Etiket arşivi: DPT

Jeopolitik ve dünyanın yeniden paylaşımı-1

Jeopolitik ve dünyanın yeniden paylaşımı-1

 

 

 

Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ebedî önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK dışında, ülkemizi yöneten veya yönetmeye talip olan siyasi kadrolar, dış politikanın kendilerinin mahir ve kıvrak dış siyasetleriyle yönetilebileceğine inanmış, uzman görüşlerine fazlaca itibar etmemiş, hele son dönemde, Dışişleri Bakanlığımızın yetişkin, liyakat sahibi diplomatlarını monşer diye aşağılayarak onların bilgi ve birikimlerinden yararlanmak yerine, her konuyu en iyi kendilerinin bildiklerine inanarak, kendilerine olağanüstü meziyetler vehmetmişlerdir.

 

Hâlbuki bir ülkenin dış politikada etkin rol oynayabilmesi, ülkenin dış politikasını destekleyen sahip olduğu tüfek gücüyle orantılıdır. Tarih boyunca devletlerin ortaya çıkışları veya yok olmaları, ülke sınırlarının belirlenmesi ancak siyasi gücü destekleyen ordular ve o orduların arkasındaki ekonomik güç sayesinde olmuştur.

 

  1. yüzyıl sonunda dünyanın paylaşılmasını yapanlar, Birleşmiş Milletleri, IMF’yi, Dünya Bankasını kuranlar İkinci Dünya Savaşının galip devletleri olmuştur. Günümüzde de Afganistan’ın, Irak’ın, Suriye’nin işgali, Libya’nın yıkılması gibi örneklerde somut olarak görüldüğü üzere, dış politikayı güçlü orduları olan ülkelerin dış siyaseti belirlemektedir.

 

Güçlü emperyalist devletler, dış siyasetlerini 50-100 yıllık uzun vadeli planlarına göre yürütürler. Bugün ülkemizi çevreleyen ateş çemberi nedeniyle 100 yıl sonra Türkiye’ye yeniden Sevr dayatmalarının ısıtılmaya başlandığına şahit olmaktayız.

 

Emperyalist güçlü ülkelerin hedefinde olan bizim gibi gelişmekte olan ülkelerdeki iktidar sahipleri, dünyayı doğru okuyabilmelerini sağlayacak jeopolitik ve jeostratejik biliminden bihaber olduklarından, 21. Yüzyılda başlamış olan dünyanın yeniden paylaşım mücadelesini kavrayamamakta, bu mücadelede ülkemizin hak ve menfaatlerinin nasıl korunması gerektiği hakkında doğru ve gerçekçi çözümler üretememektedirler.

 

  1. Giriş

 

Jeopolitik ve jeostrateji ülkelerin ve ittifakların politika ve strateji oluşturmalarında baş rolü oynayan kavramlardır.

 

Coğrafi muhiti politikada kullanma sanatı olan Jeopolitik, kavram olarak bu dönemde anlam kazanmaya başlamış ve özellikle iki dünya harbi arasında geliştirilmiştir. Dünya hakimiyeti peşinde koşan veya güçlü kalma uğraşı veren ülkeleri, ortaya attıkları teorilerle etkileyen büyük jeopolitikçiler çoğunlukla bu dönemde yaşamışlardır.

 

Jeopolitik yeni ve genç bir bilim dalı sayılabilir. Hatta oluşumu ve gelişimini tamamlayıp temeline oturduğu bile söylenemez. Jeopolitik hükmetme görüşüdür, hükmetme ve iktidar olma bilimidir. Jeopolitik, üst düzey siyasetçilerin bilimidir. Günümüzün devlet adamları ve askerleri jeopolitiği iyi bilmek ve anlamak zorundadırlar.

  1. Jeopolitiğin Tarihi Gelişimi

 

Sanayi devriminden sonra diğer ülkelere kıyasla hızla kalkınan, sanayileşen, üretimi arttıran İngiltere, Almanya, Fransa, Amerika, Rusya gibi ülkeler; gerek ihtiyaç duydukları hammaddelerin daha ucuz ve sürekli temini ve gerekse kendi iç pazarlarında tüketemedikleri üretim fazlalıklarına yeni pazarlar bulmak amacıyla özellikle 19. yüzyılda emperyalist yayılmacılığın, dünyanın paylaşılmasının zirve yapmasına yolaçtılar.

 

Bu ülkeler için politika ve ekonomi başlangıçlarını ve eğilimlerini coğrafyaya sorarlar ve kendi hareket doktrinlerini kurmak için coğrafyada yeni unsurlar ararlar.

 

Modern coğrafya bu şekilde doğdu. Dallarından bir tanesi fevkalade bir önemle ortaya çıktı. Çünkü etüt ettiği problemler, aynı zamanda insanlığa yön veren yolları telkin eden; muğlak, hareketli ve insanlığı ilgilendiren problemlerdir. Bu “Politik Coğrafya”dır ve genel tanımıyla “Jeopolitik”tir.

 

Çağdaş jeopolitiğin başlangıcı olarak Alman Coğrafyacı ve antropolog Friedrich Ratzel (1844-1904)’in 1897’de yayınlanan “Politische Geographie-Siyasi Coğrafya” adlı eserindeki fikir ve yorumları gösterilir.[[1]]

 

Ratzel’e göre siyasi coğrafya mükemmel haritalar yapmakta ve ülkeleri tanımak için yeni bilgiler getirmekte, havanın, nüfusun, iklimin etkilerini yeterli bir şekilde açıklamakta ise de, siyasi ilimler üzerinde tatmin edici bir duruma ulaşamadığından cansız ve sade kalmaktadır. O halde coğrafya, siyasi ilimleri de yine kendi sahasında işleyerek ancak Siyasi Coğrafyayı statik olmaktan kurtaracak ve ona bir hayat ve canlılık kazandıracaktır.

 

Ratzel, devletin coğrafi ve politik yapılarını biyolojik organizmalara benzeten fikirleriyle kendisinden sonra “Yaşam Alanı-Lebensraum” adıyla gelişecek Alman Jeopolitik Ekolünün temellerini atmıştır. 1930’larda Ratzel’in fikirleri Nazi Almanya’sının “Lebensraum”u ele geçirmesini, ilerlemelerini ve tabii kanunlara uygun olarak mukavemet edilemez genişlemesinin ilham kaynağı olmuştu.

 

 

Rudolf Kjellen (1864-1922), 1916 yılında yazdığı “Bir Hayat Şekli Olarak Devlet- The State as a Living Form, published in 1916” adlı eserinde, daha sonra Alman Jeopolitiğinin temelini oluşturan, yaşayan bir organizmaya benzettiği devletin beş aktif unsurunu;

 

  • İmparatorluk, yaşam alanından ve stratejik askeri düzenlemeden meydana gelen bir bölgesel kavramdır,
  • Halk, devletin ırka dayalı tasarımıdır,
  • Yerli ekonomi, uluslararası piyasaların darbelerine tepki olarak, kendi kendine yeterli olmalı,
  • Ticaret, kültürel cazibe ve milletin örgütlenmesinin sosyal manzarası olmalı,
  • Rejim, bürokrasi ve ordunun halkı barıştırmaya ve koordine etmeye yardımcı olduğu bir yönetim şeklidir.

