Etiket arşivi: Gürses

MÜSLÜM filminin afişi yayınlandı

 

Müziğin efsane ismi Müslüm Gürses’in hayatını güçlü prodüksiyon, etkileyici bir sinematografiyle beyazperdeye aktaran MÜSLÜM filminin afişi yayınlandı. Sanatçının çocukluğundan itibaren izleyiciyi zaman yolculuğuna çıkartan filmde olduğu gibi afiş de retro tarzıyla geçmişten günümüze bir pencere açıyor. Bu özel afiş Macaristan’da, Green Room ajansı tarafından tasarlandı.

Vizyona girmesine günler kala MÜSLÜM filmiyle ilgili çalışmalar hızla sürüyor. Can Ulkay ve Ketche’nin yönettiği, sanatçının acılarla olduğu kadar büyük başarılarla da taçlanmış hayatını Hakan Günday ve Gürhan Özçifçi’nin kaleme aldığı filmin afişi yayınlandı. Macar, Green Room ajansı tarafından tasarlanan afiş, retro tarzıyla dikkat çekiyor ve geçmişi bugünle harmanlıyor.

Bu özel afiş; Müslüm Gürses’in milyonları etkileyen müziğini, çocukluğundan ölümüne kadar geçen zamanda yaşamına etki eden kişileri, çok sevdiğini her fırsatta dile getirdiği eşi Muhterem Nur’u, Müslüm Baba fanlarını ve şarkılarında kendisinden izler bulan her yaştan dinleyicilerini merkeze alıyor.

26 Ekim Cuma günü tüm Türkiye’de vizyona girecek filmde Timuçin Esen Müslüm Gürses’i, Zerrin Tekindor ise Muhterem Nur’u canlandırıyor. CGV Mars’ın dağıtımını üstlendiği filmin güçlü oyuncu kadrosunda Ayça Bingöl, Erkan Avcı, Erkan Can, Turgut Tunçalp, Taner Ölmez, Güven Kıraç, Erkan Kolçak Köstendil, Goncagül Sunar, Altan Erkekli, Şahin Kendirci bulunuyor.

MÜSLÜM  GÜRSES  ÖLDÜ,  MÜSLÜMCÜLÜK  YAŞIYOR

MÜSLÜM  GÜRSES  ÖLDÜ,  MÜSLÜMCÜLÜK  YAŞIYOR

(Yoğun istek üzerine..)

 

Ben bir Müslümcü’yüm. Ve Müslümcülük isyankârlıktır. Devrana, dertlere, sevgilere, ezilmişliğe, belirsizliğe, dünyalık hırslara ve yaşamaya, hayata isyan. İsyan bir problemin çığlık olup haykırılmış halidir. Kaportacı çıraklarının, overlokçu kızların, kahvelerde iş sırası bekleyenlerin ve hayattan artık hiçbir şey beklemeyenlerin, ölümle kol kola gidenlerin müziğidir.

Sessiz büyüyen bir devrimdi MüslümcülükVe bunun en az farkında olan kişisiydi Müslüm Gürses. ‘Arı balı yapar fakat izah edemez’ misali ne yorum gücünün ne de müziğinin kitleler üzerindeki sağaltıcı gücünün farkındaydı o. Her topluluk – bilhassa ezilmişler – ritmini arar yükselmek için. Bazen ritim de yaşanan hayat gibi ağır ve sislidir.

Müslüm Gürses müziğinin mistik bir yanı vardır. Seans nöbetleri vaziyetinde dinlenir. Her terapi sonrasında güçsüzlüğün anormal gücü ruhlara nüfuz eder. Müslümcülük tarikatı derken mecaz yapılmıyor desek yeri var. Dini teşekküller içindeki Müslüm yasağı da belki bundandır. Mefhum-u muhalifinden ötürü.. Dahası bu mistik / müzikal yapının ve sosyal dokunun dini ritüelleri vardır. Cehri zikircilere benzetebileceğimiz ‘Jilet Çekme’ töreni dıştan bakıldığında kanlı, acı verici bir sahnedir. Oysa temel manada bir cezbe, bir kendinden geçiş ve dünyadan sıyrılış halidir.

