Etiket arşivi: Dilek

Hele de olası 3. Dünya Savaşı’nın arefesinde..

 

Sosyal Medya’nın tek güzel yanı var ki o da karşılıklı etkileşim yani bir nevi çoklu katılım olanağı; ama hepsi bu! Başkaca da güzel bir yanı yok. Kaldı ki bu tek güzel yanını da ‘araştırarak yazmak yahut yalnızca tam olarak bilgi sahibi olduğunuz değerleri yazmak’ yerine ‘ya birileri tarafından özellikle yayılan paket (hazır) sloganları yayarak ya da esasında doğru olmayan bilgileri -işinize öyle geldiği için- yayarak’ değerlendiriyor; faydayı zarara dönüştürüyorsunuz.

Canan Kaftancıoğlu tarafından altı hepten fitillenen sözde Ermeni soykırımı ile uğraştığımız günlerde bir de çıktı Çerkez soykırımı günü! Kim yayıyor bu altı boş kuru slogandan ibaret lafları ve bizde karşılığı olmayan sözde özel günleri SM’de? Belli değil. Peki mübarekler, yakınlarınızın dahi laflarına inanıncaya dek akla karayı seçen sizler, kim olduğunu bilmediğiniz kişilerin yazılarına neden direk inanıyor ve jet hızıyla yayıyorsunuz?

Evet Çerkez Soykırımı diye bir hadise var tarihte; ama yapan biz değiliz. Yapan Rusya.. Sığındıkları biziz. Zaten kabul de etmişiz. Biz bildim bileli Muhacirleri el üstünde tutan, sahip çıkan bir toplum olduk.

Lafın kısası; Rusya tarafından ezilmiş, sonrasında Osmanlı’ya sığınmış, bizler tarafından da kabul görmüş Çerkezlere soykırım yapan biz değiliz.

Bu adamlar kendi yaptıkları her şeyi sanki biz yapmışız gibi gösteriyorlar; siz nasıl bu kadar uyur gezer ve tembel olabilirsiniz.. Hele de olası 3. Dünya Savaşı’nın arefesinde..

Paket bilgi yaymak yerine kendi içeriğinizi üretmeyi tercih ediniz. Kaynağı belli olmayan sloganları yaymadan önce araştırınız. Hem yanlış hem de bizler açısından zararlı olan sloganları jet hızıyla yaymayınız. Bunun yerine; faydalı bilgiler yazan ve az çok tanıdığınız insanların sözlerini yayınız. Tanımadığınız insanların çok güzel sözleri olur misal, onu da yaymayınız. 😄 İnanmadan önce araştırma gayretinde olunuz. Çokça zaman alır sanmayınız. Google’da üç beş bilgi edinmek için en fazla beş dakikanızı harcayacağınızı biliniz.

Ve önünüze her gelen siteden, adresten özel gün bilgisi edinmeyiniz. Yalnızca devlet tarafından belirlenmiş -gerçek olan- özel günler takvimine itibar ediniz. Bunu memleket için yapınız. Yazmadan ve konuşmadan önce -birkaç saniye de olsa- düşününüz. Yapmıyorsanız bari yazmayınız. Yok ben buyum diyorsanız vatancılıktan bahsetmeyiniz.

İçinizde bunu özellikle yapanlarınız var; lafım onlara değil. Lafım bizden olup -şuursuzca- düşmanın değirmenine su taşıyanlara..

Dilek Ünver

Dilek Alp’ten Duygu Yüklü 18 Mart Mesajı

Gazetemizde aylık olarak yazıları yayımlanan, bir dönem uluslarasrı UNESCO ve Birleşmiş Milletler düzeyinde yurt dışı görevlerinde bulunan, Özkan Mert Onur Ödülleri Jüri Dönem Başkanı ve Thököly iİmre & Zrínyi İlona Macar Dostluk Derneği Başkanlığı görevlerini  başarıyla yürüten Yüksek Mimar ve Mühendis Dilek Alp, 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin anlam ve önemini belirten bir paylaşım yaptı. Atatürk’ün Çanakkale sırtlarında silah arkadaşları ve elinde dürbünü ile verdiği paylaşımına ekleyen Alp, duygularını şöyle dile getirdi: Türk Milletinin varoluş mücadelesinin yeniden yazıldığı, Çanakkale Boğazının asla geçilemez oluşunu tüm Dünyaya gösteren,bu günlere ulaşmamızı sağlayan başta GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ve tüm silah arkadaşları olmak üzere, vatanımızın bölünmez bütünlüğünü ve Türk Milletinin huzur ve güvenliği için hayatlarını vatan uğruna feda etmekten çekinmeyen tüm Çanakkale şehitlerimizi minnetle ve saygıyla anıyorum, ruhları şad olsun…

Alp, ikinci paylaşımında ise; Biliyor musunuz, denizciler sadece bir gün değil, Çanakkale Boğazından her geçişte selam dururlar Abide’yi şehitlerimizin saygısına, bordalamaya yakın genel anons sisteminden okunur destan yeniden. Gözler dolar, başlar eğilir, kelimeler donar. Kimse kimsenin gözlerine bakamaz. Derin bir hüzünle, sessizce…

Dilek Alp

 

 

 

 

 

 

Haber: Yusuf Ünel

Sadece sana kızgınım sevgili hemcinsim



Bana her gün 8 Mart, son 17 yıldır her gün 8 Mart’ı yaşıyorum neredeyse. (17 yıl, kadınlara kapasite eğitimi verdiğim resmi eğitim dönemidir benim için) Her gün kadınlar için düşünüyor, kadınları dinliyor, kadınların omzumda ağlamasına izin veriyorum. Onları cesaretlendirip, özgüvenlerini tamir etmeye gayret ediyorum. Feminist değilim, sadece var olan, olması normal haklarımızın savunucusuyum, kadınların kendileri tarafından eşsiz değerlerinin farkına varması için çalışıyorum. Hangi siyasi parti kadına gerçekten değer veren programlar uygular ise, onların yanında olurum. Ama bugün dünden daha kızgınım…

Tekrar tekrar tarihe dönmek istemiyorum, benim tarihten anladıklarımın bir sonucu olarak kaleme alıyorum hislerimi. Yurdumuzun %50 sinin KADIN olduğunu bilerek ve bir cinsi nasıl yok saymak istediklerini görerek…

Ülkemin sınırları dışında olduğum zamanlar, Türkiye’den aldığım haberlerle altüst oluyor, ülkenin her noktası üçüncü sayfa haberlerinin gündemi ile nasıl işgal ettiğine kızgınlıkla bakakalıyorum. Nişanlısı tarafından aile baskısıyla tecavüze uğramaktan son anda kaçıp kurtulan kız, öldürülen kadınlar, tecavüze uğrayan kızlar, sünnet edilme ihtimali olan kızlar, evlendirilen çocuklar.. Kadınların düğünlerde oynamasının sözü ediliyor, kadınların gülmelerine, hamile kadınlara iffet öğretiliyor, kaç çocuk doğrulması bildiriliyor, kızlı-erkekli diye bir kavram ortaya çıkıyor, mağdur başörtülü bacımlar başlıkları atılıp bu konu yapılandırılıyor. Bu insanların içindeki şiddet eğilimleri ortaya çıkıyor dillerinden, gözlerinden, seslerinden.. Sevmiyorlar kadını, sevemiyorlar… Sadece kullanıp mendil gibi köşeye fırlatıyorlar. Oy için, para için, koltuk için, ruhsal tatmin için, egolarını şişirmek için, ezikliklerini unutmak için, özgüvensizlikleri için, bedeni ihtiyaçları için… Ve kadınlar bunları çok iyi biliyoruz, anlıyoruz, ses çıkarmıyoruz, vazgeçemiyoruz, haddini bildirmiyoruz, birbirimizle didişmekten birlikte olamıyoruz.
Bu çoğalan gerginlik hali beni çoğu zaman taşımıyor. Her gün böyle kahredici gündem konuları okumak canımı fena halde acıtıyor. Çok kızgınım diye bağırasım geliyor evet çok kızgınım. Dönüp dolaşıp gözümün önüne gelen bir sahne var;
Roma sokaklarında yürüyüş yapıyorum, ünlü İspanyol Merdivenlerinin önündeyim. Bir merdivene iliştim, sırtımı dayadım etrafı kesiyorum. Kilisenin hemen kapısının önünde birbirine deli gibi tutkun genç çift tatlı tatlı öpüşüyorlar. Kiliseden yeni çıkmışlar belli. Sevginin aşk halini yaşıyorlar. O sırada içeri girmekte olan papaz çiftin yanından geçiyor ve başıyla selamlıyor çifti, yüzünde oldukça sempatik bir gülümseme ile. Çiftin ardından kiliseden çıkanlara dikkat kesiliyorum ve aldırmaz bakışlarla geçiyorlar yanlarından. Kimse bu sahneden rahatsızlık duymuyor. Ben de bu manzarayı uzaktan izliyor ve mutlu oluyorum biraz da kıskanarak. Bir anda aklıma Türkiye’de bir cami önünde bu çiftin öpüşme ihtimalleri geliyor. Hoşgörünün, sevgi ve toleransın mabedi olan caminin imamı öpüşen çiftin yanından geçerken ne der ne yapar ya da camiden çıkanların bu çifte tepkisi ne olur merak ediyorum. Sonra bunu düşünmek istemediğim fark ediyorum. Bu güzel manzaraya gerçekleri bulaştırmadan yoluma devam ediyorum.
İstikamet tarihi tren istasyonu, beni bunaltan sıcaktan bir nebze de olsa uzaklaşacağım. Arkadaşıma sorularım bitmiyor, neden İtalya bu derece geçmişine sahip çıkmasını bildi ve hemen ekliyorum bizim bir Haydarpaşa Tren Garımız var üstelik siz İtalyanlar için eski bile denmez; ama onu bile yakıp yıkmak istiyoruz biz, siz nasıl koruyorsunuz? “Zor ve disiplinli bir iş ama her elli yılda bir tamirat yaparsan dayanıyorlar” diyor. Ben de ona şunu söylüyorum: Biz Türkiye’de her elli yılda bir, ne varsa yıkıp yeniden yapıyoruz. Sana bir çeşme göstereceğim diyor, 500 yıllık bir geçmişi var bu çeşmenin diyor. Tam da şehrin ortasında orada 500 yıldır duruyor o çeşme öyle mi diyorum? Kimse sanatın içine tükürmemiş bunca yıl diye içimden geçiriyorum. Hayır kimsenin sanatla alıp veremediği yok belli ki. “Göğüs Çeşmesi”nden kana kana su içmek ve 500 yıldan beri oradan su içenlere o çeşmenin nasıl bir hoşgörü bahşettiğini ise ayrıca merak ediyorum.

Başka bir gün soluğu Shakespeare’in ünlü eserine atfedilen Jülyet’in evinde geçiriyorum. Bahçesinde tek göğsü açık Jülyet heykeli hülyalı hülyalı bana bakıyor. Evi ziyarete gelenler Jülyet’in açıkta kalan tahrik unsuru göğsüne dokunuyorlar. Aslında oldukça klasik bir nedenle, sadece şans getirmesi için Jülyet bereketin de sembollerinden bir olan göğsünü cesurca açıyor.

