Etiket arşivi: Hindistan

İzmirli firmalar, bölgenin en büyük ticaret buluşmasına odaklandı

Orta Doğu, Balkanlar, Kuzey Afrika ile Rusya-BDT bölgelerindeki bebek ve çocuk ürünlerine dair sektör ihtiyaçlarını, 30 yılı aşkın süredir CBME Türkiye karşılıyor.

 

 

Dünyanın en büyük fuar organizatörü Informa Markets tarafından Çin, Hindistan, Endonezya ve Amerika’da düzenlenen CBME fuarlarının Türkiye ayağında hazırlıklar başladı.

 

Uluslararası anne, bebek ve çocuk ürünleri sektörü, yeni ticaret fırsatları için CBME Türkiye’nin 42’nci edisyonunu bekliyor. Informa Markets tarafından İstanbul Fuar Merkezi’nde düzenlenecek fuarda, İzmirli firmaların da aralarında olduğu 1.000’in üzerinde marka, 120’den fazla ülkeden 20 bin profesyonel ile bir araya gelecek.

 

Düzenlenen her yeni buluşmada sektörünün ihracatına doğrudan milyonlarca dolar katkı sağlayan CBME Türkiye, 2024 hazırlıkları kapsamında bir taraftan mevcut pazarları güçlendirmeye devam ederken, diğer yandan özellikle Afrika ve Amerika bölgelerindeki pazarlama faaliyetlerine yoğunlaşarak, sektöre yeni ticaret kanalları açmayı hedefliyor. CBME Türkiye 2024’ün stant satışlarının başladığını duyuran Informa Markets, online ziyaretçi kayıtlarının ise Haziran ayında açılmasının beklendiğini açıkladı.

Müslümanları dışlayan yasa protesto edildi

Hindistan’da tartışmalı vatandaşlık yasasına karşı düzenlenen eylemelerde yüzlerce kişi gözaltına alındı.

mask

 

Hindistan’da tartışmalı vatandaşlık yasasına karşı düzenlenen eylemelerde, aralarında ülkenin önde gelen tarihçilerinden Ramachandra Guha’nın da olduğu, yüzlerce gösterici gözaltına alındı.

Altı yıl önce ülkeye gelen farklı din gruplarından göçmenlerin vatandaşlık almasını kolaylaştıran yasanın Müslümanları kapsamaması ülke çapında gerginliğe yol açtı. Euronews’ta yer alan haberde Hükümet, eylemlerin yayılmasının önüne geçmek için internet erişimini engelledi, telefon hizmetlerini kısıtladı ve dörtten fazla kişinin bir araya gelip gösteri düzenlemesini yasakladı.

Muhalifler söz konusu yasayı, Başbakan Narendra Modi’nin ülkeyi Hinduların yönettiği din devleti yapma politikasının bir parçası olarak görüyor.

Mohandas Gandhi’nin biyografisini yazan ünlü tarihçi Guha Karnataka eyaletinin başkenti Bangalore’de, başkent Yeni Delhi de ise muhalif siyasi liderlerden Yogendra Yadav gözaltına alındı. Sadece başkentteki Kızıl Kale’de düzenlenen eylemlerdeki gözaltı sayının 100 olduğu aktarıldı.

 

Vatandaşlık yasası kimleri kapsıyor?

Hindistan Anayasa Mahkemesi, tartışmalı yasanın durdurulması için yapılan başvurunun görüşülmesini dün 22 Ocak’a erteledi.

Eylemlere neden olan yasa, özellikle Pakistan, Bangladeş ve Afganistan’da dini baskıdan kaçan Budist, Sih, Jain, Parsi, Hindu ve Hristiyanlara, kimliklerini ve Hindistan’da 6 yıldan uzun süredir yaşadıklarını kanıtlamaları halinde vatandaşlık hakkı tanıyor. Aynı pozisyondaki Müslümanlar ise yasanın dışında tutuluyor.

Sosyal İnovasyon ve Esneklik Birbirini Nasıl Geliştirebilir?

Sosyal inovasyonlar, toplumsal sorunların karmaşıklığını hesaba katmalı ve uyum sağlayıp ayakta kalabilecek kadar dirençli çözümler geliştirmelidir. Peki sosyal inovasyon ve esneklik birbirini nasıl geliştirebilir?

Bunker Roy ve bir grup meslektaşı, Hindistan’ın Racastan eyaletindeki Tilonia köyünde yer alan Barefoot College‘ı 1972 yılında kurdular. Eski ile yeniyi, geleneksel ile radikal olanı birleştirmek gibi ilgi çekici ve harekete geçirici bir hayali paylaşıyorlardı.

Mahatma Gandhi’nin (yoksullara ve mülksüzlere kendi ihtiyaçlarını karşılayacak üretim araçlarını sağlayan) öğretilerini ve felsefesini takip eden Barefoot College, yoksullara kendi evlerini inşa etmeyi, kendi okullarında öğretmen olmayı ve köylerinde güneş panelleri üretmeyi, kurmayı ve çalıştırmayı öğretti. Roy ve meslektaşları genel olarak kadınları, özellikle de büyükanneleri güçlendirmeye özen göstermişlerdi. Nihayetinde, “profesyonel” uzmanlık yoksulların en yoksuluna, güçsüzlerin en güçsüzüne, yani köy kadınlarına teslim edilmişti.

Barefoot College’ın inovasyonları, bir bakıma, son derece radikaldi: Köy yaşamının, meslek kuruluşlarının ve geleneksel kültürün teamüllerine meydan okuyordu. Başka bir deyişle, bu inovasyonlar klasik birer brikolaj’dı (Fransa’daki çöp toplayıcılarından ödünç alınmış bu terim, “asıl amacına bakılmaksızın, eldeki herhangi bir malzemenin, yaratıcılıkla ve beceriyle kullanılması” anlamına gelir). Bu anlamda, genelde bir araya getirilemeyen unsurların yan yana gelmesi, gelişmekte olan Güney’in sağlık, cinsiyet eşitsizliği, enerji ve eğitim dahil olmak üzere bir dizi acil ihtiyacını karşıladı.

Barefoot College, gelişmekte olan dünyaya yayılan ve başarısı su götürmez bir sosyal inovasyon: Afrika köylerinden kadınlar bu okuldaki fikirleri ve uygulamaları öğrenmek üzere Hindistan’a geldiler, Kuzey Amerika’dan yüksek lisans öğrencileri de bu konsepti yerli topluluklara uyguluyorlar.

Sosyal inovasyonlar eski ile yeniyi, teknolojik ile toplumsal olanı, politik ile ekonomik olanı birleştirerek esnek bir toplumsal-ekolojik sistem inşa ediyorlar. Dünya ve ekolojik sistemi gezegenin sunduğu sınırlara yaklaştıkça, problemlerin karmaşıklığını dikkate alan yenilikçi çözümlere ihtiyaç duyuyoruz. Ardından sistemlerimizin çöküşe uğramadan öğrenmesine, uyum sağlamasına, bazen de dönüşmesine olanak tanıyan çözümler geliştiriyoruz. Daha önemlisi, bu türden çözümleri tekrar ve tekrar üretmek için kapasite geliştirmemiz gerekiyor.

Karmaşık sistemlerde esneklik geliştirmenin bir kısmı da inovasyon kültürlerini güçlendirmekten geçiyor. Bu kültürler çeşitliliğin kıymetini bilen kültürler, çünkü her brikolör’ün bildiği üzere parçalar çoğaldıkça ve çeşitlendikçe daha yeni ve radikal kombinasyonlar yapma olasılığı artıyor. Ancak bu kültürlerin birbirinden farklı unsurların buluşmasına ve karışmasına, suçlamadan ziyade denemeye ve desteklemeye olanak tanıyan iletişim ve katılım tarzını da teşvik etmesi gerekiyor. Bu türden kültürler sosyal inovasyonları beslerken, sosyal inovasyonlar da direnci geliştiriyorlar.

Esneklik teorisi bireyden kuruma, topluluktan bölgeye ve dünyaya, tüm ölçeklerde bağlantılı sosyoekolojik sistemlere odaklanan bir mercek olarak daha popüler hâle geliyor. Psikoloji, ekoloji, organizasyon teorisi, toplululuk çalışmaları ve iktisat biliminin kesişimini temsil eden fazlasıyla disiplinlerarası bir teori olarak karşımıza çıkıyor.

Sürdürülebilirlik bilimine benzer bir biçimde, Kuzey ile Güney veya ekonomi ile çevre arasındaki koparılamaz bağları ortaya koyan sistematik bir yaklaşım sunuyor. Ancak, sürdürülebilirlik biliminden farklı olarak, tüm esnek yaşam sistemlerinin ayırt edici özelliği olan süreklilik ve değişim, sürekli (veya sonsuz) salınım döngüsü, yeniden yapılanma, büyüme ve güçlendirme arasındaki dengeye odaklanıyor.