Jilet atarak kendine acı çektirebilmek aslında tersinden bir meydan okumadır. Feleğin sillesi hikâye, benim kendime verdiğim zarardan daha büyük bir zarar veremezsiniz. Sen de kim oluyorsun? Kendi vücudumda tasarruf hakkına sahibim. Tam bağımsızım. Dahası düşmanın her türlü meşakkatine karşı ve açıktan gıda – güvenlik – gelecek endişesi yaşayan bir insan için psikopatlık veya psikopat adaylığı bir korunma şemsiyesidir. Hatta Milletvekili dokunulmazlığıdır. Müslümcünün toplum dışılık noktasından toplumsal kabule sokulduğu yerdir.

70’li yılların ideolojik, 80’li yılların hayat kavgalarını hissederek en çok yaşayan ve sömürülen kesim bu müzikle var oldu ve varlığını hissettirdi. İsyanın, eylemin, sloganın yasaklandığı; şarkının, türkünün, yumruğun yönünün bile sembolleştiği bir hengâmede hesapları bozdu; sıra dışı ve hesap dışı bir yönelim adresi oldu. Ve sonra geldi çattı değişim. 90’lı yılların Serbest Piyasa Ekonomisi ve 2000’li yılların Küreselleşme teraneleri tüm toplumla beraber Müslüm Gürses’i ve bir kısım Müslümcüleri de değiştirdi. Yokluğa, sevdasızlığa, çileye, kedere, dert çekmeye ve ezilmeye şerbetli olanlar tüküre geldikleri dünyalık metalar için can atar bir noktaya gelmiş / getirilmiş göründüler.

Önce Pop Müzikle buluşturuldu Müslüm. Nilüfer’le, Sezen Aksu’yla, Bob Dylan ’la.. Böylece modalaştırılıp tüketime açıldı. Ardından Rumelihisarı’nda veya sosyete mekânlarında boy göstertilerek ehlileştirildilegalleştirildiKing Kong’un Afrika’dan New York’a getirilip bir büyük kafeste sergiye çıkarılması durumudur olan biten. Ardı sıra televizyon programlarıyla Müslüm Gürses’in aslında içi boş ve asılsız yani zararsız olduğunun halka arzı gerçekleşti. Böylelikle Müslüm Baba da toplumsallaştı. Zira toplumun da içi boştu. Sıradan ve sürüden olmak toplumun temel karakteristiği idi.

Hususen Müslüm Gürses’i evcilleştiren de sonradan evlendiği Muhterem Nur’dur. Afrika’daki dev gorili bulan ve sonra ona âşık olan gazeteci veya araştırmacının Beyaz Batılı Madam’ı pozisyonundadır Muhterem Hanım. Ve Türk klasiklerindendir. Su akarken küpünü dolduracaksın meselinden.. Kadınların çoğu muhafazakârdır. Hem biriktirmeyi hem de kâr muhafızlığını severler. Erkekler onlara nazaran devrimci sayılır. Amma velâkin onların da bir dönüştürücü özelliği vardır. Tıpkı Türk Toplumu ve Globalizasyon gibi. Yeryüzünün adalet ve şecaat timsali arslan modelli millet hem koyunlaştırıldı hem de sürüleştirildi.

