Etiket arşivi: Deveci

Kıbrıs’ta ‘devletten devlete’ çözüm

Kıbrıs’ta ‘devletten devlete’ çözüm

 

 

konuk yazarÇözümü federasyonda aradığımız kır kiki yılda ‘asker ve garantiler’ her iki tarafın kırmızıçizgisi olduğundan anlaşmayı kısmen önlediği söyleniyor.  Görüşme masasına sevk edilmeyen bu başlıkların güncelleşmesini takiben, Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu, BM parametreleriyle sürdürülen müzakerelerin bitmişliğini ve olacaksa yeni bir sürecin ‘devletten devlete’ olması gerektiğini 26 Temmuz, 2017’de noktalamıştır.  Öngörülen müzakerelerin çok farklı düzeyde olacağını düşünürsek, KKTC devlet mi, devlet olarak tanınabilir mi gibi soruları sormamız kaçınılmazdır.

 

Asker ve garantilerin kırmızı çizgi oluşunun ardında, müzakere masasında çözüm arar görünümü yaratırken, Rumların Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama yollarını arayışları Türklerin ise Rum boyunduruğuna girmeme azmi saklı olduğu herkesin bildiği, kimsenin söz etmediği bir gizlidir.  Yunanistan’ın Lozan Anlaşmasını hiçe sayarak Midilli, Sakız, Sisam ve 12 adalar gibi deniz sınırı bölgeleri silahlandırdığına; BM kayıtlarında ifade edildiği gibi1960’larda Kıbrıs’a gizlice asker soktuğuna; 1997-98’de Türk askerinin adada olmasına rağmen Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Kıbrıs’a S300 füzelerini yerleştirme çabalarına bakılırsa asker ve garantilerin devre dışı bırakılması hem Kıbrıs Türkünün güvenini hem de Türkiye’nin güney cephesini tehlikeye atma niteliğini taşıdığı anlaşılır ve kabul edilemez.  Mutlak çözümün önünü açmak uğruna ‘asker ve garantileri’ feda etmeye meyil tutacaksak a) var olan KKTC’yi tanıtmanın ve gereği halinde Türkiye’nin müdahalesine başvurarak güvenimizi sağlamanın veya b) oluşacak federasyondan ayrılıp özgür devlet kurma hakkını federasyon anayasasına yansıtmanın yollarını araştırmamız gerekir.

 

Önce devlet.  Ne kadar da ‘devlet’ ve ‘devletlerarası’ kavramları 1648’ze dayansa da, günümüzdeki devlet anlayışı Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’u 1919 ilkelerini temel alan 1945 Birleşmiş Milletler Anlaşmasına dayanır.  Farklı tariflere tabi olsa da, 1933 Montevideo Konvansiyonunun birinci maddesinde ‘devlet’ uluslararası hukukta a) mutlak topluluğu, b) belirli toprakları, c) hükümeti ve d) uluslararası ilişkiler kurma kapasitesine sahip bir oluşum diye tanımlanır.

 

Bu anlamda ‘mutlak topluluk,’ değişken veya göç eden olsa dahi, sayısı önem taşımayan fakat coğrafi bir bölgeye bağlılığı öngörülen bir halktan oluşur.  Örneğin, Pasifik’te 10,000 nüfuslu Nauru adası ve 24,000 kişilik değişken nüfuslu Vatikan birer devlettirler.  Belirli topraklara gelince, önem taşıyan sınırların değil ‘bölgenin’ var oluşudur.  Kuzey ve Güney Kore, İsrail ve Filistin gibi ülkelerin sınırlarının kesin olamamasına rağmen hepsi birer devlettir.  Hükümetin varlığı ve uluslararası ilişkiler kurma kabiliyeti birbirini tamamlayan ve ülke yönetme özelliğini taşıyan unsurlardır.  Öyle ki Dayton Anlaşmasını takiben Filistin 100 ülke tarafından devlet olarak kabul edilmiştir.  Kıbrıs’ta, ‘dini, dili, kültürü’ kendine öz Türk toplumun varlığı 1960 Anayasasında, BM dosyalarında ve çeşitli ülke kaynaklarında kayıtlıdır.  Kıbrıs’ı kuzey-güney diye ayıran ve dolayısıyla KKTC topraklarını belirleyen Yeşil Hat vardır.  Hükümet dersek, Türk halkının seçimiyle görev başına gelen bir yönetim ve gerek Türkiye gerekse İslam Ülkeleri Örgütü ve benzeri oluşumlarla işbirliği kuran bir hükümet vardır.  Üstelik Emin v Yeldağ [2002] davasında, İngiltere Birleşik Krallığı Yüksek Mahkemesi KKTC yasaları dâhilinde Kıbrıs mahkemesinde yer alan ayrılık davasını geçerli kabul etmiştir.  Kısacası, KKTC 1905’dan beri hukukçu Oppenheim tarafından savunan devlet tarifine ve Montevideo Konvansiyona uyum sağlayan bir kurumdur.