Salınım ve yeniden yapılanma aşamalarında yeni unsurlar farklı biçimlerde birleştirilebilir. Büyüme ve güçlendirme aşamalarında ise bu yeni kombinasyonlar kaynakları ve sermayeyi kendine çekerek sistemin bağlı olduğu ve ihtiyacı olan enerji, biyokütle veya üretkenlik getirilerini sağlar. Bu konsepti anlamak için, enerjisi ve fiziksel sermayesi biyokütlesinde birikmiş yaşlı bir ormanı düşünün. Orman yangını, enerjinin ve kaynakların salınımını tetikler. Yeni yaşam formları bereketli toprağa yayılır, besin maddeleri hızla emilir. Bu formlardan bazıları, ormanda daha önce yaşamış olan türlerken bazıları da yeni türlerdir. Hepsi hayatta kalmayabilir, böylelikle bazı türlerin soyunun tükenmesine kalanların da biyokütleyi olgun bir ormana dönüştürmesiyle sonuçlanan bir egemenlik modeli oluşur. Esneklik teorisi, sistem direncindeki ciddi bir kaybın, sistemin ancak döngünün bir noktasında sıkışıp kaldığı zaman gerçekleştiğini ileri sürer: Sistem esnekliği, döngü boyunca sürekli hareket içinde var olur, bu süreçte de sistemin uyum sağlamasını veya dönüşmesini sağlar.

Şimdi bu döngünün teknik veya toplumsal bir inovasyona uygulandığını düşünün.

Joseph Schumpeter’in Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi kitabında ana hatlarıyla belirttiği gibi, girişimciler mevcut kaynakları kullanarak yeni fikirler ortaya koyar. Bazı fikirler başarısızlığa uğrar, ancak bazıları kanatlanır, kaynak bulan ve kurulu sistemin bir parçası hâline gelen yeni ürünlere, programlara, süreçlere veya tasarımlara dönüşür. Burada da benzer bir yapı görüyoruz: Fikir üretme aşamasında eski ve yeni fikirlerin birleşmesi, rekabet hâlindeki fikirlerin ve organizasyonların en çok kaynak çekebilenler lehine elenmesi, başarılı fikirlerin ve organizasyonların hakimiyeti ve güçlendirilmesi, inovasyonların beklendiği gibi bir işe dönüşmesi için kurumsallaşması.

İnovasyon döngüsü ile esnek ekosistemlerin salınım ve  yenilenme döngüsü arasındaki benzerlik dikkat çekicidir. Ancak esneklik teorisine göre, daha geniş bir sistemin  (organizasyon, topluluk veya toplumun geneli), esnek olması için, sadece inovasyon yeterli değildir. Toplumun tekrarlama kapasitesini inşa etmesi gerekir: Tekrar ve tekrar, sonsuza kadar. Dahası, pek çok inovasyon, adaptasyona olanak tanısa da (evsizlerin zorlu hava koşullarında daha iyi yaşamasını sağlayan portatif evler gibi), daha ezberbozan ve radikal inovasyonlar, sistemi dönüştürme potansiyeline sahiptir. İşte Barefoot College vakasında gerçekleşen tam da budur.

Esnekliğin Sosyal İnovasyona Katkısı

Esneklik teorisi, sosyal inovasyon alanında çalışan insanlara birçok ders sunuyor. Bunlardan en önemlisi de herhangi bir probleme sistematik olarak bakma gerekliliği. Batı kültürü, daha geniş bir sistemin çözümü nasıl etkileyebileceğini değerlendirmeden, belirli bir sorun için tasarladığı çözümleri (özellikle teknik çözümleri)  bolca örneklendirebilecek kadim bir geçmişe sahip. Biyoyakıt geliştirme yarışını düşünün. Fosil yakıtların ve petrol bazlı ürünlerin yerini alması için enerji kaynakları bulma alanındaki mevcut uğraş, biyoyakıt üretiminin çevre ve toplum üzerinde yarattığı sisteme dair birçok etkiyi göz ardı ediyor. Örneğin, biyoyakıtlar verimsiz topraklardan elde edilebildiği için (üreticilerin bakış açısından bir avantaj), gelişmekte olan ülkelerdeki geçimlik tarım için kullanılan toprakları tüketerek gıda güvenliğini daha da riskli bir duruma getirebilir.

Daha büyük sistem üzerinde kasıtsız olumsuz sonuçlar yaratan örneklerden bir diğeri de, Galapagos Adaları’nda gelişen ekoturizm örneği. Bu adalar eşşiz bir biyoçeşitlilik sunuyorlar. Bu çeşitliliği korumak ve yerel Ekvador ekonomisini canlandırmak için, ekolojik turizm şirketleri adalara küçük turist gruplarını götürmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Hükümet, bir adada kaç kişinin karaya çıkabileceğini kontrol ediyor ancak bir adanın yakınına yaklaşan yelkenlilerin ve teknelerin sayısı üzerinde daha az kontrolü bulunuyor. Sonuç olarak, artan sayıda tekne mercan resiflerinin yoğun bir biçimde aşınmasına neden oluyor. Daha büyük bir sistemin bakış açısından bakıldığında, her derde deva olarak görülen bir fikrin sadece bir yanılsama olduğu ortaya çıkabiliyor.

Tarihte kötü sonuçlar doğuran başka bir inovasyon örneği de, yerli Kanadalılar için geliştirilen yatılı okulu sistemi. Bu sistemi savunanlar, yerli insanlara “yardım etmenin” en iyi yolunun Avrupa kültürünü, dilini, dinini ve ekonomik uygulamalarını öğreterek onları asimile etmek olduğuna inanmışlardı. Bunu gerçekleştirmek için Kanada hükümeti yüzlerce çocuğu evlerinden ayırdı ve ana dillerini kullanmalarını yasaklayarak yatılı okullara yerleştirdi. O dönemde çoğu beyaz Kanadalı bu uygulamayı Birinci Akvam’ın  sorunlarına karşılık inovatif bir çözüm olarak gördü. Ancak zamanın toplumsal felsefesinin ışığında bile, sorunun sistemik doğasını hesaba katmayan bir müdahaleydi. Müdahale, yerel topluluklarının esnekliğini baltalayarak, girişimin çözmeyi denediği sorunları büyük ölçüde ağırlaştırdı. Toplumsal bağları ve şecereleri tahrip etti, bütün bir neslin sadece asimile olmasına neden olmakla kalmayıp kültürel kimliğini de yok etti. Bu, inovatif bir girişime kalkışırken toplumsal bir sorunun sistemik doğasının dikkate alınamadığı uç bir örnek.

Esnekliği anlamak, sosyal inovasyoncuların çözüm yaratma sürecinde yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya yaklaşımları dengelemelerine yardımcı olabilir. Örneğin, yardım kuruluşları, mülteciliğin neden olduğu travmanın kamplarda yaşayan Eritreli kadınlarda travma sonrası stres yaratacağından endişe ediyorlardı. Ancak kadınlar tutarlı nedenler ve hikâyeler oluşturup bunları başkalarıyla paylaşabildiği sürece, stresin de yönetilebilir olduğu ortaya çıktı. Benzer şekilde, insanlara geleneksel yiyeceklerini (“kıtlık yiyecekleri” gibi) sağlamak için çaba gösterildiğinde, topluluklar kıtlığa karşı çok daha dirençli çıktılar. Bunlar gibi deneyimler nedeniyle, uluslararası yardım kuruluşları, yukarıdan aşağıya çözümlerle hızlı tepkiler yerine, giderek bölge insanlarıyla (dinleme ve öğrenme yoluyla) daha yakından çalışıyor.6

Devletler, parametrelerin belirlenmesini ve yerel seviyelerde inovasyon fırsatlarının yaratılmasını güçlü bir biçimde etkiliyor. Buna en iyi örneklerden biri, Brezilya hükümetinin artan HIV-AIDS vakalarına sunduğu çözümdü. 1990 yılında Dünya Bankası, Brezilya’nın hastalıktan en çok etkilenen ülkelerden biri olduğunu ve Brezilyalıların Güney Afrika’daki insanlardan neredeyse iki kat daha fazla etkilendiğini tespit etti. Dünya Bankası, hem Brezilya hem de Güney Afrika’da 2000 yılına kadar astronomik artışlar görüleceğini tahmin etmişti. Brezilya’nın HIV-AIDS’li insanları tedavi etmek için çaba göstermekten vazgeçmesini, bunun yerine hastalığı önlemeye odaklanmasını önerdi. Ancak Brezilya hükümeti tavsiyeyi görmezden gelerek yerel yaratıcılığın ve inovasyonun önünü açmaya karar verdi. Parametreler, hiç kimsenin (gelir, statü veya okuryazarlık seviyesine bakılmaksızın) tedavi edilemeyecek kadar değersiz bulunmaması yönünde biçimlendirildi. Anti-viral ilaçların maliyetini azaltmak için Dünya Sağlık Örgütü’ne yönelik lobi çalışması yapıldı ve kondom kullanımını cazip hâle getirmek için etkili bir iletişim stratejisi başlatıldı. Daha sonra, yerel bölgelerin rahipleri ve rahibeleri de dahil olmak üzere toplum liderlerine, hastalık bulaşmış her kişiye nasıl ulaşacaklarını anlatmak için muazzam ölçüde sağduyu kazandırıldı. Sağlık hizmetlileri, STK’ların yanında yer alarak test, eğitim, ilaç ve denetleme dahil olmak üzere, ihtiyaç duyulan tüm hizmetleri sağlamak için çalıştılar.

