Etiket arşivi: Bizans

TEK’LERİMİZ TEKLİYOR; BİZANS BAYRAĞI & ÇAN SESİ

TEK’LERİMİZ TEKLİYOR; BİZANS BAYRAĞI & ÇAN SESİ

 

Köhne Bizans’ın hem İstanbul koluna (1453), hem Trabzon koluna (1461) Fatih Sultan Mehmet son verdi. Mondros sonrası başlayan İngiliz işgalinin 8. ayında Fener Rum Patrikhanesi kapısına çifte kartallı Bizans ve mavi-beyaz haçlı Yunan bayrağını çekme cüretinde bulundu. Allah’tan Çılgın Türkler vardı da Bizans’ı diriltme hayalleri kurşunlandı. Zira Fatih’in ‘Gazi’ torunu M. Kemal Paşa da “Tek bayrak” demişti.

     “Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi. / Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi.

     Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın; / Galip et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın!”

Yahya Kemal’in bu niyazını Allah kabul etti.  Kemalettin Kamu’nun “Madem ki gün gelecek / Herkes aynı meleğin / Önünde eğilecek / Niçin o güne değin / Çan sesleri duyayım? / Bugün de bir yarın da / Bırakın uyuyayım / İzmir kapılarında!” karamsarlığı Çanlıların / Yunanlıların aynı yerde denize dökülmesiyle yerini şehadet ezanlarına bıraktı.

Tek Vatan” dedik; yedi düvelle dövüşü göze aldık, ‘çakıl taşı’ kadar toprağı vermemeyi bugüne dek töre bildik. “Tek Millet” dedik; Osmanlı bakiyesi olarak “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti” dedik, and içtik. “Tek Devlet” dedik; isyanaörgüte, paralele – yamuğa izin vermedik. Şimdilere böyle geldik.

De ne ara Yunanistan, 1932 İtalya – Türkiye Sözleşmesi’yle tescillenen ve 1947 Paris Antlaşması’nda ABD’nin bile tasdiklediği egemenliği Türkiye’ye ait 18 ada ile 1 kayalığı ülkemizden çaldı?! Hani vatan’ın tek’liği? Bu adalarda Yunanistan Devletinin atadığı belediye başkanları neyin nesi?! Bu bir paralel yapı değil mi? Hani devlet’in tek’liği?

İzmir İlimize bağlı Koyun Adası’nın belediye başkanı Evangelos Angelakos, Muğla İlimize bağlı Keçi ve Kalolimnoz Adası’nın belediye başkanı İonnis Galouzis, Aydın İlimize bağlı Eşek Adası’nın belediye başkanı Evangelos Kottoros ise biz önümüzdeki yerel seçimlerde bu kişileri mi oylayacağız? Veyahut İzmir, Muğla ve Aydın Büyükşehir Belediye Başkanları buralara pasaportsuz ve vizesiz girebilecek mi?

Yunan Cumhurbaşkanı Prokopis Pavlopoulos 7 Mart 2017’de, Keçi Adası’nı, Yunan Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Alkiviadis Stefanis 13 Nisan 2017’de Kalolimnoz Adası’nı ve 5 Ağustos 2017’de Bulamaç Adası’nı ziyarete gittiklerinde sarı zemin üzerine siyah çift kartallı Bizans bayrağı göndere çekilmedi mi? Hani bayrak tek’ti? O bayrağı oraya kim, hangi cesaretle çekti?

Türk egemenliğinde olması gereken işgal altındaki adalarımızda Yunan papazlar kilise ayinleri düzenliyor; çan sesleri karşıdaki Türk kıyılarından duyulabiliyor. Yunanistan buralardaki askerî üsler ve karakollardaki 5 bin askeriyle tatbikatlar yapabiliyor. Yılbaşı noelleri, içkili ve kuzu çevirmeli eğlenceler artık fiks menü sayılır. Suya haç atma törenlerine Başbakan Aleksis Çipras da katılıyor. Ne kalmıştı; tek millet.. Tek mi, çift mi?

Tüm bunlarla ilgili emekli kurmay albay ve Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri Ümit Yalım’da daha ne ayrıntılı bilgiler var; bizimkisi sadece öğrendiklerimizin nefes ayarı. Kıta sahanlığımıza ait 42 bin km2’lik alanın Yunanistan’ca parsellenip yabancı şirketlere satılmasını mı istersiniz yoksa Kuzey Ege’de, Taşoz açıklarında 100 milyon varilden fazla petrolün Yunanistan ve İsrail işbirliğince çıkarılmasını mı?

Merhum Ecevit ile Erbakan Kıbrıs için, Tansu Hanım Kardak için o tek’il; devletin ve milletin vatanıyla bölünmez bütünlüğünü, alternatifsiz bayrağıyla bağımsızlığını korumuş ve kollamıştı. Şimdiki Cumhurbaşkanımızdan da bu meyanda bir çıkış bekliyoruz.

Eyyy Yunanistan” desek gerisi gelecek de.. Yoksa o da 2023’te mi?

Amerika Türkiye’ye Niye Gelir?


Amerika Türkiye’ye niye gelir? Bir şiirle ve bir iki sözle örnek vererek gireyim. ilkinde M. Akif diyordu ki:

Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Bunun adı Kıssadan Hisse. Hegel ve onun düşüncesini geliştiren Marx da diyorlardı ki: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. İlkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak…” Geçen TBMM’nde yaptığı konuşmada İ. Kesici’nin hatırlattığı bir söz daha var. Gelelim ona, o da çok önemli. İngiltere’nin eski başbakanlarından Lord Palmerston’un bir sözü. Palmerston, “İngiltere’nin ezeli ve ebedi dostları yoktur değişmez menfaatleri vardır.” diyordu…

Akla 68 olaylarını getiriyor bu söz.. NATO’nun üs olarak kullandığı Türkiye’ye Amerikan savaş gemisi geliyor ya, bir yanda onları kovalayan devrimci öğrenciler, bir tarafta devrimcilere saldıran gericiler..

Amerika niye gelir Türkiye’ye, zaten incirlik üssüne konuşlandırdıkları füzeler vardı ya…

Deniz Gezmiş’in o yıllarda dile getirdiği söz vardı: 35 milyon metrekare vatan toprakları işgal altındayken, bizim milli bütünlüğü bozmakla suçlanmamız gülünçtür… Ve ekliyor Deniz Gezmiş… Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye’nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum..

Amerika Türkiye’ye ne diye gelir… Belki bir ironi gibi… Geçen burada yazmıştım bunu. Ne yazık ki ABD’de yetişip bu ülkeye gelen herkes bir şekilde asimilasyona uğramış olarak memlekete geri dönüyor ve bir süre sonra bu halktan gerekli ilgiyi görmeyince gerici güruha katılıp gönüllü bir ABD elçisi gibi aşkı depreşiyor sayıklamaya başlıyor. Bu kişinin sürekli sağda solda adı anılmaya da başlıyorsa bir süre sonra o kişi sapıtmaya başlıyor. Yani gerçekten bir medya maymununa dönüşüyordu… Yılmaz Güney’in şahsında da buna benzer tartışmalar yaşatılmıştı. O zaman E. Kürkçü’den bir alıntı yapmıştım. “Kitlesel tüketim ve ideolojisini yeniden üretmek için hergün okur ile izleyicileri aptal yerine koyarak konuşup yazmak zorunda olan medyanın yazarları sonunda kendileri aptallaşma riskiyle yüzyüze kalıyor. Güneyle ilgili tartışma bu riskin gerçeğe dönüşme olasılığının yüksekliğine yeni bir kanıt sadece.” diyordu Kürkçü.

Güney’in o günlerde aleyhine yazanlar bugün yine aynı saftalar çünkü. Ve o isimler yine aynı isimler…

Tarafsız görünmekten daha zordur tarafsız gibi yazmak… Kolay değil. O günlerde ben de Yılmaz Güney’i savunan yazılar yazmıştım. Yine yazarım… ABD’yle haşır neşir olan o isimlerin o zamanlar söylediklerini hafızalardan bir yoklayayım; bunlardan birisi… Ş. Eygü… Diyordu ki: Sovyetlerden çok ABD’ye yakın olduk… Arabistan’da yıllarca yaşadığını, bu tip söylevleri buradan verdiğini bildiklerimizden biri… Sonra… Yıllar sonra.. Yine orda bankalardan birinde idarecilik yapmış biri ülkenin başına geliveriyordu… Hem de C.Reisi olarak… Bu kişinin adı arşivlerde 68’lerde Denizlerin yine karşısında olan bir isim olarak görünür… Heyhat!.. Gelin de tarihin gerçekten tekerrür ettiğine inanmayın şimdi….