 

Gelelim KKTC’nin aşması gereken özgür devlet (self-determination) hakkı ve daha da çelişkili ‘tanınmak’ sorununa.  Devlet tanımının esasını sağlayan BM Anlaşmasının birinci maddesi toplumların eşitliğini ve özgür yönetim hakkını noktalar ama ayni zamanda var olan devletin millet ve sınır birliğinden söz eder.  Sadece birinci maddeyi itibara alırsak, KKTC 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin millet ve sınır birliğini istila ettiği ileriye sürülür.  Öte yandan, Cumhurbaşkanı Wilson’un ilkeleri, 1960 sonrası geçmişin sömürge ülkelerinin BM katılımı ve takibindeki gelişmeler itibara alındığında ortaya farklı bir tablo çıkar.  Wilson din, dil, kültür paylaşımlı toplumların özgür yönetim hakkını a) yabancı etkenlerin baskısına direnen, b) kendi devletlerini seçme olanağına sahip ve c) halkın kabulünü gören temsilci demokratik hükümetin oluşuna addeder.   1945 sonrası hukuki gelişmelere göz atarsak, 1960 Sömürgelerin ve Halkların Özgürlüğü Bildirisi dış etkenlerin yerel toplumlara baskısını, hâkimiyetini veya istismarını, insan haklarının istilası olarak nitelendirir.  1966 Uluslararası Sivil ve Siyasi Sözleşmesi azınlıklar dâhil tüm toplumların özgür yönetim hakkının inkâr edilmez olduğunu yazar.  1970 BM Genel Kurulu 2625 kararı, 1975 Helsinki Mukavelesi, 2007 Yerel Toplumların Hakları ve benzer açıklamalar ayrılık göstermeksizin toplumların eşitliğinin, özgür yönetiminin ve hükümette temsil edilmelerinin kaçınılmazlığını noktalar.  Üstelik Kıbrıs Türkü Rum vahşetine uğramış, 1960 Cumhuriyetinden kovulmuş ve yılların müzakereleri çözüm bulamamıştır.  Buchheit ve Frank gibi hukukçular devlet sınırları dokunulmazlığı günümüzün insan hakları gerisinde kaldığını ve insan hakları çiğnenen toplumların var olan devletten ayrılmasının yasal hakkı olduğunu savunur.  Uluslararası bildiri ve kararlara rağmen Kıbrıs Türk toplumunun 1960 Cumhuriyetindeki temsili yitirildiği, insan haklarının çiğnendiği ve amansız bir istismara uğratıldığı, örneğin, 1964 BM (Ortega) raporundan 2014 Uluslararası Kriz Gurubun araştırmalarına aktarıldığı, hatta geçmiş Rum yönetimi Cumhurbaşkanı Clerides 2003 tarihli anılarında günümüzdeki çözümsüzlüğü Rumların Kıbrıs’ı Rum ülkesi haline getirme çabalarına bağladığı bilinmektedir.  Öyleyse, yasal ve akademik birikim hem Kıbrıs Türküne yöneltilen ve çözüm bulmayan Rum saldırısı KKTC’nin 1960 Cumhuriyetinden ayrılmasını yasallaştır, hem de Türk toplumun varlığı, bir coğrafi bölgede toplanması ve kendi hükümetini seçmesi KKTC’nin devlet kıldığını onaylar.