Okuryazarlık oranının düşük olmasına rağmen, Brezilya tüm bölgelerde ABD ile aynı uyum oranını yakaladı. 2000 yılına gelindiğinde, enfeksiyon oranı Dünya Bankası tarafından tahmin edilen 4’te 1’den, 160’ta 1’e düştü. Bu, başarılı olmuş bir esneklik teorisi örneği: Soruna ve çözüme sistematik olarak bakıldı, ölçeklemeler ve alt sistemler geliştirildi, yerel bilgi ve hükümet politikasının çözüm üretirken oynayabileceği roller dikkate alındı.

Sosyal İnovasyonun Esnekliğe Katkısı

Bir sosyal inovasyon yaklaşımının sunduğu en önemli özelliklerden biri, insanların sosyal sistemlerin adaptasyonunu veya dönüşümünü anlamalarına yardımcı olmasıdır. Bu yaklaşım özellikle bu süreçlerin gerçekleşmesine yardımcı olan çeşitli aktörlere (sosyal girişimciler ve sistem girişimcileri gibi) ışık tutar.

Sosyal girişimciler üzerine çok sayıda araştırma yapıldı. Ancak daha büyük sistematik etki yaratmak için inovatif fikirlerden yararlanma fırsatlarını bulmaktan sorumlu olan sistem girişimcileri üzerine çok daha az sayıda araştırma var. Sistem girişimcilerinin becerileri, sosyal girişimcilerinkilerini tamamlamakla beraber onlardan farklı.

Sistem girişimcisi, inovasyon döngüsündeki farklı noktalarda farklı roller oynar, ancak bu rollerin tamamı egemen sistemin kaynaklarına alternatif bir yaklaşım getirme fırsatları bulmaya yönelir. Fırsatlar, çoğu kez siyasi iş hacmi, ekonomik kriz veya kültürel değişim yoluyla serbest bırakılan kaynaklar sayesinde ortaya çıkar. Kanada’da bulunan British Columbia’daki (BC) Büyük Ayı Yağmur Ormanları’nda, yerel halkın toprak iddiasıyla BC mahkemelerine başvurmasının ve Greenpeace International’ın başarılı  pazarlama kampanyasının ardından siyasi ve ekonomik bir kriz gün yüzüne çıktı. Bu kriz, sistem girişimcilerinin (birkaç STK’nın koalisyonu) bir dizi toplantı yapmaları ve birbirlerine şiddetle muhalif olan paydaşların (yerel gruplar, tomruk üreten şirketler ve topluluklar, BC hükümeti, ve çevre üzerine çalışan STK’lar) farklılıklarını bir kenara bırakıp çözüm üretmeye başlamaları için fırsat yarattı.

Bu tür çözümler çoğaldıkça, sistem girişimcilerin rolü de değişti: Aracı rolüne büründüler. Statükoya gerçek bir alternatif sunan finansal, sosyal ve teknik çözümler oluşturdular. Etkin aktörlerden ve fikirlerden oluşan koalisyonlar bir kez kurulduktan sonra, sistem girişimcileri başka bir rol daha üstlendi: Bu fikirleri, kaynakları, politikaları ve medya aracılığıyla alternatifi destekleyebilecek kişilere satmak. Yeni koruma politikalarını, finansal destek paketlerini ve kültürel tanıtımları resmileştirmek için yasalar hazırlandığında, sistem girişimcileri tekrar döngünün başlangıcında yer alıp statükoyu yeniden tanımlayıp meydan okuyan rollerine geri döndüler. Bu süreçte, bu tür dönüşümleri ve adaptasyonları yönetmeyi sağlayan sosyal sistemin kapasitesi bir bütün olarak güçlendirildi. Aynı sürecin biraz değiştirilmiş bir modeli, şu anda, kuzey ormanlarıyla ilgili müzakerelerde kullanılıyor.

Birçok örnekte bu tür bir dönüşüm uzun yıllar alıyor. Dönüşüm, yenilikçi bir alternatifin geliştirildiği ve bir fırsat penceresi açıldığında daha fazla ölçeklendirildiği uzun bir hazırlık dönemini gerektiriyor. Şili’de, yerel balıkçılığın tanıtımı için bir fırsat penceresi, çevresel (aşırı balık avlama nedeniyle yerel balıkçılığın çökmesi) ve politik bir krizin (Başkan Augusto Pinochet’in rejimini bozan darbe) kesişmesiyle açıldı. Sistem girişimcileri, bu tür bir fırsat için yıllar boyu beklemişlerdi. Bu süreçte birkaç topluluk arasında deney sahaları oluşturdular, ulusal ve uluslararası bilim insanından oluşan bir gölge ağ (shadow network) yarattılar. Pinochet’ye hizmet etmekle yükümlü siyasetçiler ve bürokratlarla iyi ilişkiler kurdular. Bu hazırlıklar sayesinde, darbeden sonraki birkaç yıl içinde, yeni bir balıkçılık yasası kabul edildi, topluluk temelli balıkçılık ve çevre odaklı yönetim değer kazandı.

Elbette “acil durum yönetimi” bazı kültürlerde diğerlerinden daha kolaydır. Bazı kültürler, inovasyon için gerekli olan brikolaj yaklaşımıyla fikirleri birleştirerek, özgürce ve hızlı bir şekilde hareket etmelerine olanak tanır. Toplumsal, örgütsel ve bireysel düzeylerdeki esneklik çalışmaları, aynı nitelikler krize ve çöküşe karşı esnek olan örgütleri ve toplulukları karakterize eder. Bu örgütlerin ve toplulukların paylaştıkları özellikler ise alt düzeyde hiyerarşi, yeterli çeşitlilik, suçlamak yerine öğrenmeye değer verme, deney için alan yaratma ve karşılıklı saygıdır. Bunlar, genel esnekliği destekleyen niteliklerdir. Bu özellikler sahiplenilirse, sosyal inovasyon kapasitesi de artar. Bu da, bütün toplumun esnekliğini geliştiren erdemli bir döngü yaratır.

Son Sözler

Sosyal inovasyonda yer alan insanlar ve dirençli/esnek bir toplum yaratmak için çalışanlar birbirlerinden çok şey öğrenebilir. Esneklik teorisi, adaptasyon ve dönüşüm süreçlerinin dinamik, döngüsel ve sonsuz olduğunu öne sürer. Sosyal inovasyon da sabit bir çözüm değildir. Kişisel, örgütsel ve toplumsal bütünlüğe ve kimliğe dayanan sürekliliği garantiye alan, sosyal direnci geliştiren ve karmaşık sistemlerin değişmesine izin veren bir sürecin parçasıdır.

Dirençli bir toplum yaratmak için, yalnızca inovatif fikirlerle ortaya çıkan sosyal girişimcilere bel bağlamamak da önemlidir. Aynı şekilde, inovatif fırsatlar sadece devletten beklenmemelidir. Bunun yerine, kriz, afet veya stratejik vizyonun en umut verici alternatif çözümler için kaynakları güvence altına alan o pencereyi açtığı anları kollamalıyız.

Son olarak, sosyal girişimciyi tamamlayan yeni bir tür girişimci olan sistem girişimcisine odaklanmak önemlidir. Sistem girişimcisi, egemen yaklaşım karşısında umut veren alternatifleri belirleyen sonra da bu inovasyonları ölçeklendirmek üzere fırsatları teşvik ederek bunlardan yararlanmak için başkalarının ağlarıyla çalışan kişidir. Sistemin tüm seviyelerinde çalışan sistem girişimcisi, alternatifler geliştirir, kaynakları kendine çeker ve sistemin dönüştürülmesi için çalışır.

İmece kaynaklı alıntı makalemizi tüm okurlarımızın ilgi ve bilgisine sunuyoruz.

3. KAPIKAYAFEST ULUSLARARASI DOĞA SPORLARI VE KÜLTÜR FESTİVALİ BAŞLIYOR !

 

Neşesi, doğallığı ve espri anlayışı ile her yeri renklendiren karadeniz insanı, eşsiz ve benzersiz bir doğa sunan konumu ve yaylaları ile de yerli ve yabancı turistleri çekerek her yıl cazibesini artırmayı başarıyor.


KAPIKAYAFEST ?
Karadeniz’in önemli illerinden Samsun Bafra Kapıkaya’da 24-28 Temmuz 2019 tarihleri arasında 3.sü düzenlenecek olan  “Kapıkayafest Uluslararası Doğa Sporları ve Kültür Festivali” nde  adrenalini yüksek doğa sporlarının ve karadenize  özgü  kültürel faaliyetlerin Türkiye gündemine taşınacağına inanıyoruz.  Karadeniz coğrafyasının eşsiz doğa güzelliği, coğrafyanın kendine özgü karakteristik özelliklerini koruyarak yapılan etkinliklerin zenginliği her yıl bölgeye gelen yerli ve yabancı kişi sayısındaki artışı beraberinde sağlamakta ve bölge turizm gelirlerinden aldığı payı artırmaktadır.

