Etiket arşivi: Cehalet

CEHALETİN KOLEKTİF TAHSİLİ

 

CEHALETİN KOLEKTİF TAHSİLİ

süleyman pekinSon zamanların meşhur yazarı Yuval N. Harari’nin ‘Sapiens’ kitabında CEHALETİN KEŞFİ diye bir bölüm var. Batı’nın “İgnoramus / Bilmiyoruz” diyerek Cehaletini kabullendiğini, Doğu’nun ise hala kabullenmediğini tespit eder ve günümüzde medeniyetler arası derin uçurumun bundan kaynaklandığını söyler. Bir de bireysel ve kolektif cehaletten bahseder.

Bizde de bu alanda ilginç kitaplar var: Biri Bakan Nabi Avcı’nın doçentken yazdığı ENFORMATİK CEHALET ve diğeri Prof. Hüseyin Atay’a ait CEHALETİN TAHSİLİ. Her ikisi de Kolektif Cehaletle alâkalı görünse de Siyasetçi Nabi Avcı’nın yazdıklarıyla Millî Eğitim ve Kültür Bakanı iken yaptıklarıyla hiç örtüşmediği için es geçiyoruz.

Tarih disiplininde yüz yıllık birikimiyle Halil İnalcık Hoca ne ise İlâhiyatta da Hüseyin Atay Hoca odur. Geçen yıl kaybettiğimiz Tarihçilerin Pîri’ni yakın zamanda andık. İlâhiyatçıların Pîri ise 87 yaşında; Allah ömrünü uzattıkça bereketlendirsin. 15 yaşında medreseyle tanışan, liseyi ve üniversiteyi Arapça aşkına Bağdat’ta bitiren, Cehaletin Tahsili kitabını yazdığı 2000’li yıllardan beri de bazen basın bazen sosyal medya üzerinde mesajlarını iletmeyi sürdürüyor.

Hüseyin Atay; “Toplumda üç şey eksik: 1.Allah korkusu 2.Kanun korkusu 3.Kamu vicdanı korkusu” derken ve bunu ‘İman eksikliği’ne bağlarken gözümün önündeki otobanda da Dindar ama Allahsız, Şeriatçı ama Kanuntanımaz, Müslüman ama Hırsız çelişkileri yarış yapıyor. Atay Hoca’nın “İnandıklarına inanmış değiller” cümlesini görünce Sezai Karakoç’un “Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum” mısrası takılıyor aklıma.

Prof. Atay; “Niçin sorusu düşünmenin başlangıcıdır” ve “Medeniyet kurmak felsefe yapmakla olur” derken de zihnimize halkımızın başucu sloganları olan –Felsefe yapma! –İcat çıkarma! –Fazla merak iyi değildir! –Çok düşünme, kafayı yersin! replikleri şekere karıncaların üşüşmesi gibi üşüşüyor. Sonra kafama takılıyor: Düşünen Adam Heykeli neden Ankara Siyasal’ın yada Marmara İlâhiyat’ın bahçesinde değil de Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları bahçesinde; Hüseyin Atay gibilere Deli muamelesi yapmak için mi?

Atay, “İslam’da düşünmek farzdır” der ve Kuran’ı iki kelimeyle özetler: İlim ve İman. Yani bilerek inanmak yada inanarak bilmek.. “Dünya tarihinde Kuran’dan başka hiçbir kitap ‘Oku’ buyruğu ile başlamamıştır. Bundan dolayı da adını ‘Okumak’ olarak Kur’ân koymuştur.” Yani Müslüman okur / kaari, Kur’an da okunan demek.. H. Atay son mesaj olarak da Ta-Ha 114’ün sonunu esas alır: “Rabbî zidnî ilmâ / Rabb’im ilmimi arttır!” De ve söyle!

“Kuran’ı çoluk çocuk, okuryazar, okumaz yazmaz, âlim, düşünür, edip, fâkih, müçtehit, filozof, ilkokul mezunu, lise mezunu, hiçbir yerden mezun olmayan, doktor, doçent ve profesör, herkes, her türlü durumda, abdestli, abdestsiz okuyacak. Çünkü o, insanlık kitabıdır” diyor Hüseyin Hoca; hem de “Dinsiz de, dinli de okuyacak” notuyla.. Kur’an okumayı engellemenin de ya fizikî güç kullanımıyla veyahut okumaya şartlar getirerek mümkün olabileceğini söylüyor.