 

Uzmanların bir kısmı ‘devlet’ Montevideo’nun dört şartını tamamlayan toplumlar devlettir iddiasını, yani KKTC’nin hale hazırda devlet olduğunu, ötekiler böylesi bir oluşumun başka devletler tarafından devlet olarak tanındığı zaman devlet olur görüşünü savunur.  Sözkonusu görüş çelişkisi a) günümüzde 1960 Cumhuriyetinin ve b) sadece Türkiye tarafından tanınan KKTC’nin hukuki durumlarının ne olduğu sorularını zorunlu kılar.  Evet, BM Güvenlik Konseyinin Kıbrıs’a asker göndermesini onaylayan186’ci kararı ‘Kıbrıs Cumhuriyeti kabulü ile’ yürürlüğe girdiğini ve 541’inci kararının KKTC’nin ilanını tanımadığını noktalar.  Fakat 186’ncı kararın Uluslararası Adalet Divanı Namibia [1971] davası yorumunca günümüzde Türk toplumunu temsil etmediğinden geçerliliğini yitiren 1960 Cumhuriyetinden bahsettiğini ve Lauterpacht’ın 541’inci kararın ‘keyfi, ayrımcı … ve yasal olmadığı’ görüşünü hatırlatmak yerinde olur.  Özetle, Güneydeki yönetim (1960 iki toplumlu) Kıbrıs Cumhuriyeti değil Güney Kıbrıs Rum Yönetimidir.   KKTC’ye gelince, 1960 Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi tarafsız başkanı Dr. Heinz federasyon iki devlet arasında hayata geçtiğine bakılırsa, Kıbrıs’ta Federasyon çözümü aramak iki devletin varlığı, dolayısıyla KKTC’nin halen devlet olduğu, anlamına geldiğini vurgular.

 

Tartışma götüren iddialara rağmen kaçınılmaz bir hakikat varsa, örneğin, tanınmamış bir KKTC’nin BM veya Dünya Para Fonuna üye olamayacağı ve devlet tanımlığı hukuki ilkelerden öte siyasi çıkarların üstünlük kazandığı bir ortamda gerçekleştiğidir.  1967’de Fransa’nın Nijerya’daki Biafra ayrımcılarını desteklemesi, 1975’de Batı Dünyasının Doğu Timur’un işgaline göz yumması, 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devletinin kurulmasını ‘üzücü’ bulan BM’nin 1983’de KKTC’nin ilanını ‘yasa dışı’ sayması ve 2007’de Kosova’nın tanımı siyasi nedenlerle bağdaştığı söylenebilir.  KKTC’nin tanınması (asker ve garantileri gerektirmeksizin) Kuzey Kıbrıs’ın Ana Vatanla kültürel, parasal, askeri ve siyasal bağlarının devamını koruyacak; dış dünya ilişkilerinin genişleme imkânını sağlayacak, Rumların Güzelyurt ile Maraş’a taleplerini geçersiz kılacak ve Ercan hava alanına uluslararası alan niteliğini kazandıracak.  Öte yandan, Rumlarla yeni bir sınır oluşturacak, Rumların keşfettiği enerji kaynakları paylaşılmayacak ve Türkiye’nin AB üyeliğine köstek olacak. Doğru ama nasılsa, hale hazırda bir sınırı temsil eden ‘yeşil hat’ vardır ve 1964’de AB üyeliğine başvuran Türkiye günümüze dek iki adım ileri bir adım geri giden tek ülke durumundadır.

 

Söylendiği gibi, siyasetin ağır bastığını kabul edersek, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararının, Orta Doğudaki savaşların, Akdeniz’de enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya sevki ve Türkiye’nin dış siyaseti gibi gelişmelerin KKTC’nin tanınmasına yol açacağı sonucuna varabiliriz.  Bilinen, çözümün federasyonda arandığı ama kırk iki yıllık siyasetin çözüm getirmediği, çözüme yaklaştıkça uzaklaştığıdır.  Savunulduğu gibi seçeneğimiz varsa, can güvenliğimizle birlikte insan haklarımızı koruyacak çözümü a) Kıbrıs Türkünün isteği halinde, özgür KKTC devletinin kayıtsız şartsız yaşama geçmesini anayasasında yansıtacak Kıbrıs Federe Devletinde veya b) var olan, KKTC’nin günümüzde tanınmasında bulabiliriz.

