Etiket arşivi: da

AYTUNÇ ALTINDAL : “KGB Moskova’da şube açmamı teklif etti, ben de açtım!

Türkiye’nin en ünlü komplo teorisyenlerinden biri o. KGB’nin teklifiyle
Moskova’da bir kültür merkezi açtığını söyleyen Aytunç Altındal, “gizli
ilişkiler” sözkonusu olduğunda başvurulan ilk “kaynak.” Papa Jean Paul 1’in
ölümünde vatikan parmağı olduğunu söyleyen Altındal “Tekzip gelmediğine
göre, doğru” diyor. Seon bombası ise marc’la ilgili. Altındal’a göre Marx,
Dan Brown’ın da “Da Vinci Şifresi”nde bahsettiği İlluminati örgütünün
“İslami kanadına” mensuptu!

Çok tartışılan bir yazar Altındal. KGB ajanlığından dinci olduğuna kadar
hakkında pekçok şey söylendi. Bir kesime göre komplo teorileri uzmanı.
Kimilerine göre de sayılı terör uzmanlarından biri. Ekranlardaki tartışma
programlarının gözdesi. Marks’ın gizli örgüt üyesi olmasından tutun da,
İhsan Sabri Çağlayangil’in Dan Brown’ın “Da Vinci Şifresi” kitabıyla gündeme
getirdiği Gül ve Haç cemiyeti örgütünün üyesi olduğuna kadar pek çok akıl
almaz iddiayı belgelediğini söylüyor. Peki Aytunç Altındal kim aslında?

* Aytunç Altındal 1973 yılında 7.5 yıl hapse mahkum oldu ve yurtdışına
kaçtı. Bir şiir kitabı neden oldu bu mahkumiyete değil mi?
Evet. Partizan adlı kitabım. Sadece şiirlerim vardı.

* Komünizm propagandası ve orduya hakaretten mahkum oldun. Ne biçim
şiirlerdi?..
O günlerde öyleydi. 10 yıl sürdü o dava. Bir gece, ertesi sabahki duruşmada
tutuklanacağımı öğrendim. Aynı gece yurtdışına kaçmaya karar verdim. O akşam
kız arkadaşımla buluştum. “Önce benim sana bir haberim var” dedi. “Eyvah
hamilesin, bebek bekliyorsun ama ben bu akşam gidiyorum, bebek kız olacak
adını Emine koy” dedim ve gittim. Emine doğduktan sonra her ikisini de
Paris’e çağırdım, orada gördüm.

* O kızla evlendin mi?
Dokuz sene sonra.

* Cezan ne oldu?
O maddeler kalktı. 141-142-163 ve 312’den yargılanmıştım.

* Bunların toplamı mı 312 ediyor?
Dalga geçme. “Vatanı için savaşmayan generallerin omzundaki yıldızlar
Amerikan dolarıdır” gibi bir şey yazmıştım. Orduya hakaret saydılar.
“Yoldaş” kelimesi de komünizm propagandası oldu. Sulhi Dönmezer
bilirkişiydi. Onun raporuyla mahkum oldum.

* Sulhi Dönmezer rahmetli oldu.
Toprağı bol olsun. Ama bu gerçeği değiştirmiyor…

Çakal Carlos’la bağlantı!
Aytunç Altındal’ın Teşvikiye’deki bürosunda bunları konuşurken kapı
çalınıyor ve bir kurye, bir paket getiriyor. Paketi açarken aramızdaki
diyalog şöyle gelişiyor:

* Ne bunlar? Gizli belgeler mi?
Yok canım kitap. Bak şu kitaba. Adı ne?

* “Devrimci İslam.” Yazarı da Ramirez Sanchez Carlos. Yani Çakal Carlos mu?
Tabii. Bak bu adam yüzünden başıma ne geldi. “Marksist Yaklaşımla Türkiye’de
Kadın” diye bir kitabım vardı. 1975 yılında İsviçre’deyim. Kitabın
Almanca’sını bir Alman yayınevi basacak. Adı da “Rote Stern Verlag” yani
“Kızıl Bayrak Yayınları.”

* Yayınevini bulmuşsun…
Tam o hafta Stern dergisinde bir kapak. “Komünistlerin Almanya’daki gizli
hücresi ortaya çıkarıldı” diye. O hücre, kitabı çıkaracağım yayıneviymiş.
Perde arkasındaki sahibi de kimmiş? İşte bu meşhur Carlos.

* O zaman sen de kaçaksın, Carlos da…
Sana başka bir macera anlatayım. 1989’da İsviçre’de Mordüs Vivendi isimli
bir kültür merkezi ve yayınevi kurmuştum. KGB bunun bir şubesini Moskova’da
açmamı teklif etti.

* Neden KGB?
Glasnost dönemi. Dışarı açılıyorlar. Beni Rusya’nın kültür danışmanı
yaptılar.

* İşin içinde yine gizli örgütler filan var mı?
Aklını oraya taktın. Modüs Vivendi’yi aynı konseptle Moskova’da kurdular.
Amerika’nın ünlü 24 ressamının sergisini açacağım. Zürih havaalanında
Amerikalılar’la buluştuk, Moskova’ya uçacağız. Amerikalılar yanıma hiç
tanımadığım bir kadın verdiler. Sylvia Marten diye bir hanım. Daha önce
Richard Gere’la berabermiş.

* Güzel bir şey olması lazım.
Hoş bir hanım. Getirdiler, tanıştım. Belli ki bir misyon taşıyor.

* KGB bunu bilmiyor mu?
Herkes biliyor. KGB ve CIA zaten kardeş kuruluş. Bir parantez açayım. Ağca
için “KGB ajanıdır” dediler. CIA, “değildir” açıklaması yaptı. Ağca, CIA’nın
üstüne kalınca bu defa KGB onları akladı. Aralarında paslaşıyorlar.

* Sana göre Ağca kimin adamıydı?
Vatikan’ın içinden bir grup tarafından kiralanmıştı.

* Yani Papa’yı Vatikan mı öldürtmek istedi?
Önceki Papa Jean Paul 1’i de Vatikan’ın öldürdüğü belli.

* Sen bunları nereden biliyorsun?
Biz biliriz. Boşver nereden bildiğimizi.

* Nerede bunun belgeleri?
Ben bunları hep yazdım. Tekzip gelmedi.

* Koskoca Vatikan, Papa’yı biz öldürmedik diye Aytunç’a tezkip mi
gönderecek?
Herkese cevap veriyor, bana da verseydi. Boş ver, eğlenceli kısmına gelelim.
Bu Sylvia, Moskova’daki açılış gecesinde votkaları arka arkaya içince 500
davetlinin önünde sarhoş olup striptiz yapmaya başladı. Bizim Büyükelçi
Vural İnan’da orada.

* Striptiz yapan CIA ajanı. Neden yapmış?
Ben de bunu Amerikalılar’a sordum. “Onun misyonu oydu” dediler. Rezalet
çıkaracakmış.

* Pek akla yakın gelmiyor.
Bunların hepsi şov. Şimdi asıl konuya gelelim. Benim iddiam şu: Dünyada
toplumlar için üst tasarımları yapan bazı gruplar ve bu tasarımları
uygulayan hükümetler var. Bu üst tasarımcıların, istekleri çerçevesinde
hayat yönlendiriliyor.

“Newton da büyücüydü”
* Ben anladığımı söyleyeyim, mesela bazı güçlü örgütler var, Tapınak
Şövalyeleri, Gül ve Haç Kardeşliği, İlluminati gibi ve bunlar yüzyıllardır
yaşamlarımızı yönlediriyorlar…
Aynen öyle.

* Bunu Dan Brown da söylüyor.
Ben yıllardır söylüyorum.

* Ama o senden daha zengin oldu…
Biz Türk’üz oğlum. Bizi kolay dinlemezler. Ben Isaac Newton’un hiç
bilinmeyen…

* Bir keşfini bulduğunu söylemeyeceksin herhalde.
Hayır, okült çalışmalarını yayınladım. “Meğer Newton büyücüymüş” diye
Amerikalı Newton uzmanları bile şaştı kaldı.

AYTUNÇ ALTINDAL : “KGB Moskova’da şube açmamı teklif etti, ben de açtım! (2)

29 Ağustos 2004

Türkiye’nin en ünlü komplo teorisyenlerinden biri o. KGB’nin teklifiyle
Moskova’da bir kültür merkezi açtığını söyleyen Aytunç Altındal, “gizli
ilişkiler” sözkonusu olduğunda başvurulan ilk “kaynak.” Papa Jean Paul 1’in
ölümünde vatikan parmağı olduğunu söyleyen Altındal “Tekzip gelmediğine
göre, doğru” diyor. Seon bombası ise marc’la ilgili. Altındal’a göre Marx,
Dan Brown’ın da “Da Vinci Şifresi”nde bahsettiği İlluminati örgütünün
“İslami kanadına” mensuptu!

* Senin bunları kafandan yazıp uydurmadığını nasıl anlayacağım? Newton’un el
yazılarını bulmadın herhalde?
Hayır, ölümünden 10 yıl sonra 50 adet basılmasını istediği el yazmaları var.
O kitaplardan birinin tıpkı basımını yaptım.

* Ve o 50 kitaptan bir tanesini bile kimse bulamamış…
Newton, Mason localarının başındaki insan. Sadece bu locaların liderlerine
verilmesi için hazırlamış bunu. Biri elime geçti. Anlatmak istediğim şu:
Demokrasi, insan hakları gibi kavramlar bile birer üst tasarım.

* Mesela Yeşiller de mi Gül ve Haç kardeşliğinin tasarımından doğmuş?
Hayır ama Yeşiller’in kurucusu dünyanın en büyük faşistlerinden biri.
Hitler’in örnek aldığı adam. Guido von List.

* Sosyalizm de mi bir üst tasarım şimdi?
Marx’ın kendisi komünist parti üyesi değil ama bir gizli örgüte üye olmuş.
Hadi bakalım yaz bunu Türkiye’de olay olsun. Sana bir de belge göstereceğim.

* Tabii göstereceksin çünkü Marx’a sormamız mümkün değil. Hangi örgütmüş bu?
“League Of The Just” Hakk Ligası, Hak Birliği diye Türkçeleştirebiliriz. Bu
da İlluminati’nin İslami kanadının bir örgütü.

* Yani dolayısıyla Karl Marx da İlluminati’nin tasarımcılarından biri?
İlluminati çizgisinin getirdiği Hakk Ligası örgütünün.