Belki de ben daha fazla bir şeyleri değiştirmek için daha çok çabalamalıyım diye düşünüyorum. Ankara’nın göbeğine ben de bir göğüs çeşmesi istiyorum. Onu oraya dikmek ve başkentin çehresini kirleten bütün zevksiz yapıları oraya buraya serpiştirenleri kıskançlıktan afallatmak istiyorum belki de…

Çok kızgınım sana kadın, çünkü
– Yaptığınız tercihler, seçtiğiniz yollarla gelişmek yerine, dönüşmeyi daha kolay bulduğunuz için,
– Annelik kavramı ile kadınlık kavramının arasındaki ince çizgiyi yok ettiğiniz için,
– Var olan hak ve özgürlüklerinizi farkına varmadan teslim ettiğimiz için,
– Kişisel hak ve özgürlüklerinizi başka birilerinin avucuna bıraktığınız için,
– Beğenebilirsiniz, alkışlayabilirsiniz, dinleyebilirsiniz lakin sizi hırpalayan siyasetçi ve yöneticilere; körü körüne, dediklerini anlamaya çalışmadan, sizleri ve kadınlığınızı değersizleştirilmenize izin vererek ve bir de bunu ısrarla savunarak onların kölesi olduğunuz için,
– Okumadığınız ve bunu yapmamak adına milyonlarca mazeret bulduğunuz için,
– Size en büyük değeri veren, hayat standartlarından haberdar eden Atatürk’ün “kadınlar” için neleri öngördüğünü araştırmaktan bile yoksun olduğunuz için,
– Kendinizi astrolog, bilim adamı, doktor, avukat, mimar ve nice meslek dallarından birini layık göreceğinize tarihimizin doğurgan cariyeleri pozisyonuna düşürmekten üzüntü duymadığınız için,
– Yurttaşlık haklarınızdan bir-haber olup, araştırma yapmaya bile gerek duymadığınız için,
– İnançlar ve din olgusunun akıl, bilgi ve mantık kavramları ile birlikte yürüyebileceğini kabul etmediğiniz için,
– Bizleri sadece et olarak gören erkeklere göz yumduğunuz, bilgi ve akılla sahalara inmediğiniz için,
– Devrimci ve ateşleyici olduğunuz gibi birleştirici gücünüzün farkında olduğunuz halde, kendiniz ve ülkeniz için kılınızı kıpırdatmadığınız için,
– Televizyona köle olduğunuz için,
– Düzenli olarak gazete okuma alışkanlığına sahip olmadığınız için,
– Her şehirde bulunan kütüphanelerden faydalanmadığınız için,
– Sanattan ve eğitimden uzak durduğunuz için,
– Hayatınıza dair hiç bir hedef koymadığınız, basit ve kolay yolları tercih ettiğiniz için,
– Cahil ve fütursuz konuşmaları kendinize layık görüp düzelme yoluna gitmediğiniz için,
– Kalitenin para ve işle bağlantılı olmadığını, görgü ve bilginin sonradan kazanabilinecek karakter parçaları olduğunu önemsemediğiniz için,
– Ve gündemi takip etmeden, araştırıp öğrenmeden; kulaktan duyma televizyon bilgileri ile konuşacak kadar cesaretli olmanıza KIZIYORUM…

Kadın her yerde olsun istiyorum, her masada, her siyasi partide, her kalemin başında, her makamda yani her iş sahasında olsun, bunun yanında aklı hür beyni pırıl pırıl çalışsın, okusun, okutsun, anlatsın, tartışsın, sevsin, doğursun, yetiştirsin istiyorum. Sakın bana demeyin, ahh çevre ve koşullar… Büyüdüğü çevre o kadar etkili değil sanıldığı gibi, anne ve baba ve en önemlisi yetiştirilme tarzı çok etkili, prensesler gibi büyütülmeyen bir kız çocuğu olarak kendimi erkeklerden bir milimetre geri görmedim hatta bazı romantik komedi lezzetindeki gerçekçi-detaycılık yönlerimin kariyerimde avantajlı durumlar yarattığını görerek daha da yüklendim kendime ve etrafıma.. (Sokakta erkek çocuklarla top peşinde koşarken yada kavgaya giderken şort yada pantolon giyerdim özellikle onlarla eşit şartlarda olalım diye..) Koşullarımı eşit düşündüm ve eşit beklentilerim oldu.

Belki de kadınlardan beklentim onun için hep çok yüksek oldu.. Kadınların potansiyel ve enerjisi, hatalı iknalarla heba ediliyor toplumda, hırpalanıyor, aşağılanıyor ve eziliyor, özellikle bilerek özellikle isteyerek ve kadınlardan ilham alarak.. Ve bunu dile getirdiğimde erkekler susuyor, kadınlar tepki veriyor önce, şaşırtıcı olan da bu. Erkekten düşman görmedim, beğenen gördüm, sinir olan gördüm, umursamayan gördüm ama düşman olmadılar. Düşmanlığı kadınla yaşadım. Kadının ne giyimiyle ilgileniyorum, ne inancı, ne de ideolojisiyle, ne yediğiyle, ne içtiğiyle.. Beni ilgilendiren sadece eğitimi, kariyeri, topluma yön veren bireysel gelişmişliği, anne olabilme yetisi, öğrenebilme ve öğretebilme kabiliyeti, toplumsal seviyeyi yukarıya çekişi o kadar.

 

Ve kadın güle oynaya isteyerek siliyor kendini ve hemcinsini sayfanın TAM ortasından, bu da beni hasta ediyor… Erkeklerimiz, güzel-çirkin, yoksul-zengin, eğitimli-eğitimsiz, başörtülü-başı açık, fark etmeksizin kadınları öldürüyor, taciz ediyor. Biz ne yapıyoruz? Katillerimize duruşmada uslu durdukları için indirim yapmasınlar diye imza topluyoruz, umutsuz bir gayretle.
KENDİNİZE GELİN…

Sevildiğiniz gibi sevmeniz dileklerimle,
Dilek ALP

 

Uluslararası Özkan Mert Onur Ödülleri Sahipleri Açıklandı

Uluslararası Özkan Mert Onur ödülleri basın toplantısı ile kamuoyuna açıklandı. Kocaeli Yüksek Öğrenim Derneğinde saat: 11:30’da basın mensuplarının katılımıyla açıklanan ödül  sahipleri, Jüri Dönem Başkanı Dilek Alp, jüri üyeleri Yusuf Ünel ve Numan Gülşah tarafından KYÖD’de düzenlenen basın toplantısı ile kamuoyuna açıklandı.

Hz. İsa’dan sonra 311 yılında Roma İmparatoru Gallerius’un İnanç ve Düşünceye Tolerans ve Hoşgörü kararını eski adı Nicomedia olan İzmit’te açıklanmasının 1707’nci yılı anma etkinlikleriyle birlikte düzenlenen 4’üncü Uluslararası Hoşgörü ve Özkan Mert Ödülleri’nin sahipleri  belli oldu. Nicomedia Akademi Derneği ve ÇEKÜL Vakfı Kocaeli Temsilciliği girişimleriyle 7 yıl önce başlatılan etkinlikler kapsamında  4’ncü Ukuslararası Özkan Mert Ödülü Seçici Kurulu tarafından kazananlar belli oldu. Ödül töreni 30 Nisan 2018 Pazartesi günü saat 14.00’te Kocaeli Mimarlar Odası Tarihi Taş Bina’da yapılacak..

ÖDÜL ALANLAR

4’ncü  Uluslarası Özkan Mert Ödülleri’nde Türk tarih araştırmacı ve yazar Hanri Benazus onur ödülüne layık görülürken, şiir ödülü Romen şair ve avukat Niculina Oprea’ya, kültür ödülü  Macar Türkolog ve kültür elçisi Dr.Júlia Bartha’ya, tarih ödülü 360 Derece Tarih Araştırmaları Derneği adına arkeolog Osman Erkurt’a ve çevre ödülü Tunceli Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu’na takdim edilecek. Özkan Mert Özel Teşekkürleri ise Lions Dernekleri Federasyonu adına Genel Yönetmen Celil Vardar’a ve 66 yıl Kandıra Bezi dokuyan son kadın Fahriye Yaşar adına ailesine sunulacak.

 JÜRİ ÜYELERİ ŞU İSİMLERDEN OLUŞUYOR

Yarışmanın seçiçi kurulunda; Nicomedia Akademi Derneği Bşk. ve Çekül İl Temsilcisi Numan Gülşah, Mimar  ve Thököly İmre & Zrínyi Ilona Macar Dostluk Derneği Başkanı Dilek Alp, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Medine Sivri, Türkolog ve Tiyatrocu Havva Aktaş, Artshop Yayıncılık kurucu ve sahibi Vedat Akdamar, Türkiye Okuyor Gazetesi İmtiyaz Sahibi Yusuf Ünel, Boğaziçi Üniversitesi Çeviribilim Bölüm Başkanı Doç.Dr.Oğuz Baykara yer alıyor.

KRİTER, YAŞAYAN İNSAN HAZİNELERİ

Ödüllerin belirlenmesi, UNESCO’nun “Yaşayan İnsan Hazineleri” kriterleri göz önüne alınarak gerçekleştirildi. “Toplumda becerisini en az 10 yıldır icra ediyor olması, bilgi ve becerisini uygulamadaki üstünlüğü, konusunda bilgili oluşu, kişinin yaptığı işe kendini adamışlığı, kişinin bilgi ve becerilerini geliştirme yeteneği, becerisinin toplumla buluşmasını sağlayacak yenilikler içermesi, gönüllülük, kişinin bilgi ve becerilerini topluma bırakabiliyor olma becerisi, bilgisinin ve becerisinin görünür olması”

 

Dilek Bozkurt Özgenç: “4 Yılda Başarı Hikayesi Olduk”

Antalya başta olmak üzere Batı Akdeniz’in en dinamik aylık ekonomi ve iş dünyası dergisi Akdeniz Bülten; 4’üncü yaşını kutluyor. 4 yıldır insanlara ekonomi, siyaset, iş ve aktüaliteye dair farkındalık dolu yaşamın kapılarını açan Akdeniz Bülten; aynı zamanda Antalya’dan bölgesine açılan tek ekonomi, siyaset ve iş dünyası dergisi olma özelliğine sahip.

Ocak 2015’ten bu yana Antalya’dan ve Türkiye’den sıcak gelişmeleri aktardıklarını, Akdeniz’in sesi ve haberin güvenilir adresi olduklarını belirten Akdeniz Bülten Dergisi Genel Yayın Müdürü Dilek Bozkurt Özgenç, dergisinin bu anlamlı günü hakkında şunları söyledi: “4 yıl içinde, Akdeniz Bülten büyük bir başarı hikayesi oldu. Bu dergi, bu kente not düştü ve ışık saçtı, konuşulmayan, arada kalan, üstü örtülen tozları kaldırma ve gerçek gündemi aydınlatma anlamında, çok büyük bir vazife gördü.”

