Etiket arşivi: Hadi

Egeli ihracatçılardan Kuzey Makedonya çıkartması

 

 

Türkiye ile Kuzey Makedonya iki ülke arasındaki 504 milyon dolarlık dış ticaret hacmini 1 milyar dolara çıkarma hedefiyle hareket ederken, Ege Yaş Meyve Sebze İhracatçıları Birliği, 11-12 Eylül 2019 tarihleri arasında Kuzey Makedonya’ya İş Gezisi düzenliyor.

 

Tarım ve Orman Bakan Yardımcısı Mehmet Hadi Tunç’un başkanlık edeceği heyette, Ege Yaş Meyve Sebze İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Hayrettin Uçak ve Yönetim Kurulu’ndan 5 isim yer alacak.

 

Kuzey Makedonya Başbakanı ile görüşecekler

 

Ege Yaş Meyve Sebze İhracatçıları Birliği, Gazi Baba Belediye Başkanı Boris Georgievski’nin davetlisi olarak Kuzey Makedonya’ya giderken, Gazi Baba Belediye Başkanı Boris Georgievski yanında, Kuzey Makedonya Ticaret Odası Başkanı Branko Azeski, Kuzey Makedonya Dış Yatırımlar Bakanı Zorica Apostolska, Tarım Bakanı Trajan Dimkosvki ile bir araya gelecek. Kuzey Makedonya Başbakanı Zoran Zaev tarafından kabul edilecek.

 

Ege Yaş Meyve Sebze İhracatçıları Birliği Yönetim Kurulu Başkanı Hayrettin Uçak, Türkiye’den Kuzey Makedonya’ya yaş meyve sebze ve mamulleri sektörlerinde ihracatı arttırmak için zemin arayacaklarını dile getirdi. Uçak, “Yaş Meyve Sebze ve Mamulleri ihracatımızı arttırmanın yanında, Avrupa’daki en düşük vergi oranlarından birine sahip olan ve Dünya Bankası’nın Doing Business 2019 raporuna göre, iş yapma kolaylığı açısından 190 ülke içerisinde 10. sırada yer alan Kuzey Makedonya’ya yatırım fırsatlarını da yerinde inceleyeceğiz” şeklinde konuştu.

 

Türkiye’den Kuzey Makedonya’ya narenciye ürünleri ihracatında iki ülke arasında imzalanan Serbest Ticaret Anlaşması kapsamında 8 bin ton kota verildiği bilgisini veren Uçak sözlerini şöyle sürdürdü; “Türkiye’nin narenciye ürünleri ihracatı 2018 yılında 15 bin tona ulaşmış durumda. O nedenle 8 bin tonluk kotanın arttırılması gerekiyor. Ayrıca, ihracatımız için potansiyel arz eden Gazlı İçeceklere ve Meyve Sularına STA Kapsamında Kota Tanımlanması istiyoruz. Kuzey Makedonya temaslarımız sırasında bu taleplerimizi dile getireceğiz.”

KÖYÜMÜZE DÖNMEYECEĞİZ, FADİME’Yİ DE GETİRECEĞİZ…

ilhan karaçayHollanada HABER’i yöneten dostlarım, Kasım sayısına,‘Toplanın gidiyoruz’ yerine, ‘TOPLANIN GİTMİYORUZ !’  şeklinde bir manşet düşünmüşler.
Nereden nereye mi?
Avrupa’dan Türkiye’ye tabii…

Ben de bu esprili manşete uygun bir yorum yazıyorum.

1964 yılında imzalanan işgücü anlaşmasından bu yana tam 53 yıl geçti.
Türkler 1964 anlaşmasından önce, yani 1960’tan bu yana Hollanda’ya gelmeye başladılar.
Ben, dünya turu yaparken yolumun düştüğü Hollanda’ya 1967 yılında geldim.
Yani tam 50 yıldır Hollanda’dayım.

Hollanda’ya gelen her Türk, üç beş yıl çalışıp, bir tarla ve bir traktör alma hayali yaşıyordu. Çabucak köylerine geri dönme planları ile yaşıyor ve çalışıyorlardı.
Ama maalesef öyle olmadı. Gönüllerde hep bu fikir ve istek vardı ama olmadı.

Tıpkı, Adanalı şarkıcı Ferdi Tayfur’un yaptığı gibi…

Ferdi Tayfur bir şarkısında şunları söylemişti:
Ne umutla geldik koca şehire
Allah sonumuzu hayır getire…
Hadi gelin köyümüze geri dönelim
Fadime’nin düğününde halay çekelim.
Bir başkadır Toroslar’ın yağmuru
Anam evde hazırlamış hamuru
Çok özledim havasını suyunu…
Hadi gelin köyümüze geri dönelim
Fadime’nin düğününde halay çekelim.