 

şeklinde tanımlamıştır.[[2]] Kjellen, Ratzel’in fikirlerini ifrat derecesine götürerek ve 19. yüzyıl Alman filozoflarına karşı aynı şekilde hareket ederek Birinci Dünya Harbi sıralarında Alman ekolüne yeni bir hareket vermiştir.

 

Karl Ernst HAUSHOFFER (1869-1946), I. Dünya Savaşında general olan Haushoffer Nazi Almanya’sında devlet başkan yardımcılığı yapan Rudolf Hess’in öğretmeni, Adolf Hitler’in arkasındaki en güçlü isimlerden olup “Yaşam Alanı Teorisi”nin kurucusudur.

 

Haushoffer jeopolitiği; içinde yaşadığı coğrafî bölgenin ve tarihî gelişmelerin etkisi altında değişen siyasal hayat şekli olan devletin, üzerinde yaşadığı yer ile ilişkisi olarak tanımlar. Alman ırkı için bir Yaşam Alanı (Lebensraum) kuramı geliştirerek Hitler’in Doğu’ya Doğru (Drung nach Osten) stratejisine yol vermiştir.[[3]]

 

Jeopolitik teorileri Alman dış politikasına beş konularda yardımcı oldu ve ışık tuttu:[[4]]

 

  • Organik devlet (organic state): Bu kavram devletlerin canlı organizmalar gibi doğup, gelişip varlığının sonuna doğru gidebileceğini söyler.
  • Lebensraum (Yaşam alanı-mekân): Kavramsal olarak ortaya çıkış bakımından Kjellen’e, jeopolitik bakımdan yaygın olarak kullanılmaya başlanması yönünden Ratzel’e dayanan bu kavram Almanların genişlemesine meşruiyet kazandırması bakımından önemlidir.
  • Kapalılık veya kendine yeterlilik(Autarky): Otarşi de denilen iktisadi kapalılık kavramı ülkelerin dış dünyayla özellikle ticari alanda ilişkilerini sıfıra indirmesi ve kendi ihtiyaçlarını kendi arazilerinden sağlama politikasıdır.
  • Pan Bölge Kavramı (pan region): Alman jeopolitik uzmanı Karl Ernst Haushofer’in ortaya attığı bir diğer fikir ise pan bölge olmaktadır. “Pan bölge, devletin kültürel, politik ve iktisadi katmanın devlet sınırlarını aşan bir yapıda olmasını ifade eder.

 

Haushofer’ın pan bölgesi kavramı dünyayı ekonomik, politik ve kültürel açıdan üç yüksek güçte devlete ve pan bölgeye ayırır.

 

  • Hudut (Frontier) anlayışı: Karl Haushofer devletleri birbirinden ayıran, devletin içerisinde egemenlik hakkı bulunduğu sınırlar konusunda da Alman jeopolitik anlayışını etkilemiş ve Adolf Hitler’in fikirsel gelişimini etkilemiştir. Haushofer’a göre sınırlar tarih öncesinden belirlenmiş olup günümüze kadar gelen değiştirilemez, üzerinde oynama yapılamaz ve devletlerin egemenlik alanları üzerinde kesinlik arz eden bir tanıma sahip olmaktan ziyade devletlerin, toplumların, ırksal grupların veya milletlerin isteklerine, ihtiyaçlarına, yayılma arzularına bağlı olarak değişen bir yapıya sahiptir, tarih içinde değişe gelmiştir ve bundan sonra da muhakkak değişecektir. Haushofer’ın hudut anlayışı ilk maddede bahsedilen ‘organik devlet’ kavramıyla örtüşmektedir. Organik devlet, devletlerin tıpkı canlı organizmalar gibi doğar, gelişir ve zaman içinde değişime uğrar ardından da ölürler. Devletlerin gelişmesi veya genişlemesi başka toprakları işgal ve ilhak etmesi yoluyla olduğundan beraberinde sınır değişimlerini de getirir. Yani devletler gelişmek, zenginleşmek, vatandaşlarının refahlarını artırmak, kaynaklardan yararlanabilmek amacıyla genişler ve bu genişleme mecburen sınırlarda değişiklik meydana getirir.

 

Haushoffer’in temellerini attığı Alman jeopolitiğinin nihaî hedefi aşağıdaki haritada görüldüğü gibi batıda Atlantik çıkışı, doğuda Rus bozkırlarının tahıl ambarları, Karadeniz kuzeyinde kömür yatakları ve Bakü petrollerini kapsayan bir coğrafyayı öngörmüştür.

 

Occupied Europe

German ideas for the reorganization of Germany and Europe after the Endsieg (Final Victory) – based on various, only partially systematized target projections (e.g. General Plan East) from state administration and the SS leadership sources.

 

https://www.obersalzberg.de/fileadmin/_processed_/2/7/csm_WKUTOPIEenglisch_7e504013e9.jpg

 

Paul Vidal de La Blanche (1845-1918) Fransız Jeopolitik ekolünün kurucu olan coğrafyacıdır. Devleti bir canlı organizma değil, “Kültürel ve Ulusal Bir Varlık” olarak kabul eder. Politikaya insan unsurunun hakim olduğu görüşündedir, bu nedenle coğrafi determinizme karşıdır. Coğrafi olaylar bir akışkanlığa sahip olup değişirler. Bu Vidal’in getirdiği önemli bir kavramdır.[[5]]

Halford Mackinder (1861-1947) İngiliz Jeopolitik Ekolünün temsilcisi bir coğrafyacı, “Kara Hakimiyet Teorisi”nin kurucusudur. Mackinder, dünya coğrafyasına politik ve özellikle dünya hakimiyeti açısından değerlendirme çalışmasına girmiş ve bu çalışmaları ile “Kara Hakimiyet Teorisi”ni geliştirmiştir.[[6]]

 

Mackinder’in coğrafyayı devlet idaresi için bir yardımcı olarak kullanmayı ileri sürmesine karşılık, Kjellen Coğrafyaya dayalı bir devlet idaresi sistemi formüle etmiştir.

 

Mackinder, yeryüzünde bir tek büyük kara parçasının olduğunu kabul eder. “Dünya Adası-World Island” adını verdiği Avrupa-Asya-Afrika kıtalarıdır. Rusya’nın bulunduğu orta bölge “Heartland-Kalpgâh”tır.

 

Mackinder, üç aşamada hudutlarını geliştirdiği Kalpgâh ile meşhur formülünü ifade eder (Mackinder, Democratic Ideals and Reality, p. 150):[[7]]

 

  • Doğu Avrupa’yı elinde tutan Kalpgâh’a egemen olur,
  • Kalpgâh’ı elinde tutan Dünya Adasına egemen olur,
  • Dünyanın bu adasını elinde tutan dünyaya egemen olur.

 

Böyle bir kara parçasına sahip tek devlet Rusya’dır ve dünya hegemonyasını elde etmesine mani olunmak isteniyorsa onun açık denizlere çıkmasına müsaade edilmemelidir. Bu husus, Soğuk Savaş Dönemi boyunca geçerliliğini korumuştur. Bugün ise Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu’nda istediği ölçülerde entegrasyon sağlayabildiği takdirde Mackinder’in önermesini devam ettirebilir.