Akdeniz Bülten dergisi yayımlandığı ilk günden itibaren kentlilik bilinciyle hareket ederek, gerek bu şehre gerekse de bu şehirde yaşayan pek çok kişiye ilham verici olmayı sürdürdü.  Beş yıldır yayın yaşamında yerel yöneticilerden, sivil toplum kuruluşları başkanlarına, sanatçılarından bu kente hizmet etmiş başarılı işadamları ve kadınlarına kadar röportaj, yazı ve haberle sayfalarını zenginleştirmiş ve bir kent belleği yaratmayı başardı.

Özellikle Antalya’nın siyaset, ekonomi, iş, hizmet, sosyal ve kültürel alanındaki gelişmeleri aktarmak ve bu konularda yapılan etkinlikler için kalıcı bir belge olma görevini görmek, firmaların tanıtımını yapmak, yaşamın etik ve estetik alanlarında farkındalık yaratmak hedefiyle yoluna devam etti.

Akdeniz Bülten Dergisi Genel Yayın Müdürü Dilek Bozkurt Özgenç,“Geçtiğimiz ay bu yolculuğumuzda 4 yaşına bastık. İlk gün olduğu gibi bugün de bir kenti sayfalarımızla kucaklamaya devam ediyoruz. Antalya’mız başta olmak üzere Akdeniz’de yaşayanların dergisi olmaya ve daha da büyüyebilecek adımlarla ilk günkü heyecan ve sevgimizle sizleri karşılamaya devam edeceğiz”

 

Bizlerde Ünel Medya Gurubu Türkiye Okuyor Ailesi olarak Akdeniz Bülten Ailesine nice başarı dolu çalışma yılları diliyoruz.

Kahvemin Buharı

Kahvemin Buharı

Denge diye bir takıntım var, beynimde sürekli tekrarlıyorum bu kelimeyi. Belki de kendimi ıslah etmeye çalışıyorum zaman zaman, yükselen cadı huylarımı törpülerken. Tüm hayatım dengeyi aramakla, aradığımı bulmak sanmakla, buldum sandığımı zıvanaya oturtmakla geçiyor, ümitsizce… Tam buldum diye huzura ererken yeni bir duygu fırtınası, kasırga, yine alt üst olan yaşamlar.

Çalışma masamda bile dengeyi arıyorum, dağınık olsa da her şeyin birbirine mesafesi benim belirlediğim gibi ruhumu sıkmayan ölçüde olmalı.  Biyolojik sınırım ve haddini bilme kuralı hayatımın bu noktasında da geçerli. Kalemlerim ve not defterimi elime attığım noktada bulacağım, kahvemin buharı asla ekrana doğru esmeyecek ve hatta kuzey-batı koordinatlarına çevrilmiş olacak gibi psikopatça bir denge arayışı. Evimde özel benim diyebileceğim bir koltuğum yoktur, her yer benimdir, oturduğum yer yeryüzü koltuğumdur misali. İnanılmaz bir ait olma güdüsü. Ama nereye oturursam oturayım aynı konforu aramak gibi bir çelişkim de var. Kendimi yerleştirip huzuru bulana kadar sıkılıp kalkıyorum zaten. Sürekli bir rahatsızlık durumu ve değişme isteği. Bu da bir nevi dengesizlik aslında. Bütün hayatımız bu arayış, bu çabayla yitip gidiyor. İnsanoğlunun anlaşılamayan tutumu…

Dengeyi bulma çabamızda duygu ve mantık istisnasız savaş halinde. Ama bunun yanında duygularımız da kendi arasında mücadele ediyor. Herhangi bir şeye kahkahalarla gülerken beş dakika sonra başka bir şey için hüngür hüngür ağlayabiliyoruz. Hatta aynı şeye bile… Duygularımız sürekli oradan oraya sürükleniyor bütün gün. Gece yatağa girdiğimizdeki karakter ile sabah uyandığımızdaki karakterin aynı kişi olacağının bile garantisi yok. Bu yüzden insanı sabit varlık olarak ele almak büyük hata olur. İnsan, duygusal basıncı sürekli değişen, dengesiz süreçler bütünüdür. Bu yüzden her insan bir çeşit küçük evrendir ve kendi merkezinde salınır. Evrenin işleyişindeki disiplin insanlarda da mevcuttur. Evrende rastgele bir düzensizlik vardır, insanda da. Evrende çoğalan bir kargaşa vardır, hayatın her kademesinde de insanda da sürekli bir keşmekeş var. Evrende madde kararsız ve değişkendir. Misal su; yağmur olur toprağa düşer, gün gelir buhar olur tekrar gökyüzüne çıkar ve bulut halini alır. Değişir değişir değişir… İnsanın kararsızlığı efsanedir. Bütün hayatımız kararsızlıklar içinde yol almaya gayretlidir. Tam bir karar vermişken hemen yeni bir kararsızlık ortaya çıkar. Sonra tekrar ve tekrar… Duygu ve davranışlarımıza yansıyan karmaşa, hayatımızdaki o muhteşem dengesizliğin asıl kaynağıdır. Bizim DENGELİ diye adlandırdığımız kişiler duygularını ve mantığını yönetebilen kişilerdir. Burada da konu yine beyin loblarına gelir dokunur. Beynin sol tarafı matematiksel ve analitik işlerle uğraşırken sağ taraf daha çok yaratıcılık, tasarım, hayal etme gibi artistik işlerle ilgileniyor. Aslında mantık ve duygular arasındaki savaş bir nevi kalp ve beyin arasındaki savaştır. Galip tarafa göre kesin kararımızı alırız.

Dengede dediğimiz insan her iki tarafa da eşit derecede yakın olmalı ve bu durumdan faydalanabilmelidir. Süregelen mantık ve duyguları arasında bir denge olmalıdır. Fakat günümüzde daha çok mantığımızla hareket etmeye doğru toplumsal bir baskı hissediyoruz. Bu yüzden bugün duygularımız hiç olmadığı kadar acı çekiyor. Kendimizi bir türlü ifade edemiyoruz gibi hissediyoruz. Ya da ifade etsek dahi karşımızdaki kişi mantıksal bir umursamazlıkla değersizleştiriyor duygusal akımlarımızı. Duygularımızı bu kadar geri plana atmışken özümüzde var olması gereken duyguların eksikliği çoğalıyor ve duygusal keşmekeş büyüyor, mantıksal dünyamızda. Mantıksal başarı yakalanmışken duygusal boşluklar muazzam artıyor. Her şeye rağmen içeriden bir ses ısrarla bir yerlerde yanlış yaptım, hala eksik hissediyorum ama nerede? diye sorarken, o boşluğun materyal dünyaya değil, ruhsal dünyaya ait olduğunu bir türlü kestiremez. Bu döngü katlana katlana devam eder ve büyür.

Bu olgunlaşma yolculuğumuzda tüm bu dengesizlik içinde dengeyi ararken de aslında o büyük dengenin bir parçası olmaya devam ettiğimizi görürüz. Evreni açıklayan entropi (sistemdeki rastgelelik ) ve kaos (karmaşa) teorisi dengesizlik üzerine kurulu ve böylece evrende muazzam bir denge oluşuyor. Bu tanımdaki karşıtlık bile aslında kendi içinde bir denge halinde. Küçük kainat olan insan da kendi küçük dengeyi bulma çabalarıyla bu dengesizliğe ve kaosa hizmet etmekten başka ne yapıyor ki? O yüzden dengesizim diye üzülmeyin, rahat olun. Dengesizliğin kendisi de dengenin bir parçası bu karmaşık evrende.

Hassas terazili günler,
Dilek ALP

 

Beyaz Saray’dan Peru Kabilelerine Bir Türk Kadını… Dilek Alp

Son dönemde en sık duyduğumuz cümlelerden biri “beyin göçü”… Sayısız özel insan ülkemizden şu veya bu sebeplerle uzaklaşıyor. Ancak Türkiye’nin daha iyi bir ülke haline gelmesi için yaka paça savaşanlar da var. Bu rüzgâr savaşçılarından biri de Dilek Alp… Emin olun, Standart Dergi olarak röportajı yaparken onun kariyerinde ve yaşantısında yaptığımız yoğun yolculuk, bizim için sıra dışı bir iş oldu. Beyaz Saray’da dönemin başkanı Obama’nın ofisinden Peru’daki kabile yaşamına, kadınlar için yaptığı çalışmalardan kahveye kadar uzunca bir sohbete tanık olduk. Bu sohbet öyle detayları içinde barındırdı ki röportaja bir isim vermek istesek bu isim “boyutsuz” olurdu.

Lafı fazla uzatmadan gelin Dilek Alp’in rüzgârında bir yolculuğa çıkalım.dilek başkan rp

Röportaja, “Beyaz Saray” günlerinizden başlamak istiyorum. Nasıl oldu da orada görev aldınız? Size nasıl ulaştılar?

Beyaz Saray’ın dikkatini çekmemin ardında yatan asıl neden, 2008 yılında ABD Santa Clara Üniversitesi’nin Kadın Liderlik Direktörlüğü bölümünün direktifiyle Dünya Kadın Liderler Programı’nda ülkemizi Kadın ve Kültür alanlarında temsil etmek ve araştırma yapmak için seçilmemle oldu. Mezuniyetimden o tarihe kadar ağırlıklı mimar olarak çalışırken, “1999 Gölcük Depremi”nin ardından Gölcük’te hemen her alanda resmi ve gönüllü çalışmalarım, hem de kadınlar için geliştirdiğim özgün yerel kalkınma programları ABD Santa Clara Üniversitesi’nin dikkatini çekti. 12 aylık bir takip süreci geçirdim, ciddi raporlama yaptılar. Tabii, bu süreç sadece inceleme dönemlerinden oluşmadı. ABD Berkeley Üniversitesi’nde görevli değerli hocalarımdan biri özellikle benim adımı vererek, dikkate alınmamı sağlamış. Bu eşsiz programı, Dünya Kadın Liderlerinden biri sıfatıyla tamamladıktan sonra, dünyanın hemen her bölgesinde konuyla ilgili sahada çalışmaya başladım. Beyaz Saray öyküsü de bunlardan biri. Kültürel Miras, Kültürel Savunucu ve Kadın Hareketleri konusunda Türk uzman pozisyonunda resmi görevli olarak davet edildim.

Siz, bir dönem dünya gündemini belirleyen önemli isimlerden de eğitim aldınız, değil mi? Bu eğitimler size ne kattı?

Evet, popüler anlamda dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve New York Senatörü Hillary Clinton gibi önemli isimlerle tanışma ve onları dinleme olanağım oldu. Bu iki kişinin dışında, dünyaya katkı sunmuş sayısız kadın liderle tanıştım, ders aldım ve sohbet ettim. Bu eğitimler bana iki açıdan faydalı oldu. İlki, onların tecrübeleri bana yol gösterdi, ilham verdi. İkincisi de, onların da bizim gibi sade insanlar olduklarını teyit ettim. Karşımdaki kadınlar sokakta rastlayabileceğim türden ama özel insanlardı. Ulaşılabilirlerdi. Hedeflerimi güncelledim. “Ulaşılamaz” kategorisinde bir insan türü olmadığını fark ettim. Tabii, bu özel kadınların bizlere yansıttıkları ışık ve heyecan geleceğe bakışımda önemli oldu.