Evet, Ferdi Tayfur ‘Hadi gelin köyümüze geri dönelim, Fadime’nin düğününde halay çekelim.’ dedi ama, o da bizim gibi köyüne dönemedi. Adana yerine Tekirdağ’da binlerce dönüm arsa aldı ve tarımcılık yapmaya başladı.

FERDİ TAYFUR da köyüne dönmek istedi ama dönemedi

örgütleri ile birlikte, her on yılda değişik sorunlarla mücadele ettik.
İlk on yılda, işyerinde ‘suyu sıkılan’, hastalık halinde doktorlar tarafından zorla işe gönderilen yurttaşların sorunları ile uğraştık.

İkinci on yılda, aile birleşiminden kaynaklanan iskân sorunu ile uğraştık.
Üçüncü on yılda, çocuklarımızın eğitimi ile uğraştık.

Dördüncü on yılda, Avrupalılar´ın bizi Avrupa Birliği´ne kabul edip etmeme sorunu ile uğraştık.

Son on yılda ise, yurt içindeki siyasi tartışmaların yurtdışına sıçrayışı ile uğraşıyoruz.

Avrupalılar´ın, bizi AB´ye alıp almamaları artık çok önemli değil. Zira biz 5 milyonluk bir nüfus, yüzbin kişilik bir girişimci topluluğu, binlerce politikacı (ki, bunların içinde Bakanlar, milletvekilleri, Vilayet ve Eyalet Meclisi üyeleri, Belediye Meclisi üyeleri var) ve binlerce de akademisyen ile zaten Avrupa´ya girmişiz. Hatta buna ´girmişiz´ demek de hata, ´içeriden fethetmişiz´ demek daha doğru olacak.

Yaşam mücadelesini Hollanda sürdüren Türkler içinde, başarılara imza atanların sayısı gittikçe artıyor. Anavatanı, ‘arsa ve traktör almak’ için terkeden bu insanlarımızın çoğu, şimdilerde esnaflıktan orta boy  işletmeciliğe ve sonunda da büyük işadamlığına imza atıyorlar.

Öyle ya, Hollanda’ya bir asır önce gelmiş olan bir İtalyan, biraz palazlandıktan sonra bir ‘dondur­macı’ dükkanı açabilmişti. En ka­badayı İtalyan da nihayetinde bir ‘spagetti, makaroni ve pizza’ dükkanı açabilmişti. İtalyan öylece kaldı. 50 yıl önce buralara gelen bir İspanyol hiçbir girişimde bulun­madı. İşçi geldi, işçi gitti ve de işçi olarak öldü. 50 yıl önce gelen bir Faslı, ‘İslam kasabı’ olmaktan öte bir şey yapamadı. Bunlara kar­şın Türkler’in neler yaptığına bakıl­dığı zaman, yerli halkın bile yapa­madığı işlere el uzatmış oldukları görülür.

Tabii ki düşe kalka yaptı bu iş­leri Türkler. Avrupalı’nın hiç de alışık olmadığı bir sistemle, ana, baba, kardeş, amca, dayı dayanışması ile paralar toplandı ve akıllara yatan bir esnaflık başlatıldı. Deneyimsizlik pek çoğunu iflasa götürdü. Ama, nasıl ki bir çocuk düşe kalka yürümeyi öğrenirse,  bizim insanlarımız da düşe kalka esnaflığı öğrenmeye başladılar.

Bunları yapanlar, şimdi yaşları 80’e dayanan birinci nesil insanlarımızdı. Yaşları 50’yi bulan ikinci nesil insanlarımız bu işleri devraldılar. Üçüncü nesil in­sanlarımızın bir kısmı iyi bir eğitim­den geçtiler. Bunların hesapları daha kuvvetli. Bunlar sadece Türk lokantaları değil, İtalyan, Fransız, Yunan, Meksika, Arjantin ve ilgi çeken her ülkenin lokantasını işle­tiyorlar. Düşünün bir kere,

Amsterdam’da, kapısında ‘Peppino’ yazılı bir lokantaya giriyorsunuz, karşınıza İtalyanca konuşan perso­nel çıkıyor. Ama sonunda bakıyor­sunuz bunların tamamı Türk. Aynı durumla bir Fransız ve Meksika lo­kantasında da karşılaşabilirsiniz. İş­te bunların hepsi üçüncü nesil ço­cuklarımız. Üçüncü  nesil insanlarımız arasında bakanlıklarda, bankalar­da, sigorta şirketlerinde, telekomü­nikasyon firmalarında ve aklınıza gelebilecek her branşta önemli kol­tuklara oturmuş olanların sayısı da çok.