H. Cevizoğlu yakın zamanda bir kitap yazmıştı. Adı “1919’un Şifresi”… Belge ve fotoğraflarla desteklenen bir kitap… Çok satan kitapları alıp okumak gibi bir adetim yoktur ama sözkonusu sürekli böyle gündem oluşturan konular olunca alıp okumak gerekiyor, tekerrür ya… Şöyle diyor kitapta:

“Satış rekoru kıran, uzun zaman ‘en çok satan kitaplar’ listesinin başında yer alan ‘İşgal ve Direniş (1919 ve Bugün)’ adlı kitabımı yazarken, çok ilginç bir gerçekle karşılaşmıştım. 1919’da ülkemizi işgal eden sömürgecilerin arasında ABD’yi gördüm!… Oysa, hiçbirimiz okul yıllarından bu yana ABD adını duymadık!… İşgalci ülkeler olarak Yunanistan, İngiltere, Fransa ve İtalya’yı biliyor, onların yaptıklarını okuyorduk. Sanki, ‘gizli bir el'(!) resmi tarih kitaplarımızdan ABD adını kazıyıp, çıkarmıştı!..”

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu İttifak Devletleri yanında, ABD ise İtilaf Devletleri yanında yer aldı ama birbirlerine savaş ilan etmediler. Fakat Çanakkale Savaşı sırasında ABD savaş gemileri İtilaf Kuvvetleri’nin savaş malzemelerini taşıyıp Osmanlı’nın Anadolu’da kalan topraklarının işgaline yardımcı oluyordu. ABD’nin işgale yardımı lojistik destekle sınırlı kalmadı. İzmir’in işgaline USS Arizona ve üç tane savaş gemisiyle koruma sağladı. 1922’de ABD savaş gemileri Samsun ve Trabzon’u bombaladı… Kısaca ABD Kurtuluş Savaşı’nda ülkemizin işgaline katılmıştı.

Çok derinlere inmeye gerek yok. Resmi tarihler yazsa da yazmasa da, onlar inansa da inanmasalar da tarihsel gerçeklik ortada… Dün Osmanlının başına bela olan İngiltere ne ise bugün ABD başka ne?… Hiçbir fark var mı?.. Lord Palmerston’un lafını biliyorsunuz… Vahdettin’in sözlerinden birisini hatırlatayım… Diyor ki milli kurtuluş savaşını yürüten ve hain olarak suçlayıp haklarında idam hükmü verdikleri M. Kemal ve arkadaşlarının mücadeleleri hakkında:

“Bir avuç serseri başarı sağladı. Az sayıdaydılar ama halkın uysallığından yararlanıp üzerine çöktüler. Aralarında bir tane bile gerçek Türk yoktur. Gerçek Türkler padişaha sadıktır. Onlar, padişahın tutuklu olduğunu anlatan uydurma öykülerle uyutuluyor!..”

Oysa onlar sadece kendilerini vazifeye amir kılarken halkı ise koşulsuz bir sadakate (Ululemre itaate) vazifeli kılmışlardı…

Marx, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i”nde, ilkinde Napolyon Bonapart’ı ikincisinde de III. Napolyon’u kastederek söylemişti yazının başındaki o ilk sözü. “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar.” diye de ekler.

Elbette haklı bir mazeret olmaksızın savaşların hiçbir gerekçesi olamaz, olmamalı da. Oktay Akbal, “Barış istemek, ama savaşımdan korkmamak!.. Barış durup dururken yaratılmaz. O nice savaşımlarla elde edilen bir değerdir.” diyordu… M. Kemal ve arkadaşlarının mücadeleleri zaferle sonuçlanmış teslim olan Padişah, İstanbul Hükümeti ve taraftarları ise ülkeyi terk etmek zorunda kalmışlardı…

M.Kemal daha sonra Söylev’de “Hakimiyet ve saltanat kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye görüşmeyle tartışmayla verilmez. Hakimiyet ve saltanat kuvvetle kudretle zorla alınır. Osman oğulları Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına zorla el koymuşlardır. Bu haksız durumu altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir. Şimdi de Türk milleti bunlara hadlerini bildirerek hakimiyet ve saltanata isyan ederek kendi eline almış bulunuyor.” diyerek altını çiziyordu bu sonucun…

Türkiye-ABD arasında ikinci ihtilaf 16 mart 1964’te Kıbrıs’taki silahlanma konusunda yaşanır. Türkiye’nin NATO’dan bağımsız hareket etmesine ABD karşı çıkar ve Türkiye tarafına “Johnson Mektubu” diye de bilinen sert ve alaycı bir üslupla yazılmış bir mektup iletilir. O günlerde Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olan İsmet İnönü’nün Time dergisine verdiği demeç şöyledir: “Kıbrıs’taki bu haksız durum devam eder, Müttefikler bizi yalnız bırakır, NATO yanımızda olmaz, anlayışsızlık hüküm sürer, Türk azınlık ezilir, bu böyle devam ederse, günün birinde Batı’nın bu savunma sistemi yıkılır, yeni şartlarla yeni bir sistem ve dünya kurulur, Türkiye de bu yeni dünya içinde yerini bulur.”

Çok gerilere gidip uzatmayacağım ama son yazdığım yazılardan birinde de buna işaret etmiştim. Antik Roma’yı, Bizans’ı batıran ne ise Osmanlı’yı çökerten de aynı kafadır: Adaletsiz bir mülkiyetle bölüşüm düzeni… Antik Roma ve Bizans nasıl ki kendini çökerten saikleri, halklara sırt dönüp din yoluyla bertaraf etmeye çalışıp muvaffak olamadı ise Osmanlı da devşirmeleri payanda yaparak tebaasını o aynı yolla avutamamıştır… Sermet Çağan bir oyununda (Ayak Bacak Fabrikası) der ki “İnsan aç kalmaya görsün, din artık onu avutamaz.”…

El oğlu da yine tankı topu tüfeğiyle bunu bilerek geliyor. Tarih tekerrürdür ya… Amerikan özgürlüğünden kastın ne olduğunu bu halkın da daha iyi anlamış olması gerekir şimdi. Gelmesi kaşının gözünün hayrına değildir çünkü…

TAMER UYSAL

Kudüs… Ey Kudüs

Kudüs… Ey Kudüs

         “Seni unutursam, ey Kudüs
Sağ elim hünerini unutsun
Eğer seni anmazsam
Dilim damağıma yapışsın”

      MEZMUR-137

tamer uysalKudüs Ey Kudüs yaklaşık 4 yılda yoğun çaba ve araştırmayla ortaya çıkmış, Kudüs ve İsrail-Arap sorunu üzerine yazılı en kapsamlı kitaplardan birisiydi. Fransız ve Amerikalı gazeteciler Dominique Lapierre ve Larry Collins tarafından kaleme alınmıştı.

Üç tek tanrılı (semavi) dinin merkezi Kudüs tarih boyunca nice “kutsal savaş”lara sahne olup üzerine sayısız kitap yazılmıştır. Ulusların yolları ve tanrı kelamı kavşağının tarihine ışık tutan ve ABD, Almanya, Fransa vs. gibi ülkelerde çok satan kitapta Kore Savaşını da izlemiş Lapierre ile Ortadoğu’daki toplumsal dönüşümlerin yakın tanığı Collins  Ortadoğu, Avrupa ve Amerika’da 250 bin km yol katedildiğini ve 2 bin kişiyle konuşulduğunu belirtiyorlardı. 20 araştırmacı 500 kg belgeyi inceleyip 6 bin sayfa doküman hazırlayarak önemli bir kaynak ortaya koymuştu… 091120165884

Talmud (ibranice lamad) öğrenmek sözcüğünden gelir. Uzmanları hahamlar, hukuk doktorları, dağılmış topluluğun unutulmuş parçaları olarak yüzyıldan yüzyıla yaşamaya devam ettiler. Yoksul hayatlar dinsel kurallara göre düzenlenmişti. Torah yani yasaların, öğretilerin ayetleri ezberlenmiş ve talmud metinleri kuşaktan kuşağa aktarılmıştı.

Kutsal saydıkları Süleyman’ın yaptırdığı tapınağın kalıntısı olan ağlama duvarı 2 bin yıldır yeryüzünün bütün Yahudilerinin ona dönüp dağıldıklarına gözyaşı döktükleri yerdi. Öte yanda ise Kudüs’te Muhammed’in beyaz kısrağı üstünde gökyüzüne yükseldiği Hazreti Ömer Camii bulunuyordu. Mekke ve Medine’yle birlikte İslam’ın da en kutsal yeriydi Kudüs.