* Sonunda Marx’ı da İlluminati uzantısının elemanı yaptık? İlluminati,
Güller ve Haç Kardeşliği, Türkiye’ye kadar uzanıyor diyorsun…
Tabii. Mesela 1963 yılında Cemal Birik diye bir kişi Türkiye’de Gül ve Haç
şövalyeliğine getirildi. Onu önerenler de Profesör Hazım Atıf Kuyucak ve
eski Dışişleri Bakara İhsan Sabri Çağlayangil.

* Onlar da Gül ve Haç üyesi demek.
Evet. Ve Masonlar aslında.

Zengin mi değil mi?
* Merak ettiğim bir şey var. Sen Türkiye’den kaçıp Paris’e gittin yıllar
önce. Sonra nasıl zengin oldun?
Zengin olduğumu kim söyledi?

* İsviçre’de o yayınevini, kültür merkezini kurmak az iş mi?
Ailemden kalan araziler satıldı.

* Orası tamam da sonra ne oldu? İsviçreli eşinin ailesinin bir bankası vardı
değil mi?
Avrupa’nın en eski bankasıdır. Onun da yardımı oldu. Çok köklü bir ailedir.
Ailenin bir kolu da ünlü Dupond’lar.

* Peki Sovyetler’le bu ilişkilerin kökeni ne?
60’lı yıllardan beri vardı.

* CIA ajanı olup olmadığın konusunda da şüpheler var mı?
Doğu Perinçek’in Aydınlık gazetesine göre KGB’nin Türkiye temsilcisiydim.
Sonra Sovyet sistemi çökünce CIA ajanı olduk mecburen. Bu arada Fethullah
Gülen de beni MOSSAD ajanı ilan etti.

* Peki MİT’çi dediler mi?
Yok ama bir sivil paşa dediler. Aslında ben VİS üyesiyim.

* VİS nedir?
Venezüella istihbarat servisi. Onun Türkiye’deki adamıyım. Çünkü en güzel
kadınlar orada. Çad ve Somali de boşta. İstersen seni onlardan birine
aldırayım.

* Kalsın. Neden korumayla geziyorsun?
Korumaları ben istemedim. Devlet verdi.

* Neden?
Necip Habletimoğlu öldürülünce Doğu Perinçek savcılığa gitmiş, sırada Aytunç
Altındal var demiş. Yugoslavya’dan ve Rusya’dan böyle bilgiler almış.

Vatikan da onu izliyor!
* Senin Vatikan-Mafya bağlantıları konusunda iddiaların var.
Vatikan’ın Mafya ve Naziler’le ilişkileri ayrı bir derya. II. Dünya Savaşı
sırasında Vatikan Yahudiler için kılını bile kıpırdatmadı. Çünkü 1929
yılında Mussolini ile bir anlaşma yaptılar ve Vatikan devletini kurdular.
Sonra Hitler’le anlaştılar ve bütün Katolikler’e kilise vergisi koydurdular.
Karşılığında da Yahudi soykırımına ses çıkarmadılar. Bugün dünyada bir
milyar Katolik her yıl kiliseye vergi ödüyor. Vatikan devleti ise sadece
1011 kişi.

* Bu kadar büyük rant olunca işin içinde mafya da oluyor tabii…
Mayfa direkt işin içinde. Bunun en somut örneği İtalya’da P2 Mason Locası
skandalında ortaya çıktı. Mafya ve Vatikan’ın bankaları bu paraları
aklıyordu. Bank Ambrossino’nun müdürü Roberto Calvi, İngiltere’de bir
köprünün altına asılmış olarak bulundu. Yarım saat önce de sekreteri
bankanın bulunduğu binanın onuncu katından aşağıya atılarak öldürüldü.

* Vatikan seni de öldürmesin Aytunç.
Bir hafta önce İtalyan Republica gazetesinde benimle ilgili bir yazı vardı.
“Vatikan bu adamın ne yaptığını ilgiyle izliyor” diye yazılmıştı.

‘Döndüğüm filan yok’
* Yıllar sonra dinci olduğun yolunda suçlamalar oldu. “Solcu Aytunç döndü”
dediler.
Öyle dönme mönme yok. Benim 1962’den bugüne kadar söylediğim şu: Bu
memleketin bir dini, gelenekleri var. “Senin problemin dine küfretmek değil,
önce emekçinin haklarını ön plana çıkar” dedim diye 1965’ten bu yana kötü
adam sayıldım. İslam dinine saygı gösterilirse, Türkiye’de sosyalist
hareketin başarıya ulaşacağına inanıyorum.

* Ama çıktığın televizyon programlarında tutucu bir insan imajı çiziyorsun.
Örneğin misyonerliğe karşısın. Türk-Ermeni tartışmalarında Ermeni düşmanı
gibi görünüyorsun.
Ben Ermeni düşmanı değilim. Dışnak ve Hınçak partilerinin düşmanıyım. Bu iki
partinin tüzüklerinin ikinci maddesinde “Amacımıza ulaşmak için şiddet ve
terör uygulayacağız” diyor. Türkiye’nin Ermeni sorunu yok. Bir Ermeni terörü
sorunu var. 20 sene önce sana bir Pontus meselesi çıkacak demiştim.
Hatırladın mı?

* Diyelim ki hatırladım.
Bak bugün bir Pontus meselesi var Türkiye’nin. Bunu sana 83’te anlattım.
Çünkü oralarda yaşadığım zaman ben bu olayların içindeydim. Kimlerin nasıl
planlar yaptıklarını gördüğün zaman aklın duruyor. Belçika’da, Bizans’ın
yeniden kurulması için iki yılda bir sempozyum düzenlenir. Bizans
toplantıları, 40 yıldır yapılıyor. Kimsenin haberi yok. Ben onlara katıldım.

* Sen hangi kılıkta karıştın aralarına?
Kılıksız karıştım canım.

* Ajanlık filan durumları var mıydı?
Sen istiyorsan öyle olsun.

[status draft]

[nogallery]

[geotag on]

[publicize off|twitter|facebook]

[category araştırma]

[tags RÖPORTAJ, AYTUNÇ ALTINDAL, KGB, Moskova, şube, teklif]

Periler uzatmada güldü

 

Bursa – Bursa Büyükşehir Belediyespor Kulübü Kadın Basketbol Takımı, TKBL 17. haftasında İzmir ekibi Bayraklı Belediyesi’ne konuk oldu. Bayraklı Mustafa Kemal Atatürk Spor Salonu’nda ve uzatma periyodu oynanan karşılaşmadan Bursa Büyükşehir Belediyespor Kulübü 75-72 galip ayrıldı.

Bu sezon öncelikli olarak Kadınlar Basketbol Süper Ligi için play offlarda yer almak isteyen Bursa Büyükşehir Belediyespor Kulübü, TKBL 17. hafta mücadelesinde Bayraklı Belediyesi’ne konuk oldu. Mustafa Kemal Atatürk Spor Salonu’nda oynanan karşılaşmada yeşil beyazlılar, Pelin Küççük’ün elinden bulduğu 3 isabetli üç sayılık atışla ilk periyodu 20-18 önde geçti.

İkinci çeyreğin ilk 6 dakikasında üstünlüğünü korumayı başaran Bursa ekibi,  periyodun son bölümlerinde başarısız hücumlarının ardından oyun üstünlüğünü kaybetti. Cansu ve Patricia’nın elinden bulduğu sayılarla Bursa Büyükşehir Belediyespor’u yakalayan ev sahibi Bayraklı Belediyesi, soyunma odasına 36-33 önde girdi. Karşılıklı hızlı hücumlarla başlayan maçın üçüncü çeyreğini Bayraklı Belediyesi 54-50 önde geçti. Maçın bitimine 02.26 kala 63-57 ile farkı 6 sayıya kadar çıkaran Bayraklı Belediyesi, Bursa ekibinde Harika ve Burcu’nun elinden bulduğu 8 sayıya karşılık 2 sayı bulunca 65-65 ile maç uzatma periyoduna taşındı. 5 dakikalık uzatma periyodunda Bursa Büyükşehir Belediyespor Kulübü, daha az hata yapan taraf oldu ve maçı 75-72 kazanmayı bildi.

‘Harika’ fark yarattı

Maçın en skorer ismi Bursa Büyükşehir Belediyespor’un yeni transferi Harika Gözde Eldaş oldu. 41.54 dakika ile maçta en fazla süre alan isim olan başarılı oyuncu, 21 sayı 4 ribaunt ve 2 sayı ile galibiyette önemli rol oynadı. Büyükşehirli diğer sporcular Hande Kuzu 15 sayı ve Pelin Küççük 14 sayı ile en çok sayı üreten sporcular oldu.

Sıradaki Rakip, Nesibe Aydın GSK

Elde ettiği sonuçla galibiyet sayısını 10 maça çıkaran ve puanını 27’ye yükselten yeşil beyazılar, TKBL 18. haftasında Nesibe Aydın GSK takımını konuk edecek. 22 Ocak Salı günü Bursa Büyükşehir Belediyesi Şahin Başol Spor Kompleksi’nde oynanacak karşılaşma saat 18.00’da başlayacak.

Silah reklamı yapana ve yaptırana 2019’da ceza yağacak!

Ticari Danışman Abdullah KOÇOĞLU, şirketler avukatı Arb. Av. A. Serdar ÖNÜR ile yaptığı olağan toplantı sonrasında 28 Aralık 2018 tarihli resmi gazetede yayımlanan bir hükme dikkat çekti ve yasayı dikkate almayan silah üreticilerine, silah satıcılarına ve yayıncılara 2019’da ceza yağacağını ifade etti.

Koçoğlu yaptığı açıklamada; “28.12.2018 tarihli ve 30639 sayılı resmi gazetede yayımlanan Ticari Reklam ve Haksız Ticari Uygulamalar Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliğin 5. Maddesi ile; Aynı Yönetmeliğin 27’nci maddesinin 3. fıkrasına “(9) Her türlü ateşli veya ateşsiz silah, silah üreticisi ve satışının reklamına izin verilemez.” hükmü eklendiği ve dolayısıyla son yapılan bu düzenleme ile tereddüte yer bırakmayacak şekilde HER TÜRLÜ ATEŞLİ VEYA ATEŞSİZ SİLAHIN, SİLAH ÜRETİCİSİNİN VE SATIŞININ REKLAMINA İNTERNET DAHİL HİÇBİR MECRADA İZİN VERİLMEYECEĞİ açıkça ifade edilmiştir.