Sevinerek belirtelim ki, yetiş­mekte olan dördüncü nesil insanları­mızın büyük bir çoğunluğu ‘süper insan’ olacaklar. Görülüyor ki, iki ana dil ve iki ana kültürle yetiş­mekte olan bu insanlarımızın, yerli halktan fazlaları var. Zira bu insan­lar, yerli halk gibi tek dil ve tek kül­tür bilinci ile değil, iki dil ve iki kül­tür bilinci ile ‘düşünür’ oluyorlar. Abartmış olmayalım ama, bunların çoğu bir filozof kadar bilinçleniyor.

İşte, bu filozofi ve haletiruhiye içinde yetişmekte olan insanlarımı­zın bu başarıları dikkat çekmeye başladı. Bakanlıklar ve üniversite­ler bu konu üzerine eğilmeye baş­ladılar. Küçük ve orta ölçekli işlet­meler birliği de bu konuya eğildi.

Sözün kısası: Köyümüze gitmiyoruz kardeşim. Fadime’yi de inadına buraya getireceğiz.

Hadi Uluengin’e tepkiler

İlhan KaraçayDeğerli okurlarım,

Geçen hafta ‘Aristokrat (!) yazarlar’ başlıklı yorumumda, Avrupa Türklerini aşağılayıcı bir yorum yazan meslektaşım Hadi Uluengin’i eleştirmiştim.
Doğrusunu söylemek gerekirse, konunun vahameti ve aciliyeti nedeniyle, yazım DÜNYA’da yayılanmadan, internet aracılığı ile iki bini aşkın adrese gönderildi.

Tabiiki bu adresler arasında, Türkiye’deki tüm medya kuruluşları ile mensupları da vardı. Yani Hadi Uluengin’in ‘yediği naneyi’ tüm meslektaşlar öğenmiş oldu.

Eleştiri yazımı okuyanlardan mesaj yağdı. Gelen mesaj sayısı tamı tamına 123 idi.

Yani 123 duyarlı okurum hemen bilgisayarın karşısına geçti ve aklına geleni yazdı.

Yazılanlar sadece bana değil, bizzat Hadi Uluengin’e ve Hürriyet yöneticilerine de gönderildi.

Dostluğum olmasa da, tanıdığım bir meslaktaşıma karşı bir linç kampanyası açmak amacında değıldim. Hele 17 yıl alın teri döktüğüm, sırtımda taşıdığım, Avrupa’da o zamanki Tercüman’a karşı büyüme mücadelesine katıldığım ve çocuğum olarak bağrıma bastığım Hürriyet’te yazan birine karşı, degıl linç kampanyası, ufak bir söz söylenmesine bile tahammül edemem.

Ama, yazısında güya kızdığı ve tutumlarını beğenmediği gurbetçiler için, “Dobra dobra söyleyeyim, vız gelir, tırıs geçer ve kendi düşen ağlamaz. Yakınmaları umurumda değil” diyebilecek kadar sorumsuz davranan Uluengin’in düştüğü bu durum, bana ‘vız gelip tırıs geçmedi.’ ‘Kendi düşen ağlamaz’ da demiyorum. Hele ‘umurumda değil’i aklımdan bile geçirmiyorum.
Uluengin’in düştüğü bu durum beni çok üzdü.
Kendini bir ülke yöneticisi yerine koyarcasına, “Vız gelir, tırıs geçer, kendi düşen ağlamaz, yakınmaları umurumda değil” diyebilen kişinin ‘megaloman’lığından da şüphe edilir.
Hüsnü Mutlu isimli bir okurum mektubunda şöyle demiş: “Bizim içinde bulunduğumuz durumun, Hadi Uluengin’in umurunda olup olmayışı kimin umurunda ki?”

Okurum çok haklı olarak sormaya devam etmiş: “Hadi Uluengin, bizim sorunlarımızı çözebilecek bir konumda mı ki, ‘vız gelir, tırıs gider, kendi düşen ağlamaz ve umurumda değil’ gibi laflar ediyor. Ona sormak lâzım: Sen kimsin be!?”

Ben şahsen gerçekten çok üzüldüm.