Adını Samsun / Bafra – Kapıkaya tepesinden alan Kapıkayafest; Çeşitli spor dallarını aynı ortamda sunarak ulusal ve uluslararası birçok sporcuyu ve doğa severleri her yıl temmuz ayında bir araya getirmeyi hedefleyen, sağlıklı bireylerle daha çok yaşanabilir bir dünya için sporun ve sporcunun önemini vurgulamak gayesini güden bir festivaldir.

Bafra Belediyesi sahipliğinde ve  Astajans organizasyonu ile yapılacak olan Kapıkayafest’te, gökyüzünde paraşütçüler süzülürken katılımcılar karada bisiklet ve doğa yürüyüşü, baraj gölünde kano gezisine katılabilirler. ‘En güzel fotoğrafı ben çekerim’ diyenler ise fotomaratona katılabilirler. Kamp ve çevresinde çeşitli etkinlikler ile eğlenme ve güzel vakit geçirme olanağı bulabilirler. Akşam ise kamp ateşini yakıp yıldızların altında doğanın sesini dinleyebilir, güzel sohbetler edebilirler. Ayrıca çeşitli kültürel faaliyetler, spor branşlarının aktiviteleri ve eğlenceleri ile unutamayacakları bir festival geçirebilirler.

5 gün 4 gece “Her şeyiyle eğlenceli” bir festivale davetlisiniz.!

DÜNYANIN 55 ÜLKESİ FESTİVAL İÇİN DAVET EDİLDİ !

Kapıkayafest Festivali uluslararası bir festival olması sebebiyle geçen yıl kırka yakın ülkeden sporcu ve katılımcıyı Bafra’ya getirme başarısı elde etmiş durumda. Bu sene 55 ülkeden sporcu ve katılımcılar ile iletişime geçilerek, festival uluslararası arenadaki konumunu yükseltme çabasında. Festivale davet edilen ve katılması planlanan ülkeler ise şöyle;  Almanya, Arnavutluk, Avusturya, Azerbaycan, Belçika, Birleşik Krallık, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Cezayir, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Dubai, Estonya, Fas, Finlandiya, Fransa, Gürcistan, Hırvatistan, Hindistan, Hollanda, İran, İrlanda, İspanya, İsveç, İtalya, Katar, Kazakistan, Kıbrıs, Kırgızıstan, Kosova, Kuveyt, Letonya, Litvanya, Lüksemburg, Macaristan, Makedonya, Malta, Mısır, Özbekistan, Pakistan, Polonya, Portekiz, Romanya, Rusya Federasyonu, Sırbistan, Slovakya, Slovenya, Tacikistan, Tataristan, Türkmenistan, Ukrayna, Ürdün ve Yunanistan.

DÜNYANIN EN ÖZEL EKSTREM SPOR ALANLARI ARASINDA!

Kapıkayafest; Kızılırmak’ın yanı başında doğanın ve tarihin bir arada olduğu, birçok ekstrem spor ve  sportif faaliyetleri ile dünyanın nadir alanları arasında gösteriliyor. Hava sporları, su sporları, dağcılık, fotoğrafçılık, bisiklet, atv, kamping vb gibi doğa sporlarını ve faaliyetlerini aynı noktada barındırıyor.

Kapıkayafest; yamaç paraşütü için dünyanın en elverişli noktaları arasında yerini alma yolunda ilerliyor. Bir yamaç paraşütçüsünün bir noktadan kalkıp aynı noktaya inebildiği ve Kızılırmak’ın eşsiz doğal güzelliklerini ve manzarasını görebildiği dünyanın en özel konumlarından birisi.

Aynı zamanda turizm turları, fotoğraf – bisiklet ve atv safari, yöresel ve kültürel pazarlar da Kapıkayafest etkinlik alanında olacak. Etkinlik alanı bu branşların ve sportif etkinliklerin tamamını bir arada buluşturabilecek Dünya’nın nadir alanlarından..

İLGİ İLE BERABER BÖLGE EKONOMİSİ DE CANLANDI

Kapıkayafest; ilki 2017 yılında 25 bin, ikincisi 2018 yılında 50.000’in üzerinde ziyaretçi, 5000 civarı kamp ve ticari katılımcısı ile ciddi bir ses getirdi. Bu yıl ise 100 bine yakın katılımcı ve ziyaretçi bekleniyor. Festivale ev sahipliği yapan Samsun / Bafra – Kapıkaya ve Asar mevkileri, ulusal – uluslararası sporcuların ve doğa sporlarına ilgi duyanların odak noktası durumunda. Festivalin yöre ve bölge halkına ciddi bir ekonomik katkı sağladığı, her geçen yılda artarak devam edeceği düşünülüyor.

DÜNYANIN EN KİRLİ ŞEHİRLERİ BELLİ OLDU

 

Dünyanın en kirli şehirleri belli olurken, sadece Hindistan’dan 7 şehrin ilk 10’da yer aldığı saptandı. Listenin başına yerleşen şehir ise Gurugram (Hindistan) olarak kayıtlara geçti.

Rubbish mounting up in North Junction Street, Leith.

Medya takip ve raporlama ajansı PRNet, dünya üzerindeki en kirli şehirleri konu alan araştırmayı inceledi. PRNet’in AirVisual verilerinden ve medya yansımalarından derlediği bilgilere göre, dünyanın en kirli şehri Gurugram (Hindistan) olarak kayıtlara geçti. Listenin ilk 10’unda yer alan diğer 7 şehrin ise yine Hindistan’dan olduğu dikkat çekti. Bununla birlikte Pakistan’dan Faysalabat’ın üçüncü, Çin’den Hotan’ın ise sekizinci sıraya yerleştiği görüldü. En kirli ilk 100 şehir listesinde Türkiye’den herhangi bir şehir yer almadı.

PRNet ve Ajans Press’in konuyla alakalı gerçekleştirdiği medya incelemesinde yazılı basına yansıyan haber adetleri de belli oldu. Gerçekleştirilen medya araştırmasında haber çıkışlarının son yıllarda artışa geçerek medyanın da gündeminde yer aldığı görüldü. Böylelikle 2018 yılında “çevre kirliliği” ile alakalı 6 bin 817 haber çıkışı tespit edildi.

“Fütüvvet Sultanı Ebû’l Hasan Harakanî” Üsküdar Üniversitesinde anıldı

Üsküdar Üniversitesi Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü tarafından her yıl düzenlenen Tasavvuf Araştırmaları Günleri, bu sene “Fütüvvet Sultânı Ebû’l-Hasan Harakanî” Uluslararası Sempozyumuna ve Tasavvuf Araştırmaları Tez Atölyesine ev sahipliği yapıyor.

Seyyid Ebû’l Hasan Harakanî Vakfı, Kerim Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı, TÜRKKAD Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi ve Nefes Yayıncılık iş birliği ile düzenlenen “Fütüvvet Sultânı Ebû’l-Hasan Harakanî” Uluslararası Sempozyumu Üsküdar Üniversitesi Merkez Yerleşkesinde gerçekleşti.

27-28 Nisan tarihlerinde düzenlenen sempozyumda ABD, Almanya, Bulgaristan, Hindistan, Rusya, Ürdün gibi yedi farklı ülkeden 28 davetli bildirileri ile yer aldı.

Programın açılış konuşmalarını Üsküdar Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Muhsin Konuk, Seyyid Ebû’l Hasan Harakanî Vakfı Başkanı Yavuz Selim Uzgur ve Üsküdar Üniversitesi Rektör Danışmanı Mutasavvıf Yazar Cemalnur Sargut yaptı.

“Günümüzde İslamofobi neticesinde asimetrik bir savaş başladı”

“10 gün önce, Pakistan Gençlik Meclisinin başkanı ile beraber 13 kişilik bir heyet üniversitemizi ziyaret ettiklerinde, üniversitemizin Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü olduğunu öğrendiklerinde çok mutlu oldular” diyen Prof. Dr. Muhsin Konuk, şunları kaydetti:

“Özellikle günümüzde İslamofobi neticesinde asimetrik bir savaş başladı. Bu savaş artık, savaş meydanlarında olmuyor. Bu savaş, doğrudan beynimizi ve kalbimizi etkiliyor. Dolayısı ile bu savaş neticesinde tek amaç, Müslümanların elinden gerçek Müslümanlığı almak ve birilerinin istediği şekilde bir Müslümanlık ortaya koymak. Buna karşı, işte bizim hayatımıza ölçü olacak hayatlar, ki bunlardan bir tanesi, bu yüce ruh Hz. Harakanî, o ve onun gibi bu topraklarda yetişmiş olan müstesna insanlar. Allah onlardan razı olsun ve sizin de huzurunuzda o yüce ruhu saygı ile selamlıyorum. Ümit ediyorum, bu sempozyum neticesinde açığa çıkan ortak raporlar da ülkemiz geleceği adına hayırlara vesile olacak.”