Kudüs tarih boyunca dökülen kanlarla lanetlenmiş gibiydi. Eski Yahudi tapınağının mihrabında hayvanlar kurban edilirdi. İsa burada çarmıha gerilmişti. İnsanlar buradaki duvarların diplerinde canlarını vermişlerdi.  Din adına burada cinayetler işlenmişti. Davut ve firavun, Sebnaşerib ve Nabukadnezar, Herod ve Ptolome… Titus ve Godefroy de Babullion komutasında haçlılarla Timurlenk ve Selahattin-i Eyyubi’nin askerleri… Türkler ve Allenby yönetimindeki İngiliz askerleri… Hepsi karşı karşıya gelmişlerdi.   filistin

Geçmeli Kubbeler, minareler, sur mazgalları, çan kuleleri ile rengarenk bir anıtşehirdi Kudüs. Oysa Yeruşalayim eski İbrani dilinde “barış şehri” anlamına geliyordu. İlk yerleşim bölgesi dalları evrensel barışı simgeleyen Zeytinlik Dağı yamaçlarıydı. Davut şu sözlerle yüceltmişti onu: “Kudüs’ün barış içinde yaşamasına dua edin”…

Yahudilerin asıl anayurdu Mezapotamyadaydı. Buradan kovulan İbraniler Musa yönetiminde dönüp Jedée (Yahuda) tepelerinde ilk devletini kurmuşlardı. Ancak Davud ve Süleyman yönetiminde 100 yıl kadar dayanabilmişlerdi. Asur, Babil, Mısır, Yunan ve Romalıların egemenliği altına girdikten sonra tapınakları yıkıldı. Bizans imparatoru 2.Teodosyüs ırkçı görüşle Yahudileri ayrı bir ulus varsaydı. Frank kralı Dagobert de Galya’dan onları kovmuş, 4.yy da ise Bizans İmparatoru Heraklius zamanında haçlılar  Deus Vult “Tanrı İstiyor” diyerek kılıçtan geçirmişti.

Yaşadıkları ülkelerde Yahudilere mal edinme hakkı pek tanınmazdı. Papalık para ticaretini yasakladığından tefeciliğe yöneltilmişlerdi. Kilise ortaçağda onlarla bir arada yaşamayı yasakladı. 1215’te 4.Latran konsili belli bir işaret -10 emri ifade eden rozet- taşımaları kararıyla ırkçılığı doruğa vardırdı. Fransa ve Almanya’da bu  sarı renkte bir O harfi olmuştu. Naziler ise gaz odalarına gönderecekleri Yahudileri sarı yıldızla belirlediler.KudüsünPlanı

İngiltere ve Fransa’dan sınırdışı edildiler. Veba gibi hastalıkları taşımak, çocukları öldürmekle suçlandılar. Normal hayat sürebildikleri tek yer İspanya oldu. Ancak 1492’de Kristof Kolomb’un yeni keşiflere çıktıkları yıl İspanya kraliçesi İsabella’in hıristiyan kilise ile işbirliği yapmasıyla buradan da kovulmuşlardı.

Prusya’da, İtalya’da da Yahudilere çeşitli yasaklar uygulanırdı. Talmud’u bulundurmak suçtu. Venedik’te Yahudiler Ghetto Nouvo “Yeni Dökümhane” denilen bir mahallede yaşamaya zorunlu tutuldu. Böylece evrensel sözcük haznesine katkıda bulunmuştu.

Filistin’de Yahudilerin oturduğu ilk yerleşim yeri 1860’ta kuruldu. Polonya’da kazak isyanı sırasında 100 binden fazla Yahudi soykırıma uğradı. Rusya’da Çar 2.Alexandre’nin ölümünden sonra halk tarafından resmen kıyıma teşvik edildiler -böylece yılgı ve ölüm anlamında Pogrom sözcüğü de doğdu- ve 1881-82 programından sonra Filistin’e göçmen dalgası hız kazandı. Reuven Shari, David Gryn da bunlar arasındaydı. Gryn Romalıların Kudüs’ü kuşattıkları sırada orada bulunan bir yahudinin adını almıştır: “Ben Gurion” aslan yavrusu demekti…

1885 yılında Theodor Herzl Yahudi düşmanlığı denen volkanın asla sönmeyeceğini ve ulus devletler yüzyılında gelişen milliyetçiliğin kurbanı olan Yahudilerin de ancak ulus olarak hayatlarını sürdürebileceklerini ifade eden bir görüşün tohumunu atıyordu. Dini siyonizm siyasi siyonizm olarak 100 sayfalık bir manifestoyla gerçekleşecekti adını da yine Herzl koyuyordu: “Der Judenstaat” yani Yahudi Devleti. mescidiaksaks2

Sion ibranice “seçilmiş” anlamına gelir, siyonizm ise Kudüs’teki Sion tepesinin adından geliyor. Siyonistlerin Yahudileri eski ülkelerinde toplama isteği ile 25 yy dır İsrail halkının Kudüs’le ilgili umudu…

İlk siyonist kongre 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde toplandı ve uluslar arası yürütme kurulu belirlendi. Ulusal fon oluşturuldu. Filistin’de toprak satın almak için bir banka kuruldu. Bayraklarıyla ulusal marşlarını kabul ettiler.  Mavi-Beyaz renkler Yahudilerin  dua ederken omzuna taktıkları geleneksel ipek şal Taleth’in renkleriydi. Marşları ise simgeseldi, umut anlamına gelen Hatikvah’tı. Aynı gün akşam Herzl deftere şunları not etmişti: “Basel’de yahudi devletini kurdum. Bunu şimdi yüksek sesle söylesem evrensel bir kahkaha tufanına yol açabilirim. Belki beş yıl sonra ama kuşkusuz elli yıl sonra herkes için kesin bir gerçek olacaktır bu”…

1922 yılında Milletler Cemiyeti tarafından İngilizlerin manda yönetimine girmişlerdi. İngilizler için bu topraklar Ortadoğu’da istedikleri politikayı uygulamak için gerekli idi. Böylece İngilizleştirilmiş petrol yataklarıyla Times Nehri ve Süveyş kanalı arasında köprü kurulacaktır. 5 yy süren Türk egemenliğinden sonra Yahudiler İngilizler tarafından Filistin topraklarına getirilecekti.

29 Kasım 1947’de BM’ye bağlı 56 ülke New York banliyösü Flushing Meadows’ta toplandı. Filistin’i arap-yahudi diye ikiye bölecek  kararı alıyorlardı. Sözde 30 yıllık savaş sona erecekti. Ama umutsuzluğun kalemiyle çizilen bu paylaştırma haritası katlanılabilir bir ödünler ve kabul edilemeyecek kepazelikler karışımıydı. Kurulacak Yahudi devletinin topraklarının çoğunluğu ve neredeyse nüfusunun yarısı arap olduğu halde Filistin’in yüzde 57’si Yahudilere bırakılıyordu. Eski çağlardan beri Filistin’in bütün siyasal, ekonomik ve dinsel yaşamının çevresinde döndüğü Kudüs şehrinin yönetimi ise BM’in denetimine bırakılıyordu.  Ne Arap ne de Yahudi başkenti olmayacaktı.

2 Kasım 1917’de İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Arthur James Balfour bankacı Walter Rothschild’e yazdığı “majestelerinin hükümeti” şeklinde bir hitapla başlayan mektupla Filistin’de kurulacak bir devlete ışık yakıyor ve nazi kıyımından kaçan 4554 yahudi “exodus” adlı bir gemiyle Filistin topraklarındaki bir bölgeye yerleştiriliyordu. Oysa hrıstiyan Avrupanın batı emperyalizminin baskılarına karşılık Osmanlı Devletinin kapı açtığı Yahudilerle Araplar İspanya’daki Endülüs Emevi devrinden bu yana hep barış içinde yaşamışlardı. İngilizler hak sahibi olmadıkları halde Filistin topraklarını ipotek altına alıyorlardı.

Filistin’in paylaşılmasında en fazla çabayı gösteren ABD’ydi. Bu ülkenin etkili Yahudi cemaatinin oy baskısıyla politikacılar göçle devlet kurulması yönündeki kampanyalara kayıtsız kalıyorlardı.

İlk aşamada 1.200.000 araba karşılık 250 bin yahudi bölgeye yerleştirildi. Başkan Truman BM’den Filistin’in paylaştırılması yönünde karar çıkması için Fransa’yı Amerikan yardımlarını kesmekle tehdit ediyor hatta Yunanistan, Liberya, Haiti, Filipinler bile evet oyu kullanılması için baskı görüyorlardı.  fil3

Emmanuel Cellar adlı bir ABD parlamento üyesi Başkan’a telgraf göndererek Yunanistan gibi direten ülkelerin yola getirilmelerini istiyordu. Aynı baskı Filipinlere de yapıldı paylaşım için olur istendi. Yüksek mahkemenin iki yargıcı Filipinler Devlet Başkanına “paylaştırmaya karşı çıkma kararında diretirse ülkesinin milyonlarca Amerikalı dost ve taraftarını kaybedeceğini” bildirmişlerdi. Öte yanda Liberya’da Harvey Fireston 400 kauçuk çiftliği sahibiydi, yatırımları vardı. Liberya ürünlerinin boykot edilmesiyle tehdit edildi. Haiti Cumhuriyet Başkanı ikna edilmeye zorlandı, bir Haiti temsilcisi Harlem’de siyonist ajanlarca kovalandı. Kudüs müftüsünün yeğeni Cemal Hüseyni ise 29 Kasım 1947’deki oylamada paylaşım yönünde karar alınırsa Yahudilerle savaşacaklarını açıkladı.

