Etiket arşivi: Hakkın

Durmuş Hocaoğlu; Halkın Sesi, Hakk’ın Sesi’dir

konuk yazar3 Kasım seçimleri önceden tahmin edilen ve salim düşünebilen herkes için hiç de sürpriz olmayan sonuçları ile noktalandı; şimdi bundan sonra yapılacak olan, fikrimce, siyaset gibi son derece can alıcı bir mevzuda yine yine elden geldiğince ve hiçbir peşin hükme kapılmadan, olabildiğince açık bir zihin ile düşünmek olmalıdır. Naçiz kanatimce, mes’elenin asıl can damarı da buradadır: Peşin hükümsüz ve açık bir zihin ile düşünmek.
***
Hikayeye göre, tilki birgün “bu sene tavuk bol olacak” dediğinde bu iddiayı hangi sağlam delillere istinad ettirildiği sual edilince “canım da öyle tavuk çekiyor ki” diye cevap verdiği rivayet olunur. Muhtemelen Beydaba’nın “Kelile ve Dimne”sinden intikal eden bu animasyon burada bitiyor; ama ben eminim ki eğer bir devamı varsa, orada, tilkinin eyleminin söyleminden farklı olduğu kaydedilmiş olsa gerektir; nasıl ki Arslan güç, asalet ve vekarın timsali ise, Tilki de kurnazlığın timsalidir; o sebebe binaen, adı geçen tilki gerçek av hesabını bu fantazisine göre yapamaz; aksi halde bütün tilkiler açlıktan ölürdü; eğer kahramanımız olan tilki söylemine göre bir eylem planı hazırlamış ise, o zaman onun tilkiler içerisinde yüz karası bir saf tilki olduğuna hükmetmekliğimiz ve av mevsiminin nihayetinde cesedini aramaya çıkmaklığımız icap edecektir.
Seçim akşamı, kat’i neticeye pek fazla te’sir etmeyeceği malum olan ilk sonuçlar açıklanmaya başlandığında, daha henüz birkaç gün önce her birisi Barış Manço’nun çocuk programındakini andırır bir tarzda kendi kendisini 10 üzerinden 10 puan ile taltif ve şampiyon ilan eden, salim düşünmenin ve teknik bir terim olan “açık zihin”in ne demek olduğundan bile bihaber, aşırı abartılı tahminleriyle ortalığı velveleye veren, “ben %25’e bile başarı demem” diye kendinden menkul palavradan kerametler izhar etmeye tevessül eden, hiçbir vicdan azabı duymadan yanıltarak sanal bir dünyanın kuruntu denizinde kulaçlar attırdıktan sonra derin bir inkisar-ı hayale ve gerçeğin soğuk duvarına tam ‘kafadan’ çarptırarak zihni ve psişik travmalara sebebiyet verdikleri, kendilerine gerçekten inanan saf ve naif taraftarlarına zulmeden sözümona siyaset tilkilerini hatırladım: Şimdi acaba bu keskin zeka küpleri neredeler; nasıl bir iç muhasebe geçirmekteler; yoksa “iç muhasebe” denen şeyden dahi habersiz olarak, yeni saf tilkilikler peşindeler mi? Evet: Şimdi neredeler acaba ve dahi ne zaman nas içerisine çıkıp da, “bilip ettiklerimden bilmeyip ettiklerimden” diye başlayan ve yanıltıp serap gösterdiği herkese müteveccih samimi ve dürüst bir af dileğinde bulunduktan sonra “ben anladım ki çapım-çeperim bu kadar imiş; bundan geru yapacağım iş köşeme çekilip ibadat ve riyazat ile meşgul olarak Cenab-ı Bari’den de beni hem bu dünyada hem öte dünyada affettiği kulları zümresine dahil etmesi için secdelere kapanmak; bir daha boyumu-posumu aşan işlere el sürmemek ve bugüne kadar iri ama içi boş gövdemle akil ademler zümresine kapattığım kapıları açmaya çalışmaktan ibaret olacaktır” şeklinde garazsız-ivazsız bir manifestoda bulunacaklardır? Böyle bir şeyi tilkilerin dahi yüz karası olan bu saf tilkilerden bekleyebilir miyiz? Hiç ümidim yok; ama belki; yine de çıkmayan canda ümit vardır diyerek bir mühlet verelim mi? Bence vermeyelim; bir insan ne ise odur.