 

Amiral Alfred Thayer Mahan (1841-1914), Amerika’da 1890’da yayımlanan “Deniz Kuvvetlerinin Tarihe Etkisi-Influence of Sea Power Upon History”[[8]] adlı eseriyle “Deniz Hakimiyet Teorisi”nin esaslarını ortaya koymuştur.

 

“Çalışmalarında İngiliz ve Fransız donanmalarının küresel üstünlüğü ele geçirmek için rekabetleri ile ilgili tarihsel gözlemlerini kullanan Mahan, modern savaşın merkezi unsuru olarak ‘deniz gücü’ tanımlamasını getirdi. Denizlere hakim olmak dünyaya hakim olmaktı ve denizlere hükmetmek için en güçlü gemilerden muharip donanmalar oluşturulmalıydı. Mahan, denizlerin ve özellikle stratejik suyollarının denetimini elinde bulundurmayı büyük devlet olmanın ön koşulu olarak görmektedir.

 

Mahan, o dönemin en büyük sömürgeci güçlerinden biri olan ve deniz hâkimiyetini elinde bulunduran İngiltere’den etkilenmişti. Onun ‘denizlere hâkim olan dünyaya hâkim olur’ tezi, bu dönemde İngiliz donanmasının İngiltere’den çok uzak bölgelerdeki faaliyetlerinden ilham almıştır.

 

Mahan, jeopolitik ve jeo-ekonomik önemine atfen ifade edilen deniz potansiyeli ile yetinmeyerek, gerçek bir deniz kuvvetleri içinde kaynakların konsantrasyonunu öngörmüştü.

 

Mahan’ın fikirleri ABD’li karar vericileri özellikle de Theodore Roosevelt’i[[9]] daha güçlü bir donanmanın ve deniz aşırı üslerin tesis edilmesi için teşvik etmiştir. Mahan, deniz gücü ile sömürgeler arasındaki bağın önemini kavramıştı. Sömürgeler sayesinde ülkelerin yabancı bir coğrafyada toprak sahibi olduğunu, satmak istediği mallar için daha büyük bir refah ve zenginlik aradığını düşünüyordu. İkinci Dünya Savaşı’nda uçak gemileri ABD deniz gücünün en önemli unsurlarından biri haline gelmiştir. Bu teori, ABD’nin tüm dünyaya yayılmış güç projeksiyonu kapsamında bugün de geçerliliğini büyük ölçüde korumaktadır. Mahan’ın stratejisi daha sonra yüksek kabiliyetli, uzun menzilli donanma ile deniz hâkimiyetini öngören ‘deniz komutası’ ve alternatif olarak bazen ‘bölgesel kontrol (belirli zaman ve denizde kontrolü sağlamak)’ stratejilerinin doğmasına yol açtı. Nitekim bölgesel deniz kontrolü bugün küresel bir donanmaya sahip olmayan pek çok ülkenin deniz stratejisidir. Mahan, ‘deniz kontrolü’ stratejisi ile düşman donanmasının yok edilmesi ve böylece denizlerin rakipsiz olarak kullanılmasını öngörüyordu.”[[10]]

 

Nicholas John SPYKMAN (1893-1943)[[11]], Amerikan jeopolitiğinin İkinci Dünya Savaşı öncesindeki etkili ismi “Kenar Kuşak Teorisi”ni kurmuştur. Spykman dünyayı üç alana böler:

 

1- ABD, Avrupa ve Japonya dış çemberi

 

2- Sahraaltı Afrika, Hindistan, Çin ve Uzak Doğu iç çemberi (Rimland),

 

3- Geriye kalanı (Avrasya) dünya anakarasını oluşturuyor.

 

Dünya anakarasında “dünyanın kalbi” (Polonya’dan Çin’in Sincan-Uygur Özer Bölgesi’ne kadarki alan) bulunuyor.

 

Spykman’a göre ABD, Avrupa ve Japonya ile ittifak yaparak iç çembere (Rimland) hakim olmalı, buradan da dünyanın kalbine hakim olmayı zorlamalı. İç çembere hakim olan dünya anakarasına, dünya ana karasına hakim olan bütün dünyaya hakim olur.

 

“Spykman’in teorisi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yani Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’ne karşı izlenen siyasetin temelini oluşturmuştur. Bu siyaset “çevreleme” siyasetidir. Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği arasında sıcak savaş yaşanmadı. Ancak, örtülü olarak iki blok sıcak savaşlarda karşı karşıya geldi. Kenar kuşak ülkeleri önemli olduğundan, bu ülkelerde ayaklanmalar kışkırtıldı, darbeler ve darbe girişimleri yaşandı, istikrarı bozarak diğer bloğa olan desteğin kesilmesi amaçlandı. Bu dönemde çevreleme siyasetinin kanıtını oluşturan iki önemli sıcak savaş yaşanmıştır. Bunlardan birisi Kore Savaşı, diğeri de Vietnam Savaşı’dır. Sovyetlerin Afganistan’ı işgal etmesi üzerine, yine Spykman’in teorisinin bir sonucu olarak, ABD Afgan milisleri her bakımdan desteklemiştir. Sovyetlerin komşusu olan Müslüman ülkelerde radikal İslamcıların desteklenerek “Yeşil Kuşak” oluşturma projesi de yine bu amaçlarla ortaya çıkmıştır.”[[12]]

 

Walt W. ROSTOV (1916-2003)[[13]], Amerikan Başkanı Lyndon Johnson’un 1966-69 yıllarında Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak Amerikan jeopolitiğinin temel ilkelerini, en açık biçimde sıralamıştır. Rostov’un 1960 yılında yayınlanan “The United States in the World Arena-Dünya Arenasında ABD” kitabında, bu ilkeleri şöyle ifade ediyor:

 

  1. Avrasya’da kurulabilecek ittifaklar ABD için tehdit oluşturur.
  2. Avrasya’daki müttefikler güçlerini birleştirirlerse ABD’yi askeri olarak yenebilirler.
  3. ABD, bu nedenle Avrasya’da kurulacak bir ittifakın Avrasya’ya veya ABD’yi tehdit edecek büyüklükte bir bölgesine hakim olmasını önlemelidir.

 

Rostov’un bu stratejik öngörüsüne uygun olarak, 11 Eylül 2001’de yaşanan New York İkiz Kuleler terör saldırısını bahane eden ABD, Avrasya’da oluşan Şangay İşbirliği Örgütü-ŞİÖ ve Rusya-Çin askeri ve stratejik işbirliğinin önlenmesi için Afganistan’ı işgal etti.

 

Afganistan işgalinin diğer önemli gerekçesi ise bölge ülkelerinin komşularına ve Hint Okyanusu üzerinden dünya pazarlarına sevk edilecek olan Petrol ve Doğalgazının geçiş güzergâhlarını kontrol altına almaktır.

3- Günümüzün jeopolitik gelişmeleri

 

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, dünya sistemi büyük değişimler yaşamıştır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra, ABD dünya imparatorluğu düşünü gerçekleştirmek için saldırganlığını arttırmıştır.