 Yazar: Hasan A. Deveci 

AB kıskacında Kıbrıs

AB kıskacında Kıbrıs 

 

 

konuk yazarTarihe baktığımızda Kıbrıs’ı Rumlaştırma çabalarını 1814’de Rusya’nın desteklediği ve Anadolu ile Kıbrıs’ı içeren bir Yunanistan genişlemesini amaçlayan gizli örgütün başlattığını görürüz.  1963 sonrası yoğunlaşan ve bugün dünya sorunu haline gelen Kıbrıs sorunu Şubat 1977 Denktaş-Makarios anlaşmasından beri iki yönetimli Federal Cumhuriyetin temel alınmasına ve çeşitli temsilcilerin katılımına rağmen çözümsüzlük çözümdür ilkesi kök almıştır.  Her iki taraf Federal Cumhuriyeti onayladığına bakılırsa, Rumların Avrupa Birliğine (AB) niye ‘evet’ fakat askere ve garantiye ‘hayır’ dediklerini sormamız yerinde olur.

 

Olası çözümde Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temelinde iki halklılık, iki bölgelilik ve tek vatandaşlık kavramları günümüze varan birikimlerde kalıcılık kazanmıştır.  Fikir ayrılıkları olsa da senato üye sayısının eşitliğini, temsilciler meclisin üye sayısı ise toplumların ada nüfusuna oranıyla doğru orantılı şekilde olacağını dile getirebiliriz.  Senato ve meclisin tek oy çoğunluğu ile geçerli karar alabileceğini, bakan dağılımının meclis temsiline benzer olacağını ve pazarlık neticesi dönüşümlü başkanlığı var sayabiliriz.  Çözüm halinde, AB üyesi Kıbrıs’ta halkın bir kısmı 1974 öncesi evlerine dönecek, Türklere uygulanan ambargolar kalkacak,  Ercan’a dünyanın her tarafından gelen uçaklar inip kalkacak, Maraş açılacak, Kıbrıs münhasır ekonomik bölgesindeki enerji kaynakları Türkiye üzerinden Avrupa’ya dağıtılacak ve Kıbrıs Türkiye’nin AB yolunda köstek olmayacak gibisinden getiriler olacağı savunulur.  Götürüleri araştırırken, AB hukuk birliği çemberi de Federal Kıbrıs’ın siyasi ‘güç paylaşımını’ ve Rumların ‘askerle garantiye’ hayır ısrarını eleştirmemiz zorunludur.

 

Başlarken AB ve öncüsü Avrupa Ekonomik Toplumunu (AET) konu edelim.  Uzmanlar, bir ülke yeraltı kaynaklarını satar karşılığında teknoloji satın alır gibisinden örneklerle, tercihen ülkeler arası serbest ticareti değilse gümrük birliğini al-vere uyumlu diye destekler.  Benzeri bir nedenle, ikinci Dünya harbini takiben Avrupa içi harplerin önlenmesini amaçlayan üç toplumdan birisi AET olmuştur.  Serbest ticareti benimseyen AET ve takipçisi AB malların, sermayenin, kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımı yanında serbest dolaşıma ışık tutacak yerli ve üye ülke vatandaşları arasında hukuki eşitliğini temel saymıştır.  Ayni zamanda, aşırı ithallerin yerel ticari düzenini yıkabileceği, sınırsız yerleşimin yerli-yabancı halk dengesini bozabileceği madalyonun ters tarafı olarak kabullenmiştir.  Bu nedendendir ki, Ticari ve siyasi zıtları dengeler diye AB üyelerine sınırlı derogasyon hakkı tanımıştır.  Buna rağmen, Birleşik Krallığın AB’den ayrılma girişimi, AB üye ülkelerin sınırlarını, ticaretini ve hukukunu yörüngesi altına alma tehlikesini sergilemiştir.

 

Malların serbest dolaşımı yerel üretime zarar verse de rekabeti artırdığını, fiyatları alıcı yararına dengeleştirdiğini ve kısıtlı olsa bile ticari istikrarı sağladığını var sayabiliriz.  Sermaye dolaşımı sorgulanacak olursa, genelde yerel üretimi destekler diye (yabancı) sermayenin serbest dolaşımı ekonomiye kazanç sayılır ve kabul görür.

