Etiket arşivi: Batı

‘DEVLETTE  DEVAMLILIK’  HİÇ BİR  ZAMAN  OLMADI  

 

Keşke olsaydı.

 

Akif’in dediği “Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz? Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?” dediği yerdeydik hep. Atsız gibi tarihçiler sağolsun Türk Tarihinin tamamını bir bütün ve aradaki devletleri de o bütün içerisindeki hanedan devreleri olarak gördüler. Ama gerçekler acımasızdı ve bizim gibi romantik milliyetçilerin sırtında kırbaç gibi şakladı. Bkz: Han Duvarları.

Ne Mete (Motun) Han Teoman’ın (Tuman) yolundan gitti, ne de Kiok (Küyük) Mete’nin izinden.. Göktürklere en geniş sınırları kazandıran Mukan Kağan’dan sonra gelenlerin hiçbiri o stratejiyi sürdürmedi.  Devamı ‘Tarihi Çevir’de “Uygurlar, Oğuzlar, Peçenekler / Türk’ün yüce tarihine binbir zafer ekler” diye geçer. Doğrudur lâkin zaferlerde de istikrar yoktur. 30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesi’ndeki Komutanı anmadan Zafer kutlaması Devlet dersine devamsızlığın en güncel kanıtı.

4 bin yıllık yayvan bir tarihi dondurma yalar gibi dizilerden öğrenemezsin güzel kardeşim. Derinliğine nüfuz etmek için çift sürüp ecdat toprağında ırgat gibi çalışacaksın. Zoraki gol bulmuş galip takımlar gibi süreden çalmayacaksın. Dön başa, süreksize yüreksiz diyerek..

Süre deyince Osmanlı’nın 623 yılı (1299 – 11922) geldi aklıma, sonra da Roma’nın 1229 yılı (MÖ 753 – MS 476) ve Bizans’ın 1058 yılı (395 – 1453). Akdeniz Havzasının özeti bu 3 devlet de bizimkisi niye bin yıllık değil? Kurucu atalar (Ertuğrul, Osman, Orhan) sağolsunlar ama I.Murad’ın dahi sürdürdüğü o temel kurguyu oğlu Yıldırım Beyazıt değiştirmiş ve fasılalı bir şoka sebep olmuştur. Sonradan Fatih’le hem hayâline hem de kırmızı kaplı kitabına kavuşan Devletimiz II.Beyazıt nötralizasyonuyla gevişe, Yavuz ve Kanunî’yle de değişime uğramıştır.

Şöyle ki: Doğu Roma’yı alan ve Kayzer lâkabıyla kendini Batı Roma’nın da vârisi ilan ederek 1000 yıl önceki Batı Hunlu dedesi Attila’nın hayâlini gerçekleştirme aşamasındaki Fatih Sultan Mehmet’in büyük oğlu, babası kılıklı küçük oğulun maceralarından ötürü mâzur. Torun Yavuz’un Batı’ya ömür yetirememesine de tamam diyelim de Muhteşem Süleyman niye büyük dedesinin yolundan gitmemiş? Namluyu İtalya yerine Avusturya’ya ve Roma yerine Viyana’ya çevirince kırmızı çizgilerimiz işlevsizleşmedi mi?

Roma, Cenova ve Venedik’e hâkim olarak Akdeniz’in tamamına erkenden hâkim olsaydı da kara seferlerinde boşuna enerji ve işgücü kaybetmeseydi daha iyi değil miydi? Hem Almanya’nın iki Dünya Savaşını da ‘kara devleti’ olma gerekçesiyle kaybettiğini yorumla hem de Kanunî’nin boş Batı Seferlerini öv. Hem dikey bir Akdeniz gibi duran İngiltere’nin limanlar ve deniz ticareti vasıtasıyla ‘Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk’ kurduğunu anlat hem de Sultan Süleyman’ın o fırsatı heba etmesine seyirci kal.

