Etiket arşivi: Gibiydi

13 EYLÜL – VİYANA’DAN SAKARYA’YA

13 EYLÜL – VİYANA’DAN SAKARYA’YA

 

Koşturduğumuz atların nalları döküldü

Kaderimiz Kızılırmak gibiydi içe büküldü

 

süleyman pekinDemiş Şair ama niye demiş, nerde demiş? 1299’larda kurduğumuz ve 15’le 16.yy’ların Süper Gücü olan Cihan İmparatorluğumuzun kaderinin tersine dönmesine.. Ve onunla birlikte Türk Milleti’nin talihinin makûsiyet kesbetmesine..

14 Temmuz 1683’te başladı II.Viyana Kuşatmamız; devâsa bir ordu, devâsa bir komutan ve devâsa iddialarla. 2 ay sonra 13 Eylül’de savaş bittiğinde nâmağlûp bilinen bir ordu yenilmiş, komutan idam edilmiş ve hepsinden daha önemlisi Osmanlı artık Gerileme ve Dağılma iklimine doğru girmişti.

Tam 238 yıl sürdü bu sürükleniş. Tesbih taneleri gibi ülkelerden biriktirdiğimiz Devlet-i Âliye’den bu sırada elimize bir tek Anadolu kalmış; onun da kaderi batısından ve güneyinden çorap gibi sökülmeye başlamıştı.

23 Ağustos’ta başladı 2,5 asırlık kötü gidişâtımızı durduran savaş ve 13 Eylül 1921’de tam 22 günlük / gecelik canhıraş bir boğuşmadan sonra bitti. Avusturya’nın Başkenti olan Viyana önlerinden başlayan geri çekilişimiz 2 bin kilometre sonra Ankara’nın Polatlı İlçesi yakınlarında sona erdi.

Tuna Nehri’nin öbür yanında başlayan mücadelemiz Sakarya Nehri’nin beri yanında bitti. Ve Necip Fazıl’ın meşhur Sakarya Türküsü’ndeki gibi iki büklüm vaziyetteki Türk Milleti’nin Ayağa Kalk’masıyla nihayetlendi. Zaten bu şiir yazıldığında Sakarya Zaferi daha 28 yaşına basmamıştı, yani bilinçaltı “Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur” mısraındaki kronolojik bakışla doluydu.

Atlarla “Dörtnala geldik Uzak Asya’dan” ve “Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim” dedik. Onbinlerce atın kişnemesiyle girdiğimiz Viyana topraklarından ayrılırken onbeşbin şehit, onbinlerce yaralı ve beş bin esir bıraktık ardımızda. Ve Kısrakbaşı Anadolu’da yine bir at sembolleşecekti 5.713 şehit ve 18 bin yaralımızın yanında; adı Sakarya.

Atatürk’ün Büyük Taarruz’da sırtında duracağı ve sonradan Latife Hanım’a evlilik için hediye edeceği kahraman atı Sakarya.

II.İnönü Savaşı’nda sonra Mustafa Kemal’in İsmet Bey’e çektiği bir telgraf var: “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makûs talihini de yendiniz. İstilâ altındaki talihsiz topraklarımızla birlikte bütün vatan, bugün en ücra köşelerine kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istilâ hırsı, azminizin ve vatanseverliğinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu.

Aslında o telgraf Sakarya Savaşı’nın, yani o en kritik zafer aşamasının telgrafı olmalıydı ve M.Kemal Paşa’ya çekilmeliydi. Zira Mart sonundaki II.İnönü Savaşı’ndan 4 ay sonraki Kütahya – Eskişehir Savaşları’nda öyle bir yenildik ki Sakarya Nehrinin doğusuna kadar çekildik. Öyle ki top sesleri artık Ankara’daki TBMM’den bile duyuluyordu. O yüzden “Vatan, Millet, Sakarya!” diyoruz.

