Etiket arşivi: gerek

KKTC’de de referandum gerek

 

 

ata-atun HocaTürkiye’de olduğu gibi bizim anayasamızda da değişiklik yapılmasının zamanı geldi.

1970’li yılların başında hızlı solcularının cicili bicili sözlerle yaptıkları anayasa ile ülkemize verdiği zararların acısını yıllardır çekiyoruz. Gerek 1970’de, gerekse de 1975 yılında, dönemin hızlı solcularının aşırı eleştirileri ve yoğun çalışmaları sonucunda hazırlanan Anayasa ülkemizi mahvetmiş durumda. Varsa da yoksa da kamuda çalışanların hakları ve çıkarları üzerine kurulmuş olan Anayasa, vatandaşı ve vatandaşlık haklarını yok saymakta.

 

KKTC’de korkunç bir bürokrat egemenliği ve bürokratik vesayet var. Seçime giren ve işbaşına geçen her siyasi partinin manifestosunda “Kamu reformu” var ama hiçbiri de bunu başaramadı. Kimi bürokrasiyi kırmaya çalıştı, kimi azaltmaya, kimi de bürokrasinin yatırımcılara koyduğu kasti engelleri kaldırmaya çalıştı ama hiçbirinin de kemikleşmiş bürokrasiyi ve bürokrat egemenliği kırması mümkün olmadı.

 

Bürokratlarımız için önemli olan devlet ve vatandaş değil, sadece ve sadece kendi çıkarları oldu yıllarca ve halen daha da bu devam etmekte. Bir yılda 13 tane maaş ve 26 tane de asgari ücrete yakın ödenekle, toplam 39 maaş alan bir kesim çalışanın ve yarı bürokratın sistematik engellemeleri ile yıllarca KKTC’de bir türlü “Yenilenebilir enerjiye” yani Fotovoltaik enerji ile rüzgar enerjisine geçilemedi. Bu kişiler için önemli olan her yıl aldıkları 39 maaş, toplumun temiz ve ucuz elektriğe kavuşmasından, devletin de çıkarlarında çok daha önemli olduğu için hep bu girişimlerin önüne aşılamaz engeller çıkardılar, aba altından sopa gösterip, tehditler yağdırdılar.

 

Bugün ülkemizde atsan atılmaz, satsan satılmaz bürokratlar büyük çoğunluğu oluşturmakta. Bu kişiler ceplerinden bir tek kuruş vergi vermezler, emeklilik maaşlarının primlerini ödemezler, emekli ikramiyeleri için on paralık katkıları yoktur ve tüm bunları ödeyen vatandaşlara da köpek muamelesi yaparlar, işten atılmaları mümkün olmadığı için. Sol zihniyet zamanında Anayasamıza öyle maddeler koydurmuş ki, bir bürokratı atmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordur, neredeyse de olanaksızdır.

 

İki hafta üst üste Pazartesi-Salı-Perşembe ve Cuma günleri mazeret izni alan, Çarşamba günleri de tanıdık bir doktordan sahte bir rapor ile bronşit olduğunu ve işe gelemeyeceğini beyan eden bir bürokratımız devletin kesesinden 15 gün tatil yapmış olmasına rağmen işine son verilemedi. Sendikanın yanıtı da “yasal haklarını kullanmıştır” oldu. Nasıl olur da sahtekarlık ve yalan beyan, hem söz konusu bürokrat hem de sahte rapor veren doktor için yasal olurmuş anlamış değilim. Her ikisinin de anında kapının önüne konması gerekirdi başka ülkelerde olduğu gibi.

