İnsan Ahsen-i takvim üzerine yaratılmış en güzel varlıktır. Sevgiyle yoğrulmuş, onu hayvanattan ayıran idraki, aklı ve hayali vardır. Bir kuş değildi mesela uçsun, bir ağaç değildi ki sabit-kadem olduğu yerde öylece dursun. O insandır ve yaratılmışların en güzelidir; kâinat o yüzden hizmetine sunulmuştur. Sevgiyle yoğrulduğunda sevmekti, sevilmekti ihtiyacı olan. Öyle bir varlıktı ki, melâikeyi dahi gerisinde bırakabiliyordu; miraç hadisesinde vahi meleği Cebrail’in, Kâinatın Efendisi’ne (sav), artık vazifem bitti, bundan öteye gelemem, gelirsem kül olurum, siz devam edin Resulüm, demesi gibi. Yani insan öyle ki melâikeden daha yukarı bir seviyeye, kinetik enerjinin doruklarına ulaşabiliyordu. İnişleri ve çıkışları olan bir varlıktı lakin bu kadar çıkışı olan insanın bir de düşüşü vardı. O en şerefli varlık olan insan, en aşağı hatta hayvanattan daha aşağı bir dereceye de düşebiliyordu; hayvanatın vazifesinden dolayı insan yaptığı kötülüklerle onlara denk bile olamıyor. Bu düşüşünün sebebi de yaratılış gayesinden sapmasıydı. Çünkü onun aynı zamanda bir vazifesi de vardı, tıpkı bir kuşun yaratılma gayesi uçmak, bir ağacın gayesinin de bir ürünü vermesi gibi. İşte insan böyle mucizevî bir varlıktır.
Ne kadar sessiz kalsa da insan onu anlatan bir parçası vardır, o iyi oldukça iyi, kötü oldukça kötü olur. Bir et parçasından ibaret olan kalptir o ve işlevi çok mühimdir. Çünkü bütün bedene sirayet edebiliyordu. Örneğin, divan edebiyatında kalbin karşılığı dildir, dil gönlü ima eder, o yüzden fesadı dilde fesadı kalp, fesadı kalpte ise fesadı dil vardır. Bunlar birbirine bir köprü gibi bağlıdır. Bazen derler ya, bir insanı tanımak istersen al karşına konuştur, o zaman anlarsın nasıl bir insan olduğunu, diye. Kalbin içine kötülük işlenirse vereceği tek şey kötülük olur lakin bu fıtrata aykırı bir durumdur çünkü o sevgi ile yoğrulmuştur. Tekrar bir şeyin işlenmesi insanın iradesiyle olur; tıpkı bir hocanın öğrencisine verdiği ödevi, öğrencisinin silip yeniden kendince bir ödev yapması gibi, ama istenilen o değildi. Kalbe hâkim olan kötülük kararttıkça karartır kalbi ve akabinde dile yansıyarak yayılır etrafa, insanlığa. Bir zulümkâr olur zamanla farkına varmadan. Yaptığı her hata sıradanlaşır artık, sanki normalmiş gibi.
İnsan, yaratılıştaki asli vazifesini kaybetmesiyle en aşağılık zulmü bile yapıyor hatta bazen de sessiz kalabiliyordu. Fıtratı unutulan, gayesinden sapılmış, ehli dünya olmuştur artık o yaratılmışların en güzeli olan insan. Nankörleştirmişti onu zaman, fıtratının aslını her kaybedişinde. Gözü bakar olur da görmez. Perdeler birbiri ardınca kapanı verir gözlerinde, gerçeği görmez olur. Ne kadar da acıdır. Söyleyecek bir sitemimiz varsa o da, eyvah ki ne eyvah!
Halen daha bir idrakimiz varken, bir akla mensupken girdiğimiz bu pis kuyu da nedir?
Fıtratımızdan saptığımızı görmesek de akıl edemez miyiz ki? Oysaki bizim bir aklımız vardı.
Girdiğimiz bataklıktan kendimizi kurtaramaz mıyız? Oysaki yaratılmışların en kudretlisiydik.
Kâinat kitabı belki de en güzel dersi veriyor bize ‘’hiç aklınızı kullanmadınız mı?’’ diye.
Bazen ne kadar da rahat oluyoruz, sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi. Hâlbuki bir avuç topraktan yaratıldık ve gideceğimiz yer yine bir avuç topraktı…
Gel beraber bir ölelim, gerçeği, hakikati senle beraber görelim,
Ola ki benlik sarsılır da ihtisasa gelir ve aslımızı buluruz…