Aşağıda eleştirilerini okuyacaklarınızdan Ali Yavuz’un, “Sana kaufhoftan bir dantelli don alıp göndereyim mi?”,  Dr, Kutlay Yağmur’un “Uluengin gibi solucanlar da vardır” şeklindeki ağır eleştirileri beni gerçekten üzdü.

Biz, Hadi Uluengin’in içine düştüğü bu durum için ‘Vız gelir, Tırıs gider, kendi düşen ağlamaz ve umurumda değil’diyemiyoruz. Amarız Uluengin bundan bir ders almış olur.

Bana gelen 123 mesajdan ancak bir kaçını sütunlarıma aktarabiliyorum. Duyarlılık gösteren diğer okurlarımdan özür dilerim.

 

Sayın Hadi Uluengin,

İlhan Karaçay bey yazmış, okudum.
Yazınızı bir daha okudum.
Bu ne küstahlık. Bu ne kabalık. Bu ne ırkçılık!

Bizler Kapıkule’ye sigara almaya giden, sonradan görmüş küçük burjuva entellektüelleri değiliz.
İşçiyiz. Ekmek parası için çalışıyoruz.
Ülkemiz ekonomisine katkısı olan yatırımlar yapıyoruz.

Sözleriniz bilinçsiz ve asosyal.

Utrecht’ ten uçak kalkmıyor.
Kaufhoflardan defolu don alan Türk bilmiyorum, görmedim,duymadım.
Bunlar sizin ukalalığınız.

Kaufhoflar defolu don satmıyor.
Eğer illa da görmek isterseniz, kaufhoftan dantelli bir don alıp size gönderebilirim.

 

Ali Yavuz
Avrupa Türk Telecom

********************************************

 

Merhaba İlhan Abi,

Ellerin dert görmesin. Böyle densizlerin hakkından ancak sizin gibi usta kalemler gelir.

Ben genede tepkimi Hürriyet gazetesine bu yazıdan dolayı özür dilemeleri için bir mail göndereceğim

Yazılarını dikkatle okuyuruz

Her şey için teşekkürler

Kemal Küçük

Kitap.nl-Küçükler Kitapevi

********************************************

 

Merhaba İlhan Bey,

Yazılarınızı ilgiyle okuyorum. Çok değişik yorumlarınız var. Bilhassa son dönemlerde Hollandalılara karşı tavırlarınızı ilgiyle okuyorum. Uluengin gibilere de dersini verdiniz.
Çok hoş değerlendirmeleriniz var.
Devamını beklerim efendim.

Saygı ve selamlarımla,

Sefa Akbulut

*******************************************

 

Sayın Ilhan Karacay,
Hadi Uluengin’in ‘aristokrat’lıkla falan hiç bir ilgisinin olmadığını eminim siz de
biliyorsunuzdur. Olsa olsa kendisiyle alay etmek için bu yakıştırmayı yapmışsınızdır.

Yazınızda gündeme getirdiğiniz Uluengin terbiyesizligini herkes bilmek zorunda.
Yazınızın sonundaki “geçmiş olsun” saptaması da çok isabetli. Maalesef Hadi Uluengin
denen adamın bu ilk gafı değil. Kendisi Türkiye Cumhuriyeti aleyhtarlığı yazılarının yanısıra, göçmen Türk düşmanlığı ile de iyi tanınır. Belki dikkatinizden kaçmıştır. Bundan iki yıl önce kendisi, göçmen Türk kadınları ile alay eden, göçmenleri aşağılayan bir dizi yazı yazmıştı. Kendisine tepki dolu yazılar yazmıştım ama medeniyetten uzak olduğu için yanıt verme gereği bile duymamıştı. Medeni insan olmanın en önemli göstergesi kendisine gelen yazılara cevap verebilmesidir. Bu yazılar eleştiri dolu olsa da medeni insan bunu içine sindirmeyi bilir. Kaldi ki Hadi Uluengin gibi kiralık kalemlerin göçmen düşmanlığına da şaşmamak gerekir. Onların misyonu bu aşağılama kampanyasına katkı vermektir. Efendilerine hoş görünmek, yarattıkları o “aristokrat” maskesini cilalamak için bunu yaparlar. Uluengin’in yazdığı yazının içeriğini tartışmak bile toplumbilime hakaret olur. Gelin ne gerekiyorsa onu yapalım.