Siyonist marşı Hatikvah paylaşımla zafer edasında söyleniyor Dave Rothschild gibileri de barlarda kendince zaferlerini Le Şayim (şerefe) diyerek kutluyorlardı. İsrail Devletinin kurulmasıyla Tel Aviv dünyanın ilk Yahudi şehri olarak karnaval havasındaydı. 14 Mart 1948 günü İngilizler Kudüs’ten ayrılıyor, Yahudi devleti kuruluşunu ilan ediyordu. 3 bin yıldan bu yana ataları pek çok işgalcinin gidişini görmüşlerdi. Asurlular, Babilliler, Persler, Romalılar Haçlılar, Araplar ve Türkler gibi sıra İngiliz askerlerine de gelmişti…

İngiliz Sir Henry McMahon’la en büyük Müslüman yetkili Mekke Şerifi arasında 8 mektupluk yazışmayla Almanlarla müttefik olan Türklere baş kaldırılması istendi. Güya Araplara 1.dünya savaşından sonra büyük bir bağımsız devlet kurdurulacaktı. İngilizler ve Fransızlar 1917 yılında gizli bir anlaşma yapıp Araplara verilecek toprakları Fransa’ya devretti. Araplar buna bozulmuşlardı. Sir Mark Sykes ile Charles Picot arasında Moskova’da yapılan bu pazarlık bolşevikler iktidara geldikten hemen sonra açığa vurulmuştu. Akabinde Araplar Şam ve Suriye’den Fransızlar tarafından kovulunca hedeflerini İngilizlerin hainliğinden siyonistlere yöneltmişlerdir.

1925 yılında Filistin’de ulusal Yahudi yuvası kuruldu. Siyonist yönetici Hayim Weizman 14.büyük kongrede yaptığı konuşmada arap sorununu belirleyip siyonizmin basit bir dinsel hareketten bir doktrine dönüşmesine toplumsal disiplin haline getirilmesine yol açmıştı. İlk siyonistler Marksist etkilerle toplumsal demokrasi ve felsefe geleneğinde bir devlet kurmak istiyorlardı.  19.yy sosyalistlerinin ütopyası Filistin’de daha önce kurulan kazma ve tüfekli kibbutzlarla (kolektif çiftlikler) uygulamaya geçirilmişti. Yahudi işçi sınıfı oluşturularak bu çiftliklerde iskan sağlandı. Çoğunluk Beyrut’ta yaşayan büyük toprak sahibi olan Araplardan toprak satın alınarak yapıldı ve Yahudi emekçilerinin genel konfederasyonu Histadrouth’un temeli atıldı.

Topraklarından atılan işsiz kalan Araplardan çok geçmeden kent proletaryası oluştu. Bu kitle başta ilkel ve içgüdüsel tepki gösterebiliyordu. Sadece geleneksel kaderci bir tutum içindeydiler örgütlenmelerini sağlayacak ulusal istekleri yoktu ve sanayi devrimini tamamlayamamış bir dünyada sömürge halklarının örnek sorumsuzluğuyla yaşıyorlardı.

Filistinli Araplarda önceleri önemsenmeyen Yahudi istekleri düşmanın örgütçü yanı, canlılığı ve amaçlarını geliştirmekle ilgili inanç karşısında çok geçmeden üzüntü, kuşkuyla nefrete dönüştü.  İngilizlere karşı sadece 1920, 1929 ve 1935-36’da ayaklanmışlardı…

Kudüs Müftüsü Muhammet Sait Hacı Emin el Hüsseyni ise 1929’dan beri Filistin’de Arap lideriydi. Berlin’de 4 yıl kaldıktan sonra 6 Nisan 1945’te Almanya’nın yenilgisiyle bu ülkeyi terk etmiş bir zamanlar Türk ordusunda da subay olarak yer almışsa da daha sonra İngilizler hesabına Filistin’de ajanlık yapmaya başlamıştı. Ancak İngilizlerin ihaneti ve Filistin’e Yahudi göçüyle gerçek eğilimini buldu. Kenar mahallelerde, çarşı ve köylerde örgütlenmeye, ayaklanmalara yöneldi. Gıyabında mahkum oldu, Ürdün’e geçti.  Döndüğünde listede olmadığı halde yine İngiliz Yüksek Komiserliğince boşalan Kudüs müftülüğüne atandı.

Ardından Yüksek İslam Kurulu Başkanlığı’na da seçildi ve dinsel fona yatırılmış parayı kullanma yetkisi kazandı.  Mahkemelerde, camilerde, okullarda, mezarlıklarda söz sahibi oldu. Aydınlara karşı  mesafeliyken yandaşlarını bilgisizlik kalelerinden, mahalle ile köylerden toplamayı yeğledi. 24 Eylül 1928’de halkı dinsel bağnazlığı güçlü bir protestoya çevirmeyi başarmıştı, Yom Kippour bayramında ağlama duvarında ibadet eden Yahudileri Muhammet’in gökyüzüne çıktığı yeri ele geçirmekle itham etti…

1929’da Cihad-ı Mukaddes ilanı uygulamaya geçirildi. 16 aylık bir grev başladı ve  ayaklanmaya dönüştü. Filistinli Araplar arasındaki başlayan iç savaşta 2 bin arap öldürüldü. Birçoğu İngilizce konuşan ve müftünün otoritesine boyun eğmeyecek kişilerdendi. Büyük toprak sahipleri, tüccar, öğretmenler ve memurlardı ya da otoritesine karşı çıkacak olan büyük ailelerden Naşaşibiler, Halidiler ve Dacanilerdi. Rakipler birbir temizlenmeye suikastlerle kardeş kardeşi yok etmeye başlamıştı. Araplar araplara kırdırılmıştı.

Buna karşılık Yahudi cemaatinde genç şefler ve birgün Filistin’deki en büyük güç olan toplumsal kuruluşların sayısı artarken Hacı Emin arapları aynı kaynaklardan yoksun bırakmıştı. Dinsel bağnazlık taşkınlığıyla akıl yolu boğazlanıp ülkenin en seçkin kişileri birbir cahil köylü tüfekleriyle yıldırılınca koca bir şef olacak nitelikteki kuşak korku ve sessizliğe itildi.

Berlin’den Fransa’ya gönderilen müftü Hacı Emin’in siyonist davasına  yakın Fransız başbakanı Léon Blum ve Amerikalı siyonistlerle pazarlığı sonucu 29 Mayıs 1946’da Suriye pasaportu ve sahte Amerikan askerlik belgesiyle ayak bastığı Kahire’den o zamana kadar gelinen nokta buydu. Yahudilerle Amerikalılar arasında yapılan pazarlığı Fransız dışişleri bakanı Georges Bidault bozmuştu teslim edilmesine karşılık Fransa’ya vaat edilen ABD yardımına rağmen müftü Fransız topraklarından çıkarıldı. 12 yıl sonra Fransız gazetesi Paris Press  kaçışa göz yuman ve Nürnberg savaş suçluları mahkemesinde yargılanmaktan kurtulan müftü için Fransa’nın Kuzey Afrika’da durumunun ve rolünün destekleneceği sözünü aldığını  açıklamıştı.

Müftü müttefikler arasında bir pazarlık konusu haline gelmişken yahudi tarafı ise günden güne güç kazanmaktaydı. Yahudiler Haganah adlı bir harekat birliği kurmuşlardı. 2.dünya savaşında yenilen Almanların Afrika’da kalan mühimmatını toplayan Haganah silah yönünden oldukça güçlenmişti. Ayrıca Hayim Slavine çok güçlü bir patlayıcı madde olan trinitrotolüen hazırlayıp ABD’deki ünlü ve zengin Yahudi ailelerle Ben Gurion arasında bağlantının kurulmasını sağlıyordu.

Sanenborg adlı bir enstitü kurulduktan sonra silah imalatında kullanılacak hurda makinalar toplandı.  Harlem’deki bir karargahta bu hurdalar silahlara dönüştürülüp parçalanarak İngiliz gümrükçülere bir izin belgesiyle tekstil makine parçaları deyip Filistin’e sokulması sağlandı.  Özellikle kibbutzlarda ve köylerde Haganah’ın çağrısıyla genç yahudiler de izcilik adı altında örgütlenip (Gadna) askeri eğitim alıyorlardı.

Yahudilerden iki kat fazla olan Filistinli Araplar önceleri bu gelişmelere pek aldırış etmemişlerdi. Çünkü silah bakımından beslendikleri kaynaklar çoktu. Gerilla savaşına alışkındılar bedevi soyundan gelme yeteneklerden birisi de oydu. Ancak disipline olmamak ve bilgisizlik önemli eksikleriydi.