***
Biraz yukarıda da söylediğim gibi, mes’elenin asıl damarı, peşin hükümsüz ve açık bir zihin ile düşünmekte yatmaktadır. Vakıa Kant’ın büyük bir isabetle belirtmiş olduğu gibi, İktidar aklı ifsad eder; ancak, burada vazıyetin daha da vahim olduğunu düşünmemiz için çok ciddi bir gerekçemiz bulunmaktadır: Ortada, ifsad edilecek bir akıl bulunup bulunmadığı dahi tartışmaya açıktır.
***
Tarih için önemli olan “kalıcılık”tır; kalıcılık ise, müsbet veya menfi, sadece ve yalnız “günün adamı” olmayı hedefleyen, sadece ve yalnız “günün adamı” olmakla tatmin olan sıradan insancıkları aşan birşeydir. Bizzat ve bizatihi kalıcılığın kendisi demek olan Tarih, müsbet veya menfi, ya kendisi ya da te’sirleri itibariyle “kalıcı” olan “önemli” insanları hafızasına alır; hiçbir iz bırakmayan insancıkları değil. Bu sebeptendir ki, bazıları, müsbet ve bazıları da menfi fiil ve te’sirleri ile Tarih’in sayfalarında yerlerini alırlar: Ebubekr’in birinci kategoriden, Ebucehl’in ise ikinci kategoriden olmak üzere Tarih’e geçmeleri gibi. Ancak bir de her hal ü karda “sıradanlık” çizgisini aşamadığı için hiçbir surette adı hatırlanmayacak olanlar vardır. Şimdi dikkat ve ibretle bakıyorum da, daha düne kadar herbirisi birer “isim” olan birçok zevattan hangisi hangi kategoriden Tarih’e geçecek ve acaba hangisi de adı bile anılmaya değmez (adsız; non-named) cümlesine dahil edilerek çöp sepetine atılacak?
***
3 Kasım seçimlerinin sonuçlarını hiç de sürpriz telakki etmediğimi belirtmiştim; çünkü bana hep, sonu başından belli olan kötü Yeşilçam filmlerini hatırlatmıştı; senaryo kötü, oyuncular kötü; filmin sonunda genç kızımızın hangi delikanlı ile nikah masasına oturacağını anlamamak için basiretsiz olmak bile kifayetsizdi; daha daha alt seviyede bir idrak, basiret ve feraset noksanlığı gerekmekteydi. Çünkü:
18 Nisan 1999 seçimlerinin ardından oluşan fevkalade iyimser atmosferin ardından geleceği karartacağının sinyallerini açıkça veren bir skandal ile kurulan üç başlı Hükumet, çok kısa sürede kendisine bağlanan bütün ümitleri, parmaklarının arasında kibrit çöpü kırarcasına birer-birer kırmaya başlamış ve bütün samimi ikazlara kulakların tıkandığı üçbuçuk yıllık icraatin nihayetine vasıl olunduğunda ise ortada kırılacak bir ümit kırıntısı bile bırakmamıştı. Eğriye eğri, doğruya doğru; çok hüzün verici, ama bir o kadar da gerçek: 57. Hükumet, kelimenin tam manasıyla “kötü” bir hükumetti; kötü kurulmuştu, kötü yaşadı ve kötü bitti. Yine hüzün verici, ama bir o kadar da gerçek: 57. Hükumet, Türkiye’yi aldığı noktanın gerisine götürdü. Kötü olan sadece Hükumet değil, aynı zamanda Meclis de idi; yani, yine hüzün verici, ama bir o kadar da gerçek: Toplum tarafından kökten bir tasfiyeye tabi tutularak görülmemiş bir şekilde cezalandırılan sabık Meclis, “kötü” bir meclis idi; iktidarı ve muhalefeti ile birlikte “kötü” bir Meclis!
Akıllar nasıl bu denli fesada uğramış, basiretler nasıl bu denli bağlanmış olabilir ki, bu mertebede kötü bir meclis ve kötü bir hükumet, Toplum’un karşısına bir kabadayı gibi çıkıp da “beni bir kere daha dene” diyebilme cür’etini gösterebiliyor! Hiç bu camia içerisinde lider fetişizminden, yağcılıktan başını alıp da, partilerin zimamdarlarına “sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın” diyebilecek akıl ve yürek sahibi kimse yok muydu? Ve mine’l-garaib!