Yazınızın sonundaki tespite geri dönmek istiyorum. Batı Avrupa’da yaşayan ve Türk
halkının çektiği çifte ayrımcılığa tanık olan vicdan sahibi her insan bu çileye dur demek
zorundadır. Hürriyet gazetesinde çalışan çok değerli insanların yanısıra, Uluengin gibi
solucanlar da vardır. Bu solucanların yazılarının en azından Hürriyet Avrupa’da yer
almasını istemediğimizi, Hürriyet’in hem temsilciliklerine hem de merkezine güçlü bir
şekilde duyurmak zorundayız. Bu, Hollanda’da yaşayan Türk halkına bir çağrı olarak
iletilmelidir. Göçmen Türkler kendilerini savunmazlarsa, Uluengin gibi solucanlar
aşağılama kampanyasına devam edeceklerdir.

Dostca selamlarımla,
Dr. Kutlay Yağmur

Hollanda Türkce Eğitim Vakfı Başkanı
BABYLON, Centre for Studies of Multilingualism
in the Multicultural Society
Tilburg University
PO Box 90153
5000 LE Tilburg
The Netherlands
Tel: +31 13 466 2930
Fax: +31 13 466 3110

Geç geldiği için gazetedeki yorumuma koyamadığım, ancak e-mail mesajıma eklediğim bir başka yazı da aşağıda:

 

Merhaba İlhan KARAÇAY, (Pardon: Alamancı!)

Hadi Uluengin adlı biri Çok Satan Az Söyleyen bir gazetede “Gurbetin kapısı**” başlıklı yazısında ne kadar kelek, düşünce temelinde ne kadar yüzeysel, dar görüşlü, kişilik açısından ne kadar kıskanç, hazımsız, kalemiyle ve görüşüyle içeriksiz ve amaçsız, dikkatsiz olduğunu; eleştirmeden, geçmişi, ya da günün gerçeklerini bilmek zahmetine dahi katlanmadan, bir şeyler yazmış, laf ola beri gele kabilinden… O yazmış da, bu gazete neden başmış? Bu da ayrı bir sorun! Daha önce bu yazıyı bana dikkatimi çekmek için Yavuz NUFEL arkadaşım yolladığında. Ona: “İçim burkularak, üzülerek, buruk bir ruh haliyle okudum. Zavallı bir dar görüşlü bu yazar” yanıtını vermiştim. Aslında yukarıda, şimdi bu mektupta  yazdığım tanımlamaları es geçmiştim. Sizden de şimdi bu densizin okuru kızdırmak ve celallendirmekten başka bir işe yaramayan bu yazısını, bir kere daha posta kutumda bulunca, üstelik vakit ayırıp bir kez daha okuyunca, elimde olmadan reaksiyon gösteriyorum.

Bu yazı, “Türkçe’nin içine nasıl edilir?” konulu bir edebiyat dersi için çok güzel bir örnek olabilir.

Bu yazı Ahlak felsefesinde “Gerçekler nasıl çarpıtılır?” sorusuna güzel bir örnek olabilir.

Bu yazı bir gazete köşesinde bile çıkmış olsa Edebiyatın İlkelerini, kurallarını (EDEBİ OLMAK) çiğnememesi gerekirken Edepsizlik özelliğine çok güzel bir örnek oluşturmaktadır. Edep; ahlak kurallarını çiğnemeden, doğru ve hak olanı bulup yazmaktır.

Bu, sözüm ona, kendini bilmez yazara, yanıt vermek ona değer vermek anlamına gelir. O zavallı sarhoş bir gün Edirne E35 yollarında düşer, başını yarar.

Ama o gazeteye çok anlamlı, bu içeriği çürütür nitelikte, gerçekleri özetleyen bir yazı yazılabilir. Geride kalan 40 yıl nasıl özetlenebilirse…  Sanırım Karaçay, böyle bir yazıyı o gazetede, o sütüna yakın bir yerde yayınlatma gücüne de sahiptir. Bu SÖZ HAKKI, ya da teze karşı ANTİTEZ hakkı demek olur ki, her saygın gazete bu hakkı okurlarına vermelidir.

Kısacası, sevgili İlhan Karaçay, bu yazı, belki de gizli amacı olan huzursuzluk yaratmayı terbiye sınırlarını aşarak en güzel bir şekilde sergilemektedir. Aferin bu edepsizliği yapana, yazana, yazdırana ve gazetesinde basana/yayınlayana. “Aferin!” çünkü başarılı olmuşlar, amaçlarına ermişler.

Şimdi ne olacak?

** Sanırım bu yazının başlığı “Gurbetin Kapısı” olarak yazılırsa doğru Türkçedir. İlk satırda ilk yanlış.

Hoş kal İlhan.

Halit Umar