Etiket arşivi: Gölcük

Beyaz Saray’dan Peru Kabilelerine Bir Türk Kadını… Dilek Alp

Son dönemde en sık duyduğumuz cümlelerden biri “beyin göçü”… Sayısız özel insan ülkemizden şu veya bu sebeplerle uzaklaşıyor. Ancak Türkiye’nin daha iyi bir ülke haline gelmesi için yaka paça savaşanlar da var. Bu rüzgâr savaşçılarından biri de Dilek Alp… Emin olun, Standart Dergi olarak röportajı yaparken onun kariyerinde ve yaşantısında yaptığımız yoğun yolculuk, bizim için sıra dışı bir iş oldu. Beyaz Saray’da dönemin başkanı Obama’nın ofisinden Peru’daki kabile yaşamına, kadınlar için yaptığı çalışmalardan kahveye kadar uzunca bir sohbete tanık olduk. Bu sohbet öyle detayları içinde barındırdı ki röportaja bir isim vermek istesek bu isim “boyutsuz” olurdu.

Lafı fazla uzatmadan gelin Dilek Alp’in rüzgârında bir yolculuğa çıkalım.dilek başkan rp

Röportaja, “Beyaz Saray” günlerinizden başlamak istiyorum. Nasıl oldu da orada görev aldınız? Size nasıl ulaştılar?

Beyaz Saray’ın dikkatini çekmemin ardında yatan asıl neden, 2008 yılında ABD Santa Clara Üniversitesi’nin Kadın Liderlik Direktörlüğü bölümünün direktifiyle Dünya Kadın Liderler Programı’nda ülkemizi Kadın ve Kültür alanlarında temsil etmek ve araştırma yapmak için seçilmemle oldu. Mezuniyetimden o tarihe kadar ağırlıklı mimar olarak çalışırken, “1999 Gölcük Depremi”nin ardından Gölcük’te hemen her alanda resmi ve gönüllü çalışmalarım, hem de kadınlar için geliştirdiğim özgün yerel kalkınma programları ABD Santa Clara Üniversitesi’nin dikkatini çekti. 12 aylık bir takip süreci geçirdim, ciddi raporlama yaptılar. Tabii, bu süreç sadece inceleme dönemlerinden oluşmadı. ABD Berkeley Üniversitesi’nde görevli değerli hocalarımdan biri özellikle benim adımı vererek, dikkate alınmamı sağlamış. Bu eşsiz programı, Dünya Kadın Liderlerinden biri sıfatıyla tamamladıktan sonra, dünyanın hemen her bölgesinde konuyla ilgili sahada çalışmaya başladım. Beyaz Saray öyküsü de bunlardan biri. Kültürel Miras, Kültürel Savunucu ve Kadın Hareketleri konusunda Türk uzman pozisyonunda resmi görevli olarak davet edildim.

Siz, bir dönem dünya gündemini belirleyen önemli isimlerden de eğitim aldınız, değil mi? Bu eğitimler size ne kattı?

Evet, popüler anlamda dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve New York Senatörü Hillary Clinton gibi önemli isimlerle tanışma ve onları dinleme olanağım oldu. Bu iki kişinin dışında, dünyaya katkı sunmuş sayısız kadın liderle tanıştım, ders aldım ve sohbet ettim. Bu eğitimler bana iki açıdan faydalı oldu. İlki, onların tecrübeleri bana yol gösterdi, ilham verdi. İkincisi de, onların da bizim gibi sade insanlar olduklarını teyit ettim. Karşımdaki kadınlar sokakta rastlayabileceğim türden ama özel insanlardı. Ulaşılabilirlerdi. Hedeflerimi güncelledim. “Ulaşılamaz” kategorisinde bir insan türü olmadığını fark ettim. Tabii, bu özel kadınların bizlere yansıttıkları ışık ve heyecan geleceğe bakışımda önemli oldu.

OBAMA ONDAN ESİNLENDİ

Obama’nın, kültürel miras konusunda yaptığınız çalışmaları kendi seçim programına ve ek yasa tasarısına dâhil ettiğini biliyoruz. Nasıl oldu da bir Türk kadını ABD’de yasa tasarılarına ve bir başkanın seçim programına ilham olabildi?

ABD parlamentosu kültürel miras konusunda çok çalışmamıştı o güne dek. 9 milyon kilometrekareden fazla yüzölçümü olan ve resmî kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776 olan bu topraklar, henüz kültürel miras için kendini çok genç görüyordu… Ancak Amerikan toplumu için onlarca kültürel miras konusu olduğunu ben bile biliyorken, onların dikkatinden kaçmış olması beni hep şaşırtmıştı o güne değin. Bir rapor hazırladım, senatoya sunuldu ve kabul gördü, ekip oluşturuldu, araştırma grupları kuruldu. Konu incelendi ve onay aldı. Başkan Obama da bu çalışmaya büyük ilgi gösterdi. ABD’nin kültürel miras çalışmaları, Obama ile yeni bir boyut kazandı. Seçim propagandalarında kullandığı bazı sloganlara esin oldum. (-kültür sizin kimliğinizdir, sahip çıkın!) Sonrasında senatoya ek yasa tasarısı olarak sunuldu, kabul gördü ve Obama’nın seçim çalışmaları içerisine de girdi. Kendisi, bu kültür ve taşınan kültürel kodlar konusuna özen gösteren bir başkandı.

Evinizde dikkat çekici bir kütüphane var. Sizin de daha önce ABD’de farklı dilde yayınlanmış iki kitabınız var. Beyaz Saray günlerine ve röportajın ilerleyen sürecinde değineceğimiz eğitimleriniz ve kabile yaşantısına dair bir Türkçe kitap çalışmanız olacak mı gelecekte?

Bunları bir kitap haline dönüştürme fikri beni şu an rahatsız ediyor. Çünkü bu bir paylaşım değil; sanki belirli, muntazam bir şekle sokmaya benziyor hayallerimi, yaşadıklarımı. Sınırlandırmak istemiyorum kendimi. Henüz kelime dağarcığım yaşadığım duyguları anlatmaya yetecek seviyede değilmiş gibi hissediyorum. Deneyimlerimi, orada gördüğümü insanlara tam anlamıyla bu kelimeler aktaramaz gibi geliyor ve anılara haksızlık olacakmış gibi romantik bir ruh durumundayım. Şimdilik, orada gördüklerimi boyutlandırmak istemiyorum. Ama tahmin edersiniz, bu konuda çok baskı görüyorum. Orada yazdığım kitaplara gelince, kültürler arası diyalog bir arge raporlama kitabı ve 150 farklı yemek kültürüyle ilgili canlı bilgiye sahip bir kitabım var. Yenilerini yazmak yerine bu kitapları Türkçe’ye çevirmem gerekiyor aslında. Yemek kültürüyle ilgili kitap çalışmamı, sindire sindire 22 yıldır çevirmeye devam ediyorum, düşünün ne kadar istekliyim bu konuda!

Dilek Alp’in kütüphanesi gerçekten dikkat çekici. Farklı türdeki yüzlerce kitap, onun okumaya ne kadar tutkun olduğunu bizlere gösteriyor. Latin Amerika edebiyatından biyolojiye, kutsal kitaplardan sembollere kadar birçok kitap kütüphanesinde bulunuyor.

Okurlarımızın büyük bir bölümü edebiyat tutkunu. En sevdiğiniz kalemi veya kalemleri öğrenebilir miyiz sizden?

Kütüphanemde Güney Amerikalı yazar, şaire ait çok eser vardır. Destansı şiirleri, Jose Hernandez ile tanıdım, romantizmi ise Carlos Drummod de Andrade’den. Pedro Shimose, Vargas Vila, G. Garcia Marquez, Mejia Vallejo, Maria da Heredia, Ruben Dario, Gabriela Mistral , Pablo Neruda aklıma ilk gelenler, bende iz bırakanlardan bazıları. Ama bir Isabel hastalığı var bende, öyle bir sevgi ki 2003 yılında kasırgasını dahi yaşadım ABD’de… Fanatik bir Isabel Allende okuyucusuyum. Çevirisi olmayan kitaplarını bile alıp anlamaya gayret ediyorum, düşünün. “Mucizeler Krallığında” yaşıyor gibi hissediyorum çoğu zaman, kimsenin başına gelmesi muhtemel olmayan her şey bana denk geliyor gibi hissediyorum. Isabel ile tanışmam ve onun evinde tam iki dolu gün geçirmem gibi. Kitabının kapağına benim tasarladığım kolyeyi takacak kadar içten, “karşında ruhum çıplak kalıyor” diyecek kadar bana ait… Seviyorum onun derin dünyasını ve anlatımlarında dağılıyorum…

Okumayı, yazmayı sevdiğim kadar çizmeyi de seviyorum. Mesleki çizimlerin dışındakilerden bahsediyorum. Kendimi nasıl ifade edeceğimi bilemez halde gibi gözükebilirim dışarıdan. Ama bence, birbirini tamamlayan bir etkileşim içindeyim. Bazen okuduğumu çiziyorum, bazen yazdığımı, bazen gördüğümü, çoğu zaman hissettiğimi. Yazdıklarımın okunması, çizdiklerimin görülmesi o kadar da amaç haline dönüşmüyor bu dönemlerde, sadece paylaşmak ve benden çıkması önemli. Gerçekleştirdiğim an rahatlıyorum. Etrafıma sürekli vizör arkasından bakıyor gibi hissediyorum. Detayları hafızama kazıyor, sonra oradaki görüntüyü parça parça işliyorum. Bu soyut bir aşama, bunun somutlaşması kalemi elime aldığım an gerçekleşiyor tabii. Sadece ekru renk kâğıt üzerine mavi kalemle desen çizmeyi seviyorum. Boyutsuz, sınırsız bir mavi koleksiyonum var. Bu seride her şey mavi. Bir dönem Pierre Cardin markasına eşarp desenleri çiziyordum. Bazen desenlerimi insanların üzerinde görmek inanılmaz havalı, gülümsetiyor beni. Havalı deyince aklıma bir üçleme geldi; yeryüzünde en değer verdiğim kişilerden biri zamanında bana bir yakıştırma yapmıştı, çok severim: Akıllı, güzel ve havalı bir kadınım… Bir hayli inandırmıştım buna kendimi! Kalem ise çok önemli… Bu arada ciddi bir Lamy kalem tutkunuyum. Dolmakalem ve klasik kurşunkalem kullanmayı çok seviyorum ve melankolik bir tarz olduğunu düşünüyorum.