Hele hele veliaht seçimi.. Her şeye rağmen 46 yıllık padişahlığının çokça yılını ve ömrünün 72. yıldönümünü at sırtında geçir, oğlun bir defa bile sefere çıkmasın; akabinde de ‘Devlette devamlılık esastır’ de. Belki de bin yıl sürecek bir devlet imkânı önce süreksizliğimize sonra da yüreksizliğimize takılarak heba oldu gitti. Fatih Sultan Mehmet’e tartışmasız Osmanlı’nın en büyük padişahı, Devleti imparatorluk düzeniyle temellendiren kişi diyoruz ama yolundan gitmiyoruz, gitmeyenleri de ondan farklı anmıyoruz.

Aynısını Atatürk’e de yapıyoruz. Komutanlığı ve devlet inşa yeteneğiyle Fatih’in bir benzeri olan kişiyi anmadan kahramanlık anması vefasızlığına kalkışılması, onun ‘Çağdaş Uygarlık Düzeyine Ulaşmak ve Aşmak’ dediği hedeflerin artık yılan hikâyesine dönen yerli uçak, millî teknoloji mevzularında söz içkilerine meze edilmesi devamsızlığımızın aslında bizi nerelere götüreceğini de hatırlatıyor?

Hatırla Ey Peri” çalarsa çalsın, hatırlamayacağım. Zaten ‘Bana Herşeybir şeyiHatırlatıyor’; Devlette devamsızlığı. Forsta kaç yıldız vardı; 17 mi, 18 mi?

Filistin’de görmeniz gereken 9 yer

 

Çoğu insan için Filistin toprakları bir tatil planına dahil edilecek yerler değildir. Fakat bu kalılpların dışına çıkmak gerekir. Bu hassas bölgede, dünyanın belki de çoğu yerinden daha fazla; pek çok tarihi, dini ve kültürel miras yer alıyor. Tüm bu eserlerin küçük bir alanda olması, kısacık bir yolculukta büyük bir bölümünün tamamen ziyaret edilmesini mümkün kılıyor.

Filistin’e giden turistlerin büyük çoğunluğu Noel zamanı gidiyor ve Beytüllahim geceyarısı ayininde binlerce ziyaretçi ile dolup taşıyor. Din turizmi için Noel ve Paskalya önemli tarihler fakat yılın diğer zamanlarında fiyatlar daha düşük ve kalacak yer bulmak da daha kolay.

Geçtiğimiz yıllarda yeni oteller, konukevleri, hosteller ve evlere alma uygulamaları Batı Şeria’da yaygınlaşmaya başladı.

İzdihar Filistin Derneği’nin Yönetim Kurulu Başkanı Naim Abu Riash, Filistin’e giderseniz eğer görmeniz gereken yerler hakkında şu bilgileri veriyor:

SEBASTIA

Etkileyici Hellenic gözetleme kuleleri, harap Samiriye sarayları ve yıkılmış Bizans kiliseleri ile oldukça iyi bilinen, kısa gezilerin yapıldığı bir yer. Filistin’in Sebastia köyündeki yeni bir toplum turizm projesi bu bölgede kalmayı bir keyif haline getiriyor. Küçük, zarif taze ekmek, zeytinyağı, otlar ve etraftaki bahçelerden getirilmiş meyvelerin yer aldığı nefis kahvaltıyı, kilometrelerce uzanan zeytinliklere bakan terasta muhteşem brir manzara ya da Bizans – Memluk döneminden kalma yenilenmiş odalarda servis ediliyor. Bölge halkından gençler, Osmanlı tren istasyonu ya da eski makamat –İslami mabedler-de enformasyon merkezi tarafından eğitilerek görevlendiriliyorlar. Enformasyon merkezi ve konukevi, köyün ana meydanının hemen yanında yer alıyorlar.