 

Sovyetler Birliği’nin 20. Yüzyıl bitmeden dağılacağını belirleyen ABD, 21. Yüzyılda kendi liderliğinde “tek kutuplu dünya” yaratmayı hedeflerken, bu emperyalist yayılmacılığının karşısında en büyük engel olarak gördüğü “ulus devletler”in zayıflatılması veya yıkılması için bu ülkelerde kültürel, ekonomik ve siyasi dönüşümleri tezgahlamaya oldukça erken başlamıştır.

 

Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı’ndan galip devletlerin lideri ve bir süper devlet olarak çıkmıştır. Savaş ihtiyaçlarını karşılamak için ekonomisinde çok detaylı bir fizikî planlama yapmış olan ABD, savaşın son dönemlerinde her beş dakikada denize bir muhrip indirecek bir üretim gücüne ve bunu besleyecek muazzam bir demir-çelik üretim kapasitesine ulaşmıştır. Bu büyük askerî ve ekonomik gücünü, dünya hegemonyasına çevirebilmek için hızla gereken tedbirleri almıştır.

 

Bu çerçevede, 1945 yılında İskoçya’nın Bretton Woods kasabasında toplanan galip devletler, dünyanın yeni ekonomik düzenini belirleyecek Bretton Woods antlaşmasını imzalayarak, Dünya Bankası (IBRD) ve Uluslararası Para Fonu’nu (IMF) kurdular. ABD, bu antlaşma ile Amerikan dolarının dünyada rezerv para olarak kullanılmasını sağlayacak olan, “1 ons altın (28,35 gram) 35 dolardır” şeklinde bir taahhüde girerek, doların değerini altına bağlamıştır. Bu antlaşma ile ABD, mevcut altın stoklarının çok misli üstünde, gerçek değeri kağıt ve mürekkepten ibaret olan, altın karşılığı bulunmayan inanılmaz miktarlarda dolar basarak dünya piyasasına sürmüştür. Ekonomisini toparlamak isteyen ülkelere IMF aracılığıyla programlar surmuş, Dünya Bankası aracılığıyla ise kalkınma projelerine kredi sağlayıp, gerçekte, altın karşılığı olmayan dolarların tüm dünyada rezerv para olarak kullanılmasını yaygınlaştırıp, pekiştirmiştir.

 

ABD, bu ekonomik tedbirlerle yetinmeyip, savaş sonrasında terhisler nedeniyle küçülen askerî gününe destek yaratmak, müttefik ülkeleri kontrol altına almak, çevre ülkelere gözdağı vermek üzere, 1949 yılında NATO’yu kurmuştur. Bütün bu tedbirlerle, 1918 yılında ABD başkanı Woodrow Wilson tarafından yayınlanan “Prensipler”in[[14]] 3. maddesinde dile getirilen ABD’nin dünya hegemonyasına giden yoldaki küreselleşmenin ilk ve sağlam adımlarını atmıştır.

 

Ancak ilk kırılma 1966 yılında yaşanmış, Başkan General De Gaulle, Fransa hazinesinde biriken 1,5 milyar doları ABD’ye iade etmek istemiş ve IMF antlaşması uyarınca karşılık gelen miktarda altın talep etmiştir. ABD, Fransa’nın bu talebini geri çevirince, Fransa NATO’nun askerî kanadından çekilmiş ve Paris’teki NATO merkezini Brüksel’e yollamıştır. 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşları sırasında petrolün silah olarak kullanılması üzerine artan petrol fiyatları enflasyonu tetiklemiş ve ABD, IMF antlaşmasındaki taahhüdünü kaldırarak, doların değerini serbest bırakmıştır.

 

Çünkü savaş yaralarının sarılmasıyla birlikte, özellikle kapitalist ülkelerde yaşanan, üretimin kitleselleşmesi olgusu ve uluslararası pazarlarında artan rekabet nedeniyle, bütün ülkelerde sermayenin kârlılığı azalmaya başlamıştır. Sermaye kârlılığının arttırılması için sermaye, üretimin dışına, finansal yatırım alanlarına ve uluslararası düzeye çekilmeye başlanmıştır. Bu eğilim, ABD’de başkan Reagan döneminde Boston ekolünü temsilen Prof. Milton Friedman tarafından geliştirilen muhafazakâr sermaye yanlısı parasalcı (monetarist) politikaların devreye girmesiyle aşılmaya çalışılmıştır.

 

ABD’de 1980’lerden itibaren kârlarda gözlenen artışın içinde sermayenin faaliyet dışı gelirlerindeki artış (aynen Türkiye’de olduğu gibi) rol oynamaktadır. Sermayenin faaliyet dışı alanlara kaymasının altyapısı ise, bilindiği üzere Reagan-Thatcher ikilisinin aktif rol aldığı, “küreselleşme-serbest piyasa-özelleştirme” operasyonlarıyla siyasi, ekonomik, ideolojik, kültürel ve bütün ülkelerde iletişimin sayısallaştırılmasıyla fizikî düzeyde oluşturuldu. Bu sayede, pek çok ülkede ABD yanlısı işbirlikçi iktidarlar eliyle, emperyalizmin bu yeni düzeninin karşısındaki en sağlam yapı olan “millî devletlerin” zayıflatılması, sermayenin serbest dolaşımı önündeki engellerin kaldırılması sağlanırken, bu amaçla IMF ve reçeteleri bol, bol kullanıldı.

 

Bu reçeteleri uygulamaya mahkûm ülkeler, hızla iç ve dış borca batırılarak, kırılgan hale getirildi. Böylece ABD’nin bu ülkelerde siyasi otoriteyi belirleme, kendi yoz tüketim kalıplarını ve kültürünü enjekte etme ve bol bol işbirlikçi aydın devşirmesi kolaylaştı ve dış müdahaleye açık hale getirildi.

 

ABD’li Francis Fukuyama (1952-)[[15]] 1989’da yayınladığı “Tarihin Sonu?” isimli makalesinde[[16]] “Tarihin bu son devresinde bütün alternatif değer sistemleri ve medeniyet yapılarının Batı medeniyetinin üstün değerleri karşısında boyun eğmek zorunda kalacağını düşünmektedir. Fukuyama’nın öngörüsüne göre Batılı değerlerin yayılması bir süre daha alacak ve Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin istikrarlı hale gelmeleri uzun sürecek ama nihayetinde mutlaka tüm dünya liberal demokrasiye ulaşacaktır.” tezini ileri sürmüştür.[[17]]

 

ABD’li Samuel P. Hantington (1927-2008)[[18]] başkan Carter döneminde (1977-81) Ulusal Güvenlik Konseyi için Güvenlik Planlamasının Beyaz Saray Koordinatörü olarak görev yapmıştır. 1993’de yayınladığı “Medeniyetler Çatışması-The Clash of Civilizations” adlı makalesinde[[19]] Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Batının dünya hakimiyetine karşı en büyük engelin İslam olacağını, bu nedenle Batının bundan sonraki büyük savaşı kaçınılmaz olarak İslam ile olacağını iddia etmiştir.

 

Huntington daha sonra genişlettiği makalesini “Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yenilenmesi-The Clash of Civilizations and the Remaking of World Order” ismiyle 1996’da kitap olarak yayınlamıştır.