BİR KABİLEYLE GEÇEN HAFTALAR

Peru günlerinize gelelim. Uzun bir süre Peru’daki bir kabileyle beraber yaşadınız, onların hayatlarını gözlemlediniz. Bu ülkemizde çok az insanın deneyimlediği bir olay. Bize anlatır mısınız o günleri?

Peru’dan önce de kabilelerle iletişimlerim olmuştu. Ancak Peru’daki Inka-Maya köklerinden gelen bir kabileyle iki ay beraber yaşadım. Bir uzman sıfatıyla beraber yaşadığım ilk kabile onlardı. Diğerlerinde sadece izleyiciydim.

Avrupa’dan gelen, beyaz tenli, kızıl saçlı bir kadın bu kabileye dâhil oluyor haftalar boyunca. Onlar ne düşündüler bu ziyaret hakkında?

Net şeytani olduğumu düşündüler. Her şeyim tereddüt yaratıcıydı. Bir inisiasyon süreci yaşadım ilk günler. Onlara göre arındırılmam olarak tanımlanan dönem, bana göre çok uzun, sinir bozucu, sessiz olarak sürdü. Arındırma döneminde bir şaman benimle temas kurdu. Benden aldıkları salınım ve hislere göre bu arındırma süreci devam etti veya tamamlandı. Ruhsal olarak titreşimler değerlendirildi aramızdaki. İlk olarak göz ile bir odaklanma yaşandı. (En rahatsız eden kısım) Şaman, direkt gözlerimin içine bakarak, kilitlendi ve benim gözlerimi ondan kaçırmamamı istedi, hatta zorladı. Savaşçı ve meydan okuyan tavrım orada da ortaya çıktı, gözlerimi asla kaçırmadım. Uzun bir süre birbirimize baktık. Bu, ondan korkmadığım anlamına geliyordu. Aslında ciddi bir meydan okumaydı bu. Ait olmadığın bir ortamda dikleniyorsun… ( Aslında bu, asker kızı olmamdan beslenen bir yön, sürekli ortam değiştiren ve hiçbir yere ait olamayan bir karakter olarak sürekli meydan okuyucu tavrımın gelişmesi) İletişimin neredeyse yok olduğu günler, şamanın beni sürekli uyardığı konu, “fazla meraklısın, merakını zapt et” şeklinde oldu. Bana günlerce sadece bu tek cümleyi söyledi. Bu arada inisiasyon sürecinde şamanın kendi çadırında kaldım. Etrafı açık bir çadırda, üstü samanlarla kaplı bir korunak. Hiç kimseyle bir hafta boyunca görüşmeme izin verilmedi. Bir hafta boyunca şamanın bana söylediği o tek kelimeyi düşündüm. Düşünmek için çok vaktim oldu! Hayatımdaki kayıpların bir bölümü sadece aşırı merak ve onun getirdiği heyecandan kaynaklandığını fark ettim. Bunun dışında, sadece günün belirli saatlerinde elini elime koyarak akışı kontrol ediyordu. Bunun, kan akışını düzenlediğine inanıyorlardı. Bir hafta boyunca yiyecek olarak et ve hayvan ürünleri hiç vermediler, sadece ekmeğe benzettiğim bir hamur ve meyve ile beslenebildim.
Öğrendiğim; beklentisizlik, verilen kadar yaşa…

Barınağın içerisinde geçen bir haftadan sonra üç gün boyunca çadırın dışında insanları gözlemleyebildim ancak bu üç gün içerisinde de diğer insanlarla irtibat kurmam yasaktı.
Öğrendiğim; sakinlik ve sabır…

Arındığıma ikna olduktan sonra kabile üyeleriyle bir arada olmaya başladım. Ancak onların hayatını değiştirebilecek hiçbir unsurun içinde olmadım, yasaktı. Genelde izleyici, takipçi, destek olma bölümündeydim. Herhangi bir değişiklik yapma şansı yoktu. Yapmaya gerek de yoktu.
Öğrendiğim; hayata müdahale etmek zorunda değilsin, bırak bildiği gibi aksın…

Neler deneyimlediniz peki orada? Tamamen doğada onlarla beraberdiniz.

Sakin, sade bir disiplin içerisindeydim. Hiçbir şeyden sorumlu değil gibi gözüken ancak bir sistemin içerisinde rol almak ve görünmeyen kurallara dahil olmak. Hayata olumsuz bakmıyorlar. Kendini yenileyen bir enerji var. Ölümden de korkmuyorlar. Ölümü bir son değil de, yeni bir döngünün başlangıcı olarak görüyorlar. Bir kariyer seviyesi atlama gibi düşünüyorlar. Ölümden sonra inançlarında vaat edilen bir şey yok. Tibet Budizmi’ne benzettim. Orada arafta gibiydim. Sürekli geldim gittim. Hem onlardan hem değil gibi, zevkli, yorucu ve zorlayıcı bir ruh hali.

Peki Tibet’teki Budistlerin inançlarıyla, Güney Amerika’daki bir kabilenin inançları nasıl bu kadar birbirine benziyor?

Kaynak tek ve aynı; sade ve doğayla bir arada yaşıyorlar. Bu çok değerli. Doğaya döneceklerini biliyorlar. Doğaya kulak kabartıyorlar. Zorlamıyorlar ama dirayetli davranıyorlar. Bedenlerine ve ruhlarına saygı gösteriyorlar.
Öğrendiğim; dinle…

Şehir yaşantısına uyum sağlamış biri olarak, dostlarınızı, cep telefonunuzu, sosyal hayatınızı özlemediniz mi?

Özledim, çok özledim, gözyaşı döktüğüm anlar oldu sessizce bir kenarda. Yoksun olduğum her şeyin benim için çok değerli olduğunu, ancak hayatımdayken önemini fark etmediğim gerçeğini fark ettim. Elimde olmayan, vazgeçmek zorunda kaldığım tüm değerlerimi düşündüm. Ancak bu yoksunluk haline de çok uzun takılmadım. Özlediğim şeyleri düşünce ve hayal olarak bir kenara koydum. Oradaki yaşama hemen adapte oldum ve görünen kimliğimi çöpe attım.

TECAVÜZ EN BÜYÜK KORKUMDU

Korktunuz mu peki orada geçen haftalar süresince?

İnanılmaz korktum, aynı odada farklı inanış ve alışkanlıkları olan, ruhlar aleminde bir yabancıyla kalıyorsunuz. Bana zarar vermelerinden korkarak, bir ara paranoyak hale döndüm. Bir güvencem vardı ama garantim yoktu. İlk bir hafta boyunca toplamda sadece 5–6 saatten fazla uyumamışımdır. Karşındakinin beni işkence ederek öldüreceğinden değil, tecavüz edebileceği düşüncesine takıldım kaldım, korktum. Ancak daha sonra öğrendim ki böyle bir şeyin cezası ölümmüş. Ve düşüncelerim için sonrasında utandım. Kılıma zarar gelmedi, hatta kutsallaştırıldım bazı topluluklarda, tanrıçasal değerler yüklendi üzerime. Kadınlar beni koklamayı, tenime ve saçlarıma dokunmayı çok seviyorlardı. İnanılmaz sempatik tebessümler gördüm gözlerinde.

Size takılan bir isim var… “Red Hurricane” bunun hikâyesini öğrenebilir miyiz? İsminizden daha çok bu lakap kullanılıyor.

Haşarı, hızlı, çözüme koşan, heyecanlı hallerimi girdiğim her toplumda istisnasız gösteriyorum. Şili’deki Machu Picchu kabilesiyle çalıştığım dönemde sürekli oradan oraya koşuşturan, çocuklarla ilgilenen, kadınlara yardım eden, ders veren, inşaattan tutun mutfaktaki kadın hallerim, şamanın dikkatini çekti. Kızıl doğalında oluşum da karşı tarafa ilginç bir enerji verir… Benim atmosferimde atalet kelimesi kullanılamaz. Topluluğun şamanı, şafak vakti toplantılarında bu adı kabilesine açıkladı. “Senin adın bundan sonra bizlerin ruh katında ‘Kızıl Kasırga’ olacaktır” demesi omzuma takılan bir nişan gibiydi. Pasifik okyanusunun kadın isimli kasırgaları iyi bilinir. Hayatlar bu kasırgalara göre şekillenir. Olumsuzdur belki, silip süpürüp perişan eder, yok edicidir ama sonrasında yeniden kurar ve tazeler, devrim niteliğindedir. Bu isimle yaşayacağımı bilmek hoşuma gidiyor ama tetikliyor da.

