde, dâhi Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun geniş ufku sonucunda yaptığı girişimlerle 1959 yılında yapılan başvuru ile başlamıştı. 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleştirilen askeri darbe olmasaydı belki de Türkiye, 12 Eylül 1963 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması’nın daha da ötesine geçecek ve ileriki yıllarda AET’nin tam üyesi olacaktı. Ankara Anlaşması ile Türkiye-AET ilişkileri, ortaklık ve katılım yönünde ilerleyeceğine, tek taraflı AET’nin lehine işleyen bir ithalat-ihracat anlaşmasına dönüştü maalesef.

 

Türkiye, neredeyse son 60 yıldır Avrupa Birliği (AB) ile görüşmeler içinde ve 50 yıldır da AKPM’nin üyesi. Üstelik AKPM’de en çok koltuğa sahip ülkelerden bir tanesi.  1996 yılında “Siyasi Denetim” statüsüne yükseltilmiş, 2004 yılında da bu statünün bir üst kademesi olan “Denetim Sonrası Süreç” aşamasına terfi etmişti. Bunun da bir üst kademesi “Tam Üyelik” yolunda görüşmeler devam ederken, Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin AB’ye girmesinin kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarına aykırı olacağı öngörüsü ile etik veya çirkin her tür engelin Türkiye’nin üyeliğine giden yola konmasına başlandı. Önce Don Kişot gibi Fransa’nın kaktırması (iteklemesi) ile meydana çıkan Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıslı Türklere yıllarca uyguladığı ekonomik ve can almaya yönelik “Soykırım”ı kasıtlı olarak unutturup, Ankara Anlaşmasının arkasına saklanarak altı başlıkta “Veto” koydu. Arkasından da Fransa kendi çıkarları doğrultusunda vetolarını sıraladı. Şu anda katılım için gerekli olan 33 başlığın sadece 16 tanesi açılabilmiş durumda. Halen gerektiği gibi kapatılmış olan bir başlık da yok.

 

AKPM’nin aldığı son kararla şimdi bunların hepsinin üzerine bir sünger çekildi ve Türkiye’nin konumu, 2004 yılının gerisine götürülerek “Siyasi Denetim” statüsüne indirgendi. Bu aşamada Türkiye’nin önünde iki seçenek var. Bir tanesi AB’nin yüzüne kapıyı çarpıp “Canınız cehenneme” diyerek tüm bağları koparmak, diğeri de tam tersine bu yaşananlardan ders alıp, AB kapısını daha da açacak yeni stratejiler belirleyerek girişimler yapmak.

 

Mantıkla duygularımızı karıştırmamayı başarabilirsek, Türk insanının “Orta Asya”dan hep Batı’ya doğru hareket ettiğini, yüzünün de her dönemde, belli açılarla, bazen çok bazen de az, Batı’ya dönük olduğunu göz ardı etmeden, yeni bir strateji belirlenmesi, sanki de daha doğru bir davranış olacakmış gibi gözükmekte.

 

Bu bağlamda, AB ile olan ekonomik bağlarımızın çok güçlü olduğunu ve AB ile olan veya da olacak olan ilişkilerin ekonomiden bağımsız olamayacağını dikkate alarak, AKPM’nin bu kararının iyi okunmasının gerekli olduğu ve “Lobi çalışmaları”nın, “Algı Yönetimi”nin, “Toplum Mühendisliği”nin ve STK’ların öne çıkartılarak yeni yöntemlerle, yeni türde bir mücadelenin başlatılmasının daha doğru olacağı daha ağır basmakta, küsmek, darılmak yerine…

 

Prof. Dr. Ata ATUN