 

“Huntington‟a göre; “Kültürler her zaman merkezî bir ülkeye göre gruplandırılır: Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Batı kültürünün, Rusya Ortodoks kültürün merkezidir. Bunların karşısında Afrika ve İslâm dünyasının merkezi zayıf kalmıştır.” Müslümanlara Türkiye’yi lider devlet olarak seçmelerini tavsiye eden Huntington’a göre, Ankara’nın Avrupaya yönelik gayretlerine kesin bir son verilmeli ve Türkiye NATO’dan çıkarılmalıdır. Huntington, dünyanın en bölünmüş ülkesi olarak nitelediği Türkiye, kendine uygun misyonun gereğini yapmalıdır.”[[20]]

 

Rus Aleksandr Gelyevich Dugin (1962-)[[21]] günümüz Rus jeopolitiği “Avrasyacılık”ın en önde gelen ismidir. Rus jeopolitiğine göre, bir deniz medeniyeti olarak Atlantikçilik, bir kara medeniyeti olarak Avrasyacılığın doğrudan karşıtıdır.

 

Moskova-Berlin ekseni için Almanya’nın Orta ve Doğu Avrupa’da Protestan ve Katolik ülkeleri domine etmesine göz yumulmasını, Fransa’nın da Almanya ile bir blok oluşturması teşvik edilerek Atlantik karşıtı grubun genişletilmesi, İngiltere’nin Avrupa’dan dışlanması önerilmektedir.

 

Dugin’in Avrasya teorisi, dünyayı doğu-batı ekseninde dört bölgeye ayırmayı öngörür:

 

  • Anglo-Amerikan bölgesi, Amerika ve Avustralya kıtaları ile İngiltere,
  • Avro-Afrika bölgesi, İngiltere dışındaki Avrupa ülkeleri ve Afrika,
  • Rusya-Orta Asya bölgesi, Doğu Avrupa, Türkiye, İran, Hindistan, Rusya ve Moğolistan,
  • Pasifik-Uzak Doğu bölgesi ise Çin, Japonya, Güneydoğu Asya’yı kapsar.[[22]]

 

 

Dugin’in görüşlerinin Rusya Federasyonu yönetimini ne kadar etkilediği tartışmalıdır. Çünkü her ne kadar Avrasyacılık fikrini ortaya atmış olsa da, çok kutuplu (dört bölgeli) dünya için yaptığı öngörüler günümüzdeki jeopolitik gelişmelerle uyuşmamaktadır.

 

ABD’li Zbigniew Brzezinski (1928-2017) ABD’de 1977-1981 yılları arasında Başkan Jimmy Carter’ın Ulusal güvenlik yardımcılığını yaptı. 1979 yılında İran’da Şahın devrilmesi döneminde petrol üretiminin düşmesiyle çıkan kriz üzerine ve Hint Okyanusuna 490 km uzaklıkta bulunan Afganistan’daki Sovyet askeri gücünün, dünyanın en büyük petrol suyolu olan Hürmüz Boğazını yaklaşmaları nedeniyle ana fikri “Amerikan askeri kuvvetlerinin Basra Körfezini savunmalarını taahhüt eden” Carter Doktrininin[[23]] hazırlanmasında görev aldı. Doktrin’in yayınlamasından sonra Carter yönetimi, daha sonra Merkezi Kuvvetler Komutanlığı-CENTCOM adını alacak olan Acil Müdahale Gücünü-Rapid Deployment Force kurarak, Basra Körfezi ve Hint Okyanusundaki Amerikan deniz gücünü arttırdı.

 

Brzezinski’nin 1997’de yazdığı ve Türkçe’ye de çevrilmiş olan Büyük Satranç Tahtası isimli kitabı[[24]], edinmiş olduğu çok geniş istihbarat bilgilerinin toplamından yararlandığı ve Amerikanın günümüzde yürüttüğü askeri müdahale ve bölgesel savaşların gerekçelerini açıklayan en önemli belgedir.

 

Bu kitabında Brzezinski, analizlerinde Mahan’ın deniz hakimiyet teorisine uygun olarak bugün ABD deniz kuvvetlerinin dünyanın tüm denizlerinde hakimiyet kurduğunu belirtir, McKinder’in kara hakimiyet teorisindeki “kalpgâhın” önemine vurgu yapar ve Rostov’un “Avrasya’da oluşacak ittifakların ABD’yi askeri olarak yenebileceği” tespitine sadık kalarak, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonrasında ortaya çıkan tek kutuplu dünyada, 21. Yüzyılda Amerikanın dünya ölçeğinde tek hegemon güç olarak üstünlüğünü sürdürebilmesinin, bir Avrasya gücünün ortaya çıkmasının önlenip önlenemeyeceğine bağlı olacağını belirtir.

 

Haritalar: Kaynak, Büyük Satranç Tahtası, sayfa 36 ve 176.     

 

4- Sanayileşmiş emperyalist ülkeler neden jeopolitik kuramlar geliştirirler?

 

Gelişmiş, sanayileşmiş kapitalist ülkeler, kapitalist üretim ilişkilerinin doğası gereği, üretimden elde ettikleri kârı maksimize edebilmek için üretim maliyetlerini azaltmak isterler. Diğer bir deyişle daha az enerji, daha az işçilik ve daha az hammaddeyle birim zamanda daha büyük ölçeklerde daha çok üretim yapmayı hedeflerler. Bunun nedenle;

 

  • Üretim teknolojisini geliştirirler. Kârlarını, büyük ölçekli ve ileri teknolojili yatırımlara çevirdiklerinde, istihdam azalır. Üretimdeki işçi sayısı azalırken, işsizliğin artmasına yolaçarlar. Toplumsal barışı bozarlar.
  • İşgücü maliyetini düşürmek için ücretleri kısarlar ama alım gücü düştüğünden ürettikleri mallara talep azalır, satışlar düşer, pazar daralır, stokları artar, üretimde atıl kapasiteler büyür. Ekonomik kriz kaçınılmaz olur.
  • Sürekli ve ucuz hammadde temin etmek için kendi ülkelerindeki kaynaklar yetmez, pahalı olursa veya tüketince, diğer ülkelerin hammadde kaynaklarına yönelirler. Uygun fiyatla hammadde alamazlarsa ülke yönetimlerine müdahale eder, direnişle karşılaştıklarında savaşır ve işgal ederler.
  • Kesintisiz ve ucuz enerji peşinde koşarlar, kendi kaynakları yetmezse diğer ülkelere müdahale veya işgal ederler.

 

Kapitalist üretim sisteminin bu “eşitsiz” gelişimi, sonuç olarak ekonomik krizlere[[25]], ülke içinde kargaşaya, kaçınılmaz olarak uluslar arasında savaşlara neden olur.

 

ABD liderliğindeki batılı emperyalistler jeopolitik hedeflerine erişmek için, 21. Yüzyılı şekillendirmek amacıyla kullandıkları başlıca jeostratejik araçları devreye soktular:

 

  • Öncelikler ABD merkezli Tek Kutuplu Dünya kurmak Sovyetler Birliği’ni dağıttılar,

 

  • Yayılmacılıklarına gerekçe yaratmak için Medeniyetler Çatışması adı altında İslam diye yeni bir düşman yarattılar,

 

  • Emperyalist yayılmacılığın önündeki en büyük engel ulus devletlerdir. Bu nedenle Ulus Devletleri zayıflatmak ve/veya yıkmak için siyasal ve kültürel silah olarak özünü boşalttıkları “Demokrasi, İnsan Hakları, Bireysel Özgürlük (Bağımsızlık değil!)” kavramlarını hedef ülkelerdeki işbirlikçi bayraksız aydınlar eliyle topluma yaydılar,

 

  • Sovyet sistemi iflasını liberal ekonominin zaferi diye ilan ederek, “küreselleşme” fırtınasıyla işbirlikçi iktidarlar eliyle ulus devletlerin ekonomilerini tüketime-ithalata çevirerek ülkeleri aşırı dış borca sokup, istikrarsızlaştırıp kırılganlaştırarak, müdahaleye açık hale getirdiler.