Şamanlarla ve kabilelerle bu kadar vakit geçirmenizin ardından spiritüel deneyimlere inanıyor musunuz?

Hislerimi ve rüyalarımı fena halde ciddiye alan biriyim. Haberci rüyalar gördüğümü düşünüyorum. Bazen rüyaları hatırlamaktan da korktuğum oluyor. Rüyamda duyduğum cümleler, hatırladığım detaylar tam olarak gerçek hayatımda karşıma denk gelir. Kabilelerle yaşadığım deneyimden sonra rüyalarımda bir derinleşme oldu. Şamanların bende gördüğü ve söyledikleri şey, hislerimle beraber spiritüel yeteneklerimin bir hayli yüksek olduğu. Kabiledeki arınma sürecinde, bu yeteneklerimin de farkına biraz olsun vardım. Rüyalar, öngörüler, hisler buna göre şekillendi. Analitik düşünen, mühendis bir kadına ters bir duruş şekli aslında ama sanırım beni ben yapan karmaşa bu olsa gerek.

Konu Mustafa Kemal Atatürk’e geldiğinde kendisine yönelttiğimiz sorunun ardından uzun süren bir sessizlik oldu. Önce çalışma masasının yanındaki Atatürk portresine baktı, ardından boşluğa dikti gözlerini. Tekrar konuşmaya başladığında fark ettik ki geçmişte yaptıklarını anlatan o coşkulu kadın gitti, yerine son derece duygusal bir kadın geldi.

Evinizin birçok noktasında Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili objeler görüyoruz. Dilek Alp’in bu seviyeye gelmesinde Atatürk’ün payı nedir?

Ruhumun dışa vurum halini görüyorum onda. Çalışma masamın yanında büyük bir fotoğrafı var. Uzun baktığımda titriyorum. Ne zaman kendimi kötü, darda hissetsem, göz atıyorum ve sessizce konuşuyorum onunla içten içe. Sessizce mırıldandığını düşünüyorum yanı başımda. Aile geçmişinde gerçek dokunulmuş Atatürk hatıraları var, evimde, hafızamda anlatılan, elimde tuttuğum, muhafaza ettiğim, gözüm gibi baktığım anılar. Henüz üç yaşındayken Atatürk’ü çok iyi biliyordum. Evde babam Nutuk’tan bölümler okurdu. Anlamayacağımı bile bile bana okurdu. Babam bir şamandır. Bir asker, bir şaman yetiştirdi beni. Annem ilkeli bir inanca sahipti, babam ise şamandı. Ailede hiçbir zaman ikircikli bir durum yaşamadım. Hiçbir taraf kendisine doğru çekmedi beni. İki taraf da ruhumu besledi diyebilirim. Atatürk, annem ve babam benim şekillenmemde büyük pay sahibi oldular. Onlardan konuşmayı seviyorum. Sevdiklerimi anlatmayı seviyorum sanırım.

ATATÜRK’E BÜYÜK SAYGI DUYUYORLAR

Tekrar Atatürk özelinde Beyaz Saray’a dönersek, Atatürk’e bakışları nasıldı?

Büyük saygı ama altyapısında da kıskançlık duyuyorlar bana kalırsa. Binanın yönetim kısmında dünyanın büyük liderlerinin fotoğraf koleksiyonu var. İlk fotoğraf Mustafa Kemal Atatürk’e ait. Benim için büyük bir gurur kaynağı onu orada da görmek. Sanki binanın sahibiymişim gibi hissettirdi! Bana Atatürk’le ilgili soru sorduklarında gözlerindeki kıskançlığı hissettim. Önemli liderlere sahip olmalarına rağmen tanımsız bir kıskanma içgüdüsü bu. Ayrıca Beyaz Saray’ın içerisinde farklı boyutlarda farklı renklerde tanımlanmış odalar var. Bu odalarda duvardan duvara Hereke halıları kaplı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sipariş usulü yaptırılmış. Haftanın belirli günleri randevulu ziyarete açılan Beyaz Saray’ın rehberleri bu halıları ballandıra ballandıra anlattıkça nasıl mutlu oluyorum tahmin edin.

Kadınlar için yaptığınız çalışmalar doğrultusunda baktığınızda, gelişen dünyada kadınlar şu an nerede?

Kadın en büyük hatayı “kadına hak” benzetmesini kullanarak yapmış/yapıyor. Kadının zaten hakları var. Bunları da kendisine verecek olanlar asla erkekler olmamalıydı. Doğuştan gelen kazanımlar, diğer canlı türleri gibi. Erkeklerden bir hak beklendiği an zaten ona itaat etmeye başlıyorsun. Biraz bu arka planda kalma isteği ile alakalı olabilir. Avantaj olarak bazen önde olmamak anlaşılabilir ancak bu uzun süre bir alışkanlık haline gelmiş ve kanserleşmiş günümüzde. Erkek hâkim dünyaya biz, yani kadınlar izin verdik. Kadınlar, şu an güçlerini göstermek istemiyorlar. Bunu reddeden erkekler değil kadınlar. Başörtüsünü konuşan kişiler bile kadınlardan çıkmadı. Bizim için erkekler kapıştı. Bunu gündeme getiren hep erkekler oldu. Bundan nemalananlar da. Kadınlar hakkında konuşan ve hüküm verenlerin erkekler olmasını kabul edemiyorum. Bunu kızgınlıkla karşılıyorum. Hatta reddediyorum.

Kadınların hafifçe hareketlendiği toplumlarda değişiklikler olduğunu görüyorum. Şili’de bunu güzel yaşadım. Kadınlar her gün tencere tavayla sokaklardaydı. Ülkenin tansiyonunu orada kadınlar belirliyordu. Aralarında olmak güzeldi o isyankâr, tuttuğunu koparan ruhların.

“Döşeme Bebekleri” adıyla bir çalışmaya rastladık size ait. Bununla ilgili bilgi alabilir miyiz sizden?

Kırsal alanda kadının gerek istihdama katılmasını, gerek girişimciliğini, gerekse toplumsal statüsünü etkileyen en önemli unsurlardan biri eğitim, var olanı geliştirme ve cesaretlendirme olduğuna inanırım. Kabul ediyorum ki kadınlar açısından özellikle katılım ve gelişimin sürdürülmesinde önemli sorunlar yaşanmakta. Toplumda kadının eğitimi önünde engel oluşturan yanlış inanış, örf ve âdetlerin toplum üzerinde etkisini azaltmak için tüm ilgili kamu kurum ve kuruluşlar, sivil toplum ile işbirliği içinde bulunularak toplumun bilinçlendirilmesi konusu bende hep sorumluluk hissi yaratır. Bölgem kadınları için zevkle tamamladığım ve kontrolüne devam ettiğim projelerden biridir “Döşeme Bebekleri”.

Gölcük’ün tarihi köylerinden biri olan Döşeme Köyü kadınlarının alışılmamış geleneksel kıyafetlerinin bölge adına marka haline dönüştürülmesi, satışa hazırlanması ve konuyla alakalı müzelerde yerini bulabilmesi adımları ile köyün kadınlarını bilinçlendirme ve cesaretlendirme programını usta eğitmen ekibimle tamamladık ve her biri farklı karaktere sahip sempatik bez bebekleri bölgeye, ülkeye kazandırdık. Burada gerçekleştirilen her adım kadınlarımızın başarı hikâyesi oldu ve tarihi köylerinin geleneklerini canlı tutarken, kırsalın zenginliğini özleyenlere sundular, sunmaya devam ediyorlar. Şimdi bu bebeklerin yurt dışına satışları için çalışıyorum.

Peki Türk kadınında ne görüyorsunuz?

Türk kadınında bir kopukluk durumu hakim. Kadınların kadınlara karşı hoşgörüsüzlüğü var. Kendi içlerinde ise Asyalı mı olsak, Avrupalı mı, profesyonel mi düşünsek yoksa amatör mü baksak olaylara mantığında sayısız kararsızlık yaşıyorlar her konuda. Okumuyor, araştırmıyor, çocuğunu eğitemiyor, kendine, kocasına ve evine de dengeli bir şekilde ilgisini veremiyor. Baskı, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, eğitimsizlik, boşluk, can sıkıntısı, beklentisizlik, hırs sarmış ruhunu. Kültürel anlamda kadınımız nerede duracağını tespit edebilmiş değil. Bu yüzden kadın içerisindeki devrimi dışarıya aktaramıyor. Hep dikkat edin zarar görmüş kadınlar tek başlarına savaşıyor. Kadınlar yan yana duramıyor. Doğal olarak kadının mutsuzluğu bütün topluma sirayet ediyor. “Mutlu ve eğitimli kadınlar mutlak seviyeyi yükseltir” gerçeği neden kabul görmez bilinmez bizim erkekler toplumunda!

Güney Afrika’da kabilelerle ilgili yaptığınız çalışmalarda özellikle AIDS ile yaptığınız mücadelede büyük değişimler yarattınız. Anlatmak ister misiniz?