“Bu ruh, bu toprakların bize vatan olmasına vesile oldu”

Açılış konuşmalarına programda emeği geçen herkese teşekkür ederek başlayan Seyyid Ebû’l Hasan Harakanî Vakfı Başkanı Yavuz Selim Uzgur, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Harakani Hazretleri yaklaşık bin yıl önce Kars’ı ve Anadolu’yu şereflendirdiğinde kapısının üzerine şöyle yazmış: ‘Her kim bu kapıya gelirse, ekmeğini verin ve inancını sormayın. Allah katında ruh taşıyan herkes Ebû’l Hasan’ın sofrasında ekmeğe layıktır’. Anadolu’nun ruhu, aşkı, sevdası, insanlığı, ahlakı, Allah Resulünün güzel ahlakından neşet eden bu sözün içerisinde gizlidir. İnsanın yaratılışına ve ruhuna değer veren ve o ruhu bütün yaratılmışlardan aziz tutan bir anlayış, Anadolu’yu bin yıldan beri mayaladı, aşk ve muhabbetle yoğurdu ve bizim ayakta durmamıza ve bu topakların bize vatan olmasına vesile oldu.”

“Kyoto Üniversitesinde kurmuş olduğumuz Kenan Rifai Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, muazzam çalışmalar yapıyor”

Üsküdar Üniversitesi Rektör Danışmanı Cemalnur Sargut ise, duygularını şu cümlelerle dile getirdi:

“Ebû’l Hasan Harakanî, büyük sultanlardan bir tanesi… Onlarla olmak, onlarla yaşamak, onları idrak etmek, onları anmak onlardan sözler söylemek, İslam tasavuffunun kemal noktasında birleşmesini sağlıyor ve bizi benlikten edebe davet ediyor. Yaptığımız işi kendimizden görmemeyi öğretiyor. Bizde bir kuvvet-i kudret yok. Biz biliyoruz kendimizin ne olduğunu, bir sinek hükmünde olmadığımızı; ama bize bu işleri lütfeden ve bu enerjiyi veren bu sultanlardan Allah razı olsun. Şimdi hedefimiz çok daha büyük. Kyoto Üniversitesinde kurmuş olduğumuz Kenan Rifai Tasavvuf Araştırmaları Merkezi, muazzam çalışmalar yapıyor ve çocuklar hakikaten İslam için büyük çabalar gösteriyorlar.

“Amerika’daki çalışmalar İslamofobi’ye karşı çok büyük bir mücadele arz ediyor”

İlk defa Kyoto Üniversitesinde dini bir müessese kuruldu ve bu müessese İslam’ı anlatıyor. Çin’de yaptığımız İslam ve Çin Medeniyeti Sempozyumu (2015) çok büyük ses getirdi ve Çinli çocukların Müslüman oluşlarını, onların Allah aşkı ile ağlayışlarını izledik. İnşallah tekrar sempozyumlar orada devam edecek. Amerika’daki çalışmalar İslamofobi’ye karşı çok büyük bir mücadele arz ediyor. Bunların hepsinin gayesi birlik ve beraberlik. Onun için muhabbet ve birlik sağlamak, sadece farklı inançları değil, İslam’ın içindeki farklı yolları bir araya getirmek, çok önemli. Bugün bütün tarikatlar, yollar, anlayışlar, bugün büyük sultanların önünde birleşiyor ve onu anlatmaktan zevk alıyorlar.

Başkanlığını, Tasavvuf Araştırmaları Enstitüsü Müdür Yardımcısı Prof. Dr. Emine Yeniterzi’nin yürüttüğü ilk oturumda; Prof. Dr. İsa Yüceer “Anadolu’nun Manevi Kimliğinde Hasan Harakanî Faktörü”, Doç. Dr. Alan Godlas “Ebû’l Hasan Harakanî’nin Nûrü’l Ulûm Eserindeki Sûfiyâne Dünya Görüşünün Boyutları” ve Dr. Laila Khalifa “Hakikat ve Hayal Arasında: İbn Arabî’de Fütüvvet Anlayışı” başlıklı konuşmaları ile yer aldı.

“Tasavvufta kokunun çok önemli bir yeri vardır”

Sempozyumda, ikinci oturumun başkanlığını ise Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan yürüttü. Oturumda, Prof. Dr. Mim Kemâl Öke “Tasavvufta Kokuların Sırrı ve Mesnevî’de Harakanî Kokusu”, Prof. Dr. Niyazi Beki “Ebû’l Hasan Harakanî’ne Naz Makamı” ve Dr. Cangüzel Güner Zülfikar “Fütüvvet Anlayışına Farklı Yaklaşımlar” başlıklı konuşmaları ile katılımcılarla bir araya geldi.

Prof. Dr. Mim Kemâl Öke, Mesnevi’den öyküler anlatarak, tasavvufta kokunun önemi hakkında şunları kaydetti: “Tasavvufta kokunun çok önemli bir yeri vardır. Anlatmaya kalksak, bir sempozyum daha yaparız. Birçok koku bizi rahatsız edebilir; ama önemli olan sufliyetin kokusunu duyabilmektir. O koku alkol, anason, küfür kokusu olabilir. Ama bir ağız neyi kokluyorsa, neyi koklamaktan hoşlanıyorsa, o kokuyu çıkartır. İnsanın içinin kirli olması bunu da dışarıya salar. Onun için koku önemli. Güzel kokmak lazım. Hz. Peygamberimizin kokuyu ne kadar sevdiğini biliyoruz.”

Ahmet Taşğın’ın başkanlığında gerçekleşen 3. oturum; Kabir Helminski “Aşkta Mütevâzı Ol, Sevmekte Gözüpek”, Bilal Gök “Fütüvvet Sultanı İle Hikmet Sultanının Buluşması: Harakanî – İbn Sînâ Görüşmesi” ve Muhammed Bedirhan’ın “Ebû’l Hasan Harakanî ve İlk Dönem Sûfîlerinde Allah’ı Talep Etmek: Dünya ve Âhiretten Fânî Olmak” başlıklı sunumları ile düzenlendi.

Sempozyumun ilk gününün son oturumu ise Halil Baltacı başkanlığında tamamlandı. Oturuma, Omid Safi “Harakanî: Allah’la Beraber Nefeslenen Velî”, Barbaros Ceylan “Meslek Hayatında Fütüvvet Felsefesinin Güncellenmesine İlişkin Bir Çalışma: Hâmîlik Okulu” ve Velin Belev “Harakanî ve Ümmî Sûfinin Hâli” başlıklı konuşmaları ile katıldı.

Tez Atölyesinde, Tasavvuf Aaştırmaları Enstitüsünden 8 tez çalışması sunuldu

Tasavvuf Kültürü ve Edebiyatı Yüksek Lisans Programında yürütülmekte olan tez çalışmaları Sempozyum oturumlarıyla eş zamanlı olarak gerçekleştirildi. “Akşemseddin’in Mâddetü’l-hayât Eserinde Canlı ve Canlılık Anlayışının Tasavvuf ve Biyoloji İlimleri Açısından İrdelenmesi”, “Eşrefoğlu Rûmî’nin Tarîkatnâme Eserindeki Hz. Ali Tasavvuru”, “Türk Edebiyâtında Manzum Dervişnâmeler”, “Tasavvuf Kültürünün Meyvesi Kuş Evleri”, “Yazıcıoğlu Kardeşlerin Eserlerinde Hz. Ali”, “Liyâkat ve Lütfi Paşa: Asafnâme’de Devletli Ahlâkı”,“Beşiktaşlı Yahya Efendi’nin Divân’ında Muhabbet Kavramı” ve “Ken’an Rifâî’nin eserinde Rifâî Mihrâbı: Sembolden Mânâya Yolculuk” başlıklı tebliğler sunuldu.

Sempozyum, canlı yayın kanallarında da yoğun ilgi ile karşılandı.

Türkiye’de üniversite öğrencilerinin zamanı  dersten çok işte geçiyor

HSBC Grubu’nun “Eğitimin Değeri: Başarının Bedeli” raporuna göre; Türkiye’de bir üniversite öğrencisi eğitim masraflarını karşılamak için günde ortalama 4.9 saat yarı zamanlı bir işte çalışırken, derslerde günde ortalama 2 saat zaman geçiriyor.

HSBC Grubu’nun Türkiye’nin de dahil olduğu 15 ülkeden 10 binden fazla ebeveyn ve bin 500 üniversite öğrencisi ile gerçekleştirdiği araştırma, aile ve öğrencilerin üniversite eğitimi masraflarının karşılanmasına ilişkin tutum ve davranışlarına yönelik çarpıcı bulgular ortaya koyuyor. “Eğitimin Değeri: Başarının Bedeli” raporuna göre; ebeveynler çocuklarının üniversite eğitimi masraflarını karşılamak için ek işlerde çalışıyor, tatillerinden fedakarlık ediyor ve borçlanıyor. Öğrenciler ise ailelerinden aldıkları finansal desteğin yanı sıra günde birkaç saat ücretli işlerde çalışarak masrafların karşılanmasına destek oluyor.