Gelecekte Filistin’de kurulacak olan bir devletin başına geçme  planı kuran Hacı Emin El Hüsseyni ise Cihadı Mukaddes Savaşçıları adlı bir ordu teşkil etti ve Kudüs’teki dağınık köylüleri birleştirmeyi hedefledi. Futweh adlı gençlik hareketi bu orduya bağlanmıştı.

Filistinli Arapların komşuları da kendi soyundan arap devletleriydi ancak Ortadoğu’daki iki ülke Suriye ve Lübnan birer Fransız tipi parlamenter cumhuriyetti,  Suudi Arabistan, Yemen ve Ürdünlüler feodal devletlerin aşiret yapısında yaşıyorlardı. Mısır ile Irak’ta ise İngiltere’yi andıran belli belirsiz meşruti krallıklar bulunuyordu ve Kahire’yle Bağdat halifeleri de anlaşamıyorlardı. Ayrıca Irak’ın  Suriye, Suriye’nin de Lübnan toprakları üzerinde gözleri vardı. Filistin tamamen bu sorunların üstündeydi tabii üstelik Mısır’ın Süveyş Kanalı nedeniyle İngilizlerle bir meselesi de söz konusuydu…

Yahudiler arasında Roma kralı Antiochus’a başkaldıran Maccabe kardeşlerin zaferi için geleneksel Hanoukka (ışık bayramı)  kutlanırdı. Geceyi aydınlatmak için sırayla 8 ışık (menorahlar) yakılırdı. Maccabe mezarlarından Kudüs’ün merkezine meşalelerle dans ederek yürünürdü. 800 metrelik 5 dakikalık bir yürüyüştü bu ve Yahudiler için tehlikeliydi.

Aslında araplarla yahudiler arasında geleneksel dostluklar sözkonusuydu.  Örneğin İslam din adamlarına beslenen saygı yeshiva’lara yani din adamlarının toplandıkları yerlere kadar yaygındı. Sevkoth’da (klübeler bayramı) yahudiler sonbahardan kış mevsimine girdiklerinde törenlerde toz bademler sunar araplar da  paskalya sonunu kutlamak için onlara ekmek ve bal getirirlerdi. Oysa geleneklerine bağlı Kudüslü Yahudilerle Siyonist yöneticiler arasındaki ilişkilerse genellikle gergin olurdu. İngilizlerin nefret edip arapların çok çekindikleri İrgun adlı gizli siyonist örgüt yahudi topluluğunun büyük çoğunluğunca benimsenmemişti.  Zwai Leoumi’nin bir hücresinin üyelerinden oluşan bu teşkilat Vladimir Jabotinsky adlı tutucu bir siyonistin görüşleriyle yönetiliyordu ve amaçları kutsal kitapta sözü geçen İsrail devletinin bütün topraklarını ele geçirmekti.

Yahudiler Hayim Weizman’ı dostu Harry S.Truman’a gizlice gönderdiler ve üç konuda yardım istediler: Silah ambargosunun kalkması, Filistin’e göç ve paylaşım kararının desteklenmesi. Truman’ın eski iş ortağı Eddie Jacobson aracılığıyla da ilişki kurdurulup desteği sağlandı.

BM paylaştırma kararını silahlı kuvvetlere bırakmıştı.  Fransızlarla İngilizler 150 yıldır bölgede üstünlük kurmak için birbirleriyle çatıştıklarından İngilizler buna yanaşmadı.  Fransa’nın ise zaten Çin Hindi’nde sorunları vardı ve orada savaşıyordu. ABD Rusların varlığını da Ortadoğu’da istemiyordu. Yahudi devletini başta açık açık tanımamaktaki asıl nedeni Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da kazanacağı egemenlikti.

İrgun komandoları araplara saldırıp katliamlara girişmeye başlamıştı. Kadınlar bile ırzlarına geçilip çocuklarıyla beraber öldürülüyor patlayıcı maddelerle direniş gösteren bütün evler havaya uçuruluyordu. Deir Yassin Yahudi devletinin vicdanını rahatsız etti ve Filistin halkının bitmeyen felaketlerinin adeta simgesi oldu.

Kudüs’le ilgili kararlarda batılılar hristiyan ve Müslüman inancıyla bağını ileri sürüp Yahudi isteklerini arka plana iter görünüyordu. Belçika, Hollanda, Fransa hatta ABD böyle düşünüyordu. Arap-Yahudi çatışmalarını önlemek için daha sonra üç ülke Belçika, Fransa ve ABD ateşkeste arabuluculuk üstlendi.

Öte yandan Arapların yaşadıkları ülkelerden gelen aydınlar, öğrenciler Şam’ın güneyindeki vadide bir kampta çeşitli zorluklar altında toplandılar. Başlarında adamlarıyla birlikte çete reisleri ile bazı gönüllüler de vardı. Otorite ve gerçek subaylardan yoksundular beslenmeleri donatılmaları ise büyük sorundu.

Nazilerin patlayıcı madde eğitimi verdiği Abdülkadir, müftü tarafından küçük bir partizan grubunun başına getirilmişti. Araplar arasında müthiş otorite boşluğu vardı ve 3 bine yakını Kudüs’te savaşıyordu. Yarıdan çoğu müftünün yandaşıydı. Geri kalan 600 kişi Iraklı eski polislerle Lübnan asıllı polis müfettişi Münir Ebu Fadıl komutasındaki eski polislerden oluşuyordu. Düzenli arap orduları yetişmeden ciddi hedefler elde etmeyi planlayan Yahudiler İngiliz mandası Filistin’i terk edince aldıkları kararla hemen Arapların yaşadıkları bölgeleri boşaltmalarına yol açtı. Böylece tarihteki Filistinli mülteci trajedisinin ilk adımı gerçekleşiyordu. 20.yüzyılın en önemli siyasal olaylarından birisi gerçekleşmek Siyonist hareket Yahudi halkı inatla istediği için devlet kurmak üzereydi.

Balfour bildirisine “İsrail Devleti” diyerek başlayan David Ben Gurion, Tinsel, dinsel ve ulusal yanlarının Filistin topraklarında doğduğunu belirterek ulusal özgürlüğün kurulması ve yahudilerin yüzyıllar boyu atalarının varsaydığı topraklara dönmek için çalıştıklarını ifade ediyordu. Balfour’da Araplara ve bütün dünyaya çağrı yapan Gurion yeni İsrail devletinin 3 ilke üzerine kurulacağını açıklayacaktı: Özgürlük, adalet ve barış!..

Geçici kurul 14 Mayıs 1948 tarihli geçici kurulda bağımsız İsrail Devleti’ni ilan etmişti. 200 bin kişilik Mısır ordusu hemen harekete geçti. Kahire El Ezher Camii İmamı “kutsal savaş saati çaldı” diyordu. Hacı Emin’in sözcüsü Ahmet Şukeyri bütün Araplara Yahudi devletini hedef gösteriyordu. Şam’dan Suriye Ordusu tugayı Galile’ye, Lübnan ordusu Yahudi yerleşim merkezlerine saldırdı. Mısır Gazze’ye girmişti. Hristiyanlar için Kudüs önemliydi. Pentecôte Pazarı (paskalyadan sonraki yedinci Pazar) Ruhül Kudüs’ün havariler üzerine inişini kutlayan hristiyan bayramıydı. İnanışa göre Tanrı insan suretinde yeryüzüne inmişti…

Mısır birlikleri iki koldan ilerliyorlardı. Kıyıdan başkomutanları general Muavi komutasındaydılar.  Silah temin etmekte güçlük çeken İsraillilerin Negev tugayında sadece 800 askere karşılık 2 adet 20 milimetrelik top,  10 mermilik 2 davitka bulunuyordu.  Mısır kuvvetleri ise bombardıman uçak filosu destekli 10 bin askere, tank alayına ve 88’lik toplarla donatılmış alaya sahipti.  Kuzeyde Suriye ordusu 3 kibbutzu ele geçirmişti. Kudüs ise kanlı çatışmalara sahne oluyordu. Yüzyıllarca komutanların karşılaştıkları Kudüs’ün Latrun tepeleri şimdi de Yahudilerin yardımına koşmak için gelecek olanlara karşı arap mevzilerinin kontrolünde direnecekti.

Halife Ömer’in komutanlarından İbni Cebel yabani nanelerin kokulara boğduğu bu tepelerde dinlenme yolunu seçmişti. Aslan yürekli Richard’ın yaptırdığı ve daha sonra Selahattin Eyyübi’nin yerle bir ettiği kale yıkıntıları da buradaydı. Araplar Türklerin yıllar önce Allenby’in İngiliz ordusunu püskürtmeye çalıştığı siperleri temizleyip açarak yerleştiler. Yamaçlar mayınlar, dikenli tellerle kaplıydı. Tanksavarlar silahlarla korunuyordu. 3 makinalı vickers silahı  namluları ovaya dönük beklemekteydi.