Güney Afrika’da kabile yaşantıları oldukça farklı. Tecavüz günlük olayın akışında yer alan, içerlenen ancak cezalandırılmayan bir eylem türü. Aile içi ensest ilişkiler çok yaygın. Aynı şekilde AIDS oranları %90’a çıkmış durumda iken tanıdım bu insanları. Günlük yaşantı içerisinde kontrolsüz cinselliği yaşıyorlar. Cinselliğin neden bu kadar çok ön planda olduğunu araştırdığımda şaşırtıcı bir gerçek çıktı karşıma… Sıkıldıklarını, bir meşgaleleri olmadı için zaman geçirdiklerini öğrendim temel olarak. Bu onları acilen meşgul etme zorunluluğunu doğurdu. İvme kazanmış ve kendini çoğaltmış bir proje olan “Zulu Bebekleri” projesinin temelinde bu kadınları ve kızları meşgul tutmak fikri yatar. Kadınları her konuda eğitirken bu konuda da tıbbi ve ruhsal eğitime tabi tuttuk. Üretime dâhil olmalarını sağladık. Johannesburg Ulusal Müzesi’nde satış bölümü ayarlandı ve kadınlar satışlarını kendileri yürüttüler. Tabii kısa zamanda bunun da olumlu geri dönüşünü aldık. Aile içi çarpık ilişkilerde ve AIDS oranlarında ciddi azalmalar görüldü. Bu programlar şu anda da o bölgede sürdürülüyor. Bu program sonucunda dönemin Johannesburg’un belediye başkanı Amos Masondo, meclisi huzurunda kentin altın anahtarını hediye etmesi ekip olarak yaptığımız işin somut takdiri oldu.

Brezilya’da yarattığınız bir “Vanilya Kadınlar” gerçeği var. Bunu biraz açar mısınız?

Güney Amerika’da yaptığım çalışma sırasında, Vanilya Kadınlar Projesi ilk olarak ütopyaydı. Geniş vanilya tarlaları var bu ülkede. Biliyorsunuz, safrandan sonra en değerli ve pahalı bitki vanilyadır. Salepgiller ailesine (Orchidaceae) mensuptur. Bu tarlalarda çalışan kadınlar vanilyayla ilgili her alanda görev alıyorlar ve bitkiyi iyi tanıyorlar. Topluyorlar, üretiyorlar, vanilya haline getirip satıyorlar. Biz bu işi şekillendirdik ve bir disiplin yükledik. Vanilyadan ne yapılabilecekse, her türlü materyaller üretilmesi için atölyeler kurduk. Orada büyük bir istihdam alanı yarattık. Proje katlanarak büyüdü. Proje ikinci kademe aile bireylerine ekmek kapısı açtı şuanda. İletişimimiz halen sürüyor.

Neden dünya çapında bu kadar özel işler yapmanıza rağmen, bir bakanlıkta, özel bir diplomatik görevde değilsiniz. Bu başarılarınıza rağmen Cumhuriyet gazetesi dışında medya size ilgi göstermedi?

Ben genel huzuru bozan biriyim. İnsanları bulundukları noktadan daha aktife teşvik eder, dinlerlerse yol gösterir, ciddiye alırlarsa hatalarını söyler ve onların daha verimli bir yola girmesi için azimle mücadele ederim. Bu, bizde pek kabul gören, hoş karşılanan bir tarz değildir. Hele de bir kadınsan. Kadınlarda sevmez, erkekler de… Ego ve kompleksi tetikler. Özgüven problemlerini su üstüne çıkartır. Yeni olan, rahat kaçırır. Sürekli etrafımdakiler sorumluluk hissederler. Huzuru verirken sakinliğimle kamçılarım. Rahat bozucuyum, didikler, ateşlerim, o yüzden beni istemezler, zorda kalmadıkça etraflarında çok tutmak istemez ataletli grup ve insanlar…

DS Yönetimi yönetiyorsunuz. Orada neler yapıyorsunuz?

Öncelikle kapasite geliştirme konularında eğtim hizmeti vermek için 2011 yılında hayata geçirdim bu kuruluşu. 40’ı aşkın farklı başlıkta eğitim veriyoruz. Genelde 20 kişilik gruplara eğitimi tercih ediyoruz. Yüz yüze eğitimin faydasına inanıyorum. Her anlamda kapasiteyi geliştirmeyi hedefliyoruz. Sanayi odaları eğitimlerini bizden alıyorlar. Kaba bir hesaplamayla, yılda yaklaşık 6–7 bin kişiye eğitim veriyoruz. Bu insanlara bir şekilde temas etmek ve kapasitelerini artırmak benim için bulunmaz bir deneyim.

Sosyal medyayı ayrıca blogunuzu aktif olarak kullanıyorsunuz. Tam olarak o alanda ne yapmak istiyorsunuz?

Okunmak hoşuma gidiyor. Bazıları sessiz bir şekilde sadece takip ediyorlar. Bazıları yaptığım paylaşımlara ise aktif olarak katılıyorlar. Blogun okunma oranları bazen beni de şaşırtıyor. İnanılmaz okunan günler de oluyor (5000 kişiyi bulan), az okunan günler de (60–70 kişi). Ancak ne olursa olsun, dünyanın her yerinden takip ediliyor. İnsanlarla bu yolla etkileşime geçmeyi, onlarla bir şeyler paylaşmayı seviyorum.

BEŞİKTAŞLI DEĞİLİM, RUHEN EMEK VERMEDİM

Sizi Beşiktaş’ın şampiyonluk kutlamalarında gördük. Orada olmak size neler kattı?

Beşiktaş’ı her zaman saygı ve sevgiyle takip ediyorum. Oğlum fanatik, doğuştan iyi bir Beşiktaşlıdır. Aramızdaki kozmik bağı kuvvetlendirmek için takımdaş olma çabalarım hayal olarak kalıyor, Beşiktaş’a kabul etmiyor beni… Beşiktaşlı olmak için bu duyguyu derinlemesine hissetmem gerektiğini söylüyor. “Dışarıdan Beşiktaşlı olunmaz, ya olursun ya olmazsın, Araf’ta kalamazsın diyor.” Onu anlıyorum. Fakat şansımı hep zorluyorum. Şampiyonluk kutlamalarının olduğu gün İstanbul’daydım. Oğlum Onuralp’e işin romantik fotoğrafını göstermek için şampiyonluk kutlamalarına gittim. Oradaki ruhu, kutlama esnasında gördüğüm enerjiyi tarif edemem. Beşiktaş taraftarlarına ve Onuralp’e karşı olan tatlı kıskançlığım daha da arttı. Beşiktaş’a ait olmak isterdim. Beşiktaşlı olmak için bir altyapı gerekiyor, ruhen bir emek istiyor. Ben o emeği göremedim kendimde. O yüzden kendimi de Beşiktaş’a henüz uygun göremiyorum. Ancak muazzam büyük bir sevgi duyuyorum. Tişörtündeki yazı gibi “Efendi”. Ben hiç hayatımda gri olmadım. Ya siyah ya da beyazdım, Beşiktaş gibi. Ciddi bir aşk BeşiktAŞK…

Konu, Beşiktaş vesilesiyle oğlunuza geldi. Bu kadar yoğun bir tempoda annelik yapmayı nasıl başardınız? İlişkinizi anlatır mısınız?

Enerji zehirlenmesi tavan yapmış bir ölümlünün “onu getir, bunu çıkar, aşağıya in, yukarı çıkarken bunları unutma, terledin bak soğuk içme, neden ayağında terliğin yok, sen öksürüyor musun yoksa, kazağın biraz kalın mı ne, bana aşağıdan bir bardak su getirir misin, şık oldun mu, öpüştünüz mü bir de, ama neden dikkat etmiyorsun, telefonum çalıyor bak bakalım kimmiş, karnın acıktığında bana söyle, projen ne durumda, yardım istersen 7/24 biliyorsun, of ya ben mi yapacağım senin projeni, her koyun kendi bacağından asılır oğlum, biz de geçtik bu hızardan, mobilya hammaddesi gibi davranma …” ve daha nice cümleleri ardı ardına toplam 1.5 dakikada söyleyebilmesine rağmen yine de gelip ona sevgiyle sarılıp, sarılamasa dahi telefondan “anneş” diye tüm sevecen nezaketiyle haykıran yakışıklı canlı türüne oğul denir… Hele de telefon açıp, o genç mimar, “sen benim gün-ışığımsın, gözlerimin yeşil elmasısın” derse ben onu ısırır ısırır, çiğ çiğ yerim…

Yaklaşık son on beş yıl kesintisiz entelektüel meslektaşım oğluma ısrarlı bir ruh haliyle, akla gelen hemen her konuda nasihat etmekle geçti. Doğduğundan yana ilk beş yıl ise bu işi sevimli bir yüz ifadesi takınarak yapıyordum, hoşuna bile gidiyordu garibimin! Detaylar ve disiplin konusunda biraz titiz bir anneyim, bir konuyu en az 4–5 farklı açıdan ele alıp çocuğu kusturuncaya kadar beyin yıkama noktasına taşımayı seviyorum. İhtiraslı bir eğitimciyim ya, terzi söküğünü dikemez asla dedirtmem kendime… Bu çocuk nasıl bu kadar dengeli ve mutlu bir birey oldu hala hayretler içindeyim laf aramızda.