Türkiye’deki üniversite öğrencilerinin eğitim süreçleri boyunca ortalama harcama dağılımı

  • Konaklama – 18.265 TL
  • Okul ücreti – 13.134 TL
  • Gıda ve market – 11.277 TL
  • Faturalar – 8.697 TL
  • Kredi kartı/bireysel kredi/öğrenci kredisi – 8.592 TL
  • Kıyafet, aksesuar – 6.731 TL
  • Eğlence – 6.250 TL
  • Restoran/kafe – 5.858 TL
  • Ulaşım – 4.517 TL
  • Akademik kitap – 1.927 TL
  • Tatil – 1.102 TL
  • Spor/fitness – 675 TL
  • Diğer – 725 TL

Üniversite öğrencileri günde yaklaşık 5 saat ücretli bir işte çalışıyor

Türkiye’den 502 ebeveynin ve 100 öğrencinin katıldığı araştırmanın sonuçlarına göre; bir üniversite öğrencisinin okul ücreti, konaklama, faturalar ve yaşam giderleri dahil olmak üzere eğitim süreci boyunca toplam harcaması ortalama 87 bin TL. Ebeveynler ise çocuklarının üniversite eğitimi boyunca toplamda ortalama 49 bin TL harcadıklarını ifade ediyor. Araştırma sonuçları, öğrencilerin arada oluşan yaklaşık 38 bin TL’lik farkı yarı zamanlı işlerde çalışarak kapatmaya çabaladıklarını gösteriyor. Türkiye’de her 5 üniversite öğrencisinden 4’ü günde ortalama 4.9 saat yarı zamanlı bir işte çalışıyor. Derslerde ise günde ortalama 2 saat zaman geçiriyor. Yarı zamanlı işlerde çalışan öğrencilerin yarısından fazlası (%53) finansal ihtiyaçtan dolayı çalıştığını belirtirken, %38’i ise üniversite mezuniyetinin ardından iş bulmasına yardımcı olacak deneyimi kazanmak için çalıştığını ifade ediyor.

Büyükanne-büyükbaba desteğinin en yüksek olduğu ülke Türkiye

Ebeveynlerin %21’i büyükanne ve büyükbabaların torunlarının üniversite eğitimi masraflarına katkı sağladıklarını ifade ediyor. Türkiye, büyükanne ve büyükbaba katkısının araştırmanın gerçekleştirildiği ülkeler arasında (küresel ortalama %7) en yüksek olduğu ülke olarak ön plana çıkıyor.

Her 10 aileden yalnızca 1’i üniversite eğitimi için birikim yapıyor

Araştırmaya Türkiye’den katılan ailelerin %91’i çocuklarının üniversite eğitimi masraflarını günlük kazançlarından karşıladıklarını belirtirken, yalnızca %11’i belirli bir birikim veya yatırım hesabından karşıladıklarını ifade ediyor. Ebeveynlerin %68’i (küresel ortalama %49) çocuklarının eğitimi için birikim yapmaya önceden başlamış olmayı arzuluyor. %62’si daha düzenli ve daha fazla birikim yapmış olmayı, %24’ü ise çocuklarına para yönetimi hakkında eğitim vermiş olmayı diliyor.

Eğitim masrafları için en çok Türkiye’deki aileler borçlanıyor

Araştırma sonuçlarına göre; Türkiye’deki ebeveynlerin %73’ü (küresel ortalama %53) çocuklarının eğitim masraflarını karşılamak için sosyal aktivitelerinden ödün veriyor. %39’u ise daha uzun saatler veya ikinci bir işte çalışıyor. Bununla birlikte; ebeveynlerin %71’i (küresel ortalama %35) eğitim masraflarını karşılamak için borçlandıklarını ifade ederken; Türkiye, araştırmanın gerçekleştirildiği ülkeler arasında ebeveynlerin eğitim masraflarını karşılama amacıyla borçlanma oranının en yüksek olduğu ülke olarak dikkat çekiyor. Ebeveynlerin %63’ü borçlanmalarının ana sebebinin okul ücretini karşılamak olduğunu ifade ederken, %38’i tablet veya dizüstü bilgisayar gibi teknolojik cihaz satın alımlarının da etkili olduğunu ifade ediyor.

Ebeveynlerin %54’ü üniversite eğitimi için gerçekleştirdikleri borçlanmalarda kredi kartını kullanıyor. %29’u uzun vadeli, %23’ü kısa vadeli kredi aldığını belirtirken, %22’si aile üyeleri veya arkadaşlarından borç aldıklarını dile getiriyor.

HSBC Türkiye Bireysel Bankacılık ve Birikim Yönetimi Genel Müdür Yardımcısı Ayşe Yenel, HSBC Grubu’nun küresel çapta gerçekleştirdiği araştırma ile ilgili şu değerlendirmeyi yaptı:

“Araştırmanın sonuçları gösteriyor ki Türkiye’de ailelerin çoğu (%83) çocuğunun üniversite eğitiminin karşılanmasına destek olmaya çalışıyor ancak toplam eğitim masrafları ailelerin öngördüklerinden ya da beklediklerinden çok daha yüksek çıkıyor. Ailelerinin desteğine rağmen pek çok öğrenci harcamalarını karşılamak için ücretli ek işlerde çalışıyor. Aileler de çocuklarının eğitim masraflarını karşılamak için büyük fedakarlıklarda bulunuyor. Araştırma, Türkiye’deki ailelerin %68’inin çocuklarının eğitimi için birikim yapmaya daha önceden başlamış olmayı dilediğini de ortaya koyuyor. Ailelerin eğitim giderleri için sağlam bir finansal planlama yapması, maliyet yönetiminin aile içinde konuşulması ve olası ek harcamalara ilişkin farkındalığın arttırılması, ebeveynlerin ve çocukların üzerindeki finansal baskıyı azaltabilecekken, kısa vadeli ve plansız borçlanmadan kaçınılmasına olanak sağlayacaktır.”

Pratik adımlar

Araştırma sonuçlarında ailelerin çocuklarının eğitimini planlarken atabilecekleri pratik ve etkili adımlar şöyle sıralanıyor:

  • Planlamaya erkenden başlayın Eğitim için erkenden planlama ve birikim yapmak çocuğunuzun potansiyelini gerçekleştirmesine ve ailenizin finansal durumu üzerindeki baskının azalmasına destek olabilir. Profesyonel danışmanlık hizmeti almak, daha iyi planlamalar ve bilinçli seçimler yapmanıza yardımcı olacaktır.
  • Maliyetler konusunda gerçekçi olun Çocuğunuzun yüksek öğrenimini finansal olarak nasıl destekleyeceğinizi planlarken, eğitimi boyunca oluşabilecek tüm maliyetleri göz önünde bulundurun.
  • İyi finansal alışkanlıklar aşılayın Online olarak kullanıma açık olan bütçelendirme araçlarından faydalanarak, çocuğunuzun eğitim maliyetlerini planlama ve yönetmesine yardımcı olun.
  • Farklı yeteneklere yatırım yapın Çocuğunuzun seçtiği kariyer alanının gerektirdiği vasıflara sahip olmasını sağlayacak bir eğitim rotası belirlemesine yardımcı olmanın yanı sıra, problem çözme ve sosyal beceriler gibi gelecekte çalışma hayatında ihtiyacı olabilecek yetenekleri edinmesine destek olun.

HSBC Grubu ‘Eğitimin Değeri – Eğitimin Bedeli’ Raporu Hakkında[1]:

Eğitimin Değeri, küresel eğitim trendlerine yönelik olarak HSBC Grubu’nun yürüttüğü bağımsız bir tüketici araştırma çalışmasıdır. Araştırma, dünya genelinde ebeveyn ve öğrencilerin eğitime ilişkin tutum ve davranışlarına yönelik bulguları içermektedir. Eğitimin Bedeli isimli küresel rapor, seride beşinci araştırma olup 15 ülke ve bölgedeki 10 bin 478 ebeveyn ve bin 507 öğrencinin görüşünü yansıtmaktadır. Araştırmanın yapıldığı ülkeler arasında Avustralya, Kanada, Çin, Mısır, Fransa, Hong Kong, Hindistan, Endonezya, Malezya, Meksika, Singapur, Tayvan, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri yer almaktadır. Raporda yer alan bulgular, hâli hazırda eğitim alan (veya yakın zamanda alacak) 23 yaşında veya daha küçük en az bir çocuğu olan ailelerle ve 18 ila 34 yaş arasında lisans veya yüksek lisans eğitimi almakta olan öğrenciler ile yapılan ve tüm ülkeyi temsil eden bir ankete dayalıdır. Ankete Türkiye’den 502 ebeveyn ve 100 öğrenci katılmıştır. Anket Ipsos MORI tarafından Mart ve Nisan aylarında online olarak gerçekleştirilmiştir.

Kayseri Uluslararası Film Festivali’nde Yarışacak Filmler Belirlendi! 