Namerde muhtaç olmamaktan ihtiyaçlara esir olmaya geçiş evrimi. ‘İtirazım Var’ diyen Müslüm, artık ‘İhtiyacım Var’ diyecek ve bir Müslümcünün en fazla tiner çekmek için; o da gece gireceği bir – bankamatiğin de değil – bankanın bizzat içine girecekti. Yeni bir elbiseye, uzun bir tatile tüm kitleyi ve koskoca bir maziyi satacaktı. Müslümcülükte yavuklu için, manita için, sevgili için bir başka Müslümcü satılabilir, Müslümcülüğün kitabında da yeri vardır. Ama bunca damar ve bunca jiletten sonra  kapitalizme satılacağını rüyasında görse inanmazdı hiç kimse. Gerçi bu Türkiye’nin ikinci ‘Baba’lık macerasının ikinci pazarlama versiyonuydu.

Varoşların öfkesi, lânetli sınıfın sesi, ezilenlerin isyan ifadesi ve kontrol edilemezlerin çılgın iradesi; ezene, zulmedene, murakabe merkezine böylelikle teslim edilmiştir. Ne var ki bu teslimiyet zımnendir. Zira teslim alınan sadece ekole adını verenin simgesel kişiliğidir. Oysa Müslümcülük, Müslüm Gürses’le ilgili fakat yapı olarak ondan bağımsız bir oluşumdurArızi duruma karşı toplumsal bir cevaptır. Refleksel olarak sosyo – psikolojik bir dışavurumdur.

Müslüm Baba’yı bundan sonra kaloriferin kıyısında ip kovalayan bir kedibaşını ev sahibinin oğlunun okşadığı bir yavru köpekbir gazoz kapağı yada bir çöp kutusu olarak da görebiliriz. Popüler kültür iciğine – cücüğüne kadar kullanır (tüketir) ve atar. Sistem potansiyel olarak en keskin muhalifini ve en kontrol edilemez gözükenini Şeytan’ın elma provokasyonuyla birlikte devşirdi, dönüştürdü. Ama Müslümcüler hala ‘tövbetövbe’ diyor.

Müslümcülük kendiliğinden oluşan bir tarihî yapıdır. Yapının oluşum sürecindeki zulüm verileri durdukça benzer yapılar farklı adlarla varlığını sürdürecektir. Tersi insan ruhuna aykırıdır, hatta hakarettir. Yarın bir Amerikalıyla beraber bir reklamda veya dizide de görebilirsiniz Müslüm’ü. Ama bu Müslümcülerin Amerikalılarla işbirliği yapacağını göstermez. İşbirlikçiler işgalcilere sınırlı – sorumlu kılavuzluk yaparlar ama her iki tarafında ilk harcayacağı bunlardır.

Sonra Müslümcülük derûnî ve meselesi olan insanların hasbelkader kurduğu bir külttür. Bu mesele de kendi içinde aşılacak ve ruh parametresi yeni isyanların açlığını bastıracaktır.

Niecthze’nin ‘Tanrı öldü’ söylemine karşı ‘Nietchze öldü, Tanrı yaşıyor’ cevabı gibi olsun son söz: MÜSLÜM BABA ÖLDÜ, MÜSLÜMCÜLÜK YAŞIYOR.             (18 Temmuz 2008)

 

Karaçay’ın gözü ile Türkiye’de son durum

50 yıllık göçmenlik geçmişimde anavatan Türkiye ile ‘eşten vatan’ (eşimin vatanı) Hollanda arasında, bazen otomobil, bazen de uçak ile yüzü aşkın yolculuk yaptım. Macera dolu yolculuklarımın birinde 12 eylül ihtilaline rastladım. Bir Hollanda TV kurumu için, ‘Ceremeyi çeken çocuklar’ isimli 5 serilik bir dökümanter  hazırlıyorduk. Ünlü yapımcı Henk Bernard ve kamera ekibi ile Mersin’e gelmiştik. Serinin müzik işini verdiğimiz Sabit Gürses’e bir bölümde başrol vermiştik. Sabit Gürses ile Toroslarda bir köyde söyleşi yapmıştık.