Hükümde geçen ifadeye binaen Avfest Yayın Grubu olarak, hem dergimizde, hem internet haber sitelerimizde, hem de yakında yayın hayatına başlayacak olan televizyon kanalımızda yasanın öngördüğü tüm tedbirleri aldık. Öyle ki, YERLİ ve YABANCI reklam veren tüm firmalarla, Aralık 2018 döneminde sözleşmelerimizi karşılıklı olarak kanuna uygun şekilde feshetmek suretiyle Ocak 2019’a ait dergi sayısını 1 ay erteledik. Şubat ayında yeni düzenleme ile kaldığımız yerden 35. sayı ile devam edeceğiz. Ancak, açıkça görülüyor ki, özellikle avcılık ve atıcılık sektöründe hizmet veren yayıncıların bir çoğu hükmü yok sayarak illegal şekilde yollarına devam etme gayretindeler. Bu yayın ve yayıncıların, hükmün açıklanması sonrasında yasaya aykırı şekilde sağladıkları gelirleri iade etmeleri gerekebilir.

İdari ve Adli ceza yağacak

Yasaya uymayan işletmeler ve kişiler, ister ateşli ya da ateşsiz silah üreticisi veya satıcısı olsun, ister yayıncı ya da silah reklamı yapan bir tüzel ya da gerçek kişi olsun, önce İdari Yaptırım Cezasıyla, tekrarı halinde ise Adli Cezalar ile karşılaşabilir. Kamuoyunu, bu konuda duyarlı davranmaya ve haksız rekabete mahal vermemek için, yasanın aksine hareket edenlere göz açtırmamaya davet ediyoruz. Ayrıca, yine haksız rekabetin önlenmesi adına, ateşli ve ateşsiz silahların uluorta teşhir edildiği, yanı sıra her yaştan misafirin kabul edildiği ve yine bu kişilere satışın yapıldığı, basında ya da indoor-outdoor reklam alanlarında özendirici şekilde tanıtımları yer alan AVCILIK ATICILIK KONULU FUARLARA ve AVCILIK ATICILIK KONULU DOĞA FESTİVALLERİNE de denetim ve kısıtlama getirilmesi gerekir kanaatindeyim.” dedi.

Tavası Var Ciğeri Var, Yanında da Biberi Var, A be Güzel Edirne’m Sende Daha Neleri Var

 

Edirne Meşhur Tava Ciğerinin yanında ikram edilen Karaağaç Biberinin hasadıyla birlikte ciğercilerin balkonlarında kurutulmaya başlandı.

Edirne Tava Ciğerinin yanında olmazsa olmazlardan olan ve Tava Ciğerinin yanında ikram edilen ‘’Karaağaç Biberinin’’ hasadının başladığını belirten Edirne Tanıtma ve Tava Ciğer Kalite Koruma Derneği Başkanı Bahri Dinar yaptığı açıklamada;’’  Uğruna türkü yazılan meşhur tava ciğerimizin yanında ikram ettiğimiz Karaağaç Acı Biberinin ilk hasadı başlamıştır. Karaağaçlı bahçecilerimizden temin ettiğimiz biberlerimizi önce ine ve iplik ile oya örer gibi dizdikten sonra, iş yerlerimizin ve evlerimizin balkonlarına asmaya başladık. Bir buçuk ay boyunca çocuğumuza bakar gibi günün her saati onları kontrol edip hava almasını ve çürüyenleri ayıklayarak lezzetli ve kaliteli bir şekilde kurumasını sağlayacağız. Tava Ciğer nasıl merak ediliyorsa, aynı şekilde Meşhur Karaağaç biberi Türkiye’nin ve Dünya’nın her tarafında merak edilmektedir.  Her ne kadar Edirne’ye gelemeyenlere kadar kargo ile tadımlık göndersek de, bunun asıl merkezi olan Edirne’ye hem tava ciğer yemeye hem de mübarek Selimiye camiini, tarihi turisttik yerleri görmeye bekliyoruz’’ dedi.

Son olarak Tüm Türkiye ve Dünya’ya çağrıda bulanan Dinar; ‘’ Ünlü şair şöyle diyor; Tavası Var Ciğeri Var, Yanında da Biberi Var, A be Güzel Edirne’m Sende Daha Neleri Var’’ diyerek sizleri Edirne’ye bekliyoruz’’ dedi.

AKP orada da üstünlüğünü kaybetti

TBMM Genel Kurulu’nda komisyon üye sayıları belirlendi. TBMM, Binali Yıldırım başkanlığında ilk kez toplandı…

TBMM Genel Kurulu’nda komisyon üye sayıları belirlendi. TBMM, Binali Yıldırım başkanlığında ilk kez toplandı.

16 Temmuz tarihinde Meclisin çalışması, komisyon üye sayısının belirlenmesine ilişkin öneri kabul edildi.

Öneriye göre Meclis Başkanlık Divanı’nın 20 kişiden oluşması, Dilekçe Komisyonunun 12, Bütçe Komisyonunun 30, Kamu İktisadi Teşebbüsleri Komisyonunun 35 üyeden, Güvenlik ve İstihbarat Komisyonunun 17, diğer komisyonların 26’şar üyeden kurulması ve komisyon üyeliklerinin siyasi parti gruplarına dağılımı belirlendi.

Belirlenen üye sayılarına göre AKP artık komisyonlarda salt çoğunluğu sağlayamıyor. MHP’nin itiraz ettiği konularda AKP’nin herhangi bir yasa taslağını, teklif olarak Meclis Genel Kurulu’na sunma imkanı da artık kalmadı.

İşte o sayılar:

Kaynak: OdaTv

Biz Koşu Bittikten Sonra Da Koşan Atlarız

 

 

Övemem, kendi yaşamının seyircisisin.

 Yeremem, davranışlarının kaynağı gerçek.

 Anımsayamam, ya tam varsın ya tam yok.

 Tutamam, hiçbir yerde bütününle değilsin.” demiş ya şair Celal Sılay; senin için demiş.

Ve “Sağımız sefalet solumuz ölüm” dediği “İki Yüzlü Melekler”şiirinde Attila İlhan’ın anlattığı sensin, İstanbul şehri değil.

Allah’a bağlılığın “Ey Musa! Sen haklısın ancak rızkımızı Firavun veriyor”dan ibaretti gerçekte ama sen hep kendini olduğundan fazla ve farklı gösterdin. Muhsin Yazıcıoğlu’nu anarken “Firavun’a karşı çıkmak yetmez, Musa’nın yanında olmak gerekir” paylaştın ama ömründe bir kere bile Musa’nın yanında yer almadın.

Düz yaşayacağız, düz duracağız düz yürüyeceğiz. Dik duracağız doğru gideceğiz” dedin ve demektesin ama artık söyle: Ne zaman düz yaşadın, kaç defa dik durdun?

Niye hep yapmadığın ve yapamayacağın şeyleri söylemektesin sürekli? Günahlar içindeyken sevaba duyulan özlemden ötürü mü yoksa kısa tatminlerle vicdanın ağzına bir parça glikoz şurubu sürüp ikiyüzlü yaşamına yeni yüzler açmak için mi?

Hiç kaybeden veya kaybedeceğini bildiğin partiye oy verdin mi? Hiç şampiyonluğa değil de küme düşmeye oynayan bir takımı tuttuğun oldu mu yoksa ömrünü ‘3 Büyükler’ mitinin gevişinde mi geçirdin?

Hiç Texas – Tommiks okurken Çelik Bilek’in ve Ranger Yüzbaşı’nın yenilmesi için niyazda bulundun mu? Yada mesela bir Rambo filminde Afganlıları veyahut Vietnamlıları tuttuğun ve onlar için yandığın oldu mu?

95 yıllık demokrasi tarihimizin 70 yıllık NATO tarihinde hiç Amerika’yla söylem olarak bile olsa dövüşen bir siyasî yapıyı destekledin mi? Neden hep ekonomik krizler esnasında maçı bozdun da başörtüsü, Türk Bayrağı, TC ibaresi mevzularında hiç kımıldamadın?

Yunan Gâvuru mercimek tarlasına girmeseydi Kurtuluş Savaşı’nı mı yoksa İngiliz Mandası ile Amerikan Mandası arasında yazı – tura atmayı mı tercih ediyor olacaktın? Destanların hep kahramanlıkla dolu ama İstiklal Marşı’n “Korkma!” ile başlıyor.

Doğum gününe bile Kandil yaktığın ve adını salâvatsız anmadığın Peygamber’in “Beni Hud Suresi ihtiyarlattı” derken ve sık sık 112. sıradaki “Festakim kemâ umirte! – Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” âyetini dile getirirken sen hangi göstermelik sünnetin peşinde mü’minlik pozları döktürüyordun?

Sıcak para kredi olarak yüksek faizle bile ülkeye girdikten ve sana da alışveriş imkânı olarak yansıdıktan sonra câiziyeti, geri ödenip ödenemeyeceği seni alâkadar etmez; di mi? Ama Ramazan gelince sakızın, Kurban gelince tavuğun câiziyetini sormayı unutmayasın.

Dâvâ-ülkü-mücadele yüklemesiyle ömrünün 3’te 2’sini geçirmiş yüzlerce insana bir partinin yada bir partilinin talimatlarını dâvâ adamlığı ve yiğitlik olarak sunduktan sonra da dik duruşla ilgili paylaşımlar yapmaktan geri durma e mi!

Rahat ol; herkes senin gibi. Amcamın oğlu, teyzemin kızı, görümcem – gelinim farketmiyor. A’sı, B’si, C’si seninle hemfikir. Sonra topluca diyesiniz ki “Bu memleket nereye gidiyor?” tabii ki sizin istediğiniz yere.

İnsanın kendini aşan bir gaye uğrunda çalışmasını ‘Enayilik’ sayanlar”ın kredi kartları adedince bulunduğu bir yerde, her şeye ve herkese rağmen, bileyerek ve isteyerek, ısrarla ve inatla “gönüllü kerizlik” moduna sonradan da olsa girip çıkmamaya çalışanlara selam olsun!