Bir kadının yaptığı yemekleri şüphesiz, gram eleştirmeden, severek, iştahla yediğinden emin olduğu, dünyada onu gerçek anlamda seven o tek kişiye yemek yapmak kadar keyif verici ne olabilir? İşte ben böyle ondan zevk alıyorum. Bağımız çok zevkli ve arkadaşlık boyutunda yani boyutsuz… Adımı Bayan Hitler olarak ansa da, Annealp, Onuralp için ruhunun tüm yaratıcılığını mutfağına saçmaktan hep mutlu oldu.

Son olarak sizin kahve ve baharatlara karşı büyük bir sevginiz var. Ayrıca bir kahve dükkânı açmayı planladığınızı da söylemiştiniz. Ne ifade ediyor sizin için kahve ve baharat?

Çayı da çok seviyorum ama kahve daha çok beni anlatıyor. Kahvenin geçirdiği evrim benim geçirdiğim sürece benziyor. Verilen emek ve karşılığında alınan haz çok fazla. Kahve günün ödüllendirmesi gibi. Biraz narsizm var bu işin içerisinde. Ben de özel hissediyorum kendimi, kahveyle ödüllendiriyorum kendimi. Vazgeçilmez müzik tutkuma yarenlik yapan tek dost kahvedir.

Bunun yanında tek bir kelime beni tanımlayabilir mi deseler tereddütsüz “baharat” derim… Konulduğu yere, miktarına ve kıvamına göre, beğeniye, rengine, kokusuna ve kattığı değere göre değişen bir karma karakterim var. Dozajı ayarlayabilen ise 7.6 milyar kişiden çok az sayıda insan… Herkes bir tutam tanıdım derken lezzet dengesini kaçırabiliyor. Nadir tanıyan dostlarımdan Yeni Delhi’de yaşayan Hintli arkadaşımın, Hindistan’ın ünlü şeflerinden Vikas Khanna’nın yazdığı bir notunu aynen aktarmak istiyorum.

Kadim kardeşim, bu Delhi denen çılgın şehrin, kalabalık, sıcak ve tozlu herhangi bir gününe mutfakta başlamadan önce, benim için günün en beklenen saati, o senin çok sevdiğin yeşil kahvenin eşliğinde, senin ülken, insanların ve Baba Atatürk için yazdığın tüm yazılarını okumak ve gözlerimi kapatıp seni düşünmek. Biliyorum çeviri yaparken anlamda kayıplar çok oluyor ama ben yine de senin duygularındaki, topraklarının ateşini hissedebiliyorum. Bu ateşi gözlerinde de defalarca gördüm. Delhi’nin en güzel bulvarına verilen tabelayı (Atatürk Bulvarı) gördüğünde gözlerinden yaşlar boşalmış sevinç çığlıkları atmıştın. Ve o tabelanın altındaki ibareyi (Türkiye Cumhuriyetinin Babası) gördüğündeki halini asla unutmayacağım. Anladım ki Baba Atatürk sizler için benim anladığım babadan da öte.

Kız kardeşim, Hint mutfağı için “Garam Masala” (kimyon, kişniş, tane karabiber, kakule, karanfil ve tarçın karışımı) ne ise, sen de benim mutfağımın Nepal de yetişen saf kırmızı safranısın. Şuan düşünüyorum, Tanrı, Türk kardeşlerimin kalbinde Baba Atatürk’ü, benim kalbimde de senin sevgini korusun.
Kardeşin Vikas

Röportaj: Eray Emin Aydemir

Yayın Yönetmeni: Cem Fantede

Kaynak: STANDART

 https://medium.com/standart/beyaz-saraydan-peru-kabilelerine-bir-t%C3%BCrk-kad%C4%B1n%C4%B1-dilek-alp-d43cf40919ff

Bozbey: Bursa deprem gerçeğinin farkına varmamış görünüyor

Bozbey: Bursa deprem gerçeğinin farkına varmamış görünüyorDEPREM PANELI-BOZBEY

 

17 Ağustos Marmara Depremi’nin 18. yıldönümünde düzenlenen panelde konuşan Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, “Deprem açısından son derece güvensiz bir kentteyiz. Bursa, deprem gerçeğinin hâlâ farkına varmamış görünüyor” diyerek bu konuda acilen çalışma yapılması gerektiğini söyledi.DEPREM PANELI YALTIRAK

 

 

Nilüfer Belediyesi, 17 Ağustos Marmara Depremi’nin 18’inci yıldönümünde, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, Güney Marmara Şubesi ve Nilüfer Kent Konseyi ile birlikte “Depremin büyüklüğü önemli değil, kentler depreme hazır mı?” konulu panel düzenledi. Bursa Akademik Odalar Birliği (BAOB) Toplantı Salonu’nda gerçekleştirilen panele, Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, İTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi ve Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Prof. Dr. Yüksel Örgün Tutay, İTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cenk Yaltırak ve Jeoloji Mühendisleri Odası Güney Marmara Şubesi Başkanı Jeoloji Yüksek Mühendisi Engin Er konuşmacı olarak katıldı.

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Cemal Gökçe’nin de dinleyiciler arasında yer aldığı panelde, Marmara Bölgesi’nde yaşanan depremlerin tarihsel boyutu ve olası bir depremin bölgedeki etkisi ele alındı.

BOZBEY: DEPREM AÇISINDAN GÜVENSİZ BİR KENTTEYİZ

Panelde konuşan Nilüfer Belediye Başkanı Mustafa Bozbey, kent yöneticilerinin toplantıya ilgi göstermemesini eleştirdi. Bozbey, “17 ilçenin ve Büyükşehir Belediyesi’nin yöneticileri, idarecileri, en azından imarla, planla ilgili sorumlularının burada olmasını isterdim. Bu manzara sanki sadece Nilüfer’de deprem olacakmış, diğer ilçelerde böyle bir risk yokmuş izlenimi veriyor. 1999 depreminin ardından, özellikle deprem öncesinde yapılması gerekenler konuşuldu. Ama bazı meseleler yine çözülemedi. Deprem açısından son derece güvensiz bir kentteyiz. Bugün deprem olsa insanlarımız nereye sığınacaklar, nereye gidecekler ve hangi boş alanda bulunacaklar. O bile, mesele olmaya başladı. Maalesef, son zamanlarda yapılan imar çalışmalarına baktığımızda bu sonucu elde ediyoruz. O yüzden Bursa, deprem gerçeğinin hâlâ farkına varmamış görünüyor. Şehir yöneticileri olarak bir an önce farkına varılmasında fayda olduğunu düşünüyoruz. Bursa’da muhtemel bir depremin şimdiden öngörülerek bu konudaki çalışmaların acilen yapılmalıdır” şeklinde konuştu.

“NİLÜFER’DE 22 DEPREM İZLEME VE İSTASYONU VAR”

Başkan Bozbey, Nilüfer Belediyesi’nin deprem öncesi ve sonrasına yönelik çalışmaları hakkında da bilgi verdi. Başkan Bozbey, “Depremle ilgili hazırlıkların sadece deprem sonrası için değil, deprem öncesinde de yapılması gerektiğinin bilincinde olan bir kurumuz.  Bursa’daki ana fay hattının Nilüfer ayağına kurulan 22 adet “Deprem Öncü İşaretleri İzleme ve Tahmin İstasyonları”nda depremin yeri ve büyüklüğünü, yer altındaki hareketlenmeleri, mikro deprem aktiviteleri takip ediyoruz. Burada elde edilen verilere göre olası depremleri önceden belirlemeyi hedefleyen çalışmalar yapılıyor” dedi.

Projeye 2007 yılında başladıklarını kaydeden Bozbey, “İstasyon sayısı 2017 yılında 22’ye ulaşmıştır. İstasyonların çalıştırılmasında rüzgâr ve güneş kaynaklı enerji de kullanılmaktadır. İstasyonların 10’unda derin sondaj kuyuları açılarak Derin İzlemeli Kuyu İçi Sismometreleri  monte edilmiştir. Bu şekilde sinyal/gürültü oranı en aza indirilerek kaliteli veri elde edilmesi hedeflenmiştir. Aynı uygulama diğer 12 istasyonda da yapılacaktır” diyerek projenin asıl hedefinin depremi önceden belirlemek olduğunu söyledi.DEPREM PANELI

Başkan Bozbey, 1855 yılında 10 şiddetinde ve 7 – 7,5 büyüklüğünde  2 büyük deprem üreterek kırılan ve büyük yıkıma neden olan fay hattının yerinin belirlenmesi amacıyla Nilüfer Belediyesi, DOHAD ve Anadolu Üniversitesi’nin iş birliği ile 10 kişilik ekiple Nilüfer’de yapılan çalışma hakkında da bilgi verdi.  Bozbey, “Aktif fayların belirlenmesi ve diğer çalışmalar sadece Nilüfer için değil, Bursa için önemlidir. Kent ölçeğinde yürütülecek bu araştırmalarda Büyükşehir Belediyesi ve diğer ilçe belediyelerinin de yer alması, kent yöneticileri ve dinamiklerinin de katkı koyarak projeye katılım sağlaması önemlidir” diye

Amaçlarının doğa olaylarının doğal afete dönüşmesinin önüne geçmek olduğunun altını çizen Bozbey, Nilüfer İlçe Afet ve Acil Durum Yönetimi Merkezi’nin de bu amaçla yapıldığını söyledi.