Mersin’de kaldığımız süre içinde TV yayınlarını birlikte izlediğimiz deneyimli yapımcı ve haliyle politika uzmanı Henk Bernard bana, ‘Bak İlhan, birkaç gün içinde burada ihtilal olacak’ demişti. Ertesi gün, bana yardımcılık yapan Ergür Dinçkal ile otomobil ile yola çıktık.
Akşam vardığımız Edirne’de konakladık. Sabah erken yola çıktığımız zaman, yol üzerindeki manavlardan birinin önünde durduk.  Elektrikler kesilmişti ve çok karanlıktı. Otomobilden inmek için kapıyı açar açmaz, çok sert bir ‘Devam et, durma’ komutu duydum. Elinde mavzer olan askerdi komutu veren. ‘Hayırdır kardeş’  diye sorduğum asker, ‘İhtilal oldu’ yanıtını verdi.  Kapıkule sınır kapısına geldiğimiz zaman işlem yapılmıyordu. Sınırda çıkış yasağı vardı. Beni komutana götürmelerini rica ettim. Götürüldüğüm komutana TRT için çalıştığımı ve Hollanda televizyonuna program yapmak için Türkiye’de olduğumu söyledim. Sağ olsun, komutan çıkış için özel izin verdi.
Hayatımda ilk defa, torpilden yararlanmak için TRT adını kullanmıştım.

12 Eylül ihtilali öncesi ülkemiz tam bir felaket içindeydi. Her gün onlarca gencimiz anlamsız bir sağ sol kavgası yüzünden ölüyordu. Her tarafta bombalar patlıyordu. Bizim evin yakınındaki yazlık sinemamızın önünde bir bomba patlamış ölü ve yaralılar olmuştu. Yani sokağa çıkmaya cesaret edilemiyordu. Bu durumun özellikle planlanmış olduğunu iddia edenler olduğu gibi, sağ sol kavgasının düzmece olmadığını iddia edenler vardı. Bu iddialar hala da geçerliliğini koruyor.

1960 ihtilali de öyle. İhtilal olduğu zaman 18 yaşındaydım. Siyasi bir tartışmaya girmek istememe rağmen ifade edeyim ki, 1950-1960 arasında yaşananlar demokrasiden yoksundu. İşin ilginç tarafı, ABD’nin ülkemiz üzerindeki etkinliği bizi rahatsız ediyordu. Öyle ki, Mersin’de bir Türk polisi ile Amerikalı asker inzibat elleri coplu birlikte devriye geziyorlardı. Bu durumdan rahatsız olduğumuz için, biz de gençler olarak Amerikalı askerlere gördüğümüz yerde saldırıyorduk. Biz o askerleri Mersin’de denize atamadık ama İstanbul Dolmabahçe’de onları denize atan bir gençlik vardı. 1960 ihtilalinde haklılık payı var idiyse de, sonradan yapılan duruşmalardaki köpek-bebek davaları da saçmaydı.

Geçmişteki ciddi iki ihtilali yaşamış biri olarak şunu söyleyebilirim ki, ihtilaller hiç de kurtarıcı olmuyor. Sonuçta demokrasiyi yeniden kurmak için antidemokratik kurallar işliyor.

Günümüzdeki Türkiye’ye gelince:
Bu konuda ben siyasi bir analiz yapmayacağım. Çeşitli görüş ve düşüncelere yer vereceğim.
Özellikle yurtdışında yapılan açıklamalarda, ülkemizde demokrasinin iyi işlemediği yönünde suçlamalar devam ediyor. Yurt içinde ise, bu konuda ikiye ayrılmış bir toplum var. Mevcut yönetimden memnun olanlar var olduğu gibi, hiç memnun olmayan ve hatta duruma isyan edenler de var. Gittiğim her yerde, sabah yürüyüşlerinde konuştuklarımla, jimnastik yaptığım yerlerde konuştuğum herkes, Türkiye’nin içinde bulunduğu ortamdan şikayet ediyor. Bu sabah jimnastik yaptığım 12 kişiyle konuşurken şunu söyledim: ‘Bakın, burada 12 kişiyiz. Yönetimi beğenen bir tek kişi bile yok. Konuştuğum herkes yönetimden şikayetçi. Peki bu yönetime oy veren yüzde 50 nerede?’
Bazıları bu sözlerimden dolayı alındılar ve şöyle cevap verdiler: ‘İlhan bey, burası Mersin. Burada ve özellikle sizin bulunduğunuz alanlarda, yönetimi destekleyecek bir kişi bulamazsınız. Köylere gidin, Anadolu’ya girin. O zaman mevcut yönetim hakkındaki övgüleri görür ve duyarsınız.’