OBAMA ONDAN ESİNLENDİ

Obama’nın, kültürel miras konusunda yaptığınız çalışmaları kendi seçim programına ve ek yasa tasarısına dâhil ettiğini biliyoruz. Nasıl oldu da bir Türk kadını ABD’de yasa tasarılarına ve bir başkanın seçim programına ilham olabildi?

ABD parlamentosu kültürel miras konusunda çok çalışmamıştı o güne dek. 9 milyon kilometrekareden fazla yüzölçümü olan ve resmî kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776 olan bu topraklar, henüz kültürel miras için kendini çok genç görüyordu… Ancak Amerikan toplumu için onlarca kültürel miras konusu olduğunu ben bile biliyorken, onların dikkatinden kaçmış olması beni hep şaşırtmıştı o güne değin. Bir rapor hazırladım, senatoya sunuldu ve kabul gördü, ekip oluşturuldu, araştırma grupları kuruldu. Konu incelendi ve onay aldı. Başkan Obama da bu çalışmaya büyük ilgi gösterdi. ABD’nin kültürel miras çalışmaları, Obama ile yeni bir boyut kazandı. Seçim propagandalarında kullandığı bazı sloganlara esin oldum. (-kültür sizin kimliğinizdir, sahip çıkın!) Sonrasında senatoya ek yasa tasarısı olarak sunuldu, kabul gördü ve Obama’nın seçim çalışmaları içerisine de girdi. Kendisi, bu kültür ve taşınan kültürel kodlar konusuna özen gösteren bir başkandı.

Evinizde dikkat çekici bir kütüphane var. Sizin de daha önce ABD’de farklı dilde yayınlanmış iki kitabınız var. Beyaz Saray günlerine ve röportajın ilerleyen sürecinde değineceğimiz eğitimleriniz ve kabile yaşantısına dair bir Türkçe kitap çalışmanız olacak mı gelecekte?

Bunları bir kitap haline dönüştürme fikri beni şu an rahatsız ediyor. Çünkü bu bir paylaşım değil; sanki belirli, muntazam bir şekle sokmaya benziyor hayallerimi, yaşadıklarımı. Sınırlandırmak istemiyorum kendimi. Henüz kelime dağarcığım yaşadığım duyguları anlatmaya yetecek seviyede değilmiş gibi hissediyorum. Deneyimlerimi, orada gördüğümü insanlara tam anlamıyla bu kelimeler aktaramaz gibi geliyor ve anılara haksızlık olacakmış gibi romantik bir ruh durumundayım. Şimdilik, orada gördüklerimi boyutlandırmak istemiyorum. Ama tahmin edersiniz, bu konuda çok baskı görüyorum. Orada yazdığım kitaplara gelince, kültürler arası diyalog bir arge raporlama kitabı ve 150 farklı yemek kültürüyle ilgili canlı bilgiye sahip bir kitabım var. Yenilerini yazmak yerine bu kitapları Türkçe’ye çevirmem gerekiyor aslında. Yemek kültürüyle ilgili kitap çalışmamı, sindire sindire 22 yıldır çevirmeye devam ediyorum, düşünün ne kadar istekliyim bu konuda!

Dilek Alp’in kütüphanesi gerçekten dikkat çekici. Farklı türdeki yüzlerce kitap, onun okumaya ne kadar tutkun olduğunu bizlere gösteriyor. Latin Amerika edebiyatından biyolojiye, kutsal kitaplardan sembollere kadar birçok kitap kütüphanesinde bulunuyor.

Okurlarımızın büyük bir bölümü edebiyat tutkunu. En sevdiğiniz kalemi veya kalemleri öğrenebilir miyiz sizden?

Kütüphanemde Güney Amerikalı yazar, şaire ait çok eser vardır. Destansı şiirleri, Jose Hernandez ile tanıdım, romantizmi ise Carlos Drummod de Andrade’den. Pedro Shimose, Vargas Vila, G. Garcia Marquez, Mejia Vallejo, Maria da Heredia, Ruben Dario, Gabriela Mistral , Pablo Neruda aklıma ilk gelenler, bende iz bırakanlardan bazıları. Ama bir Isabel hastalığı var bende, öyle bir sevgi ki 2003 yılında kasırgasını dahi yaşadım ABD’de… Fanatik bir Isabel Allende okuyucusuyum. Çevirisi olmayan kitaplarını bile alıp anlamaya gayret ediyorum, düşünün. “Mucizeler Krallığında” yaşıyor gibi hissediyorum çoğu zaman, kimsenin başına gelmesi muhtemel olmayan her şey bana denk geliyor gibi hissediyorum. Isabel ile tanışmam ve onun evinde tam iki dolu gün geçirmem gibi. Kitabının kapağına benim tasarladığım kolyeyi takacak kadar içten, “karşında ruhum çıplak kalıyor” diyecek kadar bana ait… Seviyorum onun derin dünyasını ve anlatımlarında dağılıyorum…

Okumayı, yazmayı sevdiğim kadar çizmeyi de seviyorum. Mesleki çizimlerin dışındakilerden bahsediyorum. Kendimi nasıl ifade edeceğimi bilemez halde gibi gözükebilirim dışarıdan. Ama bence, birbirini tamamlayan bir etkileşim içindeyim. Bazen okuduğumu çiziyorum, bazen yazdığımı, bazen gördüğümü, çoğu zaman hissettiğimi. Yazdıklarımın okunması, çizdiklerimin görülmesi o kadar da amaç haline dönüşmüyor bu dönemlerde, sadece paylaşmak ve benden çıkması önemli. Gerçekleştirdiğim an rahatlıyorum. Etrafıma sürekli vizör arkasından bakıyor gibi hissediyorum. Detayları hafızama kazıyor, sonra oradaki görüntüyü parça parça işliyorum. Bu soyut bir aşama, bunun somutlaşması kalemi elime aldığım an gerçekleşiyor tabii. Sadece ekru renk kâğıt üzerine mavi kalemle desen çizmeyi seviyorum. Boyutsuz, sınırsız bir mavi koleksiyonum var. Bu seride her şey mavi. Bir dönem Pierre Cardin markasına eşarp desenleri çiziyordum. Bazen desenlerimi insanların üzerinde görmek inanılmaz havalı, gülümsetiyor beni. Havalı deyince aklıma bir üçleme geldi; yeryüzünde en değer verdiğim kişilerden biri zamanında bana bir yakıştırma yapmıştı, çok severim: Akıllı, güzel ve havalı bir kadınım… Bir hayli inandırmıştım buna kendimi! Kalem ise çok önemli… Bu arada ciddi bir Lamy kalem tutkunuyum. Dolmakalem ve klasik kurşunkalem kullanmayı çok seviyorum ve melankolik bir tarz olduğunu düşünüyorum.

BİR KABİLEYLE GEÇEN HAFTALAR

Peru günlerinize gelelim. Uzun bir süre Peru’daki bir kabileyle beraber yaşadınız, onların hayatlarını gözlemlediniz. Bu ülkemizde çok az insanın deneyimlediği bir olay. Bize anlatır mısınız o günleri?

Peru’dan önce de kabilelerle iletişimlerim olmuştu. Ancak Peru’daki Inka-Maya köklerinden gelen bir kabileyle iki ay beraber yaşadım. Bir uzman sıfatıyla beraber yaşadığım ilk kabile onlardı. Diğerlerinde sadece izleyiciydim.

Avrupa’dan gelen, beyaz tenli, kızıl saçlı bir kadın bu kabileye dâhil oluyor haftalar boyunca. Onlar ne düşündüler bu ziyaret hakkında?

Net şeytani olduğumu düşündüler. Her şeyim tereddüt yaratıcıydı. Bir inisiasyon süreci yaşadım ilk günler. Onlara göre arındırılmam olarak tanımlanan dönem, bana göre çok uzun, sinir bozucu, sessiz olarak sürdü. Arındırma döneminde bir şaman benimle temas kurdu. Benden aldıkları salınım ve hislere göre bu arındırma süreci devam etti veya tamamlandı. Ruhsal olarak titreşimler değerlendirildi aramızdaki. İlk olarak göz ile bir odaklanma yaşandı. (En rahatsız eden kısım) Şaman, direkt gözlerimin içine bakarak, kilitlendi ve benim gözlerimi ondan kaçırmamamı istedi, hatta zorladı. Savaşçı ve meydan okuyan tavrım orada da ortaya çıktı, gözlerimi asla kaçırmadım. Uzun bir süre birbirimize baktık. Bu, ondan korkmadığım anlamına geliyordu. Aslında ciddi bir meydan okumaydı bu. Ait olmadığın bir ortamda dikleniyorsun… ( Aslında bu, asker kızı olmamdan beslenen bir yön, sürekli ortam değiştiren ve hiçbir yere ait olamayan bir karakter olarak sürekli meydan okuyucu tavrımın gelişmesi) İletişimin neredeyse yok olduğu günler, şamanın beni sürekli uyardığı konu, “fazla meraklısın, merakını zapt et” şeklinde oldu. Bana günlerce sadece bu tek cümleyi söyledi. Bu arada inisiasyon sürecinde şamanın kendi çadırında kaldım. Etrafı açık bir çadırda, üstü samanlarla kaplı bir korunak. Hiç kimseyle bir hafta boyunca görüşmeme izin verilmedi. Bir hafta boyunca şamanın bana söylediği o tek kelimeyi düşündüm. Düşünmek için çok vaktim oldu! Hayatımdaki kayıpların bir bölümü sadece aşırı merak ve onun getirdiği heyecandan kaynaklandığını fark ettim. Bunun dışında, sadece günün belirli saatlerinde elini elime koyarak akışı kontrol ediyordu. Bunun, kan akışını düzenlediğine inanıyorlardı. Bir hafta boyunca yiyecek olarak et ve hayvan ürünleri hiç vermediler, sadece ekmeğe benzettiğim bir hamur ve meyve ile beslenebildim.
Öğrendiğim; beklentisizlik, verilen kadar yaşa…

Barınağın içerisinde geçen bir haftadan sonra üç gün boyunca çadırın dışında insanları gözlemleyebildim ancak bu üç gün içerisinde de diğer insanlarla irtibat kurmam yasaktı.
Öğrendiğim; sakinlik ve sabır…

Arındığıma ikna olduktan sonra kabile üyeleriyle bir arada olmaya başladım. Ancak onların hayatını değiştirebilecek hiçbir unsurun içinde olmadım, yasaktı. Genelde izleyici, takipçi, destek olma bölümündeydim. Herhangi bir değişiklik yapma şansı yoktu. Yapmaya gerek de yoktu.
Öğrendiğim; hayata müdahale etmek zorunda değilsin, bırak bildiği gibi aksın…

Neler deneyimlediniz peki orada? Tamamen doğada onlarla beraberdiniz.