“DEPREM DEĞİL BİNA ÖLDÜRÜYOR”

İTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi ve Jeoloji Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Prof. Dr. Yüksel Örgün Tutay da İstanbul için öngörülen depreme en kötü senaryo olarak 1509 yılındaki depremi örnek gösterdi. 1509 yılında yaşanan depremin etkilerini aktaran Tutay, İstanbul’da 7,7 büyüklüğünde bir deprem meydana geldiği takdirde yaklaşık 2 milyona varan bina stokundan 100 bin binanın yıkılması, 145 bin ila 400 bin arasında can kaybı beklendiğini söyledi.

“Deprem öldürmüyor, bina öldürüyor” diyen Tutay, “Deprem ülkemizin bir gerçeği olduğuna göre bizlerin ders çıkarması gerekiyor. Bodrum’da yaşanan depremi göz önüne alırsak 6,5- 6,6 şiddetinde bir depremde bina yıkılmadı. Çünkü Bodrum sağlam bir zemin üzerindeydi ve binalar iki katlıydı. Ancak bizleri endişelendiren tsunami etkisiydi. Dolayısıyla Marmara Denizi’ne kıyısı olan şehirlerimizi ürkütmesi gereken tsunami tehlikesi. Bütün bunları biliyoruz ama ders çıkarmıyoruz. Dolayısıyla yer bilimi normlarına dayanılarak arazi kullanımı ve yer seçimi kararlarının rantsal kaygılara yenik düşmesi, düşük standartlarda sağlıksız ve yasadışı bir yapılaşma gibi nedenlerle depremler afete dönüşmektedir. Depremlerin afete dönüşmesini engellemek bizim elimizde, ama bizim ülkemizde hali hazırda sürdürülen afet politikası riski öngörüp önlem almak değil, sadece yara sarmak politikası üzerine” dedi.

“BURSA YANLIŞ YERE KURULMUŞ”

İTÜ Jeoloji Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cenk Yaltırak da Bursa Ovası’nda yapılaşmanın önüne geçilmesi gerektiğini söyledi. Bursa’nın yanlış yere kurulduğunu kaydeden Yaltırak, “Bursa tarihsel olarak yanlış yere kurulmuş bir kent. Osmanlı kurulduğu zaman askeri ve stratejik olarak doğru yerdeydi ama doğa bilimleri açısından kent yapılmayacak tek yerdir Türkiye’de. Hem fayın önünde, arkasında duvar gibi bir dağ var; güneşi engelliyor, lodos, poyraz, sel. Dere yataklarına baktığınızda devasa blokları göreceksiniz, nereden geldi o bloklar sellerle, depremle geldi” şeklinde konuştu.

Bursa Ovası’nda oluşabilecek bir deprem için Meksika’da yaşanan deprem örneğini veren Yaltırak, “Dünyanın belki de en değerli ovasını yok etti Bursalılar. Çünkü yer altı suyu inanılmaz değerli. En verimli ovasında şeftaliler üretiliyordu, şu an binalar var. Bir faydan uzak olmak çok tehlikeli olabilir bazen. Meksika’da 300 kilometre uzaklıkta deprem oldu ve Meksiko City aynı Bursa Ovası gibi suya doygun bir ovada olduğu için içine gelen deprem dalgası ovanın içinden çıkmak bilmedi. Depremin büyüklüğü 7 civarındayken hasar 12 şiddetinde oldu. Çünkü sallanma zamanı uzadı” diye konuştu.

Kentsel dönüşüm çalışmalarını da eleştiren Yaltırak, dönüşümlerin bina zemin ilişkisine göre yapılması gerektiğine dikkat çekti. Prof. Dr. Cenk Yaltırak “Her binanın kendisinin en alt katıyla en üst katında ivme ölçer uzun zaman deprem kayıtlarını tutmadığı sürece bina zemin ilişkisi bilinemez. Bina zemin ilişkisi bilinemezse bir yerde oradaki dönüşüm saçmalıktan ibarettir” dedi.

Panelde JMO Güney Marmara Şubesi Başkanı Jeoloji Yüksek Mühendisi Engin Er ve

TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Cemal Gökçe de sunum yaparak Bursa’nın depremselliğini katılımcılarla paylaştı.

 

 

17. Yılında, 17 Ağustos Depremini Unutmadık, Unutturmayacağız!

 

17 Ağustos Marmara Depreminin 17. yılında İnşaat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi tarafından bir basın toplantısı yapıldı.

 16-19 Ağustos 2016 tarihleri arasında TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, Bornova Belediyesi, Karşıyaka Belediyesi ve Konak Kent Konseyi ile birlikte gerçekleştirilen toplantıda İnşaat Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı Gürkan Erdoğan bir basın bildirisi yayınladı. Bildiride şu ifadelere yer veridi;

 

17 ağustos izmir.jpg217 Ağustos 1999 tarihinde, son yüzyılın en büyük felaketlerinden birini yaşadık. Doğu Marmara’da büyüklüğü 7.4 olan ve yaklaşık olarak 45-50 saniye devam eden bir deprem oldu. Merkez üssü GÖLCÜK olan bu deprem büyük bir afet ortaya çıkardı.

17 Ağustos 1999 Kocaeli ve 12 Kasım Düzce depremleri binlerce insanımızın ölümüne ve yaralanmasına, milyarlarca liralık mal kaybına neden oldu. En doğusundan en batısına, en kuzeyinden en güneyine kadar ülkemizde yaşayan uzak veya yakın her aileyi bir ölçüde etkiledi, herkesi ayağa kaldırdı. Depremin yol açtığı yıkımlar Kocaeli, Yalova, Bolu, Düzce illeri başta olmak üzere İstanbul, Bursa, Tekirdağ, Eskişehir, Zonguldak illerinde de çok büyük ölçüde can kaybına ve yapı hasarlarına neden oldu. Ayrıca, yapılarda meydana gelen yangın ve kimyasal madde sızıntıları nedeniyle insanlar zehirlendi, bir çevre felaketi ortaya çıktı.

Sadece Adapazarı ve Yalova’da ortaya çıkan yıkımın ulaştığı boyut son 35 yılda ülkemizde yaşanan depremlerin her birinin birkaç katına çıkmıştır. Büyük yıkımın merkezi olan GÖLCÜK’te ise 1939 Erzincan Depremi ile kıyaslayabileceğimiz bir yıkım yaşanmıştır.

Kentleşmenin ve sanayileşmenin çok yoğun olduğu; ticaret, eğitim ve sağlık yapıları ile birlikte altyapının gelişmiş olduğu, sanayide yaratılan katma değerin oldukça yüksek olduğu bu bölgenin birinci derece tehlikeli deprem kuşağında olduğu biliniyordu.

Deprem, Türkiye nüfusunun 1/3’nün yaşadığı bir bölgede etkisini göstermiş, on beşten fazla il ve ilçe merkezinde önemli ölçüde hasara neden olmuştur. Bu depremler önemli ölçüde can ve mal kayıpları ortaya çıkarmakla kalmamış bizlere çok daha büyük bir tehlikenin henüz yaşanmadığını da hatırlatmıştır. Bu tehlike Marmara Denizinin içinde olacak bir depremdir ve İstanbul’u ve çevre illeri büyük ölçüde etkileyecektir. Bu nedenle İstanbul Depremi üzerinde bilim insanları çeşitli çalışmalar yaptılar, yapmaya da devam ediyorlar. Yaşanacak olan İstanbul Depremini ve ülkemizin diğer yerlerinde yaşanacak olan depremleri afet yönetimi açısından inceleyerek gerekli önlemlerin alınması gerektiğini de ortaya koydular. Biz de İnşaat Mühendisleri Odası olarak genelde deprem zararlarını azaltmak, özel olarak da İstanbul Depreminin ortaya çıkaracağı kayıplara ilişkin birçok çalışma yaptık.

17 ağustos izmir.jpg1Daha önce de ülkemiz büyük depremlere tanık olmasına rağmen 1999 depremleri, ülke için önemli bir dönüm noktası olarak düşünüldü. 17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli deprem bir MİLAT olarak kabul edildi.

Yapı üretim sürecindeki eksiklikler, mevcut yapıların durumu ve ülkemizin kentleşme ile ilgili politikaları, afete hazırlık konusu ve ilgili mevzuatlar olmak üzere geniş bir yelpazede ortaya çıkan yetersizlikler ve hatalar gözler önüne serildi. Ne yazık ki 1999 depremlerinin ortaya çıkardığı ağır bedellerden yeterli ölçüde ders çıkarılmaması, 2011 Yılında yaşamış olduğumuz Van depreminin acı yüzüyle bir kez daha anlaşıldı.

Konunun tüm ilgili tarafları, Van Depremi nedeniyle ülkemizin deprem gerçeğini bir kez daha hatırladılar. Ülkemizin en yıkıcı fay hattı olan “Kuzey Anadolu Fay Hattı” başta olmak üzere farklı bölgelerimizin deprem tehlikesi altında olduğu Van Depremi ile bir kez daha gözler önüne serildi.