 

Önemli olan siyasi eşitliği, ilmi alanı, can güvenini ve yerli-yabancı halk dengesini bozma tehlikesini taşıyan kişilerin ve hizmetlerin serbest dolaşımıdır.  Kuruluşunda ekonomik istikrarı amaçladığından kişisel serbest dolaşımı ‘ekonomide faal’ şahıslara addeden AB, Maastricht sonrası halkların entegrasyonunu hedef almış, ekonomik faaliyet önceliğini sulandırmış ve kişisel serbest dolaşımı her AB vatandaşının yasal hakkı diye uygulamıştır.  Takiben, Deutche Post v Sievers [2000] davasında AB Adalet Divanı  ‘… ekonomide rekabet çarpıntılarını önlemek … güdülen sosyal hedefin gerisinde’ yer aldığını vurgulamıştı.  Neticede, söz konusu sosyal hedef 2004/38 Direktifinde AB ‘vatandaşları ve ailelerinin’ AB içerisinde serbest dolaşımı ve ikameti niteliğinde ifade edilmiştir.  Ne var ki, Kaur [2001] vatandaşlık ‘verme ve (kısıtlı) alma’ salahiyetini Üye Ülkelere bırakmıştır.   Öte yandan, Surinder Singh [1992] serbest dolaşım ilkesine dayanarak Almanya’da işleyen ve orada evliliğini kuran İngiliz vatandaşı kadın İngiltere’ye dönüşünde Hindistan vatandaşı olan eşinin İngiltere’ye yerleşmesini sağlamıştır.  Kısacası, ABAD Üye Ülkelerin özgürlüğünü örtbas pahasına entegrasyonu hızlandırmaya kararlı görünümündedir.

 

Ne var ki, hukuk eşitliği vatandaşlık temeline bağlı gerek açık (somut) gerek örtülü (dolaylı) ayrımcılığı yasaklamış ama, eşitlik üye ülkenin vatandaşları arasında değil, sadece misafir  vatandaşların yerli vatandaşlara kıyas eşitliğini korur.  Bu anlamda, eşitlik ülkenin iç uygulamalarını sorgulamaz, sadece davanın AB ile ilgili bir konumu olmasını şart koyar.  R v Saunders [1979] de İrlanda kökenli İngiliz vatandaşı hapiste yatmak yerine İrlanda’ya dönmeyi ve üç yıl içerisinde İngiltere’ye ayak basmamayı kabullenmesine rağmen sözünü tutmamış.  ABAD her ülke iç düzenine kendi hükmeder demiş ve İngiliz mahkemesinin İngiliz vatandaşına İngiltere’deki uygulamasını benimsemişti.  Moser v Land Baden-Württember [1984] davasında Komünist Partisine üye olması nedeni ile Alman vatandaşın Alman Öğretmen Kollejine alınmaması ABAD tarafından tastik edilmişti.  Hukuki eşitlik bağlamında bir de mesleki mezuniyetlerin eş değerlenmesi ve hizmet sağlamakta hem hizmet verenin hem de işçilerinin serbest dolaşım hakkı tanınmıştır.   Örneğin, Reyners [1974] Hollanda vatandaşı ve mezunu avukatın Belçika vatandaşı olmayışı Belçika’da avukatlık yapmasını önleyememiştir.  Kısacası, gerek Rush Portuguesa [1990] gerekse Vlassopulou [1991] kararlarında uygulandığı ve AB Direktifi 2005/36/EC kanıtladığı gibi, AB ülkelerinin herhangi birisindeki şirket veya mezun meslektaşlar ev sahibi ülkenin yasalarını nazarı itibare almaksızın başka bir üye ülkede işyeri kurup kadrosu ile birlikte hizmet verme yetkisine sahip olurlar.