Beyaz Saray’dan Peru Kabilelerine Bir Türk Kadını… Dilek Alp

Son dönemde en sık duyduğumuz cümlelerden biri “beyin göçü”… Sayısız özel insan ülkemizden şu veya bu sebeplerle uzaklaşıyor. Ancak Türkiye’nin daha iyi bir ülke haline gelmesi için yaka paça savaşanlar da var. Bu rüzgâr savaşçılarından biri de Dilek Alp… Emin olun, Standart Dergi olarak röportajı yaparken onun kariyerinde ve yaşantısında yaptığımız yoğun yolculuk, bizim için sıra dışı bir iş oldu. Beyaz Saray’da dönemin başkanı Obama’nın ofisinden Peru’daki kabile yaşamına, kadınlar için yaptığı çalışmalardan kahveye kadar uzunca bir sohbete tanık olduk. Bu sohbet öyle detayları içinde barındırdı ki röportaja bir isim vermek istesek bu isim “boyutsuz” olurdu.

Lafı fazla uzatmadan gelin Dilek Alp’in rüzgârında bir yolculuğa çıkalım.dilek başkan rp

Röportaja, “Beyaz Saray” günlerinizden başlamak istiyorum. Nasıl oldu da orada görev aldınız? Size nasıl ulaştılar?

Beyaz Saray’ın dikkatini çekmemin ardında yatan asıl neden, 2008 yılında ABD Santa Clara Üniversitesi’nin Kadın Liderlik Direktörlüğü bölümünün direktifiyle Dünya Kadın Liderler Programı’nda ülkemizi Kadın ve Kültür alanlarında temsil etmek ve araştırma yapmak için seçilmemle oldu. Mezuniyetimden o tarihe kadar ağırlıklı mimar olarak çalışırken, “1999 Gölcük Depremi”nin ardından Gölcük’te hemen her alanda resmi ve gönüllü çalışmalarım, hem de kadınlar için geliştirdiğim özgün yerel kalkınma programları ABD Santa Clara Üniversitesi’nin dikkatini çekti. 12 aylık bir takip süreci geçirdim, ciddi raporlama yaptılar. Tabii, bu süreç sadece inceleme dönemlerinden oluşmadı. ABD Berkeley Üniversitesi’nde görevli değerli hocalarımdan biri özellikle benim adımı vererek, dikkate alınmamı sağlamış. Bu eşsiz programı, Dünya Kadın Liderlerinden biri sıfatıyla tamamladıktan sonra, dünyanın hemen her bölgesinde konuyla ilgili sahada çalışmaya başladım. Beyaz Saray öyküsü de bunlardan biri. Kültürel Miras, Kültürel Savunucu ve Kadın Hareketleri konusunda Türk uzman pozisyonunda resmi görevli olarak davet edildim.

Siz, bir dönem dünya gündemini belirleyen önemli isimlerden de eğitim aldınız, değil mi? Bu eğitimler size ne kattı?

Evet, popüler anlamda dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve New York Senatörü Hillary Clinton gibi önemli isimlerle tanışma ve onları dinleme olanağım oldu. Bu iki kişinin dışında, dünyaya katkı sunmuş sayısız kadın liderle tanıştım, ders aldım ve sohbet ettim. Bu eğitimler bana iki açıdan faydalı oldu. İlki, onların tecrübeleri bana yol gösterdi, ilham verdi. İkincisi de, onların da bizim gibi sade insanlar olduklarını teyit ettim. Karşımdaki kadınlar sokakta rastlayabileceğim türden ama özel insanlardı. Ulaşılabilirlerdi. Hedeflerimi güncelledim. “Ulaşılamaz” kategorisinde bir insan türü olmadığını fark ettim. Tabii, bu özel kadınların bizlere yansıttıkları ışık ve heyecan geleceğe bakışımda önemli oldu.

OBAMA ONDAN ESİNLENDİ

Obama’nın, kültürel miras konusunda yaptığınız çalışmaları kendi seçim programına ve ek yasa tasarısına dâhil ettiğini biliyoruz. Nasıl oldu da bir Türk kadını ABD’de yasa tasarılarına ve bir başkanın seçim programına ilham olabildi?

ABD parlamentosu kültürel miras konusunda çok çalışmamıştı o güne dek. 9 milyon kilometrekareden fazla yüzölçümü olan ve resmî kuruluş tarihi 4 Temmuz 1776 olan bu topraklar, henüz kültürel miras için kendini çok genç görüyordu… Ancak Amerikan toplumu için onlarca kültürel miras konusu olduğunu ben bile biliyorken, onların dikkatinden kaçmış olması beni hep şaşırtmıştı o güne değin. Bir rapor hazırladım, senatoya sunuldu ve kabul gördü, ekip oluşturuldu, araştırma grupları kuruldu. Konu incelendi ve onay aldı. Başkan Obama da bu çalışmaya büyük ilgi gösterdi. ABD’nin kültürel miras çalışmaları, Obama ile yeni bir boyut kazandı. Seçim propagandalarında kullandığı bazı sloganlara esin oldum. (-kültür sizin kimliğinizdir, sahip çıkın!) Sonrasında senatoya ek yasa tasarısı olarak sunuldu, kabul gördü ve Obama’nın seçim çalışmaları içerisine de girdi. Kendisi, bu kültür ve taşınan kültürel kodlar konusuna özen gösteren bir başkandı.

Evinizde dikkat çekici bir kütüphane var. Sizin de daha önce ABD’de farklı dilde yayınlanmış iki kitabınız var. Beyaz Saray günlerine ve röportajın ilerleyen sürecinde değineceğimiz eğitimleriniz ve kabile yaşantısına dair bir Türkçe kitap çalışmanız olacak mı gelecekte?

Bunları bir kitap haline dönüştürme fikri beni şu an rahatsız ediyor. Çünkü bu bir paylaşım değil; sanki belirli, muntazam bir şekle sokmaya benziyor hayallerimi, yaşadıklarımı. Sınırlandırmak istemiyorum kendimi. Henüz kelime dağarcığım yaşadığım duyguları anlatmaya yetecek seviyede değilmiş gibi hissediyorum. Deneyimlerimi, orada gördüğümü insanlara tam anlamıyla bu kelimeler aktaramaz gibi geliyor ve anılara haksızlık olacakmış gibi romantik bir ruh durumundayım. Şimdilik, orada gördüklerimi boyutlandırmak istemiyorum. Ama tahmin edersiniz, bu konuda çok baskı görüyorum. Orada yazdığım kitaplara gelince, kültürler arası diyalog bir arge raporlama kitabı ve 150 farklı yemek kültürüyle ilgili canlı bilgiye sahip bir kitabım var. Yenilerini yazmak yerine bu kitapları Türkçe’ye çevirmem gerekiyor aslında. Yemek kültürüyle ilgili kitap çalışmamı, sindire sindire 22 yıldır çevirmeye devam ediyorum, düşünün ne kadar istekliyim bu konuda!

Dilek Alp’in kütüphanesi gerçekten dikkat çekici. Farklı türdeki yüzlerce kitap, onun okumaya ne kadar tutkun olduğunu bizlere gösteriyor. Latin Amerika edebiyatından biyolojiye, kutsal kitaplardan sembollere kadar birçok kitap kütüphanesinde bulunuyor.

Okurlarımızın büyük bir bölümü edebiyat tutkunu. En sevdiğiniz kalemi veya kalemleri öğrenebilir miyiz sizden?

Kütüphanemde Güney Amerikalı yazar, şaire ait çok eser vardır. Destansı şiirleri, Jose Hernandez ile tanıdım, romantizmi ise Carlos Drummod de Andrade’den. Pedro Shimose, Vargas Vila, G. Garcia Marquez, Mejia Vallejo, Maria da Heredia, Ruben Dario, Gabriela Mistral , Pablo Neruda aklıma ilk gelenler, bende iz bırakanlardan bazıları. Ama bir Isabel hastalığı var bende, öyle bir sevgi ki 2003 yılında kasırgasını dahi yaşadım ABD’de… Fanatik bir Isabel Allende okuyucusuyum. Çevirisi olmayan kitaplarını bile alıp anlamaya gayret ediyorum, düşünün. “Mucizeler Krallığında” yaşıyor gibi hissediyorum çoğu zaman, kimsenin başına gelmesi muhtemel olmayan her şey bana denk geliyor gibi hissediyorum. Isabel ile tanışmam ve onun evinde tam iki dolu gün geçirmem gibi. Kitabının kapağına benim tasarladığım kolyeyi takacak kadar içten, “karşında ruhum çıplak kalıyor” diyecek kadar bana ait… Seviyorum onun derin dünyasını ve anlatımlarında dağılıyorum…

Okumayı, yazmayı sevdiğim kadar çizmeyi de seviyorum. Mesleki çizimlerin dışındakilerden bahsediyorum. Kendimi nasıl ifade edeceğimi bilemez halde gibi gözükebilirim dışarıdan. Ama bence, birbirini tamamlayan bir etkileşim içindeyim. Bazen okuduğumu çiziyorum, bazen yazdığımı, bazen gördüğümü, çoğu zaman hissettiğimi. Yazdıklarımın okunması, çizdiklerimin görülmesi o kadar da amaç haline dönüşmüyor bu dönemlerde, sadece paylaşmak ve benden çıkması önemli. Gerçekleştirdiğim an rahatlıyorum. Etrafıma sürekli vizör arkasından bakıyor gibi hissediyorum. Detayları hafızama kazıyor, sonra oradaki görüntüyü parça parça işliyorum. Bu soyut bir aşama, bunun somutlaşması kalemi elime aldığım an gerçekleşiyor tabii. Sadece ekru renk kâğıt üzerine mavi kalemle desen çizmeyi seviyorum. Boyutsuz, sınırsız bir mavi koleksiyonum var. Bu seride her şey mavi. Bir dönem Pierre Cardin markasına eşarp desenleri çiziyordum. Bazen desenlerimi insanların üzerinde görmek inanılmaz havalı, gülümsetiyor beni. Havalı deyince aklıma bir üçleme geldi; yeryüzünde en değer verdiğim kişilerden biri zamanında bana bir yakıştırma yapmıştı, çok severim: Akıllı, güzel ve havalı bir kadınım… Bir hayli inandırmıştım buna kendimi! Kalem ise çok önemli… Bu arada ciddi bir Lamy kalem tutkunuyum. Dolmakalem ve klasik kurşunkalem kullanmayı çok seviyorum ve melankolik bir tarz olduğunu düşünüyorum.