Ülke topraklarının yüzde 66’sı 1. ve 2. derecede deprem bölgesinde yer almaktadır. Ülke nüfusunun yüzde 70’i ve büyük sanayi tesislerinin yüzde 75’i deprem tehlikesi altındadır. Türkiye çok sık deprem yaşayan ve bu depremlerde can ve mal kayıpları olan bir deprem ülkesidir.

Elbette, deprem bir doğa olayıdır. Bir doğa olayının afete dönüşmesi insan kaynaklı eksiklikler ve hatalar zincirinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde 6 ve üzeri büyüklükteki her deprem önemli ölçüde can ve mal kayıplarına neden oluyor. Sorun bir doğa olayı olan depremin kendisinde değil, depreme dayanıklı yapı üretilmemiş olmasında yatmaktadır. Gerekli önlemleri almamaktan ya da denetimsizlikten kaynaklanan olumsuzlukları “kader” olarak değerlendirmemek gerekir. Bunun yerine mühendislik bilimine uygun hareket edilmeli, deprem büyüklükleri dikkate alınarak yapı üretim yerleri ve yapı üretim süreci bilime ve bilgiye dayalı olarak yönetilmelidir.

Mühendislik bilimi, yöneticilerin ve siyasi sorumluların doğa olaylarını doğru bir biçimde ele almalarıyla, deprem bir afet olmaktan, masum insanların can ve mal güvenliği tehlike altında olmaktan çıkarılır. Doğa olaylarının doğal afet halini almasına neden olan ihmaller, hatalar ve eksiklikler zincirinin kırılması, akla ve bilime dayalı bir yol izlenmesiyle mümkün olabilir.

Afet, bir olayın kendisi değil insan veya doğa kaynaklı olayların ortaya çıkarmış olduğu bir sonuç olarak bilinmektedir. Doğa olaylarını başta deprem olmak üzere afete dönüştürenler yöneticilerdir, yöneticilerin hatalarına göz yuman insanlardır.

Bilimi, planlamayı ve denetimi dışlayan, planlı bir üretim ekonomisi yerine ranta ve spekülasyona dayalı bir ekonomiyi egemen kılan bir anlayışın sonucu olarak kentlerimiz; sağlıksız, deprem güvenliği olmayan kaçak ve mühendislik hizmeti almayan bir yapı stoku ile karşı karşıya kalmıştır.

Yapı Stokumuzun Durumu

17 Ağustos 1999 Gölcük Merkezli Deprem, yapı stokunun %6’sının yerle bir olduğunu, %7’sinin ağır hasar aldığını, %12’sinin de orta ölçekte hasar aldığını ortaya koymuştur. Açıkçası depremden önemli ölçüde etkilenen Yalova, Adapazarı ve Kocaeli’nde bulunan yapı stokunun %25’i oturulamaz hale gelmiştir. Okullar, işyerleri, endüstri tesisleri, köprüler, hastaneler, diğer kamu yapıları ve konut nitelikli yapılar önemli ölçüde hasar alarak can ve mal kayıplarına neden olmuştur.

Gerek 17 Ağustos Depreminin ortaya çıkardığı gerçekler gerekse diğer depremlerde karşılaştığımız durumlar yapı stokumuzun büyük ölçüde risk taşıdığını, yani deprem güvenliklerinin olmadığını, açıklıkla ortaya koymuştur.

Deprem, diğer doğa olaylarından farklı olarak çok sayıda yerleşim yerlerini etkilemekte ve daha büyük hasarlara neden olmaktadır. Tarihsel süreç içerisinde topraklarımız büyük ölçüde depremlerden etkilenmiştir. Çoğunlukla kırsal alanları etkileyen depremlerin yaşandığı ülkemizde, ilk kez 1999 Doğu Marmara depremleri yoğun yerleşim alanlarının bulunduğu metropol alanları önemli ölçüde etkilemiştir.

Deprem sonrası ortaya çıkan zararları azaltmak için sadece yara sarma anlayışı ile hareket etmek sorunun ana kaynağını ortadan kaldırmıyor. Sorunu sorun olmaktan çıkaracak olan deprem yaşanmadan önce alınacak önlemlerde saklıdır. Deprem öncesi alınacak önlemler deprem riskinin azaltılacağını ortaya koyuyor.

1999 Marmara Depremi sonrası geçici ve kalıcı konut uygulamalarına yönelik olarak yapılan çalışmalar diğer yapılarla birlikte konutun insan için özel anlam taşıyan bir yapı olduğunu ortaya koymuştur. Konutu; insanın fiziksel, psikolojik ve sosyal olarak daha üst seviyede ihtiyaçlarını karşılayan özellikleriyle birlikte ele almak gerekiyor. Konut yapmak sadece bina yapmak değil, binadan da önemli olan yaşamı biçimlendirmektir.

Deprem Gerçeği İle Yüzleşelim

Bugüne kadar ülkemizin deprem gerçeğinin bilinmesine yönelik birçok çalışma yapılmıştır. İnşaat Mühendisleri Odası olarak deprem gerçeği ile ilgili hazırlamış olduğumuz raporu TBMM Deprem İnceleme ve Araştırma Komisyonuna kapsamlı bir sunumla anlattık. Bu raporla yapı denetimi ve mühendislik eğitiminin eksikliğine plan kavramı ve kentsel planlamanın nasıl olması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Ayrıca mesleki etik ve mesleki yeterlilik üzerinde durularak yetkin mühendislik konusuna da dikkat çekilmiştir.

17 Ağustos 1999 Depreminden sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi İTÜ, ODTÜ, YTÜ ve BOĞAZİÇİ Üniversitesine, “İstanbul Deprem Master Planı” adı altında oldukça kapsamlı bir çalışma yaptırmıştır. 2004 yılında Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, “1.Deprem Şurası” adı altında ülkemizin bilim ve bilgi insanlarını bir araya getirerek önemli bir çalışma yaptırmıştır. Yine Bayındırlık ve İskan Bakanlığı 2009 yılında çok sayıda bilim insanı ve uzmanın katıldığı “Kentleşme Şurası”nı toplamış, çok değerli raporların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Odamız da bu çalışmalara katılarak bilgi ve deneyimini tüm katılımcılarla paylaşmış, depreme ve deprem zararlarının azaltılmasına ilişkin çok sayıda panel, sempozyum ve konferans düzenlemiştir. Yapılan bu çalışmaların ortaya çıkarmış olduğu gerçekleri sıralarsak:

-Mevcut yapı stokunun deprem güvenliği yoktur. Bu yapıların güçlendirilmesi gerekir.

-Onarım ve güçlendirme çalışmaları rasyonel değilse yıkılıp yeniden yapılmaları gerekir.

-Yeni yapılan yapıların yeterli ölçüde mühendislik hizmeti alması ve denetlenmesi gerekir.

-Mal sahibi adına kendisini denetleyecek olan yapı denetim kuruluşunu müteahhitler belirlemektedir. Bu sistemin değişmesi gerekir.

-Yapı denetim ücreti son derece yetersizdir.

-Denetim sürecinde bulunan meslek insanlarının mesleki yeterlilikleri, meslek odası tarafından belgelenmemektedir.

-Meslek odaları yapı üretim sürecinin dışına itilmiştir.

-Yetkin mühendislik yasası tüm uğraşılara rağmen çıkarılmamıştır.

-1938 yılında çıkarılan, sadece diploma almaya bağlı olarak hizmet üretilmesini sağlayan  “Mühendislik Mimarlık Hakkında Yasa” değiştirilmemiştir.

-Kentleşme süreci ile ilgili olarak ya sağlıklı planlar üretilmemiş ya da üretilmiş olsalar bile uygulama dışı bırakılmıştır.

Ne yazık ki yapılmış olan bu çalışma ve ortaya çıkarılan raporlarda bulunan değerli bilgiler dikkate alınmamış ve bu çalışmaların yapılmasına öncülük eden kadrolar da ilgili bakanlıklardan ve yerel yönetimlerden tasfiye edilmişlerdir.

Deprem ve Kentsel Dönüşüm

Kentsel dönüşümün sosyal boyutu, kentsel boyutu, finansal boyutu, yasal boyutu, yıkım ve geri dönüşüm boyutu son derece önemli konulardır. Kent yaşamına sadece mekânsal ölçekte bakmamak gerekir.

2009 yılında gerçekleştirilen Kentleşme Şurası’nda, kentsel dönüşüm konusu şu şekilde açıklanmıştır: ”fiziksel mekanın dönüşümünün yanında sosyal adalet ve sosyal gelişim, sosyal bütünleşme; tarihi ve kültürel mirasın korunmasıyla birlikte zarar azaltma, risk yönetimi çerçevesinde kapsamlı ve bütünleşik bir planlama yaklaşımıyla, konu ele alınmalıdır.”

Oysa bugün kentsel dönüşüm YIK-YAP anlayışıyla bir müteahhit anlayışı ile ele alınmakta ve rantı yüksek olan yerlerde yapılmaktadır. Kentsel dönüşüm bütünlüklü bir planlamanın sonucu olarak değil, kent planlamasının kendisi olarak ele alınmaktadır. Ayrıca konuyu daha ilgi çekici kılabilmek için “deprem odaklı kentsel dönüşüm” adıyla sunulmaktadır.