 

AB hukuk birliğine uyumlu olası çözümün Kıbrıs Türküne getirisini ve götürüsünü anlamak istersek Kuzeyde bir hastane veya okul ihalesini düşünelim.  En geç derogasyonlar sona erdiği zaman, AB’de yerleşim kazancı olan Rum ve Yunan şirketleri ihaleye katılacak ancak Türkiye inşaatçıları devre dışı kalacaktır.  İhaleyi kazanması halinde, Rum şirketiyle birlikte Rum işçiler Kuzeyde işbaşına geçebilecek (Rush Portuguesa.)  Kuzeyde işlemekte olan Rum vatandaş Güneydeki ailesini Kuzeye aktarabilecek (Surinder Singh😉 Güneydeki Türk vatandaşı, örneğin trafik kazası gibi bir suç neticesi Kuzeye sevk edilme ihtimalini yaratacak (Saunders😉 Müslüman dini veya siyasi örgüte üyeliği iddiası ile iş almada veya eğitimde devre dışı bırakılmasına neden olacak (Moser.)  Türkiye’den mezun vatandaş doktor veya öğretmen, eğitim eşdeğerliği olmadığından görevlendirilmeyecek (Vlassopulou.)  Uygulamada çelişki olursa, Yunanistan’dan mezun avukat davayı Kuzeydeki mahkemelerde güdebilecektir (Reyners.)  Hayır, olamaz, yasalar var, ABAD var dersek, ismi geçen davaların AB hukuk birliği gündeminde ve ABAD kararlarında olduğunu hatırlayalım ve Batı Trakya’daki Yunan vatandaşı Türk kardeşlerimizin insan haklarını gözden geçirelim.

 

Batı Trakyayı 1913 yılında Osmanlılar Bulgarlara terk etmiş, 1920 Sevr Anlaşmasında Yunanlılar ilhak etmiş ve 1923 Lozan Anlaşması gereğince  resmen Yunan toprağı ilan edilmiş.  1923 öncesi halkın 67% teşkil eden (Müslüman) Türkler taşınmaz malın 84%’ne sahiptiler.  Kıbrıs’ta olduğu gibi, İstiklâl Savaşının arkasından binlerce Türk topraklarını kendi isteklerince veya zoraki satıp anavatana döndüğünden sayıları ve mülkiyetleri büyük oranda düşmüştü.  Hem Lozan Anlaşması hem de Helen Anayasası tarafından korunan dil, din, eğitim gibi insan hakları Yunanistan’ın AB üyeliği ile daha geniş güven altına alınmıştır, fakat yasa güvencesi hiç de uygulamaya geçmemiş aksine her hak çiğnenmiştir.   1923 Anlaşması ‘Müslüman’ halkından bahsederse de 1950’lerin Türkiye-Yunan dostluğu yıllarında ‘Müslüman’ niteliği ‘Türk’ kavramına çevrilmiş ve 1968 Türkiye-Yunanistan mutabakatı gereğince ‘Türk’ diye kesinleşmişti.  Buna rağmen, 1985 Yunan Millet Meclisi bildirgesi Batı Trakya Türklerine ‘Rum Müslüman’ diye hitap edilmesini emretmiş ve 1989’da Millet Meclisi adayları Sadık Ahmet ve İsmail Şerif kendilerini ‘Türk’ olarak tanıttıkları için cezalandırılmışlardı.  Geçmişe nazaran durumun düzeldiği söylense de araştırmacı kardeşimiz Türkkaya Ataöv’ü okuyanlar bilecekler ki, 1420’de inşası tamamlanan ve Avrupa’nın en eski camisi olan Beyazid Mehmed I Camisinde ‘Ezan’ okunması yasaklanmıştır; öğretmen ve müftü mevkilerine Türklerin kendi seçtikleri ve Türkiye’de yetişen elemanlar değil Yunan hükümetinin seçtiği ve Yunanistan’da eğitim görmüş kişiler getirilmiştir; Türk Lisesine Rum müdür yerleştirilmiş ve Türk gençlerimiz Rum liselerine gönderilmiştir.  Dahası, Trakya Türklerinin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesine gönderdiği 2011 ve Human Rights Watch’un 1999 raporlarında okunacağı gibi, 1955-1998 arasında 60,000 Trakya Türkünün vatandaşlığı elinden alındığı için Yunanistan’a dönemedi, vilayet sınırları değiştirildiği için Türkler Türk temsilci seçme imkânlarını kaybetmiştelerdir.