 

Hastanede su sebilinden bir bardak su alan refakatçiyi haşlayan hemşireyi ise unutmak mümkün değil. Bugün artık Türkiye’de vatandaş odaklı bir devlet sistemi var. Hastanelerde doktorların ve hemşirelerin maaşları, vatandaşlara karşı davranışlarına göre azalıp çoğalıyor. Hastaların memnun olduğu ve tercih ettiği sağlık görevlilerin maaşı artıyor, memnun olmadıklarının ve tercih etmediklerinin ki ise azalıyor. Tamamen performansa dayalı bir sistem… O sebepten ki, tüm hastanelerde artık vatandaşa güler yüz var. Hemşire, bırakın su sebilinden bir bardak su aldı diye hastayı veya  refakatçiyi azarlasın, memnun etmek için elinden geleni yapıyor. Bürokratların vatandaşın efendisi olduğu, astığı astık, kestiği kestik dönem kapanmış artık Türkiye’de.

 

Sözün özü; Ülkemizdeki bürokratik oligarşi artık kaldırılmalı, liyakat öne çıkarılmalıdır. İktidarda olan partiyi beğenmeyen ve bu nedenle de söz konusu siyasi partinin vatandaşa verdiği sözleri yerine getirememesi için elden gelen yapan bürokratın bu devlet yapısında yeri olmamalıdır. Kendi hastalıklı kafa yapısı yüzünden yatırımcıya engel çıkartan, büyük projelerin yapılmasına elden geldiğince mani olan, iş yavaşlatan, kırtasiyeciliği artırıp, uzun vadede halkımıza büyük bedeller ödeten bürokratlara da yer olmamalı ülkemizin devlet yapısında.

 

Bu ülkeye, verdiği ağır vergilerle devlet çalışanlarının maaşlarını ödeyen vatandaşa güler yüz gösteren, engel çıkartmayan, işini en kısa sürede yapan, vatandaşı kendi özel uşağıymış gibi kullanmayan, “Git bu evrakı getir, bunu falana götür, fotokopi çek, pul al” gibi emirler vermeyen, bunun yerine iş yapıp vatandaşın sorunun çabucak çözen bürokratlar lazım.

 

Yani bizde de bir referandum yapılması ve çalışanların sınırsız haklarından ziyade, vatandaşa hizmet odaklı bir Anayasa’nın yürürlüğe konmasının zamanı geldi….

 

Prof. Dr. Ata ATUN

KKTC’ye yeni yol haritası gerek

 

 

ata-atun HocaKıbrıs Rum tarafında sağın en sağındaki siyasi parti olan ELAM’ın (Ethniki Laiki Metopo – Ulusal Halk Cephesi veya Ulusal Demokratik Cephe) Rum Temsilciler Meclisine, 15 Ocak 1950 tarihinde Kıbrıs Rumları arasında yapılan ve yüzde 96 Evet oyunun çıktığı ENOSİS PLESİBİTİ’nin, yani Yunanistan’a Bağlanmak Referandumu’nun yıldönümünü her yıl anmak ve kutlamak önerisinin Rum Meclisinde kabul edilmesi, Kıbrıs’ın iki halkı arasındaki iplerin kopmasına yetti.

 

Kıbrıslı Rumlar her zaman ve her koşulda kendilerini adanın sahibi zannediyorlardı ve ne isterlerse de yapabileceklerini, yaptıkları konularda da hiç kimseye hesap vermek zorunda olmayacakları inancındaydılar. Bu nedenle de 4 Haziran 1968 günü Lübnan’ın başkenti Beyrut’taki Phoenicia Hotel’de başlayan Kıbrıs Müzakerelerini de “Ağa Baba” havasında sürdürüyorlardı. Kıbrıslı Türklere ada üzerinde ve yaşamlarında bahşedecekleri herhangi bir veriyi de lütuf olarak addediyorlardı. Maalesef halen daha aynı kafadalar ve Kıbrıs Rum Temsilciler Meclisinde kabul ettikleri ENOSİS PLESİBİTİ’nin yıldönümünü her yıl anmak ve kutlamak kararını, KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın BM Genel Sekreteri Guterres’e şikayet etmesini ve de Kıbrıs Türk halkının bu kararı kınamasını hayretler içinde karşıladılar.