BİR KABİLEYLE GEÇEN HAFTALAR

Peru günlerinize gelelim. Uzun bir süre Peru’daki bir kabileyle beraber yaşadınız, onların hayatlarını gözlemlediniz. Bu ülkemizde çok az insanın deneyimlediği bir olay. Bize anlatır mısınız o günleri?

Peru’dan önce de kabilelerle iletişimlerim olmuştu. Ancak Peru’daki Inka-Maya köklerinden gelen bir kabileyle iki ay beraber yaşadım. Bir uzman sıfatıyla beraber yaşadığım ilk kabile onlardı. Diğerlerinde sadece izleyiciydim.

Avrupa’dan gelen, beyaz tenli, kızıl saçlı bir kadın bu kabileye dâhil oluyor haftalar boyunca. Onlar ne düşündüler bu ziyaret hakkında?

Net şeytani olduğumu düşündüler. Her şeyim tereddüt yaratıcıydı. Bir inisiasyon süreci yaşadım ilk günler. Onlara göre arındırılmam olarak tanımlanan dönem, bana göre çok uzun, sinir bozucu, sessiz olarak sürdü. Arındırma döneminde bir şaman benimle temas kurdu. Benden aldıkları salınım ve hislere göre bu arındırma süreci devam etti veya tamamlandı. Ruhsal olarak titreşimler değerlendirildi aramızdaki. İlk olarak göz ile bir odaklanma yaşandı. (En rahatsız eden kısım) Şaman, direkt gözlerimin içine bakarak, kilitlendi ve benim gözlerimi ondan kaçırmamamı istedi, hatta zorladı. Savaşçı ve meydan okuyan tavrım orada da ortaya çıktı, gözlerimi asla kaçırmadım. Uzun bir süre birbirimize baktık. Bu, ondan korkmadığım anlamına geliyordu. Aslında ciddi bir meydan okumaydı bu. Ait olmadığın bir ortamda dikleniyorsun… ( Aslında bu, asker kızı olmamdan beslenen bir yön, sürekli ortam değiştiren ve hiçbir yere ait olamayan bir karakter olarak sürekli meydan okuyucu tavrımın gelişmesi) İletişimin neredeyse yok olduğu günler, şamanın beni sürekli uyardığı konu, “fazla meraklısın, merakını zapt et” şeklinde oldu. Bana günlerce sadece bu tek cümleyi söyledi. Bu arada inisiasyon sürecinde şamanın kendi çadırında kaldım. Etrafı açık bir çadırda, üstü samanlarla kaplı bir korunak. Hiç kimseyle bir hafta boyunca görüşmeme izin verilmedi. Bir hafta boyunca şamanın bana söylediği o tek kelimeyi düşündüm. Düşünmek için çok vaktim oldu! Hayatımdaki kayıpların bir bölümü sadece aşırı merak ve onun getirdiği heyecandan kaynaklandığını fark ettim. Bunun dışında, sadece günün belirli saatlerinde elini elime koyarak akışı kontrol ediyordu. Bunun, kan akışını düzenlediğine inanıyorlardı. Bir hafta boyunca yiyecek olarak et ve hayvan ürünleri hiç vermediler, sadece ekmeğe benzettiğim bir hamur ve meyve ile beslenebildim.
Öğrendiğim; beklentisizlik, verilen kadar yaşa…

Barınağın içerisinde geçen bir haftadan sonra üç gün boyunca çadırın dışında insanları gözlemleyebildim ancak bu üç gün içerisinde de diğer insanlarla irtibat kurmam yasaktı.
Öğrendiğim; sakinlik ve sabır…

Arındığıma ikna olduktan sonra kabile üyeleriyle bir arada olmaya başladım. Ancak onların hayatını değiştirebilecek hiçbir unsurun içinde olmadım, yasaktı. Genelde izleyici, takipçi, destek olma bölümündeydim. Herhangi bir değişiklik yapma şansı yoktu. Yapmaya gerek de yoktu.
Öğrendiğim; hayata müdahale etmek zorunda değilsin, bırak bildiği gibi aksın…

Neler deneyimlediniz peki orada? Tamamen doğada onlarla beraberdiniz.

Sakin, sade bir disiplin içerisindeydim. Hiçbir şeyden sorumlu değil gibi gözüken ancak bir sistemin içerisinde rol almak ve görünmeyen kurallara dahil olmak. Hayata olumsuz bakmıyorlar. Kendini yenileyen bir enerji var. Ölümden de korkmuyorlar. Ölümü bir son değil de, yeni bir döngünün başlangıcı olarak görüyorlar. Bir kariyer seviyesi atlama gibi düşünüyorlar. Ölümden sonra inançlarında vaat edilen bir şey yok. Tibet Budizmi’ne benzettim. Orada arafta gibiydim. Sürekli geldim gittim. Hem onlardan hem değil gibi, zevkli, yorucu ve zorlayıcı bir ruh hali.

Peki Tibet’teki Budistlerin inançlarıyla, Güney Amerika’daki bir kabilenin inançları nasıl bu kadar birbirine benziyor?

Kaynak tek ve aynı; sade ve doğayla bir arada yaşıyorlar. Bu çok değerli. Doğaya döneceklerini biliyorlar. Doğaya kulak kabartıyorlar. Zorlamıyorlar ama dirayetli davranıyorlar. Bedenlerine ve ruhlarına saygı gösteriyorlar.
Öğrendiğim; dinle…

Şehir yaşantısına uyum sağlamış biri olarak, dostlarınızı, cep telefonunuzu, sosyal hayatınızı özlemediniz mi?

Özledim, çok özledim, gözyaşı döktüğüm anlar oldu sessizce bir kenarda. Yoksun olduğum her şeyin benim için çok değerli olduğunu, ancak hayatımdayken önemini fark etmediğim gerçeğini fark ettim. Elimde olmayan, vazgeçmek zorunda kaldığım tüm değerlerimi düşündüm. Ancak bu yoksunluk haline de çok uzun takılmadım. Özlediğim şeyleri düşünce ve hayal olarak bir kenara koydum. Oradaki yaşama hemen adapte oldum ve görünen kimliğimi çöpe attım.

TECAVÜZ EN BÜYÜK KORKUMDU

Korktunuz mu peki orada geçen haftalar süresince?

İnanılmaz korktum, aynı odada farklı inanış ve alışkanlıkları olan, ruhlar aleminde bir yabancıyla kalıyorsunuz. Bana zarar vermelerinden korkarak, bir ara paranoyak hale döndüm. Bir güvencem vardı ama garantim yoktu. İlk bir hafta boyunca toplamda sadece 5–6 saatten fazla uyumamışımdır. Karşındakinin beni işkence ederek öldüreceğinden değil, tecavüz edebileceği düşüncesine takıldım kaldım, korktum. Ancak daha sonra öğrendim ki böyle bir şeyin cezası ölümmüş. Ve düşüncelerim için sonrasında utandım. Kılıma zarar gelmedi, hatta kutsallaştırıldım bazı topluluklarda, tanrıçasal değerler yüklendi üzerime. Kadınlar beni koklamayı, tenime ve saçlarıma dokunmayı çok seviyorlardı. İnanılmaz sempatik tebessümler gördüm gözlerinde.

Size takılan bir isim var… “Red Hurricane” bunun hikâyesini öğrenebilir miyiz? İsminizden daha çok bu lakap kullanılıyor.

Haşarı, hızlı, çözüme koşan, heyecanlı hallerimi girdiğim her toplumda istisnasız gösteriyorum. Şili’deki Machu Picchu kabilesiyle çalıştığım dönemde sürekli oradan oraya koşuşturan, çocuklarla ilgilenen, kadınlara yardım eden, ders veren, inşaattan tutun mutfaktaki kadın hallerim, şamanın dikkatini çekti. Kızıl doğalında oluşum da karşı tarafa ilginç bir enerji verir… Benim atmosferimde atalet kelimesi kullanılamaz. Topluluğun şamanı, şafak vakti toplantılarında bu adı kabilesine açıkladı. “Senin adın bundan sonra bizlerin ruh katında ‘Kızıl Kasırga’ olacaktır” demesi omzuma takılan bir nişan gibiydi. Pasifik okyanusunun kadın isimli kasırgaları iyi bilinir. Hayatlar bu kasırgalara göre şekillenir. Olumsuzdur belki, silip süpürüp perişan eder, yok edicidir ama sonrasında yeniden kurar ve tazeler, devrim niteliğindedir. Bu isimle yaşayacağımı bilmek hoşuma gidiyor ama tetikliyor da.

Şamanlarla ve kabilelerle bu kadar vakit geçirmenizin ardından spiritüel deneyimlere inanıyor musunuz?

Hislerimi ve rüyalarımı fena halde ciddiye alan biriyim. Haberci rüyalar gördüğümü düşünüyorum. Bazen rüyaları hatırlamaktan da korktuğum oluyor. Rüyamda duyduğum cümleler, hatırladığım detaylar tam olarak gerçek hayatımda karşıma denk gelir. Kabilelerle yaşadığım deneyimden sonra rüyalarımda bir derinleşme oldu. Şamanların bende gördüğü ve söyledikleri şey, hislerimle beraber spiritüel yeteneklerimin bir hayli yüksek olduğu. Kabiledeki arınma sürecinde, bu yeteneklerimin de farkına biraz olsun vardım. Rüyalar, öngörüler, hisler buna göre şekillendi. Analitik düşünen, mühendis bir kadına ters bir duruş şekli aslında ama sanırım beni ben yapan karmaşa bu olsa gerek.

Konu Mustafa Kemal Atatürk’e geldiğinde kendisine yönelttiğimiz sorunun ardından uzun süren bir sessizlik oldu. Önce çalışma masasının yanındaki Atatürk portresine baktı, ardından boşluğa dikti gözlerini. Tekrar konuşmaya başladığında fark ettik ki geçmişte yaptıklarını anlatan o coşkulu kadın gitti, yerine son derece duygusal bir kadın geldi.

Evinizin birçok noktasında Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili objeler görüyoruz. Dilek Alp’in bu seviyeye gelmesinde Atatürk’ün payı nedir?