***
Ey ihvan düşününüz: Yolsuzluk, hırsızlık diz boyuna değil, gırtlağa tırmanıyor; bütün ipuçları gelip-gelip Meclis’e dayanıyor, ama Meclis sakinleri iktidarı ve muhalefetiyle el-ele verip birbirlerini temizliyorlar, sütten çıkmış ak kaşık oluyorlar; örgütlü siyasi yolsuzluk çeteleri Ülke’nin zenginliklerini talan ediyor, Devlet Kasası’nın anahtarlarını elinde tutanlar Beytü’l-Mal’i yağmalıyorlar, şahsi hesaplara aktarıyorlar, yiyorlar, yediriyorlar, yurt dışına kaçırıyorlar; sonra da sirkat ettikleri paranın onda biri için bütün bir milletin ve memleketin haysiyetini rehin bırakarak IMF denen dünya çetesinin kapısında kul köle ediyorlar; bunu hangi vicdan hazmeder? Üstüste iki kriz ile ülke sarsılıyor; bir milletin toplam geliri bir gecede neredeyse yarıyarıya buharlaşıyor; milyonlarca insan işlerini ve gelirlerini kaybediyor, sanki ağır bir harp geçirmiş gibi hiç görülmemiş şeyler yaşanıyor, aç mezarları ortaya çıkıyor; bakıyorsunuz “uyum” içindeki Şanlı Hükumet masal anlatıyor! Bunu hangi vicdan hazmeder? Batık bankaların pislikleri hayasızca fakir omuzlara yıkılıyor; Deprem için, “Zorunlu Eğitim” için toplanan katrilyonların hesabı verilmiyor; koskoca bir memleket en stratejik bir konu olan enerjide sırf birkaç namerdin doymaz boğazı biraz daha fazla zıkkımlansın diye karanlık ilişkiler ağı içerisinde dışarıya bağımlı hale getiriliyor ve üstelik Doğalgaz’ın alış fiyatı bütün ısrarlara rağmen aile mahremiyeti imişçesine mahfuz tutuluyor; bir vakitlerin “dünyada kendisini beslemeye muktedir yedi ülkesinden biri” olma efsanesi bitiyor; işini gücünü bırakan Devlet, mektep kapılarındaki gencecik masum kızların başörtülerinin altındaki mevhum fesadlarla ve “başörtüsü savaşları”nı kazanmakla meşgul oluyor; “uyum” içindeki Şanlı Hükumet yine masal anlatıyor; alnında “Hakimiyet Bila Kayd ü Şart Milletindir” yazan Meclis, AB’den, ABD’den, IMF’den gelen talimatları kaanuna dönüştürüyor!
Ey ehl-i vatan! Allah aşkına! Bunları hangi vicdan hazmeder? Yoksa hakikaten sizler herkesi kör, alemi sersem mi sanırsınız?
***
İşte, AKP ve Recep Tayyip Erdoğan bu ahval ve şerait tahtında böyle yükseldi; kendisinde mevcut olan bir meziyyetin yarattığı dayanılmaz bir cazibenin değil, içinde Hükumet’in de bulunduğu Meclis’i “madum” etme konusunda kat’i hükmünü ve bu hükmün infazı konusunda geri dönülmez kararını vermiş bulunan toplumun çaresizliğinin hasıl ettiği defianın bir sonucu olarak.
Ben bu sonucu takdir ediyorum; ne parti olarak AKP’den ve ne de siyasi bir lider olarak Recep Tayyip Erdoğan’dan mühim şeyler beklediğimden dolayı değil; teşkil olunan “yeni” Meclis’in milli hassasiyetlerini – “güçlü” demiyorum – “yeterli” bulduğumdan dolayı hiç değil; Türk Milleti’nin, hala çözümü Demokrasi’de görmekte ısrar etmesindeki kararlılığından dolayı. Aksinin, yani, servetleri alenen ve edepsizce, alamein-nas çalınan, hakları gaspedilen kitlelerin bütün ümitlerini kaybederek, servetlerini ve haklarını geri almak için “şiddetin dili” ile konuşmaya karar vermelerinin çok daha feci akıbetler getireceğini bildiğim için!
***
Ey akıllı geçinen siyaset tilkileri! Halk’ın sesini dinleyiniz: Halk’ın sesi, Hakk’ın sesidir.