Biz Türkler – II.Viyana yada Sakarya – nedense savaşları başlangıç tarihi itibariyle duyumsayabiliyoruz. Oysa aslolan neticedir. Ha, başlangıçsever bir halk olarak ille bir start vereceksek her sene okulların açılmasını 13 Eylül tarihiyle otomatiğe bağlayalım; böylece yüzlerce yıllık bir şuur serpintisiyle Bismillah demiş oluruz her yeni eğitim dönemine.

Vira Sakarya!

Köz Ateşinde Pişmiş Çay Gibiydi Eski İnsanlar…

mehmeteminkoçHey gidi günler…

Mis kokusuyla, tap taze, demli mi demli… Rengiyle herkesin ilgisini çeken, köz ateşinde pişmiş çay gibiydi eski insanlar… Asâletleri duruşlarından belliydi… Bir mekâna geldiklerini; kendilerini görünce değil; metrelerce uzaktan hissedilen kokularını duyunca anlardınız… Geldikleri her mekânın şerefi gibiydiler. Zaten her mekâna da gelmezlerdi bu yüzden…

Dedemin hatırlıyorum meselâ…
Ona ait meziyetleri saymaya kalksam, bir günümü alırdı sanırım… Sadece dillere destan cömertliğinden bahsedecek olsam yüzlerce, belki de binlerce örnek vermem gerekirdi. Fakir dostuydu dedem. Bir öküz arabası odun için; ekip biçilecek halde bir bostan bağışladığı gariban aileler olmuştur.

Eski insandı dedem…
Meselâ ben, dedemin üzerine güneşin doğduğuna hiç şahit olmamışımdır. Nasıl yapardı bilmem. Hem en geç o uyur, hem de en erken o kalkardı. Sabah uyanıp camdan baktığımda bahçede genelde onu görürdüm. “Bu adam hiç uyumaz mı?” dediğim çok olmuştur. En geç uyuduğu halde en erken o uyanırdı.

Geniş bir aileydik. Amcamlar ve dedemlerle birlikte altlı üstlü evlerde oturuyorduk. Gelenimiz, gidenimiz çok olurdu. Kocaman salonun tıka basa misafirle dolu olması adiyattandı. Koyu sohbetlerin yaşandığı misafir ağırlama gecelerinde, kuzine sobasında pişen mis kokulu kaçak çay içilirdi. Bir yanda da kuzinenin fırınında pişen; üzerinden buram buram dumanlar tüten patatesler yenirdi. Gecenin bir saatinde ise mısır patlatmak adettendi. Adeta, misafirler gitmesin diye her yol denenirdi…

Dedem Yeşilçam filmlerindeki jönler gibiydi. Her zaman mis gibi kokardı. Jilet gibi ütülü takım elbisesi, hiç başından çıkarmadığı fötr şapkası, boynunda aksesuar gibi şık duran kaşkolu ve kendi el emeğiyle yaptığı bastonuyla; bende hayranlık uyandıran bir adamdı…

Mahir insandı Dedem…
Çok maharetli biriydi. Elinden herşey gelirdi. Bizim oturduğumuz iki katlı evi o yapmıştı. Zamanla bizim evin yanına, amcamlar için iki katlı bir ev daha yapmıştı. Evin taban döşemesinden kapı, pencere, boya, badana, çatı, kiremit, mutfak, banyo, tuvalet ( Dedem yüznumara derdi), merdiven, baca, sıva ve aklına ne gelirse hepsini kendi yapmıştıı. Bozulanı, kırılanı tamire götürdüğünü hiç hatırlamıyorum desem yalan olmaz. Dedim ya, elinden herşey gelirdi. Bir defasında kayık yapmıştı. Kayığı öküz arabasına yükleyip evimizin birkaç km uzağındaki göle gider; ağ atıp, balık tutardık. Daha ilginci ise 1970 li yıllarda bizim evin atık suyunu; imâlatını kendi yaptığı künklerle evin uzağında bir yere taşımıştı. Üstelik bir metre derinliğe gömdüğü kanalizasyon sistemiyle bunu yapmıştı. Aile kabristanlığındaki dekoratif mezar taşları bile onun el mârifetiyle yapılmıştı. Bunun gibi aklınıza ne gelirse fark etmez; dedem mutlaka bir yol bulur, o şeyi imal ederdi. Üstelik bütün bunları kendi icad ettiği kalıplarla yapardı.