Ruhumun dışa vurum halini görüyorum onda. Çalışma masamın yanında büyük bir fotoğrafı var. Uzun baktığımda titriyorum. Ne zaman kendimi kötü, darda hissetsem, göz atıyorum ve sessizce konuşuyorum onunla içten içe. Sessizce mırıldandığını düşünüyorum yanı başımda. Aile geçmişinde gerçek dokunulmuş Atatürk hatıraları var, evimde, hafızamda anlatılan, elimde tuttuğum, muhafaza ettiğim, gözüm gibi baktığım anılar. Henüz üç yaşındayken Atatürk’ü çok iyi biliyordum. Evde babam Nutuk’tan bölümler okurdu. Anlamayacağımı bile bile bana okurdu. Babam bir şamandır. Bir asker, bir şaman yetiştirdi beni. Annem ilkeli bir inanca sahipti, babam ise şamandı. Ailede hiçbir zaman ikircikli bir durum yaşamadım. Hiçbir taraf kendisine doğru çekmedi beni. İki taraf da ruhumu besledi diyebilirim. Atatürk, annem ve babam benim şekillenmemde büyük pay sahibi oldular. Onlardan konuşmayı seviyorum. Sevdiklerimi anlatmayı seviyorum sanırım.

ATATÜRK’E BÜYÜK SAYGI DUYUYORLAR

Tekrar Atatürk özelinde Beyaz Saray’a dönersek, Atatürk’e bakışları nasıldı?

Büyük saygı ama altyapısında da kıskançlık duyuyorlar bana kalırsa. Binanın yönetim kısmında dünyanın büyük liderlerinin fotoğraf koleksiyonu var. İlk fotoğraf Mustafa Kemal Atatürk’e ait. Benim için büyük bir gurur kaynağı onu orada da görmek. Sanki binanın sahibiymişim gibi hissettirdi! Bana Atatürk’le ilgili soru sorduklarında gözlerindeki kıskançlığı hissettim. Önemli liderlere sahip olmalarına rağmen tanımsız bir kıskanma içgüdüsü bu. Ayrıca Beyaz Saray’ın içerisinde farklı boyutlarda farklı renklerde tanımlanmış odalar var. Bu odalarda duvardan duvara Hereke halıları kaplı, Cumhuriyet’in ilk yıllarında sipariş usulü yaptırılmış. Haftanın belirli günleri randevulu ziyarete açılan Beyaz Saray’ın rehberleri bu halıları ballandıra ballandıra anlattıkça nasıl mutlu oluyorum tahmin edin.

Kadınlar için yaptığınız çalışmalar doğrultusunda baktığınızda, gelişen dünyada kadınlar şu an nerede?

Kadın en büyük hatayı “kadına hak” benzetmesini kullanarak yapmış/yapıyor. Kadının zaten hakları var. Bunları da kendisine verecek olanlar asla erkekler olmamalıydı. Doğuştan gelen kazanımlar, diğer canlı türleri gibi. Erkeklerden bir hak beklendiği an zaten ona itaat etmeye başlıyorsun. Biraz bu arka planda kalma isteği ile alakalı olabilir. Avantaj olarak bazen önde olmamak anlaşılabilir ancak bu uzun süre bir alışkanlık haline gelmiş ve kanserleşmiş günümüzde. Erkek hâkim dünyaya biz, yani kadınlar izin verdik. Kadınlar, şu an güçlerini göstermek istemiyorlar. Bunu reddeden erkekler değil kadınlar. Başörtüsünü konuşan kişiler bile kadınlardan çıkmadı. Bizim için erkekler kapıştı. Bunu gündeme getiren hep erkekler oldu. Bundan nemalananlar da. Kadınlar hakkında konuşan ve hüküm verenlerin erkekler olmasını kabul edemiyorum. Bunu kızgınlıkla karşılıyorum. Hatta reddediyorum.

Kadınların hafifçe hareketlendiği toplumlarda değişiklikler olduğunu görüyorum. Şili’de bunu güzel yaşadım. Kadınlar her gün tencere tavayla sokaklardaydı. Ülkenin tansiyonunu orada kadınlar belirliyordu. Aralarında olmak güzeldi o isyankâr, tuttuğunu koparan ruhların.

“Döşeme Bebekleri” adıyla bir çalışmaya rastladık size ait. Bununla ilgili bilgi alabilir miyiz sizden?

Kırsal alanda kadının gerek istihdama katılmasını, gerek girişimciliğini, gerekse toplumsal statüsünü etkileyen en önemli unsurlardan biri eğitim, var olanı geliştirme ve cesaretlendirme olduğuna inanırım. Kabul ediyorum ki kadınlar açısından özellikle katılım ve gelişimin sürdürülmesinde önemli sorunlar yaşanmakta. Toplumda kadının eğitimi önünde engel oluşturan yanlış inanış, örf ve âdetlerin toplum üzerinde etkisini azaltmak için tüm ilgili kamu kurum ve kuruluşlar, sivil toplum ile işbirliği içinde bulunularak toplumun bilinçlendirilmesi konusu bende hep sorumluluk hissi yaratır. Bölgem kadınları için zevkle tamamladığım ve kontrolüne devam ettiğim projelerden biridir “Döşeme Bebekleri”.

Gölcük’ün tarihi köylerinden biri olan Döşeme Köyü kadınlarının alışılmamış geleneksel kıyafetlerinin bölge adına marka haline dönüştürülmesi, satışa hazırlanması ve konuyla alakalı müzelerde yerini bulabilmesi adımları ile köyün kadınlarını bilinçlendirme ve cesaretlendirme programını usta eğitmen ekibimle tamamladık ve her biri farklı karaktere sahip sempatik bez bebekleri bölgeye, ülkeye kazandırdık. Burada gerçekleştirilen her adım kadınlarımızın başarı hikâyesi oldu ve tarihi köylerinin geleneklerini canlı tutarken, kırsalın zenginliğini özleyenlere sundular, sunmaya devam ediyorlar. Şimdi bu bebeklerin yurt dışına satışları için çalışıyorum.

Peki Türk kadınında ne görüyorsunuz?

Türk kadınında bir kopukluk durumu hakim. Kadınların kadınlara karşı hoşgörüsüzlüğü var. Kendi içlerinde ise Asyalı mı olsak, Avrupalı mı, profesyonel mi düşünsek yoksa amatör mü baksak olaylara mantığında sayısız kararsızlık yaşıyorlar her konuda. Okumuyor, araştırmıyor, çocuğunu eğitemiyor, kendine, kocasına ve evine de dengeli bir şekilde ilgisini veremiyor. Baskı, sevgisizlik, hoşgörüsüzlük, eğitimsizlik, boşluk, can sıkıntısı, beklentisizlik, hırs sarmış ruhunu. Kültürel anlamda kadınımız nerede duracağını tespit edebilmiş değil. Bu yüzden kadın içerisindeki devrimi dışarıya aktaramıyor. Hep dikkat edin zarar görmüş kadınlar tek başlarına savaşıyor. Kadınlar yan yana duramıyor. Doğal olarak kadının mutsuzluğu bütün topluma sirayet ediyor. “Mutlu ve eğitimli kadınlar mutlak seviyeyi yükseltir” gerçeği neden kabul görmez bilinmez bizim erkekler toplumunda!

Güney Afrika’da kabilelerle ilgili yaptığınız çalışmalarda özellikle AIDS ile yaptığınız mücadelede büyük değişimler yarattınız. Anlatmak ister misiniz?

Güney Afrika’da kabile yaşantıları oldukça farklı. Tecavüz günlük olayın akışında yer alan, içerlenen ancak cezalandırılmayan bir eylem türü. Aile içi ensest ilişkiler çok yaygın. Aynı şekilde AIDS oranları %90’a çıkmış durumda iken tanıdım bu insanları. Günlük yaşantı içerisinde kontrolsüz cinselliği yaşıyorlar. Cinselliğin neden bu kadar çok ön planda olduğunu araştırdığımda şaşırtıcı bir gerçek çıktı karşıma… Sıkıldıklarını, bir meşgaleleri olmadı için zaman geçirdiklerini öğrendim temel olarak. Bu onları acilen meşgul etme zorunluluğunu doğurdu. İvme kazanmış ve kendini çoğaltmış bir proje olan “Zulu Bebekleri” projesinin temelinde bu kadınları ve kızları meşgul tutmak fikri yatar. Kadınları her konuda eğitirken bu konuda da tıbbi ve ruhsal eğitime tabi tuttuk. Üretime dâhil olmalarını sağladık. Johannesburg Ulusal Müzesi’nde satış bölümü ayarlandı ve kadınlar satışlarını kendileri yürüttüler. Tabii kısa zamanda bunun da olumlu geri dönüşünü aldık. Aile içi çarpık ilişkilerde ve AIDS oranlarında ciddi azalmalar görüldü. Bu programlar şu anda da o bölgede sürdürülüyor. Bu program sonucunda dönemin Johannesburg’un belediye başkanı Amos Masondo, meclisi huzurunda kentin altın anahtarını hediye etmesi ekip olarak yaptığımız işin somut takdiri oldu.

Brezilya’da yarattığınız bir “Vanilya Kadınlar” gerçeği var. Bunu biraz açar mısınız?

Güney Amerika’da yaptığım çalışma sırasında, Vanilya Kadınlar Projesi ilk olarak ütopyaydı. Geniş vanilya tarlaları var bu ülkede. Biliyorsunuz, safrandan sonra en değerli ve pahalı bitki vanilyadır. Salepgiller ailesine (Orchidaceae) mensuptur. Bu tarlalarda çalışan kadınlar vanilyayla ilgili her alanda görev alıyorlar ve bitkiyi iyi tanıyorlar. Topluyorlar, üretiyorlar, vanilya haline getirip satıyorlar. Biz bu işi şekillendirdik ve bir disiplin yükledik. Vanilyadan ne yapılabilecekse, her türlü materyaller üretilmesi için atölyeler kurduk. Orada büyük bir istihdam alanı yarattık. Proje katlanarak büyüdü. Proje ikinci kademe aile bireylerine ekmek kapısı açtı şuanda. İletişimimiz halen sürüyor.

Neden dünya çapında bu kadar özel işler yapmanıza rağmen, bir bakanlıkta, özel bir diplomatik görevde değilsiniz. Bu başarılarınıza rağmen Cumhuriyet gazetesi dışında medya size ilgi göstermedi?