 

Atina Panteion Üniversitesinde Profösör Alexis Heraclides, Yunanistan’ın mürettep hukuki nedenlerle  Kıbrıs’ın tümüne sahip çıkmayı ve Egede genişlemeyi amaçladığını yazıyor; aslı var mı, Kıbrıs Rumlaştırılır mı?  Özgürlüğüne 1830’de kavuşan Yunanistan, İyonya adalarını 1863’de, Platania’yı 1878’de, Girit ve Lesbos gibi adaları 1912’de, Batı Trakya’yı 1923’de, ve  Oniki adaları 1947’de eline geçirmiş, savaş vermeksizin beş sefer topraklarını büyültmüştür.  Kıbrıs’ta Türk askerine ve garantilere ‘hayır’ diyen AB üyesi Yunanistan Lozan Anlaşmasını yana iterek Ege adalarını silahlandırmış durumdadır, Yunan vatandaşı Batı Trakya, Girit, Rodos ve benzerinde yaşayan Türkler kimliklerini koruma çabası içindeler.  1920’lerde Türkiye’ye dönen, 1940’larda yoksulluklarını gidermek için kızlarını Araplara satmak mecburiyetinde kalan Kıbrıslı Türkler kazançlarını artırmak niyetiyle 1960 sonrası bilhassa İngiltere’ye göç ettiler.  Geçmişte Rumlarla sorunsuz yaşadığımızı iddia edenler, araştırmacı Profesör Ata Atun’un 2 Haziran 2017 Kıbrıs Postasında 1950 Hürsöz gazetesindeki alıntısına göz atsalar.  ‘… elektrik şirketlerinde memur ve işçi olarak bir tek Türkün çalıştırılmamasını … (belediyelerde) Başkan yardımcısının Türklerden seçilmeyişini … bazı sokak isimlerinin yalnız Rumca ve İngilizce yazılmış olmasını’ beyan ettiğini keşfedecekler.  Günümüzde, Türk Devlet memurlarının ödenmediği Eylül 1964 Birleşmiş Milletler raporuna geçmesi; Rumların Türkçeyi resmi dil olarak garantileyen 3’üncü maddeyi 1960 Cumhuriyeti Anayasasından iptali; Rum Temsilciler Meclisinin Haziran 1967’de Kıbrıs’ın tümünü Yunanistan’a bağlama andı; ve 2017’de müzakerelerin hassas bir noktasında 1950 Plebisitini okullarda alınması kararı gelecekte izleyecekleri siyasetin öngörüsü değil mi?

 

Bugün, dünya genelinde tanınmasa dahi, tüm eksiklerine rağmen, kendi seçtiğimiz devletimiz ve yönetimiz var; çoğu gençlerimiz eğitimlerini Türk üniversitelerinde tamamlamaktadırlar; 23 Nisanlarımızı, 20 Temmuzlarımızı bayrağımız altında, dini bayramlarımızı gururla kutlamaktayız.   Özgürlüğümüzü AB hukuk birliğine emanet etmek inancına, Yunanistan’da yaşayan Türk kardeşlerimizi; Annan Planı halk oylaması öncesi ve sonrası AB’nin verdiği sözleri hatırlatalım ve soralım:  Garantiler ve askerden yıpranmış AB üyesi Federal Kıbrıs’ta avukatımız, doktorumuz, öğretmenimiz mezuniyeti eşdeğer kabul edilmeyecek Türk üniversitelerinde eğitimlerine devam edecek mi; U Thant raporunda kaydedildiği gibi Rumlar (Limasol’da) Türk topraklarını ödemeksizin araba parkına çevirecek mi; en önemlisi, öngörülen ‘siyasi paylaşım’ yasada, yönetimde ve yargıda eşit mi yoksa Rumlara ağırlıklı mı olacak?

 

Eşek anırdığı zaman, eşeği borçlanmaya gelen komşuya ‘eşek evde yok’ diyen Nasreddin Hoca, komşu ‘sen bana mı yoksa eşeğin anırmasına mı kulak asarsın’ cevabını vermiş.  Çoğu Rum’un Türklerle dostane yaşamasına çaba harcadığını inkâr edemesek de, bir yandan entegrasyonu güden ABAD kararları öte yandan Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakından  geri adım atmayanların kıskacındayız, çözüm ararken, tarihe mi ışık tutalım yoksa AB desteğini alet alan Rum siyasetçilerine mi bel bağlayalım?

Hasan Deveci