 

Ne de olsa bugüne değin hep kendileri olmuştu Kıbrıs konusunu AB’ye taşıyan ve BM Genel Sekreteri ile Güvenlik Konseyine resmen şikayet edebilen. Kıbrıslı Türklerin hiç böyle bir hakları olmamıştı şimdiye dek ve bu nedenle de geçmişte Kıbrıslı Türklerin yaptıkları bu tür şikayet ve başvuruları hep sümenaltına süpürttürmeyi bir şekilde başarmışlardı. 1964 temmuzunda BM’nin Kıbrıs’a gönderdiği “Gerçekleri tespit etmek Komisyonu”nun (Fact Finding Mission) yayınladığı ve Kıbrıslı Türklere Rumlar tarafından yapılan vahşeti, yakılıp yıkılan Türk köyleri ile evlerini, yağmalanan Türklere ait hayvan ve zahireleri bir bir resimler ve tutanaklarla belgeleyen ORTEGA RAPORU’nu bile BM’nin arşivinde yok etmeyi, sitelerden kaldırtmayı başarmışlardı.

 

Bu nedenle de KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın, Kıbrıs Türk siyasi partilerinin tümünün ve Kıbrıs Türk halkının gösterdiği tepkiyi anlamaları ve değerlendirmeleri mümkün olmadı. Rum lider Anastasiadis pişkin bir şekilde “Türklerin 20 Temmuz Barış Harekatını ve 15 Kasım’da da KKTC’nin Cumhuriyet ilanını kutlamalar var. Biz buna tepki gösteriyor muyuz” gibi saçma sapan bir yanıt vererek üste çıkmaya ve haklı konuma geçmeye çabaladı.

 

Anlaşılan Anastasiadis, 18 Temmuz 1974 günü, 15 darbesinden canlı kurtularak adadan kaçmayı başarmış Rum Cumhurbaşkanı Makarios’un BM Güvenlik Konseyinde yaptığı konuşmayı ve “Kıbrıs adası Yunanistan tarafından işgal edilmiştir” sözlerini unutmuş. Darbecilerin hem Makarios taraftarlarını hem de solcuları toplu katliama tabi tuttuğunu ve masum Kıbrıslı Türk bebeklerin, kızların, annelerin, nenelerin ve dedelerin acımasızca katledildiği Atlılar-Muratağa-Sandallar katliamını da unutmuş.

 

Kıbrıs Türk tarafının, Rum lider Anastasiadis’in desteklediği Rum Meclisinin aldığı “ENOSİS PLEBİSİTİ’nı her yıl anma ve kutlama kararı”nın iptalini istemesiyle doruğa çıkan kriz, 20 aydır devam eden müzakere sürecini kopma noktasına gelmişti ki, dün “tek konu ve kriz” gündemiyle gerçekleşen Akıncı ile Anastasiadis arasındaki zirvede, Anastasiadis’in kapıyı vurup çıkması müzakerelere son noktayı koydu. Bundan sonra KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın artık müzakere masasına oturmaması gerekmekte.

 

Kıbrıs Rum Meclisinin aldığı “ENOSİS PLEBİSİTİ’nı her yıl anma ve kutlama kararı”nın Türkiye hükümetini ve T.C. Dışişleri Bakanlığını çok rahatsız ettiği kesin. T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın, Rum tarafında hâkim olan ve Kıbrıs Türklerini Ada’nın ortak sahibi görmeyen zihniyette değişim olmadığı takdirde çözüm çabalarının sonuç vermeyeceğini kesin bir dille vurgulaması çok önemli. Bundan sonra Kıbrıs’ta, Rumlarla Türklerin ortak bir devlet kurmalarının hayal olduğu gerçeğinden yola çıkarak, KKTC hükümetinin ve Kıbrıslı Türklerin, Türkiye ile birlikte yeni bir yol haritasını hazırlamaları gerekecek.