Sakin, sade bir disiplin içerisindeydim. Hiçbir şeyden sorumlu değil gibi gözüken ancak bir sistemin içerisinde rol almak ve görünmeyen kurallara dahil olmak. Hayata olumsuz bakmıyorlar. Kendini yenileyen bir enerji var. Ölümden de korkmuyorlar. Ölümü bir son değil de, yeni bir döngünün başlangıcı olarak görüyorlar. Bir kariyer seviyesi atlama gibi düşünüyorlar. Ölümden sonra inançlarında vaat edilen bir şey yok. Tibet Budizmi’ne benzettim. Orada arafta gibiydim. Sürekli geldim gittim. Hem onlardan hem değil gibi, zevkli, yorucu ve zorlayıcı bir ruh hali.

Peki Tibet’teki Budistlerin inançlarıyla, Güney Amerika’daki bir kabilenin inançları nasıl bu kadar birbirine benziyor?

Kaynak tek ve aynı; sade ve doğayla bir arada yaşıyorlar. Bu çok değerli. Doğaya döneceklerini biliyorlar. Doğaya kulak kabartıyorlar. Zorlamıyorlar ama dirayetli davranıyorlar. Bedenlerine ve ruhlarına saygı gösteriyorlar.
Öğrendiğim; dinle…

Şehir yaşantısına uyum sağlamış biri olarak, dostlarınızı, cep telefonunuzu, sosyal hayatınızı özlemediniz mi?

Özledim, çok özledim, gözyaşı döktüğüm anlar oldu sessizce bir kenarda. Yoksun olduğum her şeyin benim için çok değerli olduğunu, ancak hayatımdayken önemini fark etmediğim gerçeğini fark ettim. Elimde olmayan, vazgeçmek zorunda kaldığım tüm değerlerimi düşündüm. Ancak bu yoksunluk haline de çok uzun takılmadım. Özlediğim şeyleri düşünce ve hayal olarak bir kenara koydum. Oradaki yaşama hemen adapte oldum ve görünen kimliğimi çöpe attım.

TECAVÜZ EN BÜYÜK KORKUMDU

Korktunuz mu peki orada geçen haftalar süresince?

İnanılmaz korktum, aynı odada farklı inanış ve alışkanlıkları olan, ruhlar aleminde bir yabancıyla kalıyorsunuz. Bana zarar vermelerinden korkarak, bir ara paranoyak hale döndüm. Bir güvencem vardı ama garantim yoktu. İlk bir hafta boyunca toplamda sadece 5–6 saatten fazla uyumamışımdır. Karşındakinin beni işkence ederek öldüreceğinden değil, tecavüz edebileceği düşüncesine takıldım kaldım, korktum. Ancak daha sonra öğrendim ki böyle bir şeyin cezası ölümmüş. Ve düşüncelerim için sonrasında utandım. Kılıma zarar gelmedi, hatta kutsallaştırıldım bazı topluluklarda, tanrıçasal değerler yüklendi üzerime. Kadınlar beni koklamayı, tenime ve saçlarıma dokunmayı çok seviyorlardı. İnanılmaz sempatik tebessümler gördüm gözlerinde.

Size takılan bir isim var… “Red Hurricane” bunun hikâyesini öğrenebilir miyiz? İsminizden daha çok bu lakap kullanılıyor.

Haşarı, hızlı, çözüme koşan, heyecanlı hallerimi girdiğim her toplumda istisnasız gösteriyorum. Şili’deki Machu Picchu kabilesiyle çalıştığım dönemde sürekli oradan oraya koşuşturan, çocuklarla ilgilenen, kadınlara yardım eden, ders veren, inşaattan tutun mutfaktaki kadın hallerim, şamanın dikkatini çekti. Kızıl doğalında oluşum da karşı tarafa ilginç bir enerji verir… Benim atmosferimde atalet kelimesi kullanılamaz. Topluluğun şamanı, şafak vakti toplantılarında bu adı kabilesine açıkladı. “Senin adın bundan sonra bizlerin ruh katında ‘Kızıl Kasırga’ olacaktır” demesi omzuma takılan bir nişan gibiydi. Pasifik okyanusunun kadın isimli kasırgaları iyi bilinir. Hayatlar bu kasırgalara göre şekillenir. Olumsuzdur belki, silip süpürüp perişan eder, yok edicidir ama sonrasında yeniden kurar ve tazeler, devrim niteliğindedir. Bu isimle yaşayacağımı bilmek hoşuma gidiyor ama tetikliyor da.

Şamanlarla ve kabilelerle bu kadar vakit geçirmenizin ardından spiritüel deneyimlere inanıyor musunuz?

Hislerimi ve rüyalarımı fena halde ciddiye alan biriyim. Haberci rüyalar gördüğümü düşünüyorum. Bazen rüyaları hatırlamaktan da korktuğum oluyor. Rüyamda duyduğum cümleler, hatırladığım detaylar tam olarak gerçek hayatımda karşıma denk gelir. Kabilelerle yaşadığım deneyimden sonra rüyalarımda bir derinleşme oldu. Şamanların bende gördüğü ve söyledikleri şey, hislerimle beraber spiritüel yeteneklerimin bir hayli yüksek olduğu. Kabiledeki arınma sürecinde, bu yeteneklerimin de farkına biraz olsun vardım. Rüyalar, öngörüler, hisler buna göre şekillendi. Analitik düşünen, mühendis bir kadına ters bir duruş şekli aslında ama sanırım beni ben yapan karmaşa bu olsa gerek.

Konu Mustafa Kemal Atatürk’e geldiğinde kendisine yönelttiğimiz sorunun ardından uzun süren bir sessizlik oldu. Önce çalışma masasının yanındaki Atatürk portresine baktı, ardından boşluğa dikti gözlerini. Tekrar konuşmaya başladığında fark ettik ki geçmişte yaptıklarını anlatan o coşkulu kadın gitti, yerine son derece duygusal bir kadın geldi.

Evinizin birçok noktasında Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili objeler görüyoruz. Dilek Alp’in bu seviyeye gelmesinde Atatürk’ün payı nedir?

Ruhumun dışa vurum halini görüyorum onda. Çalışma masamın yanında büyük bir fotoğrafı var. Uzun baktığımda titriyorum. Ne zaman kendimi kötü, darda hissetsem, göz atıyorum ve sessizce konuşuyorum onunla içten içe. Sessizce mırıldandığını düşünüyorum yanı başımda. Aile geçmişinde gerçek dokunulmuş Atatürk hatıraları var, evimde, hafızamda anlatılan, elimde tuttuğum, muhafaza ettiğim, gözüm gibi baktığım anılar. Henüz üç yaşındayken Atatürk’ü çok iyi biliyordum. Evde babam Nutuk’tan bölümler okurdu. Anlamayacağımı bile bile bana okurdu. Babam bir şamandır. Bir asker, bir şaman yetiştirdi beni. Annem ilkeli bir inanca sahipti, babam ise şamandı. Ailede hiçbir zaman ikircikli bir durum yaşamadım. Hiçbir taraf kendisine doğru çekmedi beni. İki taraf da ruhumu besledi diyebilirim. Atatürk, annem ve babam benim şekillenmemde büyük pay sahibi oldular. Onlardan konuşmayı seviyorum. Sevdiklerimi anlatmayı seviyorum sanırım.

ATATÜRK’E BÜYÜK SAYGI DUYUYORLAR

Tekrar Atatürk özelinde Beyaz Saray’a dönersek, Atatürk’e bakışları nasıldı?

Büyük saygı ama altyapısında da kıskançlık duyuyorlar bana kalırsa. Binanın yönetim kısmında dünyanın büyük liderlerinin fotoğraf koleksiyonu var. İlk fotoğraf Mustafa Kemal Atatürk’e ait. Benim için büyük bir gurur kaynağı onu orada da görmek. Sanki binanın sahibiymişim gibi hissettirdi! Bana Atatürk’le ilgili soru sorduklarında gözlerindeki kıskançlığı hissettim. Önemli liderlere sahip olmalarına rağmen tanımsız bir kıskanma içgüdüsü bu. Ayrıca Beyaz Saray’ın içerisinde farklı boyutlarda farklı renklerde tanımlanmış odalar var. Bu odalarda duvardan duvara Hereke halıları kaplı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sipariş usulü yaptırılmış. Haftanın belirli günleri randevulu ziyarete açılan Beyaz Saray’ın rehberleri bu halıları ballandıra ballandıra anlattıkça nasıl mutlu oluyorum tahmin edin.

Kadınlar için yaptığınız çalışmalar doğrultusunda baktığınızda, gelişen dünyada kadınlar şu an nerede?

Kadın en büyük hatayı “kadına hak” benzetmesini kullanarak yapmış/yapıyor. Kadının zaten hakları var. Bunları da kendisine verecek olanlar asla erkekler olmamalıydı. Doğuştan gelen kazanımlar, diğer canlı türleri gibi. Erkeklerden bir hak beklendiği an zaten ona itaat etmeye başlıyorsun. Biraz bu arka planda kalma isteği ile alakalı olabilir. Avantaj olarak bazen önde olmamak anlaşılabilir ancak bu uzun süre bir alışkanlık haline gelmiş ve kanserleşmiş günümüzde. Erkek hâkim dünyaya biz, yani kadınlar izin verdik. Kadınlar, şu an güçlerini göstermek istemiyorlar. Bunu reddeden erkekler değil kadınlar. Başörtüsünü konuşan kişiler bile kadınlardan çıkmadı. Bizim için erkekler kapıştı. Bunu gündeme getiren hep erkekler oldu. Bundan nemalananlar da. Kadınlar hakkında konuşan ve hüküm verenlerin erkekler olmasını kabul edemiyorum. Bunu kızgınlıkla karşılıyorum. Hatta reddediyorum.

Kadınların hafifçe hareketlendiği toplumlarda değişiklikler olduğunu görüyorum. Şili’de bunu güzel yaşadım. Kadınlar her gün tencere tavayla sokaklardaydı. Ülkenin tansiyonunu orada kadınlar belirliyordu. Aralarında olmak güzeldi o isyankâr, tuttuğunu koparan ruhların.

“Döşeme Bebekleri” adıyla bir çalışmaya rastladık size ait. Bununla ilgili bilgi alabilir miyiz sizden?

Kırsal alanda kadının gerek istihdama katılmasını, gerek girişimciliğini, gerekse toplumsal statüsünü etkileyen en önemli unsurlardan biri eğitim, var olanı geliştirme ve cesaretlendirme olduğuna inanırım. Kabul ediyorum ki kadınlar açısından özellikle katılım ve gelişimin sürdürülmesinde önemli sorunlar yaşanmakta. Toplumda kadının eğitimi önünde engel oluşturan yanlış inanış, örf ve âdetlerin toplum üzerinde etkisini azaltmak için tüm ilgili kamu kurum ve kuruluşlar, sivil toplum ile işbirliği içinde bulunularak toplumun bilinçlendirilmesi konusu bende hep sorumluluk hissi yaratır. Bölgem kadınları için zevkle tamamladığım ve kontrolüne devam ettiğim projelerden biridir “Döşeme Bebekleri”.