24 Haziran’da yapılacak olan seçimlerin analizini yapmak da çok zor. Mersinliler’i dinlediğim zaman, muhalefetin bu seçimleri kazanacağı inancının hakim olduğunu görüyorum. Recep Tayyip Erdoğan’a Cumhurbaşkanlığı adaylığı için rakip olanlar arasında, en güçlü rakibin Muharrem İnce olduğunu anlamamak mümkün değil. İş birinci turda bitmezse, ikinci tura kalacak olan Muharrem İnce’nin, HDP de dahil, tüm muhalifler tarafından desteklenmesi halinde kazanabileceği görüşünde olanlar var.
Meclis seçiminde ise, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), İYİ Parti, Saadet Partisi (SP) ve Demokrat Parti’nin (DP) ittifakının çoğunluğu sağlamaya yetmiyeceği inancının yanında,. HDP’nin de desteği ile çoğunluğun sağlanabileceği görüşü hakim., Ancak,  İYİ Parti’nin HDP yardımına sıcak bakmadığı da bir gerçek.

Seçim öncesi ve sonrası için senaryo yazanların haddi hesabı yok.

Recep Tayyip Erdoğan’nın, seçimi kaybetse dahi gitmeyeceği iddiası, en büyük rakibi Muharrem İnce’ye de soruldu. İnce, ‘Özal nasıl gittiyse, Demirel nasıl gittiyse Erdoğan da gider’ yanını verdi.
Peki, ‘Ya gitmezse’ diyenlere de bazıları şu cevabı veriyorlar.
‘Recep Tayyip Erdoğan, seçimi kaybettiği halde gitmezse, dış güçler birlik olurlar ve zorlarlar. Bu zorlamaya rağmen yine de gitmezse, Erdoğan’ı göndermek için zor kullanırlar.. Bu zorlamalar arasında, Saddam’a yapılan ve Kaddafi’ye yapılanlara benzer zorlamalar olabilir.’
Tüm Türk dünyası gibi ben de şahsen bunu düşünmek bile istemiyorum. Sorunun o raddeye gelmesi, sağduyulu düşünen hiç kimsenin kabul edemeyeceği kadar ciddi. Recep Tayyip Erdoğan’ın da, böyle bir sona neden olmayacak kadar akıllı olduğu ve önünde sonunda Türkiye’ye muhtaç olan dış güçleri hizaya çekeceği görüşünde olanlar var.
Türkiye’yi, Türk-Kürt, Alevi-Sünni ve daha birçok kutuplaştırıcı senaryolarla öteden beri parçalamaya çalışan dış güçlerin, şimdi de Recep Tayyip Erdoğan karşı duruşları ile parçalayamazlar. Dış güçlerin asıl amaçlarının, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi değil, parçalanması olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu nedenle dış güçlere karşı şunu söyleyebiliriz: ‘Bırakın, ülkemizdeki demokrasi mücadelesini bir kendi aramızda sürdürelim ve çözelim.’

****

ÖMRÜMÜZ BİTSE BİZİM BİTMEZ DERDİMİZ

   

 

 

süleyman pekinTürk tasavvufuna farkında olmadan giren ve bilmeden çok katkı veren mutasavvıf Müslüm Gürses hazretleri bir sözünde der ki:  “Ölüm herkesi bulacaktır ve toprak altında düz yatmak için üstünde dik duracaksın.”