* * *

 

[[1]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvRnJpZWRyaWNoX1JhdHplbA

[[2]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvUnVkb2xmX0tqZWxsw6lu

[[3]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvS2FybF9IYXVzaG9mZXI

[[4]] : Hüseyin Zengin, Karl Ernst Haushofer ve Jeopolitik Teorileri, https://www.academia.edu/4022290/Karl_Haushofer_ve_Jeopolitik_Teorileri

[[5]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvUGF1bF9WaWRhbF9kZV9MYV9CbGFjaGU

[[6]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvSGFsZm9yZF9NYWNraW5kZXI

[[7]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvVGhlX0dlb2dyYXBoaWNhbF9QaXZvdF9vZl9IaXN0b3J5

[[8]] : The Influence of Sea Power Upon History, by A. T. Mahan, 1890, http://www.gutenberg.org/files/13529/13529-h/13529-h.htm

[[9]] : Theodore Roosevelt, 26. ABD Başkanı, 1897 yılında bir yıl ABD Deniz Kuvvetleri Bakan Yardımcılığı görevinde bulundu.

[[10]] : Doç. Dr. Sait Yılmaz, Jeopolitik ve Jeostrateji, sayfa. 6, https://www.academia.edu/7648509/Jeopolitik_ve_Jeostrateji

[[11]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvTmljaG9sYXNfSi5fU3B5a21hbg

[[12]] : Doç.Dr.Sait Yılmaz, a.g.e. sayfa 10.

[[13]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvV2FsdF9XaGl0bWFuX1Jvc3Rvdw

[[14]] : “The removal, so far as possible, of all economic barriers and the establishment of an equality of trade conditions among all the nations consenting to the peace and associating themselves for its maintenance.”

[[15]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvRnJhbmNpc19GdWt1eWFtYQ

[[16]] : Fukuyama, Francis (1989). “The End of History?”. The National Interest (16): 3–18. ISSN 0884-9382. JSTOR 24027184.

[[17]] : Doç. Dr. Sait Yılmaz, a.g.e. sayfa 16.

[[18]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvU2FtdWVsX1AuX0h1bnRpbmd0b24

[[19]] : Samuel P. Huntington, The Clash of Civilizatons, Foreign Affairs, Summer 1993, saysa 22-49.

[[20]] : Doç. Dr. Sait Yılmaz, a.g.e. sayfa 16.

[[21]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvQWxla3NhbmRyX0R1Z2lu

[[22]] : Eurasian Mission (program materials of Internatiönal Eurasian Movement) Moskow, ROF “Evrazia”, 2005, sayfa 29-30.

[[23]] : The Doctrine, Implementation, http://www.wikizeroo.net/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvQ2FydGVyX0RvY3RyaW5l

[[24]] : The Grand Chessboard: American Primacy and Its Geostrategic Imperatives. Basic Books. 1997. ISBN 0-465-02725-3.

[[25]] : Haluk Dural, Kondratiyev Dalgaları ve Kriz, 12.07.2009 https://www.academia.edu/38523415/Kondratiyev_Dalgalar%C4%B1_ve_k%C3%BCresel_kriz

 

 

Haluk Dural

DPT Eski Uzmanı

Millî Merkez Genel Sekreteri

15.05.2019

 

 

 

 

 

Millet İttifakının stratejik seçim hataları

Geçtiğimiz 24 Haziran günü yapılan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerinde alınan sonuçlar üzerine pekçok değerli yazar ve düşünce adamı değerlendirmeler yapmış, çeşitli yönlerden seçim kampanyalarını, partilerin durumlarını, seçimlerdeki hileleri irdelemiş ve yorumlamışlardır. Bu konudaki inceleme ve değerlendirmeler gerek partilerde ve gerekse kamuoyunda halen yapılagelmektedir. Seçim kampanyasının başlarında Millet İttifakı partilerinin seçim beyannamelerin “Kürt Sorunu, Terörle Mücadele, Kürt Meselesi” gibi başlıklar altında toplanmış olan yaklaşımları ile Dış Politika hakkındaki görüşleri karşılaştırmalı olarak incelenerek eleştirilmiştir.[[1]]

 

Seçim sonuçları hakkında çeşitli hileler yapıldığı, özellikle doğu ve güneydoğu illerimizde oyların çalındığı gerçeği yanında hemfikir olunan ve genellikle herkes tarafından benimsenen birkaç husus şöyle sıralanabilir:

 

  • CHP cumhurbaşkanı adayı Sayın Muharrem İnce çok başarılı ve kitlere umut veren bir kampanya yapmış ve CHP’den sekiz puan daha fazla oy almıştır.
  • İyi Parti cumhurbaşkanı adayı Sayın Meral Akşener de medya sansürüne rağmen oldukça kalabalık mitingler yapmış, kitleleri etkilemiş, ancak beklentilerin altında oy alabilmiştir.
  • Saadet Partisi cumhurbaşkanı adayı Sayın Temel Karamollaoğlu medya sansürüne rağmen beklenmeyecek şekilde sesini duyurabilmiş, ancak iktidardan uzak kaldığı yıllarda teşkilatının erimiş olması nedeniyle çok düşük oy alabilmiştir.

 

Seçim stratejilerindeki hatalar

 

1- Seçimlerin kazanılabilmesinin ön şartı, AKP’nin seçmen tabanını küçültmeyi hedeflemek olmalıydı.

 

Bunun için 2002 seçimlerinden beri AKP’ye oy veren; 1950’den beri CHP ve soluna hiç gitmemiş olan Atatürk ve Cumhuriyet ile barışık, demokrat, milliyetçi, muhafazakâr merkez sağ seçmenin en az %10 puanlık kısmının, referandumda kısmen gerçekleştiği gibi, AKP’den çözülmesi gerekmektedir. Bu seçmen kitlesini AKP’den kopartmak için “hak, hukuk, adalet” gibi soyut sloganlar yetersizdir. Türkiye’nin beka sorunuyla karşı karşıya olduğu, yurt içinde PKK’ya, özellikle Suriye’de YPG/PKK’ya karşı başarılı askeri harekâtların icra edildiği bir ortamda bu kitleler, sadece “milliyetçilik” duygularına hitap edilerek hareketlendirilebilir. Bu işi CHP’nin bugünkü yönetiminin becermesi mümkün değildir. Ancak hatırlanacağı üzere geçmişte, 1977 seçimlerinde Bülent Ecevit başkanlığındaki CHP, milliyetçi eylemi ve somut ekonomik söylemleriyle Adalet Partisi seçmenlerini etkilemiş ve CHP’nin %25-30 bandındaki oylarını % 42’ye çıkarmayı başarmıştır. [[2]]

 

2- Millet İttifakının bileşimi yanlış olmuştur.