Gölcük’ün tarihi köylerinden biri olan Döşeme Köyü kadınlarının alışılmamış geleneksel kıyafetlerinin bölge adına marka haline dönüştürülmesi, satışa hazırlanması ve konuyla alakalı müzelerde yerini bulabilmesi adımları ile köyün kadınlarını bilinçlendirme ve cesaretlendirme programını usta eğitmen ekibimle tamamladık ve her biri farklı karaktere sahip sempatik bez bebekleri bölgeye, ülkeye kazandırdık. Burada gerçekleştirilen her adım kadınlarımızın başarı hikâyesi oldu ve tarihi köylerinin geleneklerini canlı tutarken, kırsalın zenginliğini özleyenlere sundular, sunmaya devam ediyorlar. Şimdi bu bebeklerin yurt dışına satışları için çalışıyorum.

Peki Türk kadınında ne görüyorsunuz?

Türk kadınında bir kopukluk durumu hakim. Kadınların kadınlara karşı hoşgörüsüzlüğü var. Kendi içlerinde ise Asyalı mı olsak, Avrupalı mı, profesyonel mi düşünsek yoksa amatör mü baksak olaylara mantığında sayısız kararsızlık yaşıyorlar her konuda. Okumuyor, araştırmıyor, çocuğunu eğitemiyor, kendine, kocasına ve evine de dengeli bir şekilde ilgisini veremiyor. Baskı, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, eğitimsizlik, boşluk, can sıkıntısı, beklentisizlik, hırs sarmış ruhunu. Kültürel anlamda kadınımız nerede duracağını tespit edebilmiş değil. Bu yüzden kadın içerisindeki devrimi dışarıya aktaramıyor. Hep dikkat edin zarar görmüş kadınlar tek başlarına savaşıyor. Kadınlar yan yana duramıyor. Doğal olarak kadının mutsuzluğu bütün topluma sirayet ediyor. “Mutlu ve eğitimli kadınlar mutlak seviyeyi yükseltir” gerçeği neden kabul görmez bilinmez bizim erkekler toplumunda!

Güney Afrika’da kabilelerle ilgili yaptığınız çalışmalarda özellikle AIDS ile yaptığınız mücadelede büyük değişimler yarattınız. Anlatmak ister misiniz?

Güney Afrika’da kabile yaşantıları oldukça farklı. Tecavüz günlük olayın akışında yer alan, içerlenen ancak cezalandırılmayan bir eylem türü. Aile içi ensest ilişkiler çok yaygın. Aynı şekilde AIDS oranları %90’a çıkmış durumda iken tanıdım bu insanları. Günlük yaşantı içerisinde kontrolsüz cinselliği yaşıyorlar. Cinselliğin neden bu kadar çok ön planda olduğunu araştırdığımda şaşırtıcı bir gerçek çıktı karşıma… Sıkıldıklarını, bir meşgaleleri olmadı için zaman geçirdiklerini öğrendim temel olarak. Bu onları acilen meşgul etme zorunluluğunu doğurdu. İvme kazanmış ve kendini çoğaltmış bir proje olan “Zulu Bebekleri” projesinin temelinde bu kadınları ve kızları meşgul tutmak fikri yatar. Kadınları her konuda eğitirken bu konuda da tıbbi ve ruhsal eğitime tabi tuttuk. Üretime dâhil olmalarını sağladık. Johannesburg Ulusal Müzesi’nde satış bölümü ayarlandı ve kadınlar satışlarını kendileri yürüttüler. Tabii kısa zamanda bunun da olumlu geri dönüşünü aldık. Aile içi çarpık ilişkilerde ve AIDS oranlarında ciddi azalmalar görüldü. Bu programlar şu anda da o bölgede sürdürülüyor. Bu program sonucunda dönemin Johannesburg’un belediye başkanı Amos Masondo, meclisi huzurunda kentin altın anahtarını hediye etmesi ekip olarak yaptığımız işin somut takdiri oldu.

Brezilya’da yarattığınız bir “Vanilya Kadınlar” gerçeği var. Bunu biraz açar mısınız?

Güney Amerika’da yaptığım çalışma sırasında, Vanilya Kadınlar Projesi ilk olarak ütopyaydı. Geniş vanilya tarlaları var bu ülkede. Biliyorsunuz, safrandan sonra en değerli ve pahalı bitki vanilyadır. Salepgiller ailesine (Orchidaceae) mensuptur. Bu tarlalarda çalışan kadınlar vanilyayla ilgili her alanda görev alıyorlar ve bitkiyi iyi tanıyorlar. Topluyorlar, üretiyorlar, vanilya haline getirip satıyorlar. Biz bu işi şekillendirdik ve bir disiplin yükledik. Vanilyadan ne yapılabilecekse, her türlü materyaller üretilmesi için atölyeler kurduk. Orada büyük bir istihdam alanı yarattık. Proje katlanarak büyüdü. Proje ikinci kademe aile bireylerine ekmek kapısı açtı şuanda. İletişimimiz halen sürüyor.

Neden dünya çapında bu kadar özel işler yapmanıza rağmen, bir bakanlıkta, özel bir diplomatik görevde değilsiniz. Bu başarılarınıza rağmen Cumhuriyet gazetesi dışında medya size ilgi göstermedi?

Ben genel huzuru bozan biriyim. İnsanları bulundukları noktadan daha aktife teşvik eder, dinlerlerse yol gösterir, ciddiye alırlarsa hatalarını söyler ve onların daha verimli bir yola girmesi için azimle mücadele ederim. Bu, bizde pek kabul gören, hoş karşılanan bir tarz değildir. Hele de bir kadınsan. Kadınlarda sevmez, erkekler de… Ego ve kompleksi tetikler. Özgüven problemlerini su üstüne çıkartır. Yeni olan, rahat kaçırır. Sürekli etrafımdakiler sorumluluk hissederler. Huzuru verirken sakinliğimle kamçılarım. Rahat bozucuyum, didikler, ateşlerim, o yüzden beni istemezler, zorda kalmadıkça etraflarında çok tutmak istemez ataletli grup ve insanlar…

DS Yönetimi yönetiyorsunuz. Orada neler yapıyorsunuz?

Öncelikle kapasite geliştirme konularında eğtim hizmeti vermek için 2011 yılında hayata geçirdim bu kuruluşu. 40’ı aşkın farklı başlıkta eğitim veriyoruz. Genelde 20 kişilik gruplara eğitimi tercih ediyoruz. Yüz yüze eğitimin faydasına inanıyorum. Her anlamda kapasiteyi geliştirmeyi hedefliyoruz. Sanayi odaları eğitimlerini bizden alıyorlar. Kaba bir hesaplamayla, yılda yaklaşık 6–7 bin kişiye eğitim veriyoruz. Bu insanlara bir şekilde temas etmek ve kapasitelerini artırmak benim için bulunmaz bir deneyim.

Sosyal medyayı ayrıca blogunuzu aktif olarak kullanıyorsunuz. Tam olarak o alanda ne yapmak istiyorsunuz?

Okunmak hoşuma gidiyor. Bazıları sessiz bir şekilde sadece takip ediyorlar. Bazıları yaptığım paylaşımlara ise aktif olarak katılıyorlar. Blogun okunma oranları bazen beni de şaşırtıyor. İnanılmaz okunan günler de oluyor (5000 kişiyi bulan), az okunan günler de (60–70 kişi). Ancak ne olursa olsun, dünyanın her yerinden takip ediliyor. İnsanlarla bu yolla etkileşime geçmeyi, onlarla bir şeyler paylaşmayı seviyorum.

BEŞİKTAŞLI DEĞİLİM, RUHEN EMEK VERMEDİM

Sizi Beşiktaş’ın şampiyonluk kutlamalarında gördük. Orada olmak size neler kattı?

Beşiktaş’ı her zaman saygı ve sevgiyle takip ediyorum. Oğlum fanatik, doğuştan iyi bir Beşiktaşlıdır. Aramızdaki kozmik bağı kuvvetlendirmek için takımdaş olma çabalarım hayal olarak kalıyor, Beşiktaş’a kabul etmiyor beni… Beşiktaşlı olmak için bu duyguyu derinlemesine hissetmem gerektiğini söylüyor. “Dışarıdan Beşiktaşlı olunmaz, ya olursun ya olmazsın, Araf’ta kalamazsın diyor.” Onu anlıyorum. Fakat şansımı hep zorluyorum. Şampiyonluk kutlamalarının olduğu gün İstanbul’daydım. Oğlum Onuralp’e işin romantik fotoğrafını göstermek için şampiyonluk kutlamalarına gittim. Oradaki ruhu, kutlama esnasında gördüğüm enerjiyi tarif edemem. Beşiktaş taraftarlarına ve Onuralp’e karşı olan tatlı kıskançlığım daha da arttı. Beşiktaş’a ait olmak isterdim. Beşiktaşlı olmak için bir altyapı gerekiyor, ruhen bir emek istiyor. Ben o emeği göremedim kendimde. O yüzden kendimi de Beşiktaş’a henüz uygun göremiyorum. Ancak muazzam büyük bir sevgi duyuyorum. Tişörtündeki yazı gibi “Efendi”. Ben hiç hayatımda gri olmadım. Ya siyah ya da beyazdım, Beşiktaş gibi. Ciddi bir aşk BeşiktAŞK…

Konu, Beşiktaş vesilesiyle oğlunuza geldi. Bu kadar yoğun bir tempoda annelik yapmayı nasıl başardınız? İlişkinizi anlatır mısınız?

Enerji zehirlenmesi tavan yapmış bir ölümlünün “onu getir, bunu çıkar, aşağıya in, yukarı çıkarken bunları unutma, terledin bak soğuk içme, neden ayağında terliğin yok, sen öksürüyor musun yoksa, kazağın biraz kalın mı ne, bana aşağıdan bir bardak su getirir misin, şık oldun mu, öpüştünüz mü bir de, ama neden dikkat etmiyorsun, telefonum çalıyor bak bakalım kimmiş, karnın acıktığında bana söyle, projen ne durumda, yardım istersen 7/24 biliyorsun, of ya ben mi yapacağım senin projeni, her koyun kendi bacağından asılır oğlum, biz de geçtik bu hızardan, mobilya hammaddesi gibi davranma …” ve daha nice cümleleri ardı ardına toplam 1.5 dakikada söyleyebilmesine rağmen yine de gelip ona sevgiyle sarılıp, sarılamasa dahi telefondan “anneş” diye tüm sevecen nezaketiyle haykıran yakışıklı canlı türüne oğul denir… Hele de telefon açıp, o genç mimar, “sen benim gün-ışığımsın, gözlerimin yeşil elmasısın” derse ben onu ısırır ısırır, çiğ çiğ yerim…

Yaklaşık son on beş yıl kesintisiz entelektüel meslektaşım oğluma ısrarlı bir ruh haliyle, akla gelen hemen her konuda nasihat etmekle geçti. Doğduğundan yana ilk beş yıl ise bu işi sevimli bir yüz ifadesi takınarak yapıyordum, hoşuna bile gidiyordu garibimin! Detaylar ve disiplin konusunda biraz titiz bir anneyim, bir konuyu en az 4–5 farklı açıdan ele alıp çocuğu kusturuncaya kadar beyin yıkama noktasına taşımayı seviyorum. İhtiraslı bir eğitimciyim ya, terzi söküğünü dikemez asla dedirtmem kendime… Bu çocuk nasıl bu kadar dengeli ve mutlu bir birey oldu hala hayretler içindeyim laf aramızda.