Tasavvufta var olan iman iştiyakı, inşirah duygusu, belli zikir kalıpları üzerinden sağlanan konsantrasyon, bazı maddî motifler üzerinden kazanılan manevî arınma eğitimi gibi temel özellikleri bağrında barındıran Müslümcülük de başlangıçta koyu bir tarikat ve teo-politik bir klan hüviyetinde idi.

O zamanlar Müslümcü Hareket’in en çok eleştirilen jilet-damar-acı üçgeni en çok mürit / müşteri toplayan en bâriz farklılığıydı. Zira jilet, insanın doğallığına vurulmuş bir darbe olarak sakal da kesebilir insan da.. Jilet çekmek aslında jiletin fonksiyonuna bilinçsiz bir isyandır. Uzayan kılların karşılığı olarak üretilen soğuk cismin bitip tükenmeyen acıların sıcak karşılığına tahvil edilmesi olayıdır.

‘Jilet çekme’ seansı da bir güç gösterisi ve meydan okumadır. Teknolojiyi ve onun getirdiklerini küçümseme, onu farklı bir anlayışla yenme arzusudur. Akan kan sizin bakışlarınızdaki korkudadır, damlayan bedende değil. Bir kesiğin vereceği acı ruhu ızdırap cenderesine alınmış insanlar için önemsizdir. Kendine jilet atan biri zaten dünyaya tümden tekme atmış demektir. Ve kendisine böyle davranan birine feleğin kötülükleri ne yapabilir?!

Damar’ ise Müslümcülük’te yüreğin ham borusudur. Damara hitap etmek yüreğe hitap etmek ve kalbi titretmektir. Kansa akıcılığı yani hayatı simgeler. Jilet – damar kardeşliği Müslümcülüğün yaşamsal ünitesidir. Hayatına son verecek bir itikatsızlığa asla düşmez Müslümcü. Ancak acı çekme özgürlüğüne, acıların bize umudu buldurmasına ve acılar ülkesinde yolcusuz yolları bekleme terapisine taliptir.

Şimdi “Bu da nereden çıktı? Olay nasıl gelişti?” diye televizyonunuzun yada telefonunuzun ayarlarıyla oynamayınız ey halkım. Netice-i kelâm; Türk Milleti ritmini aramaktadır. Ve bir müddet daha arayacaktır.

Çer-çöpten ibaret piyasa müziğini kastetmiyoruz. Millet sosyolojisi bazen ırmaklar bulup akmak ister. İşte o sosyal hareketlilik toplumsal ruhun nabzıyla buluştuğunda milletin damarlarında da aynı duygu ve düşünceler akmaya başlar.

Toros yaylalarındaki Karacaoğlan estetiği ve Türkmen töreli Dadaloğlu delikanlılığı, Viyana önlerine yürüyen Mehterân cesareti ve Cumhuriyet heyecanının marşlarına yansıyan coşkusu, zûlme karşı Pir Sultan Abdal kararlılığı ve millet sevgisindeki Âşık Veysel duyarlılığı ve dahi 60-70-80’lerin karmaşasına arabesk temelli halk isyankârlığı işbu’nun tezahürlerindendir.

Gâvur müziği Türk’ün ritim bozukluğudur. Pop müzik ve klip emperyalizmi Moğol istilâsı, Haçlı belâsı, mezhep tasallutu, devşirme şiddeti, yokluğun yakıcılığı, cahilliğin cazibesi ve kardeş kavgasından daha hafif, daha masum değildir.

Mevzuya mübareğin bir virdiyle şimdilik son verelim:

“Aşktan yüzümüz gülmedi diye
Tanrıya bu isyan bu sitem niye?
Hepimize canı o verdiyse
Kul günahkârsa Tanrı ne yapsın?