 

Tek bir Millet İttifakı yerine iki ayrı ittifak kurulmalı, ancak bu iki ittifak “Millet Cephesi” altında güçbirliği yapmalıydı.

 

  • CHP liderliğinde DSP, VP, Bağımsız Türkiye Partisi ve diğer küçük sol partiler ile “merkez sol ittifak” kurmalıydı. Böylece neredeyse %60’ı CHP ve sol eğilimli olan oy kullanmayan seçmenin (ki bu seçimde seçmen sayısı 56.322.632, oy kullanan 51.197.832, katılım oranı % 86, katılmayanlar %14 = 5.124.800 kişidir) büyük bölümünün oy kullanması sağlanabilirdi.

 

  • Meclis dışındaki İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti tarafından ise “merkez sağ ittifak” kurulmalıydı. Bu ittifakın AKP tabanındaki merkez sağdan çok daha fazla oy alma imkânı olabilirdi.

 

Her iki ittifak da ittifaklar dışında kalmayı tercih edebilecek; KP, HKP, BTP, DYP, Yurt, HEPAR, Liberal Parti, Kadın Partisi gibi partiler; DİSK, Türk-İş gibi sendikalar, TMMOB, TBB, TTB gibi meslek kuruluşları, ADD, ÇYDD, CKD, Millî Merkez, 550 Milletvekili Hareketi gibi demokratik kitle örgütleri, Fikir Kulüpleri gibi öğrenci örgütleri, aydınlar, sanatçılar, oyuncular, yazarlar, çizerler, gazeteciler kısacası Cumhuriyet’e su ve ekmek kadar ihtiyaç duyan bütün kesimleri, farklılık ve ayrılıkları dışarda tutarak güçbirliği şemsiyesi altında toplamalıydı.

 

3- Millet İttifakı partileri HDP ile hiçbir surette açık veya gizli temas etmemeliydi.

 

CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Sayın İnce’nin HDP adayı Selahattin Demirtaş’ı ziyareti tümüyle gereksiz ve RTE tarafından CHP aleyhine kullanılacak bir eylem olacağı düşünülmeliydi. Benzer şekilde İP başkanı Sayın Akşener’in HDP’ye karşı sıcak mesajlar verdiği yumuşak yaklaşımları da İP’ne AKP tabanından merkez sağ oyların kaymasını engellemiştir.

 

CHP ve İP’nin HDP’ye yönelik sözel destekleri olmasa dahi HDP’nin barajı geçmesine tabanda verilecek oy desteği ile sağlanabilirdi.

 

4- Millet İttifakı partileri Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden PKK/YPG konusunda ve bunları destekleyen başta ABD olmak üzere İngiltere, İsrail, Fransa ve Almanya’ya karşı tek bir kelime söylememişlerdir.

 

Dünyada Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu ikinci ülke Türkiye’dir. Amerika merkezli Pew Research Center[[3]] tarafından yayınlanan 2017 istatistiklerinde Türk halkının % 79’u Amerikan karşıtı iken, ABD ve müttefiki emperyalist devletlerin bölgemizdeki kanlı işgalleri ve bunların Büyük Ortadoğu Projesi-BOP halen adım adım gerçekleştirilirken, Millet İttifakı partileri seçim beyannamelerinde ve kampanyalarında ABD ve müttefiklerinin planları hakkında halka hiçbir şey söylemeyerek, halkın ABD karşıtlığını ve duyarlılığını hiçe saymışlar, Amerikan karşıtlığını ve milliyetçi söylemleri RTE’ye bırakmışlardır.

 

5- Millet İttifakı partileri seçim beyannamelerinde ve kampanyalarında Rusya, İran ve Çin ile ilişkiler ve Suriye konusunda Astana ve Soçi süreçleri hakkında hiçbir şey söylememişlerdir.

 

CHP ve İP seçim beyannamelerinde batı basınında ve bizatihi NATO mahfillerinde Türkiye’nin NATO’dan çıkartılması görüşü dillendirilirken, Rusya’dan alınmasına karar verilen S-400 yüksek irtifa hava savunma füze sistemi kararı nedeniyle ABD ülkemizi silah ambargosu (F-35 Müşterek Taarruz Uçaklarının teslimi iptal etmekle) ile tehdit ederken, batı ittifakı ile yapılmış anlaşmaları, halkın ABD karşıtlığını dikkate almaksızın, ahde vefa ilkesi çerçevesinde sürdüreceklerini ifade ederek, halkın duyarlılığını hiç dikkate almamışlardır.

 

Bu konudaki tek istisna ise CHP adayı Sayın İnce’nin, CHP’den çok farklı olarak 30 Mayıs günü Sputnik Haber Ajansında yayınlanan söyleşisindeki[[4]] açıklamalarıdır. Sayın İnce verdiği mülâkatta “seçimleri kazanması halinde Moskova’yla ilişkileri güçlendireceğini, Türkiye’nin Rusya’yla askeri ve enerji alanındakiler de dahil tüm anlaşmaları uygulamaya devam edeceğini söyleyerek, Suriye krizinin Rusya ile yapılacak işbirliğiyle daha kolay çözülebileceğini belirtmiş” dış politika konusunda CHP’nin seçim beyannamesinin çok ötesinde daha gerçekçi ve doğru dış politika tercihlerini açıklamış, “Türkiye’nin S-400 alıp almamasına Amerikalılar karışamaz.”, “”Bir anlaşma imzalandıysa, bundan caymak söz konusu olamaz. Genelkurmay Başkanlığımız bu silahın ülkemiz için gerekli olduğu kararını aldıktan, anlaşma imzalandıktan sonra bu konunun tartışılacak bir yanı olmaz.” demiştir.

 

Ancak Sayın İnce bu görüşlerini kampanya döneminde meydanlara toplanan halkla paylaşmamıştır.

 

6- Millet İttifakı partileri seçim kampanyası başlamadan önce ortak basın toplantısı ile halka ortaklaşa hazırlanmış, kısa bir seçim beyannamesi yayınlamalıydılar. Bu beyannamede;

 

  • Türk Devletinin bekası, ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü tehdit altında olduğu,

 

  • Bu tehdidin temel kaynağının; Türkiye, Irak, İran ve Suriye’den toprak kopartarak, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi-BOP çerçevesinde bir Kürdistan kurulması için bölgemizde savaş çıkartan ABD ve başta İngiltere, İsrail, Fransa, Almanya ve müttefiklerinden oluşan batı emperyalizmi olduğu ve bu Batılı emperyalistlerin Türkiye’den; Ege adalarımızda, Kıbrıs’ta ve ülkemizin doğu ve güneydoğusundan TOPRAK talep ettiği, BOP’un gerçekleştirmek için ise eşbaşkan olarak RTE’yi görevlendirdikleri belirtilmeliydi,

 

  • Batı emperyalizmi Türkiye Cumhuriyeti Devletini zayıflatmak için siyasi iradedeki yerli işbirlikçileri marifetiyle ülkemizin başına ayrılıkçı ve dinci PKK, FETÖ, IŞİD gibi terör örgütlerini belâ ettikleri açıklanmalıydı,

 

  • 2017 Anayasa değişikliği ile tek adam rejimi kurulduğu, ancak Türk Milletine ait egemenliğin, Anayasanın koyduğu esaslara göre yasama, yürütme ve yargı tarafından kullanılacağı ve hiçbir surette, hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamayacağı açıklanmalıydı,

 

  • Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve millî/ulusal ve üniter yapısına dokunulamayacağı,

 

  • Türk Milletini “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” şeklinde tarif eden Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Türk Milleti tanımının esas olduğu. Türk Milletinin şerefli bir üyesi olan herkesin Türk Vatandaşı olduğu, Türk vatandaşlığının hiçbir şekilde ve gerekçeyle; etnik kimlik, gurup, azınlık, kavmiyet, dini inanç ve mezhep gibi ayrılıkçı niteliklere dayandırılamayacağı ve Millet birliğinin temeli olan “Devletin Dili Türkçedir” ilkesinin hiçbir şekil veya gerekçeyle zayıflatılılıp, değiştirilemeyeceği,

 

net olarak ifade edilmeliydi.