Ben genel huzuru bozan biriyim. İnsanları bulundukları noktadan daha aktife teşvik eder, dinlerlerse yol gösterir, ciddiye alırlarsa hatalarını söyler ve onların daha verimli bir yola girmesi için azimle mücadele ederim. Bu, bizde pek kabul gören, hoş karşılanan bir tarz değildir. Hele de bir kadınsan. Kadınlarda sevmez, erkekler de… Ego ve kompleksi tetikler. Özgüven problemlerini su üstüne çıkartır. Yeni olan, rahat kaçırır. Sürekli etrafımdakiler sorumluluk hissederler. Huzuru verirken sakinliğimle kamçılarım. Rahat bozucuyum, didikler, ateşlerim, o yüzden beni istemezler, zorda kalmadıkça etraflarında çok tutmak istemez ataletli grup ve insanlar…

DS Yönetimi yönetiyorsunuz. Orada neler yapıyorsunuz?

Öncelikle kapasite geliştirme konularında eğtim hizmeti vermek için 2011 yılında hayata geçirdim bu kuruluşu. 40’ı aşkın farklı başlıkta eğitim veriyoruz. Genelde 20 kişilik gruplara eğitimi tercih ediyoruz. Yüz yüze eğitimin faydasına inanıyorum. Her anlamda kapasiteyi geliştirmeyi hedefliyoruz. Sanayi odaları eğitimlerini bizden alıyorlar. Kaba bir hesaplamayla, yılda yaklaşık 6–7 bin kişiye eğitim veriyoruz. Bu insanlara bir şekilde temas etmek ve kapasitelerini artırmak benim için bulunmaz bir deneyim.

Sosyal medyayı ayrıca blogunuzu aktif olarak kullanıyorsunuz. Tam olarak o alanda ne yapmak istiyorsunuz?

Okunmak hoşuma gidiyor. Bazıları sessiz bir şekilde sadece takip ediyorlar. Bazıları yaptığım paylaşımlara ise aktif olarak katılıyorlar. Blogun okunma oranları bazen beni de şaşırtıyor. İnanılmaz okunan günler de oluyor (5000 kişiyi bulan), az okunan günler de (60–70 kişi). Ancak ne olursa olsun, dünyanın her yerinden takip ediliyor. İnsanlarla bu yolla etkileşime geçmeyi, onlarla bir şeyler paylaşmayı seviyorum.

BEŞİKTAŞLI DEĞİLİM, RUHEN EMEK VERMEDİM

Sizi Beşiktaş’ın şampiyonluk kutlamalarında gördük. Orada olmak size neler kattı?

Beşiktaş’ı her zaman saygı ve sevgiyle takip ediyorum. Oğlum fanatik, doğuştan iyi bir Beşiktaşlıdır. Aramızdaki kozmik bağı kuvvetlendirmek için takımdaş olma çabalarım hayal olarak kalıyor, Beşiktaş’a kabul etmiyor beni… Beşiktaşlı olmak için bu duyguyu derinlemesine hissetmem gerektiğini söylüyor. “Dışarıdan Beşiktaşlı olunmaz, ya olursun ya olmazsın, Araf’ta kalamazsın diyor.” Onu anlıyorum. Fakat şansımı hep zorluyorum. Şampiyonluk kutlamalarının olduğu gün İstanbul’daydım. Oğlum Onuralp’e işin romantik fotoğrafını göstermek için şampiyonluk kutlamalarına gittim. Oradaki ruhu, kutlama esnasında gördüğüm enerjiyi tarif edemem. Beşiktaş taraftarlarına ve Onuralp’e karşı olan tatlı kıskançlığım daha da arttı. Beşiktaş’a ait olmak isterdim. Beşiktaşlı olmak için bir altyapı gerekiyor, ruhen bir emek istiyor. Ben o emeği göremedim kendimde. O yüzden kendimi de Beşiktaş’a henüz uygun göremiyorum. Ancak muazzam büyük bir sevgi duyuyorum. Tişörtündeki yazı gibi “Efendi”. Ben hiç hayatımda gri olmadım. Ya siyah ya da beyazdım, Beşiktaş gibi. Ciddi bir aşk BeşiktAŞK…

Konu, Beşiktaş vesilesiyle oğlunuza geldi. Bu kadar yoğun bir tempoda annelik yapmayı nasıl başardınız? İlişkinizi anlatır mısınız?

Enerji zehirlenmesi tavan yapmış bir ölümlünün “onu getir, bunu çıkar, aşağıya in, yukarı çıkarken bunları unutma, terledin bak soğuk içme, neden ayağında terliğin yok, sen öksürüyor musun yoksa, kazağın biraz kalın mı ne, bana aşağıdan bir bardak su getirir misin, şık oldun mu, öpüştünüz mü bir de, ama neden dikkat etmiyorsun, telefonum çalıyor bak bakalım kimmiş, karnın acıktığında bana söyle, projen ne durumda, yardım istersen 7/24 biliyorsun, of ya ben mi yapacağım senin projeni, her koyun kendi bacağından asılır oğlum, biz de geçtik bu hızardan, mobilya hammaddesi gibi davranma …” ve daha nice cümleleri ardı ardına toplam 1.5 dakikada söyleyebilmesine rağmen yine de gelip ona sevgiyle sarılıp, sarılamasa dahi telefondan “anneş” diye tüm sevecen nezaketiyle haykıran yakışıklı canlı türüne oğul denir… Hele de telefon açıp, o genç mimar, “sen benim gün-ışığımsın, gözlerimin yeşil elmasısın” derse ben onu ısırır ısırır, çiğ çiğ yerim…

Yaklaşık son on beş yıl kesintisiz entelektüel meslektaşım oğluma ısrarlı bir ruh haliyle, akla gelen hemen her konuda nasihat etmekle geçti. Doğduğundan yana ilk beş yıl ise bu işi sevimli bir yüz ifadesi takınarak yapıyordum, hoşuna bile gidiyordu garibimin! Detaylar ve disiplin konusunda biraz titiz bir anneyim, bir konuyu en az 4–5 farklı açıdan ele alıp çocuğu kusturuncaya kadar beyin yıkama noktasına taşımayı seviyorum. İhtiraslı bir eğitimciyim ya, terzi söküğünü dikemez asla dedirtmem kendime… Bu çocuk nasıl bu kadar dengeli ve mutlu bir birey oldu hala hayretler içindeyim laf aramızda.

Bir kadının yaptığı yemekleri şüphesiz, gram eleştirmeden, severek, iştahla yediğinden emin olduğu, dünyada onu gerçek anlamda seven o tek kişiye yemek yapmak kadar keyif verici ne olabilir? İşte ben böyle ondan zevk alıyorum. Bağımız çok zevkli ve arkadaşlık boyutunda yani boyutsuz… Adımı Bayan Hitler olarak ansa da, Annealp, Onuralp için ruhunun tüm yaratıcılığını mutfağına saçmaktan hep mutlu oldu.

Son olarak sizin kahve ve baharatlara karşı büyük bir sevginiz var. Ayrıca bir kahve dükkânı açmayı planladığınızı da söylemiştiniz. Ne ifade ediyor sizin için kahve ve baharat?

Çayı da çok seviyorum ama kahve daha çok beni anlatıyor. Kahvenin geçirdiği evrim benim geçirdiğim sürece benziyor. Verilen emek ve karşılığında alınan haz çok fazla. Kahve günün ödüllendirmesi gibi. Biraz narsizm var bu işin içerisinde. Ben de özel hissediyorum kendimi, kahveyle ödüllendiriyorum kendimi. Vazgeçilmez müzik tutkuma yarenlik yapan tek dost kahvedir.

Bunun yanında tek bir kelime beni tanımlayabilir mi deseler tereddütsüz “baharat” derim… Konulduğu yere, miktarına ve kıvamına göre, beğeniye, rengine, kokusuna ve kattığı değere göre değişen bir karma karakterim var. Dozajı ayarlayabilen ise 7.6 milyar kişiden çok az sayıda insan… Herkes bir tutam tanıdım derken lezzet dengesini kaçırabiliyor. Nadir tanıyan dostlarımdan Yeni Delhi’de yaşayan Hintli arkadaşımın, Hindistan’ın ünlü şeflerinden Vikas Khanna’nın yazdığı bir notunu aynen aktarmak istiyorum.

Kadim kardeşim, bu Delhi denen çılgın şehrin, kalabalık, sıcak ve tozlu herhangi bir gününe mutfakta başlamadan önce, benim için günün en beklenen saati, o senin çok sevdiğin yeşil kahvenin eşliğinde, senin ülken, insanların ve Baba Atatürk için yazdığın tüm yazılarını okumak ve gözlerimi kapatıp seni düşünmek. Biliyorum çeviri yaparken anlamda kayıplar çok oluyor ama ben yine de senin duygularındaki, topraklarının ateşini hissedebiliyorum. Bu ateşi gözlerinde de defalarca gördüm. Delhi’nin en güzel bulvarına verilen tabelayı (Atatürk Bulvarı) gördüğünde gözlerinden yaşlar boşalmış sevinç çığlıkları atmıştın. Ve o tabelanın altındaki ibareyi (Türkiye Cumhuriyetinin Babası) gördüğündeki halini asla unutmayacağım. Anladım ki Baba Atatürk sizler için benim anladığım babadan da öte.

Kız kardeşim, Hint mutfağı için “Garam Masala” (kimyon, kişniş, tane karabiber, kakule, karanfil ve tarçın karışımı) ne ise, sen de benim mutfağımın Nepal de yetişen saf kırmızı safranısın. Şuan düşünüyorum, Tanrı, Türk kardeşlerimin kalbinde Baba Atatürk’ü, benim kalbimde de senin sevgini korusun.
Kardeşin Vikas

Röportaj: Eray Emin Aydemir

Yayın Yönetmeni: Cem Fantede

Kaynak: STANDART

 https://medium.com/standart/beyaz-saraydan-peru-kabilelerine-bir-t%C3%BCrk-kad%C4%B1n%C4%B1-dilek-alp-d43cf40919ff

MASALSI FİLMLERİN USTASI NACER KHEMİR, MALATYA’DA

 

Festival4Kuzey Afrika kültürünün zenginliğini filmlerine yansıtan usta yönetmen Nacer Khemir, uluslararası jüriye başkanlık etmek üzere 7. Malatya Uluslararası Film Festivali’ne konuk oluyor. Malatya Uluslararası Film Festivali’nin Onur Ödülü’nü açılış töreninde alacak olan Khemir’in ilk filmi Çöl İşaretçileri’nin yenilenen kopyası da gösterilecek. Nacer Khemir (4)

 

Malatya Büyükşehir Belediyesi tarafından 9-16 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek 7. Malatya Uluslararası Film Festivali, çağdaş sinemanın özgün öncülerinden Nacer Khemir’i ağırlamaya hazılanıyor. Kuzey Afrika, Arap ve Fars kültürlerinin geleneksel ve mistik ögelerini bu coğrafyanın zengin renk paletiyle beyazperdeye yansıtan ve izleyiciyi içine çeken bir masal dünyası yaratan Tunuslu usta yönetmen, festivalin 9 Kasım akşamı gerçekleştirilecek açılış töreninde Onur Ödülü alacak. Restore edilerek Eylül ayında Venedik Film Festivali Klasikler bölümünde gösterilen 1984 yapımı ilk uzun metrajlı filmi Çöl İşaretleri de Malatya’da sinemaseverlere sunulacak.