Bir kadının yaptığı yemekleri şüphesiz, gram eleştirmeden, severek, iştahla yediğinden emin olduğu, dünyada onu gerçek anlamda seven o tek kişiye yemek yapmak kadar keyif verici ne olabilir? İşte ben böyle ondan zevk alıyorum. Bağımız çok zevkli ve arkadaşlık boyutunda yani boyutsuz… Adımı Bayan Hitler olarak ansa da, Annealp, Onuralp için ruhunun tüm yaratıcılığını mutfağına saçmaktan hep mutlu oldu.

Son olarak sizin kahve ve baharatlara karşı büyük bir sevginiz var. Ayrıca bir kahve dükkânı açmayı planladığınızı da söylemiştiniz. Ne ifade ediyor sizin için kahve ve baharat?

Çayı da çok seviyorum ama kahve daha çok beni anlatıyor. Kahvenin geçirdiği evrim benim geçirdiğim sürece benziyor. Verilen emek ve karşılığında alınan haz çok fazla. Kahve günün ödüllendirmesi gibi. Biraz narsizm var bu işin içerisinde. Ben de özel hissediyorum kendimi, kahveyle ödüllendiriyorum kendimi. Vazgeçilmez müzik tutkuma yarenlik yapan tek dost kahvedir.

Bunun yanında tek bir kelime beni tanımlayabilir mi deseler tereddütsüz “baharat” derim… Konulduğu yere, miktarına ve kıvamına göre, beğeniye, rengine, kokusuna ve kattığı değere göre değişen bir karma karakterim var. Dozajı ayarlayabilen ise 7.6 milyar kişiden çok az sayıda insan… Herkes bir tutam tanıdım derken lezzet dengesini kaçırabiliyor. Nadir tanıyan dostlarımdan Yeni Delhi’de yaşayan Hintli arkadaşımın, Hindistan’ın ünlü şeflerinden Vikas Khanna’nın yazdığı bir notunu aynen aktarmak istiyorum.

Kadim kardeşim, bu Delhi denen çılgın şehrin, kalabalık, sıcak ve tozlu herhangi bir gününe mutfakta başlamadan önce, benim için günün en beklenen saati, o senin çok sevdiğin yeşil kahvenin eşliğinde, senin ülken, insanların ve Baba Atatürk için yazdığın tüm yazılarını okumak ve gözlerimi kapatıp seni düşünmek. Biliyorum çeviri yaparken anlamda kayıplar çok oluyor ama ben yine de senin duygularındaki, topraklarının ateşini hissedebiliyorum. Bu ateşi gözlerinde de defalarca gördüm. Delhi’nin en güzel bulvarına verilen tabelayı (Atatürk Bulvarı) gördüğünde gözlerinden yaşlar boşalmış sevinç çığlıkları atmıştın. Ve o tabelanın altındaki ibareyi (Türkiye Cumhuriyetinin Babası) gördüğündeki halini asla unutmayacağım. Anladım ki Baba Atatürk sizler için benim anladığım babadan da öte.

Kız kardeşim, Hint mutfağı için “Garam Masala” (kimyon, kişniş, tane karabiber, kakule, karanfil ve tarçın karışımı) ne ise, sen de benim mutfağımın Nepal de yetişen saf kırmızı safranısın. Şuan düşünüyorum, Tanrı, Türk kardeşlerimin kalbinde Baba Atatürk’ü, benim kalbimde de senin sevgini korusun.
Kardeşin Vikas

Röportaj: Eray Emin Aydemir

Yayın Yönetmeni: Cem Fantede

Kaynak: STANDART

 https://medium.com/standart/beyaz-saraydan-peru-kabilelerine-bir-t%C3%BCrk-kad%C4%B1n%C4%B1-dilek-alp-d43cf40919ff

2018’E MANİFESTO

2018’E MANİFESTO

Dilek Alp        Hayat gerçekten çok kısa. Ya da çok uzun. Nereden baktığınıza bağlı. Ama logaritmik bir ilerleyişi olduğu kesin. Yakınlarda yaptığım bir geçmişe yolculuk sohbeti esnasında gördüm ki yıllar kontrolsüz hızla tükeniyor. Denediklerin yanına kar kalmış. Öyle mi böyle mi derken insanları, heyecanını, enerjini, tebessümünü yitirmişsin dünyaya karşı. Hayal ederken, korkarken, sevmeyi denerken, okurken, büyürken bir bakmışsınız takma dişleriniz elinize verilmiş… Yaşamın çocukluk-gençlik döneminde yılların araları çok uzun ama yaş aldıkça feci kısalıyor bu dönem. 6 yaşla 10 yaş arasında neredeyse asırlar varken, 40 ile 49 arası bir göz kırpmalık bir mesafe sanki. 50’den sonrasını hayal bile edemiyorum. Yılların tecrübesi denilen aslında başarısızlık hikâyeleri gibi gelir bana. Neden canın yanmışsa kalbine deneyim adıyla kazınır. Öğütlerin hepsi bu bölümden çıkar. Keşkelerin fazlaca olduğu klasördür. Yılsonlarını hiç sevmem, yılbaşlarına ise tutkunum. Yılın sonu ister istemez hesaplaşma yaptırır beni kendimle, çoğunluk eksik duygudur. Yeni yıl heyecandır. Yeniden ümitlenmedir. Şansını zorlamadır bir anlamda. Ama yine de iyi hissettirir. Biraz klişe biraz tecrübe toparlayım dedim zihnimi, benim için değil sadece hepimiz için düşündüm…

      1. Arkadaşınızdan, eski eşinizden ya da sevgilinizden nefret etmeyi bırakın.
Nefret insanı sinsi sinsi kemiren bir duygudur. En azından “kayıtsız kalın”. Sevgi kelimesini onlarla anlamlandırmak zorunda değilsiniz.
          KURTULUN…

  1. Dedikoduyu ve başkaları hakkında kötü konuşmayı bırakın.
    Artık lisede değilsiniz. Dedikodu sizin için enerji ve zaman kaybından başka bir şey değil. Başkalarının hakkında konuşarak bir yere varamazsınız.
    KONUŞMAYIN…
  2. Minnet duymama huyunuzu bırakın.
    Size iyi davrananları değil, kötü davrananları önemseme ve sürekli bunları gündemde tutma huyunuzu bir tarafa bırakın. Size kimin sevgi dolu ve saygılı davranmadığına değil, kimler için çok kıymetli olduğunuza odaklanın ve değerini bilin. Size kazık atanları değil, hoşluk yapanları “parlatın” zihninizde. Bu devirde sevgiyi hoyrat harcamayın. Sevgi zor bir duygudur, nefret çok kolay.
    MİNNETTAR OLUN…
  3. “Ümitsiz vaka” arkadaşları bırakın.
    Herkeste vardır öyle bir ya da iki arkadaş. Sürekli bir takım dertlere batıp çıkarlar ve her battıklarında size koşup saatlerce kafanızı ütülerler. Ama söylediğiniz hiçbir lafı da iplemezler. Ayrıca, siz zor durumda kaldığınızda nedense hiç ortalarda görünmezler. Gençken tamam da, belli bir yaştan sonra kıymetli vaktinizi böyle boş işlerle harcamayın.
    TEMİZLEYİN…
  4. Karmaşayı bir tarafa bırakın.
    İnsan yaş aldıkça, neyin değerli neyin daha az değerli olduğunu az buçuk anlıyor. Aile, gerçek arkadaş(lar), dost(lar) ve sizin için gerçekten anlamı olan bir “iş”. Gerisi hakikaten kuru gürültü. Dolaplar dolusu giysiye ve elli tane ayakkabıya da ihtiyacınız yok, laf olsun torba dolsun misali sosyal aktivitelere de. Ve ruhunuzu öldüren bir işe de.
    SADELEŞİN…
  5. Kafa karışıklığını iyi bir şey sanmayı bırakın.
    “Karmaşık insanlar” ilginçtir yalanına inanmayın gözünüzü seveyim. “Ezbere konuşmazlar, her davranışlarının muhakkak bir nedeni vardır. Bilgileri süs gibi durmaz üstlerinde, içselleştirmişlerdir. Onlar sayesinde yeni bakış açıları keşfederiz, zenginleşiriz.” Cümleleri gizem dolu değil gri net olmayan, belirsiz insan tipleri içindir. Bilin ki “kafası karışık insanlar” ilginç değildir. Hayatı kendileri için olduğu kadar etrafları için de çorbaya çevirmekte üstlerine yoktur. Yorarlar düşünürken, anlarken, konuşurken…
    BERRAKLAŞIN…
  6. Daha fazlasını istemeyi bırakın.
    Mutlu insanların ortak sırrı, ellerinde olanın kıymetini bilmeleridir. Elindekinin kıymetini bilmiyorsan, daha fazlasını istemenin bir anlamı yok, çünkü o da seni mutlu etmeyecek. Daha da fazlasını isteyeceksin. Önce elinizde ne var bunu farkedin, elinizdeki size ne ifade ediyor, verdiğiniz değer nedir ona bir göz atın öncelikle.
    ELİNİZDE NE VAR BİR BAKIN…
  7. Şu fazlalık 10 kiloyu bırakın, abur cubur, sigara ve alkolü azaltmaya çalışın.
    5-10 kilo fazlanız var… Derhal o kiloları bir yerlerde bırakın. Yürüyüşte, yüzmede, spor salonunda… Fark etmez. Sorun “estetik” değil, sağlık. Fazla her kilo sağlık açısından bir tehdit çünkü. Alkol kilo aldırır. Sigara hayatı zorlaştırır. Unutmayın siz kendinize saygı duyarsanız etrafınız size saygı duyacaktır.
    KENDİNİZE DEĞER VERİN…
  8. Her şeye evet demeyi bırakın.
    Kimsenin kalbini kırmamak ya da sevimli görünmek adına, olur olmaz her isteğe “evet” demeyi bırakın. Sizi zorlayacak, size ters gelen, sizi gerecek hiçbir şeyi yapmak zorunda değilsiniz. Ama olur olmaz sarfettiğiniz “hayır” larda sevimsiz olacaktır unutmayın.
    HAYIR DEMEKTEN KORKMAYIN…
  9. Klişe düşünceleri bir tarafa bırakın.
    Nasıl bir hayat yaşayacağınıza kendiniz karar verin. Kime ne? Yanlışlar yapmış olabilirsiniz. Denemekten korkmayın. Farklı olun, özgün düşünün ve hesap vermek zorunda hissetmeyin ama sorumluluklarınızı da bilin. Hayat sizin hayatınız.
    SINIR KOYMAYIN…Hayalleriniz kadar sınırsız bir 2018 diliyorum…
    Dilek ALP