 

 

8-13 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan Kayseri Uluslararası Film Festivali’nde bu yıl ilki gerçekleştirilen Ulusal Uzun Metraj Film yarışmasına 23 film başvuruda bulundu. Festivalin Uluslararası yarışmalarına Pakistan, Tayland, Belçika, Kırgızistan, Estonya, Polonya, İran, Azerbaycan, Hindistan, Kazakistan, Mısır vb. ülkelerden yarışmacılar katıldı. Festivalde Uluslararası Belgesel Film yarışmasına 87, Uluslararası Kısa Film yarışmasına 195 film başvuruda bulunmuştur.

Festivalde Ulusal Uzun Metraj Film, Uluslararası Kısa Film ve Uluslararası Belgesel Film yarışmalarından her kategoriden 10 finalist belirlendi.

Jüri başkanlığını Gazeteci ve Sinema Yazarı Burçak Evren’in yürüttüğü Ulusal Uzun Metraj Film finalistleri; Burak Çevik -Tuzdan Kaide, Durmuş Akbulut -Kiraz Mevsimi, Fikret Reyhan -Sarı Sıcak, Görkem Yeltan -Bağcık, Orhan Oğuz -Eksi Bir, Özgür Sevimli -Murtaza, Selman Kılıçaslan -Bütün Saadetler Mümkündür, Talip Karamahmutoğlu -Mezarcı, Mehmet Güreli -Dört Köşeli Üçgen, Michael Önder -Taksim Hold’em,

Jüri başkanlığında Prof. Dr. Semir Aslanyürek’ in olduğu Uluslararası Kısa Film finalistleri; Askar Nurakun uulu –In Love With Cinema, Cem Özay –Yolcu, Darioush Najafi Gol –Voice, Hossein Asl Abdollahi –Decease At The Begining, Kasım Ördek –Kerata, Nuri Cihan Özdoğan –Sirayet, Onur Yağız –Toprak, Saeed Naghavian –Finish, Vahid Hosseini Nami -Whole To Part, Vlasdislav Muko- A Car Called Victory,

Jüri başkanlığında Yönetmen Elchin Musaoğlu’nun yer aldığı Uluslararası Belgesel Film finalistleri ise Faridur Rahman -Tasmina: The Horse Girl, Hakan Yıldırım-Onur Çoşkuner –Savrun, Iker Elorrieta -I Forgot Myself Somewhere, Musa Gökkaya -Kostüm Oyunu, Onur Kök -Küllerinden Güle Dön, Özcan Gürbüz -Palas’ın Tuzcuları, Özkan Emre -Çobanın Şiiri, Sorayos Prapapan -Death Of The Sound Man, Sam Peeters –Homeland, Samara Sagynbaeva -The Heir olarak belirlenmiştir.

 

The Films That Will Compete in The Kayseri Film Festival Became Clear!

In Kayseri Film Festival ,which will be held between 8th and 13th of May, 23 films applied for the National Feature Film competition that is held for the first time this year. For the International competitions of festival , numbers of competitors applied from various countries such as Pakistan, Thailand, Belgium, Kyrgyzstan, Estonia, Poland, Iran, Azerbaijan, India, Kazakstan, and Egypt. For the International Documentary Film competition 87, for the International Short Film competition 195 films applied.

In Festival from all the competitions which  are National Feature Film, International Short Film, and International Documentary Film, 10 finalist are selected from each categories.

 

The finalists of the National Feature Film of which its jury is headed by Journalist and Screen Writer Burçak Evren are  Burak Çevik -Tuzdan Kaide, Durmuş Akbulut -Kiraz Mevsimi, Fikret Reyhan -Sarı Sıcak, Görkem Yeltan -Bağcık, Orhan Oğuz -Eksi Bir, Özgür Sevimli -Murtaza, Selman Kılıçaslan -Bütün Saadetler Mümkündür, Talip Karamahmutoğlu -Mezarcı, Mehmet Güreli -Dört Köşeli Üçgen, Michael Önder -Taksim Hold’em ,

The finalists of the International Short  Film of which its jury is headed by Prof. Dr. Semir Aslanyürek  are Askar Nurakun uulu –In Love With Cinema, Cem Özay –Yolcu, Darioush Najafi Gol –Voice, Hossein Asl Abdollahi -Decease At The Begining, Kasım Ördek –Kerata, Nuri Cihan Özdoğan –Sirayet, Onur Yağız –Toprak, Saeed Naghavian –Finish, Vahid Hosseini Nami -Whole To Part, A Car Called Victory- Vladislav Muko finally,

The finalists of the International Documentary  Film of which its jury is headed by Director Elchin Musaoğlu are  Faridur Rahman -Tasmina: The Horse Girl, Hakan Yıldırım-Onur Çoşkuner –Savrun, Iker Elorrieta -I Forgot Myself Somewhere, Musa Gökkaya -Kostüm Oyunu, Onur Kök -Küllerinden Güle Dön, Özcan Gürbüz -Palas’ın Tuzcuları, Özkan Emre -Çobanın Şiiri, Sorayos Prapapan -Death Of The Sound Man, Sam Peeters –Homeland, Samara Sagynbaeva –The Heir.

 

 

Türkiye’de Yahudi Ve Ermeni Düşmanlığı – II

 

“Türk odur ki; Müslüman bir anne babadan doğan, kulağına ezanla / kametle bir Müslüman ismi verilen, her türlü haltı yese de domuz eti yemeyen, mübarek gün ve gecelerde içmeyen, Cuma hassasiyeti olup arada bir kaçırsa da Cuma’ya giden, vatan – millet – din – devlet tehlikeye düştüğünde de kazma–kürek, balta–nacak alıp saldırana Türk derler. Bu tanım içerisinde ‘Hayır, ben Türk değilim’ diyecek bir Allah’ın kulu yoktur. Bu tanım içerisinde Hrank Dink Türk’tür, Orhan Pamuk Ermeni’dir; söylediğim cümleye göre.”

Türk tâbirinin kavmî bir tarif olmadığını bilen Yavuz Ağıralioğlu’nun ilginç tarifnâmesinde bile çaprazlamadaki olumsuz örnek Ermenilik kokar. Fakat asıl ihale Türkiye’de Yahudiliğedir. Zihniyeti, çıfıtlığı ve lânetliliği üzerinden oluşturulan olumsuz kanı bir asırdır yükselen bir grafikle genel kabul görmektedir. O kadar ki dünyanın bütün olumsuzluklarının arka planında onların varlığı dinî terminolojiyle desteklenerek seslendirilir.

Necip Fazıl demişmiş ya; “Yahudiler mi dediniz? Onlar, yumurtalarını pişirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen lanetlilerdir” diye, bizim milliyetçi – muhafazakâr tayfa da yumurtası çatlasa veyahut ayağına taş çarpsa Yahudilerden bilir. Hem onların lânetlendiğini Kuran’dan duymuşmuş gibi aktarır hem de nerdeyse insanlığın kaderini Tanrımisal belirledikleri mitini yayarak üstün ırk nazariyesine bilmeden kovayla su taşır. Hâlbuki ikisi de Kur’anî değildir.

Ya nedir? Dünyada 15 milyon, Türkiye’de de 15-16 bin nüfusu olan din esaslı bu topluluğa Musevî denir. Kuran’da Beni İsrail olarak geçen İsrailoğulları yani Yahudiler ise bu din üzerinden milletleşen bir guruptur. Gerek Dünyadaki ve gerekse İsrail’deki toplam Musevî nüfus içerisindeki oranları 3’te 1 oranında olsa da kalan 3’te 2’yi de dinî milliyetçilik üzerinden Yahudi etnolojisine sokuşturmaya çalışıyorlar; biz de cehaletimizle destek oluyoruz.

2014’te Kocaeli Tarih Sempozyumu’nda Dr. Gerşom Qıbrısçı “Karaim in Nicomedia” başlıklı tebliğini sunarken Musevî bir Türk olduğunu söylediğinde onun hemşehrisi sayılabilecek bir tarih doçentimiz onun Yahudi olduğunu ve Türk olamayacağını beyan etti. İsrail nüfusu içindeki Etiyopya / Falaşa Musevîlerinin, Peru / İnka Musevîlerinin, Hindistan / Koçin Musevîlerinin, İtalyan / Romanyot Musevîlerinin, bizim Hazar / Karayit Musevîlerinin ve hatta Doğu / Mizrahî Musevîlerinin (Arap, Fars, Dağlı, Kürt, Tat, Gürcü..) dil ve kültürlerini yok sayarak yalnızca inanç tercihleri üzerinden tek tipleştirmek ne menem bir düşüncedir.

Yakın zamana kadar Türk Musevî Cemaati olarak bilinen Türkiye Hahambaşılığı’nın 3 yıl önce Türk Yahudi Toplumu adını alması da bu minvaldedir. Oysa kültürel kökeni hakkında Müslüman Türk’ün ne kadar konuşma hakkı varsa Ortodoks yada Musevî Türk’ün de o kadar konuşma hakkı vardır. İnsanlara kimliklerini ürün etiketi gibi başkaları barkodlayamaz. Bu, Sabataycı diye bilinen Avdetîler için de geçerlidir. İçlerinde iyisi de olur, kötüsü de; Kurtuluş Savaşı’nda ihanet edeni de olmuştur, Millî Mücadele için canını koyanı da.. Tıpkı Türkmenler, Lazlar, Yörükler, Çerkezler, Tatarlar, Kürtler gibi.. Milletine mensubiyet duyan koştu geldi, karakterinde defo olan Yunan’la bile anlaştı.