Bireye Tapma bahsinde de Atay, seçkin bireyleri putlaştırmanın her şeyi ondan beklemenin haricinde sorumluluğun da putlaştırılanlarda yoğunlaşması ve öbür bireylerin sorumsuzlaşmasıyla ilgili olduğunu kaydeder. İnsan düşünmeden edemiyor; kültürümüzdeki bu Tekadamlık düşkünlüğü ve Kulperestlik Yunan mitolojisinin mi, Türk mitolojisinin mi örnekleridir?  

Dürüstlüğü de hırsızlık yapmamak ve yaptırmamak olarak tarif eden Prof. Atay, “Kendi hırsızlık yapmaz görünerek sırtından hırsızlık yaptıranlar; hırsızlığın ahlâksızca, korkusuzca aşırı derecede yapılmasına sebep oldukları için hem hain hem de en kötü hırsız sayılırlar” diyerek toplumsal algının kendi sonunu hazırladığına dikkat çeker. Yani bindiğimiz dalı kendimiz kesiyoruz.

Ve ömrünü emrolunduğu gibi dosdoğru bir çizgiye adayan Hoca’nın 65 yıldır tekrarladığı şu Arapça mısra kitabının yazılma gerekçesi gibidir: “İzâ kâne hâze’d-dînu dîne mezelletin felestü bîmüslimi / Eğer bu din alçaklık dini ise ben Müslüman değilim”