Amerikan yahudisi albay David Marcus Amerikan ordusu hesabına savaşırken Normandiya çıkarmasıyla  Avrupa’daki bazı yerlerde de bulunmuştu. Gurion Latrun’u alıp Kudüs’ü açma görevini ona verdi. Judas Maccabée’den sonra  general rütbesi verilen ikinci kişiydi. Yahudi Haganah subayları kutsal kitaptan alıntıyla harekatın adını koymuşlardı: “Ben Nun” yani Ayalon vadisinde güneşin batışını durdurmak ve İsrail’in hasımlarını yoketmeyi gün ışığında tamamlamak…

30 Mayıs gecesi Ben Nun harekatının ikincisi Latrun’daki arap mevzilerinin dövülmesiyle başladı. Bedevi topları, Mısırlı Abdülaziz’in bataryaları ise Yahudi kesimini kasıp kavuruyordu. Kudüs bütün çarpışmalar boyunca kayıplarla ilgili bir karşılaştırma yapılacak olsa nazi bombardımanında Londra halkının verdiğinden beş kat fazlasını yaşamıştır. New York Times’ın muhabiri Diana Adams Schmidt 2.dünya savaşında röportaj yaptığı 4 yıl sürede tanık olduklarından daha dehşet verici bir tabloyla karşılaştığını belirtecekti.

Filistin halkı açlık ve susuzluk felaketiyle karşı karşıyaydı. Kudüs kuşatmaları boyunca halkın imdadına hep koşan hubeyza otları da kurumuş asma yaprakları haşlanıp karınlar doyurulmaya çalışılıyordu.  İsrail ordusu 3 kez Kudüs yolunu açmayı denedi. Haganah’ın Latrun’da uğradığı üç yenilgi haberi ulaştığında şehri kasvetli bir hava sarmıştı. Ölüm, açlık ve umutsuzluk kaosu arasında söylenti haline gelen bu haber Kudüs’ün sokaklarına yayılıverdi. BM arabulucusu Kont Bernadotte’nin çağrısıyla  30 günlük süre için ateşkes ilanı resmen açıklandı (Kudüs gökleri üst üste 26 gün açlıkla ve arapların top gümbürtüsüyle çınlarken Latrun tepeleri 19 yıl süreyle arap lejyonu elinde kalacaktı)…

Kral Abdullah Kudüs’e geldi. Kudüs’ü kurtaran arap lejyonu komutanı Abdullah Tell’e albay rütbesine yükseltildiğini bildirdi.

Ben Gurion BM ateşkesiyle 30 günlük solukalma fırsatı tanınmasını arapların ateşkes kararını kabul etmelerini büyük bir hata olarak görüyordu. Çünkü Ehud Avriel’in Çekoslavakya’dan gönderdiği silah yüklü gemi yola çıkmıştı, Meksika’dan gelen silah dolu başka bir şileple de Yahudiler daha da güçlenmişti. Bernadotte ateşkesin uzatılması için yeni bir girişimde bulundu ancak İsrail tarafı bunu kabul etmek için artık neden görmeyecekti. İsrail hava kuvvetlerine ABD’den satın alınan bir uçan kale sayılan B-17 bombardıman uçağı da katılmıştı. Irak ve Mısır’ın orduya kattıkları 10 bin asker dışında Arapların askeri gücünde bir değişiklik olmadı. İsrailliler ilk kez silah üstünlüğünü ele geçiriyordu…

Çarpışmalar yeniden başladığında araplar korkunç gerçekle karşı karşıya kaldıklarını anladılar. İsrail ordusu tüm cephelerde saldırıya geçecekti. Moşe Dayan komutasında birlikler Lod’u ele geçirdi. Araplar şehirden göç etmeye başladı. Nazaret ve Ramleh düşmüştü.

16 Temmuz Cuma günü gece yarısından hemen sonra Nabukadnezar’ın Kudüs surlarına saldırmasının 2500. yılında Kedem (ilkçağ) adını verdikleri silahla Yahudiler Kudüs’ün surlarını delecek ve 2 bin yıl sonra ilk kez şehri elegeçirebilecekleri saldırıya geçecekti. Abdullah Tell radyoda bütün birliklerine çağrıda bulundu:  “kutsal şehri son askerimize ve son kurşunumuza dek savunacağız bu gece kimse geri çekilmeyecek!”…

Sonraki 3 saat boyunca 500 mermilik bir çığ şehrin arap kesimine yağdı. Top mermileri her yeri yakıp yıkıyordu. Ölüler, can çekişenler şehirde her köşede birbirine karışmıştı. Muazzam bir patlama bütün bir şehri sarsarken büyük bir ışık gökyüzünü aydınlattı. Zvi Sinai karargahın balkonundan “surlar delindi! Eski Şehir’e giriyorlar” şeklinde bir sevinç çığlığı attı. Abdullah Tell ateşkesin devreye girmesiyle “bunca insanın hayatı bir hiç uğruna söndü” diyecekti.

Tell ve Moşe Dayan Kudüs’ü ayıran sınırları karşılıklı belirledi.1948 Temmuz sabahı Kudüs’e inen barış geçici olacak, şehir bir çizgiyle ikiye bölünmüş olarak kalacaktı.  1949’da Birleşmiş Milletler Teşkilatı Mısır, Lübnan, Ürdün ve Suriye’nin İsrail’le bir ateşkes anlaşması imzalamasını sağlayacaktı.

Bu anlaşmalar çarpışmaları durdursa bile savaş durumuna son vermedi.  Araplar İsrail Devletini tanımayıp reddettiklerini yok edeceklerini açıkladılar. İsraillilerin ise “bağımsızlık savaşımız” diyerek adlandırdıkları bu ihtilaf sırasında binlerce insan can verdi, 112 köyle birlikte Filistin 1300 kilometrekarelik toprağını kaybetmişti. Yahudi devletine ait olan 350 kilometrekare toprak ve 15 köy ise arap tarafında kalıyordu.

1 milyondan fazla arap göç edecekti  (BM’e göre 500-700 bin arası). David Ben Gurion ülkesinin bu sorun karşısındaki tutumunu 1948 Haziranında açıklamıştı; “terkedilmiş köylerin hemen yahudi ailelerce işgali”ni emredip gelecekte öngörülecek barış görüşmeleri çerçevesinde 100 bin göçmenin dönüşünü kabul edeceğini bildirdi. Daha sonraki İsrail hükümetleriyse  teklifin ötesine geçmeyi İsrail’in temeli için tehlike görüp reddetmişlerdir.

Öte yandan Suriye ve Irak göçmenlere kapılarını açmadı. Lübnan ülkedeki dini dengeyi bozmamak adına göçmen sayısını sınırlı tuttu. Mısır ise daracık Gazze şeridine yerleştirmekle yetindi. Fakat arap devletlerinin en yoksulu olan Ürdün Birleşmiş Milletlerin sağladığı ianeyle yaşamak zorunda kalan göçmenleri kabul etmek için ciddi bir çaba göstermişti.

Filistinli araplar 1948’den beri yerinden yurdundan göçerek kamplarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Bütün dünyanın unuttuğu Filistinliler yaşadıklarını asla unutmadı. Bu kampların sefaletinden yeni bir kuşak doğdu. Filistin gerillaları bu kuşağın çocuklarıdır.  “Fedai”ler adıyla Ortadoğu sahnesine çıktılar.

BM arabulucusu Bernadotte 16 Eylül 1948’de Stern grubuna bağlı Siyonist tedhişçilerce öldürüldü. Mısırlı Mahmut Nukraşi Paşa ve Lübnanlı Riyad Sulh 1951 yazında vuruldular. 20 Temmuz 1951’de  bir öğle üstü Kral Abdullah Hz. Ömer Camii’ne girerken öldürüldü. Hacı Emin Hüsseyni Beyrut tepelerindeki sığınağında Kudüs’e kavuşma umuduyla yaşamını sürdürdü.

Gurion 1948’den 1963’e kadar başbakanlık yaptı. Ülkesi kendine yetecek ekonomik güce erişti, nüfusu ikiye katlandı sonra da Negev’te Sde Boker kibbutzunda basit ve sakin bir hayata başladı. Golda Meir  BM İsrail diplomasisini üstlendi. 1969’da başbakan olması istendi, oldu. 1967’de Ürdün’le çatıştılar. İşgal edilen Filistin’de gerillaların ortaya çıkışıyla şehir sokakları çınladı. Şehri bölen dikenli tellerle çevrili müstahkem yerler halkın yüreklerine taşındı.