Mehmet Akif Ersoy’un güncelliğini koruyan ve mesaj dolu şiiri

İstiklal şairimiz  şair ve mütefekkir Mehmet Akif Ersoy tarafından o dönemde  kaleme alınan muhteşem bir şiir. Okuyunca içinizden bugün için geçerliliğini koruyor diyeceksiniz! İşte Akif’in şiiri:akif şiir

Hakkın Sesleri’nden

Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!

Diriler koşmadı imdâdına, sen bâri yetiş…
Arnavutluk yanıyor… Hem bu sefer pek müdhiş!

Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:
Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.

O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği!
O ne tûfan ki: Yakıp yıktı bütün vâdîyi!

Âşinâ çehre arandım… O, meğer, hiç yokmuş…
Yalınız bir kuru çöl var ki, ne sorsan: Hâmûş!

Âşinâ çehre de yok hiçbirinin yâdı da yok;
Yakılan bunca hayâtın, hani, ecsâdı da yok!

Yoklasan külleri, altından, emînim, ancak
Kömür olmuş iki üç parça kemiktir çıkacak!

Baba! En sevgili annen, o senin öz vatanın
Olacak mıydı fedâ hırsına üç kaltabanın?

Dedemin sürdüğü, can ektiği toprak gitti…
Öyle bir gitti ki hem: Bir daha gelmez ebedî!

Ne olurdun bunu kalkıp da göreydin acaba?
“Meşhed”in beynine haç saplanacak mıydı baba!

Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,
Hırvat´ın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!

Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprakta diri…
Yer yarılmış, yere geçmiş, şühedâ türbeleri!

Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova…
Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!

Hani binlerce mefâhirdi senin her adımın?
Hani sînende yarıp geçtiği yol “Yıldırım “ın?

Hani asker? Hani kalbinde yatan Şâh-ı Şehîd?
Ah o kurbân-ı zafer nerde bugün? Nerde o iyi?

Söyle, Meşhed, öpeyim secde edip toprağını;
Yok mudur sende Murâd´ın iki üç damla kanı?

Âh Meşhed! O ne? Sâhandaki meyhâne midir?
Kandilin, görmüyorum, nerde? Şu peymâne midir?

Ya harîminde yatan,şapkalı sarhoşlar kim?
Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim… Bildim!

Basacak mıydı, fakat, göğsüne Sırb´ın çarığı?
Serilip yerlere binlerce şehîdin sarığı,

Silecek miydi en alçak neferin çizmesini?
Dürtecek miydi geçen, leş gibi her lîmesini?

Ya şu üç parçalı bayrak dikilirken tepene,
Niye indirmedi, kim çıktı bu halkın önüne?

Hani, milletlere meydan okuyan kavm-i necîb?
Görmedim bir kişi, tek bir kişi meydanda…Garîb!

Hani, haysiyyetinin gölgesi çiğnense eğer;
-Olmadan üç kişinin, beş kişinin, hûnu heder-

Kahraman gayzı yatışmaz, kanı coşkun efrâd?
İşte haysiyyet-i kavmiyye muhakkar, berbâd!

Hani “Nâ-mahreme ben söyliyemem kızlarımın,
Karımın ismini… Hem öldürürüm, sorma sakın!

Diye, tahrîr-i nüfûs istemiyen er kişiler!
Hani, göstermediler eski celâdetten eser;

Fuhşu i´lâya koşan bir sürü nâ-merd öteden,
Ne selâmlık ne harem dinlemeyip çiğnerken!

Hani, ey kavm-i esâret-zede, muhtâriyyet?
Korkarım,,şimdi nasîbin mütemâdî haybet!

Hani, ey unsur-i bî-râbıta, istiklâlin?
Ebediyyen, sanırım, söndü bütün âmâlin!

Hani “Başkım” cıların kurduğu yüksek hülyâ?
Seni yıllarca avutmuş da o mel´un rü´yâ,

Uyumuştun… Ya uyansaydın eder miydi tebâh,
Mülkü, birdenbire âfâka çöken kanlı sabah?

Karadağ haydudu, Sırp eşşeği, Bulgar yılanı,
Sonra Yunan iti, çepçevre kuşatsın vatanı…

Târümâr eyleyiversin de bütün ordumuzu,
Bizi kovsun elimizden alarak yurdumuzu.

Kimsesiz ailelerden kimi gitsin bıçağa
Kimi bin türlü fecâ’atle çekilsin kucağa…

Birinin ırzı heder, diğerinin hûnı helâl…
İşte, ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlâl,

Seni tahrîk eden üç beş alığın ma´rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti?

Hani, milliyyetin İslâm idi… Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.

“Arnavutluk” ne demek? Var mı şerîatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!

Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!

Müslümanlık´ta “anâsır”mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel´în ediyor Peygamber.

En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm´a sokan kaltabanın!

Şu senin âkıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

Artık ey millet-i merhûme, sabâh oldu uyan!
Sana az geldi ezanlar, diye ötsün mü bu çan?

Ne Araplık ne de Türklük kalacak aç gözünü!
Dinle Peygamber-i Zîşân´ın İlâhî sözünü.

Türk Arapsız yaşamaz, kim ki ’ yaşar’ der delidir,
Arab’ ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.

Veriniz baş başa; zîrâ sonu hüsrân-ı mübin:
Ne hilafet kalıyor ortada billâhi, ne din!

“Medeniyyet! ” size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak sonra da yutmak diliyor:

Arnavutlar size ibret olacakken, hâlâ,
Ne bu şûrîde siyâset, ne bu fâsid da´vâ?

Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz…
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!

Bunu benden duyunuz, ben ki, evet, Arnavudum…
Başka bir şey diyemem… İşte perişan yurdum! ..

 

Mehmet Akif Ersoy