Bu Kadar Cehalet, Ancak Eğitimle Mümkün

alptekin cevherliGazetemizin birinci sayısında siz değerli okurlarımızla farklı bir konuda ve çok daha eğlenceli bir mevzuda buluşmak isterdik. Lâkin saniye saniye değişen gündemi diğer yazar arkadaşlara bırakarak, sizlerle asırlık bir davamızı paylaşmak istiyorum…
Sanmayın ki sıkıcı, entel dantel bir konuyu sizlerle hasbihal edeceğim.
Yaklaşık 500 yıldır yaşadığımız sıkıntıların, ihanetlerin ve vurdumduymazlıkların hesabını bugün bizler veriyoruz. Böyle giderse çocuklarımız ve torunlarımız da dedelerimizin hatalarının bedellerini ödemeye devam edecek. Çünkü millet ömründe 100 yıl bir gün gibidir…
Şöyle ki; Türk dilinin en ünlü şairlerinden olan Fuzulî’nin günümüze kadar intikal edebilmiş eserlerinin yaklaşık 40 bin farklı kelime kullanılarak yazıldığını araştırmacılar tespit etmiş. Büyük üstadın günümüze ulaşamayan ve eserlerinde yer vermediği kendi dağarcığında bulunan kelimeleri de hesaplarsak yaklaşık 100 bin kelimenin üzerinde bir Türkçe hazinesi olduğunu tahmin edebiliyoruz.
Bugün üniversite mezunu, yıllarca edebiyat dersi almış ortalama bir gencimizin 400 kelime ile konuştuğunu varsayarsak, yaklaşık 450 yılda millet olarak nereden nereye geldiğimizi varın siz hesap edin…
Leylâ ile Mecnun’u kaleme almasına rağmen, “Âşık-ı sadık menem, Mecnun’un sade adı var” diyecek kadar tasavvufa düşkün olan Fuzulî ile günümüz Türkçesinin en popüler şairini kıyaslamak bile imkânsızdır değil mi?
Ya da bundan 100 yıl kadar önce (22 Nisan 1883), yine Rus işgalindeki Kırım’da günlük olarak yayınladığı ve kullandığı dil sayesinde Balkanlar’dan Sibirya’ya, Anadolu’dan Türkistan’a kadar bütün Türk dünyasında okunan Tercümân-ı Ahvâl-i Zaman gazetesini çıkaran Gaspıralı İsmail Bey, “Dilde, fikirde, işte birlik” derken; dilde birliğin İstanbul Türkçesi’nde gerçekleşmesini salık veriyordu. Son nefesini verdiğinde (1914) gazetesi Türkçe olarak neredeyse bütün dünyada okunurken; bugün İstanbul’da herhangi bir gencin 400 kelime kapasitesine sahip olduğunu bilse idi acaba ne derdi?
Sevgili dostlarım, yaramız büyük, yaramız derin…
Bugün Türkçe, toplam 1 milyon kelime sayısı ile dünyanın hâlâ en zengin 3’üncü dilidir. Balkanlardan Sibirya’ya kadar olan 20 milyon kilometrekarelik alanda ana dil olarak konuşulan Türkçelerin bütün kelimeleri toplandığında ortaya 1 milyon farklı kelime gibi müthiş bir ifade gücü çıkıyor.
Ancak bizler, bu zengin mirasın müflis mirasyedileri olarak üzerinde oturduğumuz variyetin farkında bile değiliz, çoğumuz…
Sovyetler Birliği dağılarak Türk Dünyası üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan Rus hegemonyası kırıldıktan sonra dahi aradan 25 yıl geçmesine rağmen, günümüz Türk aydını hâlâ İstanbul’da basılan bir gazeteyi Tuva’da okuyamıyor. Ya da Kaşgar’da binbir güçlükle basılan bir matbu eseri Üsküp’te göremiyor bile…
Bundan yaklaşık 100 yıl önce Gaspıralı İsmail Bey’in Rus işgali altındaki Kırım’da başardığını, bugün 8 bağımsız Türk Devleti’nin bulunduğu günümüz dünyasında gerçekleştiremiyoruz.
Gaspıralı’nın bastığı gazeteler Rus işgalindeki Türk yurtlarının yanı sıra Osmanlı Devleti’ne, henüz Ruslarca işgal edilemeyen Batı Türkistan’a ve Çin’le mücadele içindeki Doğu Türkistan’a kadar ve hatta Güney Türkistan’a (Hindistan ve Afganistan’a) uzanıyordu.
Bu ayıp, kendini ‘aydın’ olarak tanımlayan bütün Türk dünyasının şu an yaşayan münevverlerine ve kendini medya patronu veya basın devi olarak tanımlayan zat-ı muhteremlere yeter…
Bu arada Rahmetli Özal zamanında başlayan ve günümüze kadar çeşitli isimlerle devam eden TRT Avaz’ı istisna tutuyorum. 25 yıldır bu uğurda mücadele eden ve bu yayına emeği geçen herkesi can-ı gönülden tebrik ediyorum.
Ancak 25 yılda hâlâ bir alfabe birliğini gerçekleştiremedik. Türkiye’de ayrı, Türkmenistan’da ayrı, Azerbaycan’da ayrı, Özbekistan’da ayrı Latin alfabeleri kullanılırken; diğer yandan Kırgızistan’da ayrı, Kazakistan’da ayrı ve Tacikistan’da ayrı Kiril alfabeleri kullanılıyor. Dünyanın neresinde ve tarihin hangi safhasında görülmüştür ki, bir millet kendi ‘bağımsız’ devletlerinde aynı anda 2 temel kökten 7 farklı alfabe kullansın?
Kısacası şu anda Türk milleti olarak yine tarih yazıyoruz (?)
Bu arada Arap, İbranî, Yunan, Fars, Çin veya Ermeni alfabelerini kullanan küçük grupları saymıyorum bile…
Evet, millet olarak çok sorunlarımız var. İç politikada, dış politikada savunma ve güvenlik konularında her cenahtan taarruzlar var. Olacaktır da…
Çünkü tarih boyu böyle oluşmuştur.
Bugün dünyada resmi dili İngilizce (İngiltere hariç tamamı İngiliz eski sömürgesi olan ‘bağımsız’) 48 ülke varken bunların 7 ayrı alfabe kullandığını düşünsenize… Ne komik olurdu değil mi?
Ya da Fransızca veya Arapça konuşan ülkelerde farklı alfabeler kullanıldığını?
Aklınız bile almıyor değil mi?
Ama biz bunu 25 yıldır millet olarak yaşıyoruz…
Bir milleti bir arada tutan ve millî bilinç oluşmasını sağlayan en önemli unsur dilidir, aynı alfabe ile okuyup yazabilmesidir. Dil birliğini kaybederseniz, gerisi zaten çorap söküğü gibi gelir.
Onun için diyoruz, aydınlarımızın bu cehaleti ancak tahsille mümkündür diye…