D. Lapierre ve Larry Collins tarafından kaleme alınan birçok arşiv belgesi, günlük, mektup vs taranarak oluşan kitap siyasal ve stratejik bir kent olan Kudüs üzerine bu konuda cesaretle özveri isteyen tarihsel nitelikte büyük ve önemli bir kaynak yapıt ortaya çıkarmış. Etkileriyle güncelliğini asla yitirmeyen anlatı ihtilafın doğuşunu harita, fotoğraf ve planlarla da desteklemiş. Kudüs’ü başkent yapan büyük yahudi kralı Davut için yazılan şu mezmurun sözleriyle  bitiriliyor:

“Kudüs’ün selametini dileyin, duvarları içinde barış, sarayları içinde refah olsun”…

Kaynak: Kudüs… Ey Kudüs, Dominique Lapierre – Larry Collins, Çeviri Aydın Emeç,  E Yayınları 1973.

KONSTANTİNAPOL’DEN İSTANBUL’A KARİYE MÜZESİ

KONSTANTİNAPOL’DEN İSTANBUL’A KARİYE MÜZESİ
Eski adı Khora Manastırı Kilisesi olan Kariye Müzesi, Edirnekapı’da bulunuyor. Binaya, Bizans döneminde şehrin sınırlarını belirleyen Konstantin surlarının dışında kalması sebebiyle eski Yunancada “kırsal alan” ya da “kent dışı” anlamına gelen “Khora” ismi verilmiş.

Bugünkü planına 11. yüzyılda yeniden inşa edildiği zaman kavuşan kilise, 1316-1321 yılları arasında yapılan ekleme ve yenilemelerle son halini aldı.

Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u fethi sırasında hiçbir zarar görmemiş olan Khora Manastırı Kilisesi, uzunca bir süre kilise olarak kullanılmaya devam etti. Sultan II. Bayezid devrinde, Sadrazam Atik Ali Paşa tarafından 1511 yılında camiye çevrilen yapıya daha sonra bir de medrese eklendi.

Kilisenin camiye dönüştürülmesinden sonra, bütün yazılar, Hıristiyanlık sembolleri, freskler ve mozaik süslemeler; ince bir boya ve kireç badanası yapılarak tahrip edilmeden örtüldüğü için günümüze kadar ulaşabildi.

Yangınlar ve depremlerle zarar gören cami 1876’da geçirdiği restorasyondan sonra, mozaik ve fresklerinin güzelliğiyle dünyaca ün kazandı. İmparator II. Wilhelm de dahil olmak üzere yabancı gezginlerin uğrak noktalarından biri haline geldi.

1945 yılında müze statüsü kazanmasının ardından, 1947-1958 yılları arasında kapsamlı bir temizleme ve restorasyon çalışması yapıldı ve 14. yüzyılın karakteristik özelliğini taşıyan fresk ve mozaikler gün ışığına çıkartılarak yapı bugün görülen haline kavuşturuldu.

Bizans dini resim sanatında mozaik ve fresk süsleme teknikleri oldukça yaygın olarak kullanılmıştır. Kariye Müzesi’nde de her iki süsleme tekniği bir arada görülür. Dış narteks (bazilika tipi kilisenin batı kısmında bulunan giriş holüne verilen isim) esas olarak İsa’nın yaşamını, mucizelerini; iç narteks ise Meryem’in yaşamını anlatan, mozaik sanatının şaheserlerinden sayılabilecek, birbirlerini takip eden muhteşem sahnelerle bezenmiş. Parekklesion bölümünde ise, eski Ahit’ten alınmış dini hikayeler ile mahşer günü, diriliş, son yargı gibi sahneler, fresk olarak işlenmiş.

Kariye Müzesi, Doğu Roma sanatı söz konusu olduğunda, gerek mimarisi gerek mozaik ve freskleriyle oldukça önemli bir yere sahip. Her gün açık olan Kariye Müzesi yazın 9.00-19.00, kışın ise 09.00-16.30 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

Rumların bitmeyen Bizans oyunları

 

 

ata-atun HocaBM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide’nin hayal gücü gerçekten çok iyi çalışıyor. Belli ki Rumların gazına gelmiş gene.

 

Eide, müzakerelerin yeniden başlaması, Temmuz ayında bir anlaşma sağlanması ve Eylül ayında da referanduma gidilmesi için yol haritası hazırlıyormuş.

 

Ben bu müzakereler nasıl başlayacak çok merak ediyorum.

 

10 Şubat günü Kıbrıs Rum Temsilciler Meclisinde “Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması amacıyla 1950 yılında gerçekleştirilen ve sadece Kıbrıslı Rumların katıldıkları referandumun (plebisit) yıldönümünün Güney Kıbrıs’taki okullarda, öğretmen ve öğrenciler arasında gerçekleştirilecek sohbet ve benzeri etkinliklerle anılması” kabul edilmiş ve akabinde de Anastasiadis’in bu kararın arkasında durmaya çalışmasıyla da müzakereler kopmuştu.

 

ELAM partisinin önerisiyle Rum Meclisi’nin oylaması ile gündeme gelen ve 1950 Enosis Referandumu’nun yıldönümünün Güney Kıbrıs’taki okullarda etkinliklerle anılmasını öngören yasa tasarısı, Anastasiadis’in ruhani başkanı olduğu DİSY’nin 18 milletvekilinin çekimser oy kullanmış olması nedeni ile kabul edilmişti. Öneri ELAM, DİKO, EDEK, Vatandaşlar İttifakı, Dayanışma Hareketi ve Çevrecilerin milletvekillerinin 19 oyuyla kabul edilirken AKEL’in 16 milletvekili de ret oyu vermişti.

 

Rum meclisinde “Enosis hedefli Plebisit’in her yıl ilk ve orta öğretim okullarından anılması” ile ilgili alınan kararın geri alınması yerine, iktidar partisi diyebileceğimiz DISY’nin ortamı sulandırmak ve hedef şaşırtmak için resmi anma günlerinin belirlenmesiyle ilgili Rum Meclisi uhdesindeki yetkinin Rum Eğitim Bakanlığı’na devredilmesiyle ilgili değişiklik önerisi vermesi bunun Rum Meclisi Eğitim Komitesi toplantısında bu önerinin onaylanması ise sadece bir softa şaşırtması. Daha doğrusu tam bir orta oyunu ve de komedi tiyatrosu.

 

Sen kararı geri alma, bunun yerine Rum Meclisindeki yetkiyi Eğitim bakanına devret, sonra da bunu, Meclisin aldığı karar değiştirilmiş gibi Türklere satmaya çalış ve masaya oturmaya çağır. Tam bir Bizans entrikası!

 

Eğer Anastasiadis söylediklerinde samimi iseydi, softa şaşırtması yapmaz, Plebisit dahil resmi anma günlerinin belirlenmesiyle ilgili Rum Meclisi uhdesindeki yetkinin Rum Eğitim Bakanlığı’na devredilmesi yerine, 50 kişilik Mecliste 18 sandalyeye sahip ve ruhani başkanı olduğu DISY ile 16 sandalye sahibi, bir evvelki oylamada ret oyu kullanmış AKEL’i bir araya getirir, 34 oyla yasayı iptal eder, ortadan kaldırırdı. Anastasiadis’in gerçek maksadı Plebisit kararının her yıl okullarda anılması olduğundan, Rum Meclisinde kabul edilmiş yasayı DISY ve AKEL oyları ile iptal ettirmek yerine, anılmasına karar verecek merciyi değiştirmeyi yeğledi ve aklınca geri adım atmış oldu. Tabi kendisi akıllı, bizler aptal olduğumuzdan bunu anlamadık!

 

Rum hükümetleri kurulurken özellikle Eğitim Bakanının Başpiskopos tarafından onaylanması yılların geleneği olduğundan, işbaşı yapan her Eğitim Bakanı, kilisenin fikirlerini ve dünya görüşünü beğendiği kişilerden oluşmakta. Şimdi de Anastasiadis bizleri kandırmaya çalışılıyor. Yetki Meclisten alınıp, Eğitim Bakanına verilecekmiş de, adanın Yunanistan’a bağlanması Plebisitinin anılıp anılmamasına Bakan karar verecekmiş!

 

Rum Ortodoks Kilisesinin tüm baskılarına ve de aforoz tehditlerine rağmen hangi Rum Eğitim Bakanı Plebisit’in resmi anma günü olarak anılmasına hayır diyebilecek çok merak ediyorum. Umarım Cumhurbaşkanı Akıncı bu softa şaşırtmasına kanmaz ve Rumların göz boyama tuzağına düşmez….

 

 

Prof. Dr. Ata ATUN

İpek, Baharat Ve Petrol İle 30’dan 2000’e

sss                Siz devam ededurun yok Kürt Sorunu’ydu, yok anadilde konuşma yasağıydı yada bölgenin demokratikleşmesi tartışmalarına; eloğlu 2 yüzyıllık kara servet petrolün peşinde bloklararası kuşak çatışmasını oynuyor.

Hz. İsa’nın doğumu sayılan 0’ı esas alırsak yani iki büyük din olan Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasındaki 2 bin yıllık mücadelenin tarihine bakarsak aslında ana sebebin ekonomik egemenlik olduğunu görebiliriz. Ticarî yollar ve hakimiyet mücadelesi..