 

7- En önemli stratejik hata ise ikinci tura Sayın İnce’nin kalması halinde AKP ve MHP tabanından oy kaymasını engellemek için AKP’nin cumhurbaşkanı adayının, İP ve SP cumhurbaşkanı adaylarının adını hiç anmadan, kampanyayı CHP-AKP çekişmesine indirgeyip, vatandaşın CHP allerjisini tahrik edebileceği ihtimalinin düşünülmemiş olmasıdır.

 

Kampanyanın başlarında Millet İttifakının İP ve SP gibi yeni ve küçük partilerine medyada sansür uygulandığı açıkça görülünce, ittifakın cumhurbaşkanı adayları çok sayıda ortak miting düzenleyerek, Sayın Akşener ve Sayın Karamollaoğlu’nun medyada yer bulması sağlanmalıydı.

 

Yerel Seçimler için ne yapılmalıdır?

 

AKP, cumhurbaşkanlığı ve “cumhur ittifakı”nın başarısını, ekonomik güçlüklerin hızla ve en geç sonbaharda bir krize döneceği gerçeği karşısında, kriz henüz vatandaşa yansımadan, 2019 Mart ayında yapılacak yerel seçimleri erkene almanın yollarını zorlayacaktır.

 

Bu nedenle, Millet İttifakında yeralan partiler yerel seçimlere kadar ittifakı sürdürmeli ve güçlendirmelidir.

 

Her partinin güçlü olduğu yerde “tek ortak aday” ile seçime girilmeli, ancak seçim öncesinde uzlaşarak Belediye meclislerinde ittifaktaki diğer partilere yer verilmeli ve bu uzlaşma, bu sefer kamuoyuna ortaklaşa açıklamalıdırlar.

 

Yerel seçimlerde hata yapılmaması için 1994 yerel seçimlerinden ders çıkarmak gerekir: 1994 yerel seçimlerinde; SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ve DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit bütün uyarılara karşın uzlaşıp Ankara ve İstanbul’da bir adayla seçime gitmedikleri için İstanbul’da SHP %20,302 ve DSP %12,383 toplam %32,685 iken Refah Partisi adayı R. Tayyip Erdoğan %25,192 oyla ve Ankara’da SHP % 26,889 ve DSP % 7,761 toplam 34,650 iken Refah Partisi adayı İ. Melih Gökçek %27,338 oyla Ankara Belediye Başkanı olmuştur.

*  *  *

[[1]] : – Haluk Dural, Millet İttifakı partilerinin Seçim Beyannameleri üzerine eleştiriler… (1), http://www.dunya48.com/haluk-dural/31188-haluk-dural-millet-ittifaki-partilerinin-secim-beyannameleri-uzerine-elestiriler1,

– Haluk Dural, Millet İttifakı partilerinin Seçim Beyannameleri üzerine eleştiriler… (2), http://www.dunya48.com/haluk-dural/31199-haluk-dural-millet-ittifaki-partilerinin-secim-beyannameleri-uzerine-elestiriler2

[[2]] : Başbakan Bülent Ecevit ABD’ye rağmen Kıbrıs Barış Harekâtı yaparak, milletin yurtseverlik duygularını galeyana getirmiş,  milletin topyekün takdirini kazanmıştır. Ayrıca, ABD’nin baskısıyla Adalet Partisi+Milli Selamet Partisi+Milliyetçi Hareket Partisi arasındaki 2. Milliyetçi Cephe koalisyonu tarafından getirilen “afyon ekim yasağını” kaldıracağını vadetmiştir. “Toprak işleyenin, su kullanın” gibi çok somut bir seçim sloganı kullanmış, afyon ekilen orta batı Anadolu ve Ege, Akdeniz bölgelerinde Adalet Partisinin seçmen kitlesinden büyük oy almıştır.

[[3]] : http://www.pewglobal.org/database/indicator/1/survey/19/response/Unfavorable/

[[4]] : https://tr.sputniknews.com/turkiye/201805301033657268-ince-rusya-turkiye-iliskileri/

Başörtülü hoşaf

haluk_duralSayın Soner Yalçın,
Gerek kitaplarınızı gerekse yazılarınızı sürekli okuyan, verdiğiniz bilgilerden fazlaca yararlanan bir okurunuz olarak, Sözcü Gazetesi’nin bugünkü (9.08.2017, Çarşamba) nüshasındaki köşenizde yayınlanan “Başörtülü hoşaf” başlıklı yazınızı da dikkatlice okudum. Gıda katkı maddeleri hakkında verdiğiniz değerli bilgilerden ziyadesiyle yararlandım.
Tarım ilaçlarının ve sun’i gübrenin yaygın kullanıma başlanmadığı 40-50 öncesi ve evvelinde üretilen meyva ve sebzelerin bu ilaçlarla kontamine edilmediği zamanlarda, annelerimiz ve anneannelerimiz doğal meyvalardan hoşaf yaparlardı (sade hoşaf değil, reçel, marmelat komposto vb) ve bunlar bugünkü yaygın deyimle tamamen “ORGANİK” olurdu.
TRT’nin kendilerine yakışan kalitedeki “Bir Fikrin mi Var” isimli programda bir hanım kızımızın icat ettiği “organik hoşaf” finale kalmış!
Dediğiniz gibi “gardırop muhalefeti” yapanlar hoşafı değil, mucidin türbanını ağızlarına dolamışlar.
Sizin yazınızda eksik bulduğum birkaç hususta bizleri aydınlatmanız ricasıyla;
– Bu kızımız hoşafı tamamen organik yetiştirilmiş meyvalardan mı yapmıştır ki, eğer öyleyse malumunuz bu bir icad olmayıp, intihal sayılabilir.
– Yoksa bu mucidimiz, tarım ilaçları ile zehirlenmiş meyvalardan bu tür zararlı kimyasalları ektrakte ederek zehirlerinden arındırarak, meyvaları doğal hale getirmenin bir yolunu mu bulmuştur?
Yazınızdaki gıda katkı kimyasalları hakkındaki değerli bilgilere yukarıdaki hususları aydınlatacak bir açıklama yayınlarsanız memnun olacağımı bilmenizi isterim.
Saygılarımla,
Haluk Dural
DPT eski Uzmanı
Kimya Yüksek Mühendisi
Sicil no: 3068/1971