Vefalı insandı Dedem…
Dedem ilginç bir adamdı. Toplumun her kesiminden dostları vardı. Doktorundan mühendisine, hakim-savcısından milletvekiline,  işadamından bürokratına kadar her kesimle rahatlıkla görüşürdü. İyilik gördüğü insan gibi iyilik yaptığı insan da çoktu. O nedenle dedem için; ipten adam alır derlerdi.

Dedem bilginin câhili, insanlığın âlimiydi…
Bir yerde kendimi anlatırken: üç üniversite bitirmiş câhil demistim. Aynı yerdeyim hâlâ… Birincisi rektörlüğünü dedemin yaptığı köy enstitüsü, ikincisi İstanbul Üniversitesi, üçüncüsü ise içerisinde bulunmaktan şeref duyduğum sosyal ve kültürel yapı… Hangisinden daha fazla istifade ettiniz derseniz cevaplamakta zorlanmam… Diplomasını aldığımla halen bir iş bulamadım desem anlaşılır her halde..! Hayata, diğer diplomalarla tutundum desem yalan olmaz…

Dedem bilginin cahiliydi belki… Okumamıştı… Bu manada bir diploması bile yoktu… Zaten kendisini tarif ederken “Ben, Ali okulundan mezun oldum” derdi.  Bu manada evet bilginin cahiliydi… Ancak sahip olduğu insani değerlere bakıldığında; O, yaşadığı devrin âlimiydi… Çünkü O, yardımlaşma duygusunun abideleşmiş haliydi. Akrabayı, kolu-komşuyu gözetmenin timsâliydi. Cömertlik onun mütemmim cüzü gibiydi. Tabiat sevgisi onun mütefekkir bir ufka sahip olduğunun resmiydi… Ve hepsinden önemlisi; Onda var olan değerlerin bir çoğu; Kur’an’da karşılığını bulan davranışlardı… Bir çok davranışının Hadis kaynaklı olduğu her halinden belliydi… Öyle ki; büyük babasının Osmanlı Paşası olması hasebiyle; Osmanlı medeniyetinin Kur’an ve Hadis esintili kültüründen  O da istifade etmişti…

Dedem gibi; Salih amca, Zakire teyze, Ümmü Gülsüm Anne, Marzîye yenge, Haydar amca, Übeydullah amca, EBE Annemiz gibi o devrin insanlarının her biri, birbirinden kiymetliydi… Hemen hepsi bilginin cahiliydi. Ama emin olun, hepimizden öte bir imana sahiptiler… Onlar daki ahlak anlayışı yağmur olup gökten yağsa; bütün bir toplumu ıslah etmeye yeterdi.

Bu gün eksikliğini çektiğimiz bir çok haslet, onlar için dahayatın gereği gibiydi… Yalan ve aldatma onların semtinden fersah fersah uzaktı. Gıybet ve dedi kodu onların günlük sohbet malzemesi değildi. Zaten cami gölgesinde başlayan muhabbetlerde böyle konulara girmek, mahalle baskısına sebep olacağından herkes duracağı yeri bilirdi…

Velhasılı o günler, çok güzel günlerdi… Yaşanası günlerdi… Mis gibi kır çiçeklerinin açtığı, bacalardan samimiyet dolu dumanların tüttüğü, kuzinelerden mis gibi ekmek korkularının geldiği, sıcak ekmeğin ucundan kesilip; kokusu gitmiştir diye; kapı dibi komşuya ikram edildiği günler.

O günün insanlarına bu günün imkânlarını versek; Dünya Cennet olurdu..!

Hey gidi günler…