Neymiş; Türkçülüğün kitabını Moiz Kohen (Tekin Alp) yazmış; ‘Türk Ruhu’. Neymiş Mustafa Celâleddin Paşa (Konstantin Borzecki)  150 yıl önce ‘Eski ve Yeni Türkler’in tarihini yazmış. Bu adamların Hz. Musa’ya inanmaları niye milliyet şuurlarına ve bu meyanda beyanlarına engel teşkil etsin?! Biz Müslümanlar olarak Türklüğümüzle övünüyoruz da onlar 5 bin yıllık bir nehir olarak akmakta olan Türklükle ilgili niye kelâm edemesinler?!

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde baştacı ettiğimiz bu insanlar Siyasal İslam’ın ‘bi camide, bi kahvede’ anlattıklarıyla Şeytan’ın asker arkadaşları algısına aktarılmış.  Oysa Şeytan bu ilahî senaryoda kötü karakteri simgelemektedir; kökeni değil. Dahası yaratılış malzemesine bakarak azan / sapan Şeytan’sa ve “Herkes kendi karakterine göre hareket eder” âyeti varsa bu milliyet, soy-sop işlerinde dikkatli olmak lâzım gelir. Yoksa ensar’üş-şeytan; şampiyon!

 

Ayastefanos Anıtı Yeniden Dikilemez

Ayastefanos Anıtı Yeniden Dikilemez

 

Alptekin CEVHERLİ

 

alptekin cevherliHer milletin kendi millî menfaatlerini ve değerlerini sembolleştirdiği çeşitli kutsalları vardı; bayrak, tarihteki çeşitli devlet adamları, sembol haline gelmiş mekân veya binalardır. Bunlar o milletin varlığının belki de yarı efsanevi, yarı gerçek devamını sağlayan figürlerdir. Milletlerin önüne birer hedef koyarak millî birliğin tesis edilmesini kolaylaştırırlar. Bu hedefe varmak için sonraki nesillere dinamizm katarlar.

Bu figürler, milletlerin ulaştıkları son noktayı veya çıkış noktalarını betimleyerek elde edilmesi gereken veya korunması gereken değerleri ortaya koyarlar. Bu anlamda ata mezarları da büyük önem taşır.

Sultan 1. Murat’ın Kosova Priştine’deki kabri, Macaristan’daki Gül Baba Türbesi, Bakü’deki Türk şehitliği, Enver Paşa’nın Kırgızistan’daki kabri (Ki bu mezar yanlış bir kararla Demirel tarafından Türkiye’ye geri getirilmiştir.) vd…

Aynı şekilde diğer milletlerin de ulaştıkları son nokta ve erek olarak aynen bizim gibi mezarlıkları vardır. Yoksa Anzakların (Avusturalya ve Yeni Zelandalılar) on binlerce kilometre öteden her yıl gelip Çanakkale’de dedelerinin mezarları başında “şafak ayini” yapmasını başka türlü izah edemezsiniz…t__rk __ehitlikleriyıkılmasıRussian_Monument_San_Stefano_Ottoman_Postcard

Bu mezarlar belki siyasi değil ama tarihi ve kültürel sınırları çizerler…

Bugün dünya üzerinde 34 ülkede (Almanya, Arnavutluk, Avusturya, Azerbaycan, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Cezayir, Çek Cumhuriyeti, Filistin, Güney Kore, Hindistan, Irak, İngiltere, İran, İsrail, İtalya Japonya, KKTC, Letonya, Libya, Lübnan, Macaristan, Malta, Mısır, Myanmar, Polonya, Romanya, Rusya, Sırbistan, Suriye, Suudi Arabistan, Ukrayna, Ürdün ve Yunanistan şehitliğimiz olan ülkelerdir.) 78 Türk (Osmanlı+Türkiye) şehitliği mevcuttur. Elbette 10 bin yıllık Türk tarihi ve 16 büyük Türk İmparatorluğunu göz önüne alırsak, gök yüzündeki yıldızlar kadar Türk şehitliğinin dünyanın dört bir yanına savrulmuş olduğunu unutmamamız gerekir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi olarak kabul ettiği Osmanlı’nın önemli bir kısım yeni sayılabilecek tarihlerdeki şehitlikleri ve Cumhuriyet dönemi şehitlikleri bunlardır.

Aynı şey diğer milletler, mesela Ruslar için de geçerlidir…

Sultan 2. Abdülhamit’in tahta geçişinden kısa bir süre sonra 3 Mart 1878 tarihinde Ayastefanos (Yeşilköy)’da imzalanan antlaşmayla Osmanlı Devleti’ne bağlı bir Bulgaristan Prensliği kurulacak, Prensliğin sınırları Tuna’dan Ege’ye, Trakya’dan Arnavutluk’a uzanacaktı. Bosna-Hersek’e iç işlerinde bağımsızlık verilecek, Sırbistan, Karadağ ve Romanya tam bağımsızlık kazanacak ve sınırları genişletilecek, Bulgar ordusu kuruluncaya kadar iki yıl müddetle 50.000’i geçmemek üzere Rus askeri Bulgaristan’da kalacak, Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti’ne vereceği yıllık verginin tutarı Osmanlı Devleti ile Avrupa devletleri ve Rusya arasında kararlaştırılacak, Osmanlı Devleti Rusya’ya “Savaş Tazminatı” ödeyecek, Kars, Ardahan, Batum ve Doğu Beyazıt Rusya’ya verilecekti…

Bu antlaşma neticesi Osmanlı Devleti tarihinin en büyük toprak kayıplarından birini yaşamış, milyonlarca vatandaşımız sınırlarımız dışında düşmanın insafına kalmıştır.

Ruslar da Osmanlı Devleti için bir felaket olan bu 93 Harbi’nde (1877-78) İstanbul Yeşilköy’e kadar gelişlerini kutsamak, ulaştıkları son sınırı kalıcı kılmak ve orada ölen askerlerini yaşatmak adına İstanbul Yeşilköy’de (bugünkü Florya Ormanı’nda) kalan yerde Ayastefanos Anıtını dikmişlerdir. Bu anıt aynı zamanda bir kilise olup, İstanbul’u işgale gelirken ölen Rus askerlerinin anıt mezarlarıdır da…

Sultan 2’nci Abdülhamit’in bütün karşı çıkmasına rağmen kabul edilerek inşa edilmiş olan Ayastefanos Anıtı, Rusların Osmanlı ordusunu yenerek İstanbul kapısına dayandığının aynı zamanda resmidir de.

Bu utanç abidesi, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Rusya’ya savaş ilan edilmesi ardından İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından dinamitle patlatılarak yıkılmış ve bu yıkım sahnesi aynı zamanda filme çekilerek Türk Sinema tarihinin de doğumu olmuştur. Bugün Türk sinemasının eldeki en eski filmi Ayastefanos Utanç Abidesi’nin Yıkılması Filmidir. Ve ilk Türk filmi olarak kabul edilmiştir…

Peki, bu kadar anıtlardan, mezarlardan durduk yere niye bahsettik?

Şimdi sıkı durun…

Rusya, bu utanç abidesini yeniden inşa etmemizi istiyor!

Ayastefanos Anıtı’nın inşası Rusya Devlet Başkanı Putin’in 2012 yılındaki Türkiye ziyaretinde Ruslarca gündeme getirilmiş, Türkiye’nin de karşılığında Rusya’daki bir şehitliğinin onarılması önerilmişti.

“Söz konusu anlaşma 3 Aralık 2012 tarihinde Başbakanlar düzeyinde gerçekleştirilen Türkiye- Rusya Federasyonu Üst Düzey İşbirliği Konseyi 3. toplantısında dışişleri bakanları tarafından imzalanmıştı. Rusya, anlaşmaya ilişkin iç onay sürecini 11 Aralık 2013 tarihinde tamamlamıştı. Türkiye tarafı ise dönemin dış işleri bakanının imzaladığı anlaşmayı TBMM gündemine almayarak tasarıyı kadük bırakmıştır.

Ancak Rusya, şimdi ise kendi iç hukuk sürecinde belki tamamlanan; ancak TBMM’nin onaylamadığı için kadük kalan tasarıyı Türkiye’ye uygulatmak için baskı yapıyor.

Buna asla izin veremeyiz. Çünkü Yeşilköy, Rusya’nın ne kültürel ve ne de manevi sınırı değildir ve olamaz!

“Eğer İstanbul’da bir Rus anıtı dikilecekse bunun mütekabiliyet esasına göre karşılığı, yaklaşık 150 yıl Osmanlı himayesinde kalan Moskova’daki Kızıl Meydan’a Türk Şehitliği yapılmasıdır!”

Yoksa 93 Harbinde ve devamındaki Balkan Harbi’nde verdiğimiz milyonlarca şehidin kemikleri sızlar, ‘ah’larını hiçbir şekilde ödeyemeyiz.