 

Baba malı tez tükenir, evlat gerek kazana…

canan yılmaz– Osmanlı mısın?
– Evet.
– Neresinden?
– Urumeli’nden. Biraz da Kafkas ellerinden. Sayılır mı?
– Elbette sayılır.
– Ama Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı bitti gitti, sen hala Osmanlı mısın?
– Geçmişim henüz iki kuşak ardımda iken Osmanlılığım su götürmez.
Lakin parçalanmış bir imparatorluktan bir Türk devleti yaratan (burasını bir kez daha okuyun isterim: parçalayan değil, yaratan) Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığımı da sorgulamıyorum. Burada doğdum, burada büyüdüm, burada yaşadım ve burada yaşlanacağım.
Eskiye bir özlemim yok. 600 yıl boyunca yaşanmış ve bitmiş bir destanı diriltmek için emek harcamaktansa yeni bir destan yazmayı daha akıllıca bulurum.
Eskiden yeni olmaz malum.
Etrafta onca diri varken ölüyü diriltmek için mezar kazmaya gerek yok.
Geriye değil ileriye bakmayı yeğlerim…
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, böyle de kalacağım…
****
Nerden çıktı şimdi bu Osmanlı muhabbeti diyeceksiniz.
Ben de bu Osmanlı Ocakları muhabbeti nereden çıktı anlamadım da;
Şöyle bir kendimle konuşayım dedim o yüzden.
Fikrim nedir, gelmişim, geçmişim ve dahi geleceğim nedir? Yeniden eskiye dönmek ister miyim, yeniden Osmanlı döneminde yaşamak ister miyim? deyip sorguladım kendimi.

Osmanlı yıkılıp Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri birileri tarafından Osmanlı’yı yeniden diriltme ve bazı menfaatler karşılığı başına kumanda edilebilir birilerini geçirme isteği hep var malum.
Sürgüne gönderilen sultanlara bu yüzden pek çok vaat ile pek çok teklif götürüldüğü bilinir.
Onlar bu tekliflere sıcak bakmaz iken bizim yeni yetmeler neyin hevesine kapıldılar ve böyle bir ocağa balıklama daldılar anlamadım.

Bizans Ocakları’ndan mı özendiler yoksa? Yoksa Roma Ocakları’ndan mı? Belki de Moğol Ocakları’ndan…
Latife ettim. Elbette biliyorum ki yok böyle ocaklar.

Herkes geçmişine vakıf, lakin kimse geçmişini siyasi anlamda bugüne taşımıyor, işine bakıyor.

“Baba malı tez tükenir, evlat gerek kazana…” der bir atasözü.

Durup oturup ataları ile övünenenlere sormak gerekir:
“Peki ya sen ne yaptın? Sen ardında ne bıraktın?”
“Senin torunların seni nasıl anlatacak?”
“Benim atalarım atalarına öykünmekten başka bir icraatta bulunmamışlar ve öykünmekten çalışmaya zaman bulamadıklarından da yerlerinde saymışlar” diyecekler belki de.

Bunların yaşanacağını gören Atatürk:
“Cumhuriyeti bizler kurduk, yaşatacak olan sizlersiniz” demiş.
“Ey Türk gençliği, birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir” demiş.
“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demiş.

Böyle ileri bir anlayışa sahip insanların yarattığı genç bir ülke nasıl oldu da gerinin de gerisine gitmeye meyletti bunu iyi bir sorgulamak lazım.
Ne olduğunu anlamadığımız oluşumlara kapağı atanların aslında bir kimlik arayışına mı düştüklerini irdelemek lazım.
Amaçları nedir, meseleleri nedir, adlarını aldıkları Osmanlı hakkında bilgileri nedir öğrenmek lazım.

Osmanlılığın hakkaniyetini içlerine sindirmiş kişiler zaten herhangi bir isme hacet duymadan bu zeminin üzerine inşaa etmişlerdir yeni kimliklerini.
Osmanlılıktan anladıkları sadece “Saray” ve “Saray hayatı” olup Osmanlılığı bilmeyenler ise paye peşindeler yanmayan ocaklarda…

 

Yazar: CANAN  EKİNCİ  YILMAZ

Kaynak: www.gazetemen.com