Milât’tan Coğrafî Keşifler’e kadarki 14-15 asırlık zaman İpek’in en önemli ticarî meta olduğu ve İpek Yolu güzergâhının da hükümranlık mücadelesine temel teşkil ettiği bir biçimde gelişti.

Asya’nın doğusundan Avrupa’nın güneyine kadarki alan Roma, Hun, Kuşhan, Han/Çin, Bizans, Göktürk, Sasanî, Emevî, Hazar, Abbasî, Uygur, Tang, Gazneli, Karahanlı, Harzemşah, Selçuklu, Cengiz, Kubilay, İlhanlı, Altınordu ve Osmanlı gibi büyük devletlerin yeşerdiği alandı.

15.yy’dan itibaren Coğrafî Keşifler’le yeni ticarî yolların bulunması dünyanın bütün dengelerini değiştirdi. Osmanlı, Babür, Rus, Ming, Mançu gibi büyük devletler bir anda Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa gibi devletlerin arkasında kaldılar. Güney Asya’dan Batı Avrupa’ya kadarki Baharat Yolları ve bilinen-bilinmeyen kıtalar onlardan soruluyordu.

4 asır sonra yine durum değişti; bu kez petrol keşfedildi ve bütün kartlar bu yeni duruma göre yeniden karıldı. Ticarî yollara hâkim olma için devletlararası mücadelenin yerini Ortadoğu Petrolleri ve 7 Dev Petrol Şirketi aldı. Artık daha farklı bir safhaya geçmiştik; devletlerin varlığına ve yokluğuna çokuluslu dev şirketler karar veriyordu.

20.yy başında yani 1900’lerde dünyada 30 kadar devlet var iken yüzyıl bitiminde yani 1990’larda dünyadaki devlet sayısı 200’e yaklaştı. 21.yy başında yani 2000’li yıllarda 200’ün üzerine çıkan devlet sayısı yüzyılın sonunda, örneğin 2090’larda 2.000 adedi bulur mu? Konunun özü budur.

Büyük Ortadoğu Projesi ve 22 İslam Ülkesinden yeni devletlerin çıkarılması olayı bu işin bir alt aşamasıdır. Yani siz demokrasi çığlıklarıyla Kaddafî’yi veya Esad’ı indirmeye çalışırken aslında televizyon kumandası gibi düğmeyle hareket eden insanlar derekesine düşmüş oluyorsunuz. Sizi kimin, ne şekilde ve nereye kadar yöneteceğine kumandayı elinde tutan zatlar karar veriyor.

Hızla Ortaçağ’a doğru kayıyoruz. Feodalite yani derebeylikler ve ağalıklar hortluyor. Hızla kanunsuzluk kanun olma yolunda.. Güvensizlik, milyonların göç hareketleri, günlük kan ve ölüm bilançoları bu gidişi herkesin korunaklı şehirlerde kendi kanunlarıyla yaşamasına kadar götürebilir. Yani aparatçık gibi binlerce devletçik..

Siz devam ededurun yok partiydi – seçimdi, yok terördü yada Kuzey Irak – Kuzey Suriye teranelerine; aktör müsünüz, figüran mı? İşte bütün mesele bu!

Esad’a kızan, İran’a kızan, Türkiye’ye kızan, İsrail’e kızan neden Süper Güçlere kızmaz veya Küresel Şirketlerin gücünü görmez. Amerika’ya, Rusya’ya yada AB ülkelerine kısmen kızanlar da sadece partner / işbirlikçi seçiminden dolayı kızarlar. Ölenlerin sadece sayı olduğu kanıksandığında ülkeler de sayıdan başka anlam ifade etmezler.

Attığımız taş ürküttüğümüz kuşa değsin. Allah en başta akıl versin.

(Bu makalenin yazılmasında Prof. Anıl Çeçen ve Nihat Gürer’in fikirlerinden de faydalanılmıştır.)

Bir Şehrin Hafızası: Semavi Eyice

semavi2

Sakarya Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Dairesi Başkanlığı tarafından düzenlenen Mart Kültür Sanat etkinlikleri, Sanat Tarihinin usta ismi Semavi Eyice’nin onur konuğu olarak katıldığı Ustalara Saygı Gecesi ile devam etti. Moderatörlüğünü Doç. Dr. Haşim Şahin’in yaptığı, konuşmacı olarak ise Sanat Tarihi Yazarı Belkıs Kamut Aktürk ve Yazar Selim Efe Erdem’in katıldığı programda, Eyice’nin hayatı katılımcılar ile paylaşıldı.

Bizans ve Osmanlı Sanatı

Programın açılış konuşmasında söz alan Doç. Dr. Şahin, Semavi Eyice’nin yüce gönüllü bir insan olduğunun altını çizdi. Eyice’nin Bizans ve Osmanlı sanatına ilişkin çok değerli çalışmaları olduğunu da belirten Şahin, Semavi Eyice’nin medeniyetler beşiği İstanbul’u tüm yönleri ile en iyi bilen insanlardan biri olduğunu vurguladı. Şahin, “Değerli Hocamız her zaman bizlerin önünü açtı. Kendilerine bir kez daha teşekkür ediyoruz” dedi.

 

belkısBir Şehrin Hafızası

Programın devamında konuşan Aktürk ise, “Semavi Eyice bir şehrin hafızasıdır, bahsettiğimiz şehir ise İstanbul’dur. Semavi Eyice bu şehrin tanıyanı, tanıtanı ve anlatanıdır. 1991 yılında emekli olmasına rağmen ders vermeye devam eden Eyice’nin disiplini ve işine olan saygısı ilk ifade edebileceğim özelliklerinin başında gelir. Semavi Eyice hocaların hocalarının hocasıdır. Sadece yazdıklarının başlıkları 116 sayfa tutuyor. İçinden deniz geçen İstanbul’un tarihi yazılacaksa onu en iyi yapacak kişi Semavi Eyice’dir” diye konuştu.

 semavi4

İstanbul’un Yaşayan Efsanesi

‘İstanbul’un Yaşayan Efsanesi’ adı altında Semavi Eyice ile söyleşi kitabı yayınlanan Yazar Erdem, “Semavi Eyice’den öğrenmemiz gereken hala çok şey var. Kitaplaştırmadığı birçok eseri olduğunu biliyoruz. 93 yaşında olan ve Türkiye’nin sayılı bizantologlarından biri olan Semavi Eyice sadece Türkiye’de değil başka ülkelerdeki belli başlı kütüphanelerde İstanbul üzerine ne kadar kitap yazılmışsa hepsini tanır ve bilir” ifadelerini kullandı.

 Tarihi Yapılar Korunmalı

Programa onur konuğu olarak katılan Semavi Eyice, “Allah bana memleketimizi uzun süre anlatabilecek bir ömür verdi. Hayatım boyunca oldukça fazla hatıram oldu. Birçok şey gördüm, yaşadım. Korkunç bir savaşın içinde olan Almanya’da da 2 yıl kaldım. İnsanlığın ne hale geldiğini, nasıl bir vahşet içinde kaldığını canlı olarak yaşadım. Türkiye’de yalnız Bizans Kültürü değil, Osmanlı Kültürü de bilinmiyordu. Hala daha Osmanlı Sanatını tamamen bilmeyen birçok insan var. Eksikliğini hissettiğim için zamanında İstanbul Üniversitesi’nde Osmanlı Mimarisi dersi verdim.  Şehrin içinde tarihi karakterde korunması gereken ne varsa bunların muhafaza edilmesi gerekiyor. Justinyanüs Köprüsü bugün Sanat Tarihi’nde tek Bizans Köprüsü olarak yer almış bir yapıttır. Tarihi eserlere gereken değer verilmeli ve bu yapılar korunmalıdır” diye konuştu. Programın sonunda Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Zafer Poyraz, Eyice’ye teşekkür ederek, günün anısına hediye takdim etti.semavi3

Kültepe’den Selçuklu’ya Sergisinde Son Günler

123Büyükşehir Belediyesi Selçuklu Uygarlığı Müzesi’nde açılan ve büyük ilgi gören ”Kültepe’den Selçuklu’ya Ticaret” konulu sergide son günler yaşanıyor.

Geçtiğimiz yıl Ekim ayında açılan ve Mart ayı sonunda kapanacak olan sergide Kültepe, Roma, Bizans ve Anadolu Selçuklu dönemine ait ticaret konulu eserler yer alıyor.

Kültepe’den gün yüzüne çıkarılan yaklaşık 23 bin 500 tabletten örnekler, Roma dönemi ticaretine ait ağırlıklar, el kantarları, Bizans dönemi ticaretini yansıtan mühürler, ağırlıklar ve Anadolu Selçuklu Dönemi ticaretinden izler taşıyan ağırlıklar, ölçü kapları, mühürler, mühürlü yüzüklerin yer aldığı sergide ayrıca dönemin ticaretiyle ilgili bilgiler bulunuyor.257