Türkiye ekonomisi inşaata dayalı olarak yürütülmeye çalışıldığı için kamuya ait arsa ve arazilerin yapılaşmış olması yeni arsa ve arazilere duyulan ihtiyacı gündeme getirmiştir. Bu bağlamda “6306 sayılı Afet Riski Altında Bulunan Alanların Dönüştürülmesi Yasası” çıkarılmıştır.

Oysa bu uygulamalara ve yeni yapıların üretilmiş olmasına rağmen, 17 Ağustos 1999 yılında var olan yapılar bugün de varlıklarını sürdürüyorlar. Bu yapıların güçlendirilmesi gerekir.

Bugün özellikle rantı yüksek olan yerlerde yapılan kentsel dönüşüm uygulamalarıyla yıkılmaması gereken yapılar yıkılmaktadır. Daire alanları küçülmekte, daire sayısı artmakta, bu bağlamda nüfus oranı da %30 mertebesinde artmaktadır. Kentin fiziksel eşiklerinin aşılmış olmasının yanında demografik yapı da bozulmaktadır. Aynı alt yapının, aynı yolların olduğu yerlerde artan daire sayısı nüfusu artırmakta, nüfus artışı da otomobil sayısında artışlara neden olmaktadır. Özellikle İstanbul gibi metropol kentlerde sürdürülemez bir durumla karşı karşıyayız.

Sonuç olarak

17 Ağustos Depreminin üzerinden 17 yıl geçmiş olmasına rağmen İstanbul başta olmak üzere, kentlerimiz depreme hazır değil.

Odamız, bugüne kadar mühendislik eğitiminden yapı üretim sürecine kadar geniş bir yelpazede görüş ve önerilerini defalarca kamuoyuyla, ilgili idari ve siyasi birimlerle paylaşmıştır. Odamız tarafından bu konuya ilişkin çeşitli raporlar hazırlanmış, ilgili bakanlıkların düzenlediği bilimsel içerikli etkinliklere katılarak değerlendirmelerde bulunulmuş, deprem ve ilgili konularda çok sayıda bilimsel-mesleki etkinlikler, meslek içi eğitimler düzenlenmiş, depremin unutulmaması ve depreme yönelik duyarlılığın artırılması amacıyla kitlesel eylemler, yürüyüşler organize edilmiştir.

Ancak son yıllarda iktidarın mesleğimizi ilgilendiren konularda yaptığı değişikliklerle; meslek odalarının üyelerini denetlemesi, sicillerini tutması, mesleki faaliyetlerini kayıt altına alması engellenmiş, meslek odalarının üyeleriyle olan ilişkileri zayıflatılmıştır. “İmzacılık” ve sahte mühendisler mesleğimizin güvenirliğini aşağılara çekmiştir. Bu durum haksız bir rekabeti gündeme getirdiği için mühendislik hizmetlerinde kalite düşmüştür. Mevzuat ve uygulamaya ilişkin yapılan değişiklikler,  yapı üretim sürecini denetimsizliğe mahkum etmiştir.

İnşaat Mühendisleri Odası, yapı üretim süreci tüm eksiklerinden arındırılıncaya kadar, yapı stoku iyileştirilinceye, güvenli ve sağlıklı yapı üretilinceye ve mühendislik hizmeti almadan üretilmiş tek bir yapı kalmayıncaya kadar çalışmalarını sürdürecektir.

İnşaat Mühendisleri Odası depremi unutmama, unutturmama ısrarını sürdürmektedir. Güvenli ve sağlıklı yapı üretimi sağlanana kadar da depremi unutmamaya ve unutturmamaya çaba gösterecektir.

17 ağustos izmirTMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu

Unutulmamalıdır ki Afeti en aza indirgemenin yolu toplumumuzu afete hazırlıklı hale getirmekle mümkündür. Gelişmiş ülkelerde bu ilköğretim seviyesinde başlayıp yaşam boyunca devam etmektedir.

Ülkemizde 1999 Marmara Depreminden sonra bu konuda olumlu çalışmalar yürütülmüştür. Özellikle İzmir ilimizde depreme yönelik gerek Valiliğin gerekse Büyükşehir Belediyesinin öncülüğünde  İnşaat Mühendisleri Odası ile birlikte kapsamlı çalışmalar yapılmıştır. 1999 yılında tamamlanan Radius Projesi , 2009 yılında yapılan Afet Sempozyumu ve 2012 yılında iki ilçede yapılan Yapı Stoğu Envanter Çalışması bunlara birer örnektir. Bu projeler, şehrimizi yöneten idarecilerimize yol göstermiştir.

Depreme Hazırlık deprem bilincini geliştirme, afetzede ilk toplanma alanlarının ve çadırkentlerin belirlenmesi ve bu yerlerin broşürlerinin halkın bilgisine sunulması konusunda   İzmir Afet ve Acil Durum Yönetim Merkezi tarafından oluşturulan danışma kurulu  olumlu çalışmalar yürütmüştür. Ancak 2012 yılından beri bu kurulun çalışmalarına ara verilmiştir.

Valilik, üniversite, belediye ve sivil toplum kuruluşlarından oluşan bu topluluğun bilgi birikimlerinden faydalanılması ve sorunların tartışıldığı toplantıların en az ayda bir olarak düzenlenmesinin fayda sağlayacağını düşünüyoruz.

 

Gürkan Erdoğan

İnşaat Mühendisleri Odası

İzmir Şube Başkanı

Büyük Birlik Kocaeli Gölcül İlçe Başkanı Kutlu Doğum Haftası Dolayısıyla Mesaj Yayınladı

 

      Büyük Birlik Partisi Gölcük İlçe Başkanı Gökmen Türkkanı; Alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed(sav)’in doğum yıldönümünün; tüm insanlığa barış , huzur , mutluluk ve adalet getirmesini dileyerek “ Bundan tam 1444 yıl önce insanlık Cahiliye devrini yaşıyordu. İnsanlar hak, adalet, dürüstlük gibi kavramları unutmuştu. Güçlü zayıfı eziyordu. Kız çocuğuna sahip olmak utanç vesilesi olduğundan diri diri toprağa gömülürdü. Yirimi üç yıllık peygamberlik süreci sonunda cahiliye devrinin karanlık günlerinden, karıncayı bile incitmekten çekinen insanlardan oluşan saadet asrının güneşinin tüm dünyayı aydınlattığını görüyoruz. Bu kadar kısa bir zaman diliminde bu kadar büyük değişimin mimarı tabiî ki alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav)’di.

büyük birlik logoSevgili Peygamberimiz hayatı boyunca insanları aldatmaya yönelik hiçbir iş yapmamıştır. O hiç yalan söylememiş, insanların mallarına el uzatmamış, haksız yere cana kıymamıştır. Sevgili Peygamberimiz bir hadislerinde bu hususu şöyle dile getirmektedir. “Müslüman, insanların elinden ve dilinden güvende olduğu kimsedir”;

Özü sözü bir olan peygamberimiz, kendisi için istediğini ümmeti için istemiştir ve bu hususta şöyle demiştir. “Hiçbiriniz kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olamaz”

Sevgili Peygamberimizin ahlaki vasıflarından biride yapmış olduğu bütün işlerinde merhamet duygusunun olmasıydı. Ağzından hiçbir zaman kaba bir söz çıkmamış, hiç kimsenin kalbini kırmamış, her hareketinde merhameti ön plana çıkarmış ve bizlere merhametli olmamızı öğütlemiştir.

Sevgili Peygamberimizin , söylediği ve yaptığı işler hayatı boyunca uyum içinde olduğu için yaşadığı toplumda örnek bir kişi olarak gösterilmiş ve kendisine Muhammed’ül Emin denilmiştir.

İnsanlara hangi inançtan olursa olsun sırf insan olduğu için değer vermiştir.” Dedi.

Haber Yayın:Yusuf Ünel

Huzurevi Sakinlerinden Vali Güzeloğlu’na Ziyaret

 vali

18-24 Mart tarihleri arasında kutlanan Yaşlılar Haftası nedeniyle Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürlüğüne bağlı Kocaeli, Gölcük, Darıca ve Tavşancıl Huzurevlerinde kalan Huzurevi sakinleri, Kocaeli Valisi Hasan Basri Güzeloğlu’nu ziyaret ettiler.

Aile ve Sosyal Politikalar İl Müdürü Bekir Yümnü ve beraberindeki Huzurevi sakinleri Vali Hasan Basri Güzeloğlu’na çiçek takdim ederek, kabullerinden dolayı teşekkür ettiler.

Yaşlılarımızı sadece belirli günlerde değil her zaman hatırlamalı ve onların tecrübelerinden yararlanmalıyız diyen Vali Hasan Basri Güzeloğlu, “Sizler bizim çok değerli büyüklerimizsiniz. Allah sağlık versin, nice yıllar ve haftalar sizlerle birlikte kutlamak nasip olsun. Allah devletimize, milletimize zeval vermesin. Bizler her yerde söylüyoruz, sizler bizlere örnek, yaşadıklarınız, anlattıklarınızla rehber olma durumundasınız. Huzurevlerine zaman zaman küçük ziyaretçileriniz geliyor, ellerinizden öpüyorlar, sizlerden hatıralarınızı dinliyorlar, anılarınızı paylaşıyorlar, buda beni çok mutlu ediyor. Allah hepimizin huzurunu bozmasın” diyen Vali, Huzurevi sakinleriyle sohbetin ardından ellerini öperek uğurladı.