 

İnsanlar, denge(sizsiniz)…

Dilek Alp

 

O kadar çok şey oldu, o kadar çok şey oluyor ki ​gündelik akışımızda​… En beklemeyeceğimiz olasılıkları düşünmeye çalışsak bazen bu hızlı değişim şaşırtıyor. Tam olarak farkında olmasak da bir seviyede bunları kendimiz seçmiş ve yaratmış olmalıyız. Hoşlanmasak dahi sorumluluğumuzu her koşulda al​mak zorunda kalıyoruz​. Biliriz ki büyük dönüşümler bazen karmaşayla birlikte gel​ir​. “Büyük bir ressamın sergisinde bir tabloya baktığınızı düşünün. O tabloda savaş resmi varsa bu o tablonun muhteşemliğini değiştirmez.” mantığını sever ve ​gün içinde uygularız değil mi? ​Bu konu üzerinde çok da yorum yapmayız genelde, kabullenme yaşarız.​

Her sabah aynı enerjiyle uyanmak mümkün mü? ​Tabii mümkün…

Hayatın içindeki problem olarak bize yansıyan gerçeklere rağmen her an mutlu olmak mümkün mü? Evet o da mümkün…

Aslına bakarsanız bizi, ne bir şeylerin çok fazla olması, ne çok az olması mutlu ya da mutsuz eder. ​Sınırlar bizi mutlu eder, o sınırları aşmak bizi heyecanlandırır. ​Bizi dengeden uzaklaşmak mutsuz, dengeye yaklaşmak mutlu eder. Doğada bir denge olduğu kesin. Hiçbir şey bu dengenin dışında hareket etmiyor. Fakat insan için aynı şeyi söylemek pek mümkün değil. İnsan evrende ki bu doğal dengenin dışında hareket ediyor. Çoğu zaman reddediyor. Bu dengenin dışında hareket edebilen ve doğanın dengesini bile olabildiğince bozan insan senin ruhsal dengeni mi bozmaya çekinecek? ​İstisnasız, insandır doğanın dengesini bozan. İnsandır insanın dengesini bozan. Ve yine insandır kendi dengesini bile bozan…

Haydi dürüst olalım​, aslında pek çoğumuz kabuk tutmuş yaralarımızdan ​​pek memnunuz… O yaralar bizim tembellik bahanelerimiz, kaçamak kapılarımız, küskünlük kalelerimizdir! Onlara sığınır, onlara sarınırız. Hayat gelip o kabuğu ​zorlamaya başlayınca veryansınlarımız başlar!

​Seçenekler her zaman vardır hayatımızda, iyi olmak mesela. İyilik​, alışkanlıklarımızdan vazgeçmekle başlayan zorlu bir yolculuktur. Hediyelerle, mucizelerle, karanlığın içine doğan bir güneş, çölde bulunan bir vahayla​, şatafatlı bir kaldıraçla sunulmaz bize iyi olmak. Çünkü​ ​öyle iyilikleri de biz ​aynı davranış kalıplarını yineleyerek ​bildik kötü hallere çevirmeyi pek güzel becer​iriz…

Mesela;​

Sabah tanımasanız da günaydın diyebilirsiniz, yerlere tükürmeseniz de olur, çılgınca korna çalmasanız, bağıra çağıra sokaklarda konuşmasanız, çöplerinizde bile bir düzen olsa, çevreci bir yapınız gelişse, doğayı tahrip etmeseniz ya da dokuyu bozmadan yapılaşsanız da yaşayabilirsiniz. Sevdiğinizi ​hesapsızca söyleseniz, ​her lafın altında bir çapanoğlu aramasanız da olur, ​temiz olmaya gayret etseniz, mis gibi koksanız, dişlerinize özen gösterseniz, dedikodu yapmasanız, kendi başarılarınızı yaratsanız, çalışkan olsanız, spor yapsanız, özgün düşünseniz, okusanız, müzik dinleseniz, yapabiliyorsanız bir enstrüman çalabilseniz, sanatı anlamaya gayret etseniz, hayvan sevginiz olsa, çocuklarla iletişim kurabilseniz, yaşlılarınıza özen gösterseniz, düşüncelerinizi çekinmeden ifade etseniz, sabır gösterebilseniz, ​dinlemeye tahammül edebilseniz, ​toplumsal kurallar diye bir şeyler olduğunu kabul etseniz, adalet duygunuz olsa mesela, vicdan sadece ​içsel gücün adı olmasa sözlüğünüzde, evrenin her zerresine saygı duyulmasının değişmez şart olduğunu kabul etseniz  ve her ne olursa olsun gülümseyebilseniz​ DENGE yatağında akan su olur, ​akar ​ne muhteşem ​olursunuz..​.

 

Sevgilerimle
Dilek ALP

 

 

THÖKÖLY İMRE ANI EVİ SEKA PARKTA ZİYARETÇİLERİNİ AĞIRLIYOR

THÖKÖLY İMRE ANI EVİimre

Türkiye Cumhuriyeti ve Macaristan arasında var olan ilişkileri pekiştirmek, Türk ve Macar Halkları arasındaki dostluk duygularını güçlendirmek amacıyla Macar Milli Kahramanı İmre Thököly adına Seka Park alanı içerisinde yapılan Anı Evi, 13 Kasım 2008 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Kültür Ve Turizm Bakanı Ertuğrul GÜNAY ve Macaristan Kültür ve Eğitim Bakanı Istvan Hiller’in katılımıyla açılmıştır.

İlk kullanım işlevi lojman olan ikiz konut tipteki yapı, sergi salonu olarak yeniden düzenlenmiştir. Sergi salonlarında Macar Milli Müzesi tarafından hibe edilen ve teşhire konulan İmre Thököly dönemine ait; gravürler, anı paraları, belgeler ve yağlı boya tabloların röprodüksiyonlarından oluşan 96 adet eser sergilenmektedir.imre1

Macar Milli Mücadelesinin Kahramanı Thököly İmre, 1697 yılında Osmanlı Padişahı Avcı Mehmet’in himayesini isteyerk ailesi ve 2.000 kişiye yakın taraftarları ile birlikte Osmanlı Devletine sığınır. Osmanlı Devleti, Tökeli İmre ve taraftarlarının İzmit’te bugünkü adı Karatepe Köyü olan bölgede Paşadağ mevkisine yerleşmelerine olanak sağlar. Karlofça barış görüşmelerinde Avusturyalılar, Thököly İmre’nin kendilerine teslim edilmesini isterlerse de Osmanlı Devleti bunu kabul etmez.imre3

İzmit’teki yaşamı ile ilgili olarak çok az yazılı belgeye rastlanıştır. Burada yaklaşık 5 yıl yaşayan Thököly İmre, 13 Eylül 1705’te öldüğünde bugün Atatürk Spor Salonun olduğu alandaki ermeni mezarlığına gömülür. Ölümünün 200. yılında (1905) Mezarı açılarak kemikleri doğduğu kent Kesmark’a götürülür ve törenle gömülür. 1908 yılında İzmit’teki mezar alanına bir anıt dikilir. Daha sonra savaş ve depremlerle yok olan anıttan bir parça, İzmit Müze envanterinde korunmuştur. Bu parçadan hareketle ölümünün 300. yılı olan 2005 tarihinde bir anıt yapılarak Thököly İmre anısına Seka Park alanı içerisine yerleştirilir. Bu gelişmeler bir anı evinin yapılması düşüncesini oluşturur. Anı Evi’nin yeniden düzenlenen bahçesinde, 1908 tarihinde İmre Thököly anısına yaptırılan anıt mezardan kalan mermer parçanın yer aldığı tören alanı yapılmıştır.

Thököly İmre Anı Evi, Macaristan’daki kardeş şehrimiz Skesfehervar ile kültürel alanda bir iş birliği ve deneyim paylaşımı için de uygun bir zemin hazırlamaktadır. Anı evinde takvime bağlı olarak sergilemenin içeriğine uygun süreli sergiler, konser ve dinleti gibi müzik etkinlikleri, Türk-Macar dostluğu, tarihsel ilişkiler, ortak kültürel miras gibi konularda söyleşiler düzenlemek, anı evini bilginin üretildiği, ziyaretçinin ilgisini sürekli canlı tutacak bir mekan haline getirecektir.

Thököly İmre Anı Evi, haftaiçi her gün 08:30-17:00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. (İzmit- Kocaeli)

***

THÖKÖLY IMRE MEMORİAL HOUSE

In order to strengthen the relations between the Republic of Turkey and Hungary and to strengthen the friendship between the Turks and the Hungarians, Memory House built in the Seka Park area on behalf of the Hungarian National Hero, İmre Thököly, was organized by the Minister of Culture and Tourism of the Republic of Turkey Ertuğrul GÜNAY and Hungarian Culture and Education It was opened with the participation of Minister Istvan Hiller.

The structure of the twin-dwelling type, which was the first use function lodging, was reorganized as an exhibition hall. It belongs to the Imre Thököly period, which was donated and presented by the Hungarian National Museum in exhibition halls; 96 paintings consisting of engravings, memoirs, documents and reproductions of oil paintings are exhibited.

The Hero of the Hungarian National Struggle Thököly İmre, seeking the patronage of the Ottoman Sultan Avcı Mehmet in 1697, took refuge in the Ottoman Empire along with his family and close to 2,000 fans. The Ottoman Empire, Tökeli İmre and its supporters allow them to settle in the area of ​​Paşadağ, which is Karatepe Village in Izmit. In the Karloffic peace talks, the Austrians want Thököly Imre to be handed over to them, but the Ottoman State will not accept it.

There are very few written documents about his life in Izmit. Thököly İmre, who lived here for about 5 years, was buried in the Armenian Cemetery in the area where he died today on 13 September 1705, when he was Atatürk Sports Hall. In the 200th year of his death (1905), the grave was opened and the city where his bones were born was taken to Kesmark and buried with the ceremony. In 1908, a monument was erected in the tomb area of ​​Izmit. Later, a part of the monument, destroyed by war and earthquakes, was preserved in Izmit Museum inventory. From this part, a monument was built in 2005, the 300th anniversary of the death, and placed in the Seka Park area in memory of Thököly Imre. These developments constitute the thought of building a moment home. In the re-arranged garden of the Memorial House, a ceremonial space was built in 1908 where the marble piece from the monument tomb built in memory of İmre Thököly took place.

Thököly Imre Memorial House is also laying the groundwork for a cultural alien business association and experience sharing with our sister city Skesfehervar in Hungary. Depending on the residence in the house, arranging interviews on topics such as exhibitions, concerts and concerts, Turkish-Hungarian friendship, historical relations and common cultural heritage will make the memory house a place where information will be produced and the interest of the visitor will be constantly kept alive.

Thököly Imre Memorial House can be visited on weekdays between 08:30-17:00 everyday. (İzmit-Kocaeli)