 

Filmleri Binbir Gece Masalları ile kıyaslanan, Arap ve Fars kültürlerinin masal geleneğinin ve Tasavvuf felsefesinin sinema diline aktarılmış hali olarak yorumlanan Nacer Khemir, Locarno, Cinema du Reel, Valencia, Kartaca, Ouagadougou ve Nantes gibi önemli festivallerde ödüller kazanmış bir sinemacı olmanın yanı sıra Paris Sinematekinin efsanevi yöneticisi Henri Langlois adına verilen ödülün de sahibi. Dünya çapında Güvercinin Kayıp Kolyesi ve Bab’Aziz adlı filmleriyle tanınmasının yanı sıra tiyatro, edebiyat, kaligrafi ve heykel alanında eserler veren, Fransa’da yayınlanmış on bir kitabı bulunan, çok yönlü bir sanatçı, Khemir. Khemir; Nacer (3) (portr.)

 

1948 yılında Tunus, Korba’da doğan Khemir, öğrenimini UNESCO bursuyla Paris’te yaptı. Tunus medinesinde masalcılar üzerine yaptığı araştırma ve derlediği masalları kaligrafiyle betimlediği kitabı L’Ogresse’in (1975) yayınlanması ona uluslararası alanda ilk sanatsal başarıyı kazandırdı. Kaligrafileri 1980 yılında Paris’te Centre Pompidou’da sergilendi. 1982 ve 1988 yıllarında Paris’teki Chaillot Ulusal Tiyatrosu’nda Yannis Kokkos’un sahneye koyduğu bir aylık bir gösteri serisinde, her akşam, Binbir Gece Masalları’nı kendi yorumuyla izleyiciye okudu. Sinemadan önce, tiyatro sahnesinde bir masalcı olarak yer aldı.

 

Edebiyatın yanı sıra İslam felsefesi ve tasavvuf üzerinde de çalışmalarını yoğunlaştıran Khemir, 1976 yılında ilk kez kamera arkasına geçti. “L’Histoire du pays du bon dieu” adlı orta metrajlı filmde, bilinmeyen bir ülkenini sınırını arayan kahramanıyla yönetmenin felsefi eğilimini yansıtıyordu.

1984 yılında sonradan “Çöl Üçlemesi” olarak anılacak filmlerinden ilkini, Malatya’da da gösterilecek olan Çöl İşaretçilerini çekti. Film, 1984 yılında Nantes Altın Balon ve 1985 yılında Valencia Altın Palmiye ödüllerini alırken, Khemir ise 1991 yılında çektiği üçlemenin ikinci filmi Güvercinin Kayıp Kolyesi ile Namur Uluslararası Fransızca Film Festivali Altın Bayard En İyi Sanatsal Katkı Ödülü ve Locarno Uluslararası Film Festivali Jüri Özel Ödülü aldı. Aşkın 60 ismini arayan, Semerkand prensesinin hayali ile büyülenmiş hattat çırağı Hasan’ın içine düştüğü masalı anlatan Güvercinin Kayıp Kolyesi filminin ardından Khemir, 2005 yılında görsel açıdan etkileyici bir masalla sinemaseverleri büyülediği çöl üçlemesinin son filmi “Bab’Aziz” ile Beyrut Film Festivali’nde East-West Coexistence Ödülü, Fajr Film Festivali’nde Kristal Simorgh Ödülü ve 2006 yılında da Muscat Film Festivali’nden Altın Hançer En İyi Film Ödülü aldı.

 

 

 

İşçi va dı da biz mi çalıştırmadık?

 

 

yurdagül atun hanımefendi ÜstadımızKKTC Hükümeti ile TC Hükümeti arasında “İşgücü Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunmasına İlişkin (Onay) Yasa Tasarısı”nın oy çokluğuyla kabul edilmesi muhalefeti kızdırdı.

Onların gerekçesi özetle şu: “Kendi insanımız dururken, yabancı işçiye ne gerek var. Türkiyeliler gelecek, bizimkiler işsiz kalacak!”

Bu, en az “Türkiyeli yatırımcı gelip pastamızın payını düşürmesin” veya “Türkiye para gönderiyor ama bu para sağlıkta, eğitimde onun gönderdiği halka yarıyor, bize değil” sözleri kadar temelsiz gerekçeyi öne sürenler öyle sıradan vatandaş da değil. Kelli felli, okumuş kişiler. (Her bireyin ekonomiye olan katkısısın bilimsel bir gerçeklik olduğunu, pasta örneğinin doğru olmadığını, büyüme/kalkınma esnasında arz talep dengesi doğrultusunda yabancı ihtiyaca ihtiyaç doğduğunu biraz okuyunca öğrenmiş bulunmaktayız. Bknz Almanya.)

Türkiye’den işçi gelirse, buradakiler işsiz kalacak!

Haber sıkıntısı çektikçe, Lefkoşa Suriçindeki İş Bulma Merkezine giderim. Oradan hangi iş kollarına talep olduğunu, kaçının sonuçlandığını vs. öğrenir haber yaparım. Her seferinde çıkardığım sonuç şudur: Kıbrıslı Türkler, beden gücü gerektiren işlere başvuru yapmaz. Zaten oraya Kıbrıslı olmayan başvuramadığı için, Kıbrıs’taki işverenler oradan pek işçi mişçi bulamaz ancak -bildiğim kadarıyla- yurtdışından işçi getirmeden önce KKTC’de münhal açmak zorunda.

KKTC’de açılan büyük bir otelin Kıbrıslı yöneticisi dert yanmıştı, “Ben burada KKTC vatandaşı çalıştırmak isterim çünkü her yönden daha karlı olurum ama maalesef bulamıyorum. Gençler üniversite mezunu. ‘Ben garson olacaksam niye üniversite okudum’ diyor haklı olarak. Veya üstten başlamak istiyor. Bizim sektörümüzde deneyim çok önemli. Hiç iş deneyimi olmayan birini en üste koymamız mümkün değil. Dolayısıyla hizmet sektöründe çalıştıracak Kıbrıslı bulamıyoruz…” sözleriyle…

Türkiye’ye saldırmaya ve her ne gelirse gelsin reddetmeye kodlanmış kişilerin, turizm gibi lokomotif bir sektörü dahi “oteller KKTC’li işçi çalıştırmıyor” gerekçesiyle “faydasız” ilan ettiklerini gördü bu gözler.

Sadece oteller değil, tüm inşaat ve hizmet sektöründe de aynı durum geçerli. Evinize bir tadilat yaptıracaksanız dahi, “Türkiye’den üç işçi getirip 5 yıldızlı otelde iki ay barındırdığımızda daha ucuza gelecek” düşüncesine sokuyorlar sizi.

KKTC’nin en büyük işadamlarından biriyle yaptığım röportajın en mühim kısımlarından biridir bu konu. Şöyle demişti ünlü iş adamımız: “Evimiz büyük ve kalabalık. Çocuklara bakmak için, temizlik için, bahçe için, yemek için çalışana ihtiyacımız var. Ama biliyor musunuz ki biz asla Kıbrıslı birini bulamayız çalıştırmak için… Mecburen Türkiye’den veya üçüncü ülkelerden gelenleri alıyoruz işe. Maalesef Kıbrıs Türkü artık iş beğenmiyor. Güney’de her işi yapıyor ama kendi ülkesinde bunu yapmıyor.”

Yani kimse kusura bakmasın ama gerçek, Kıbrıslı Türklerin Güney Kıbrıs’ta, İngiltere’de yaptıkları işleri Kuzey’de yapmaktan imtina ettikleri… İş beğenmiyor. İşi beğense çalışma saatlerini beğenmiyor, onu kabul etse, tatil süresinde takılıp kalıyor.  “Üniversite mezunuyum” diyerek devlete kapağı atmak istiyor. Devlete kapağı atamazsa o zaman müdürlük istiyor. “Deneyimin ne” dediklerinde vereceği yanıtı olmayan üniversite mezununun “yurtdışına giderim ha!” tehdidi ise muhalefetin tepe tepe kullandığı “göç yasası” argümanına dönüşüyor. Ve Kıbrıslı bir hocamın söylediği, “Biz Kıbrıslılar müdür doğarık. Geriye müşavir ve bakanlık kalır” sözlerinin sağlaması yapılıyor bir anlamda.

Gelelim çıkan yasaya. Bu yasaya göre Türkiye’den KKTC’ye memur ithal edilmeyecek. Sadece ülkede ihtiyaç duyulan sektörlerdeki sıkıntı ortadan kaldırılmış olacak. Bu sektörlerin, tarım, turizm ve inşaat olduğunu yineleyelim. Yani kimsenin, kimsenin elinden iş aldığı yok. Zaten çalışmak isteyen Kıbrıslı olursa tercih sebebi.

Ön izin zorunluluğu ortadan kaldırılmıyor bu yasayla. Yine aynı prosedür işleyecek. Türkiye’den gelenler burada çalışma izniyle kalacak. Bu noktada işverenin işi de kolay değil.

Durum böyleyken ve biz “sen ağa, ben ağa, bu ineği kim sağa” diye gerim gerim gerinirken, Türkiye’den gelecek beden işçilerini gündem konusu yapmak, art niyetten başka bir şey değil.

Son söz; Ercan Devlet Havalimanın yenilenmesi aşamasında, işverenin işçileri Türkiye’de getirmesini eleştirenler, inşaat sektöründe çalışacak onca Kıbrıslının nereden bulunacağını da bir söyleseler! Tamam, dışardan işçi gelmesin de kim yapsın bu işi? Var mı kendini emekçi addedip de emek vermeyi zul görenlerin bir formülü? Rahmetli Demirel’in sözleriyle; İşçi va(r)dı da biz mi çalıştırmadık?

YURDAGÜL ATUN