EL AKSA CAMİİ

Büyük altından Kubbetüssahra belki de Kudüs’ün uluslararası bilinen simgesi olabilir, fakat İslam’ın üçünüc en kutsal bölgesi. “El Aksa Camii”ne girmek biraz girişimcilik gerektirebilir. Müslüman olmayanların girişi, Ağlama Duvarı Meydanı’ndaki güvenlik kapılarının gerisinde kalır. Sabahın erken saatlerinde oraya gidin ve sırada beklemeye hazır olun, çünkü beklemenin her saniyesine değer. Kubbetüssahra’nın altın-mavi kubbesi) ve El-Aksa Camii’nin ağırbaşlı ihtişamının yanında, tapınak kompleksi daha küçük fakat aynı derecede güzel yapılara ev sahipliği yapar. Memluk döneminden kalma Kayıtbay’ın sebili (çeşme) Mısır dışında rastlanan nadir taş işçiliği örnekleri ile görmeye değer bir yapıdır.

DEYR GASSANEH

Mourid Barghouti’n I Saw Ramallah’ını okuyanlar, Deir Ghassaneh’i hatırlayacaktır. Ramallah’ın kuzeyinde yer alan büyüdüğü küçük köy, eski taş evleri, dar sokakları ve avlularıyla otobiyografik romanda nefis bir şekilde tasvir ediliyor. Osmanlı Filistininin bir kısmını yöneten ailelerden birinin üssü olan, çoğu 18. Yüzyılda yapılmış evlerin çoğunda kuşatma zamanınd kullanılmak üzere sarnıç, zeytinyağı ve tahıl depoları bulunmaktadır. Şimdi, yerel kadın birliği köyün içine bir yol olşturmuş, köye dair eşya ve eserlerin olduğu küçük bir müze işletmekte ve yerel yiyecekelrin olduğu muhteşşem ziyafetler vermekte. Öğleden sonraları da otantik Filistin mutfağı dersleri vermektedirler.

JENIN (ESKİ ŞEHİR)

Sabah 4.30’da uyanmak nadiren bir artı getirir. Serin berrak şafak vakti işitilen büyülü ezanın ibadete çağıran sesi Jenin tepelerinde dolaşır.

YÜRÜŞ VE BİSİKLET ROTALARI

Organize yürüyüş ve bisiklet turları, Filistin kırsalını görmek ve uluslararası ziyaretçilere yeni yeni açılmakta olan El-Fara’a ve Akraba gibi küçük kasaba ve köylerde yerel ailelerle tanışmak için giderek daha kolay düzenlenmektedir.

Bike Palestine’in güzergahları kuzey Batı Şeria’nın yemyeşil tepelerini, güneydeki ürkütücü Yahuda Çölü’nü ve Eriha ve Beytüllahim gibi tarihi şehirleri kapsamaktadır. Hz. İbrahim ve Hz. İsa’nın dolaştığı yerlerden esinlenerek oluşturulan İbrahim Yolu (Abraham Path ) ve Doğuş Patikası (Nativity Trail) rotaları, kuzey ve orta Batı Şeria’da, tüm inançlı ya da inancı olmayan yürüyüşçülere açık yürüyüş parkurlarıdır.

HAMAM AL ŞİFA (NABLUS)

Tüm bu yürüyüşler ve bisiklet sürmelerden sonra ciddi bir rahatlama gerekeceği muhakkak. Nablus, yerli yapım zeytinyağı sabunları ve maajları ile geleneksel sıcak buhar soğuk suyun olduğu iki Osmanlı hamamına ev sahipliği yapmaktadır. 17. Yüzyıldan kalma Hamam Al Şifa en tanınmış hamamdır. Bazı yerel gönüllü organizasyonlar ve oteller, Türk hamamı deneyiminin yanı sıra, banyonun lüks, yastık kaplı dış odasında çay, tatlılar ve nargile içeren organize geziler düzenlemektedir. Al Şifa, PalFest literature festival sırasında Arapça müzik konserlerine hatta kitap okuma seanslarına da ev sahipliği yapmaktadır.

HİŞAM SARAYI (ERİHA)

Kadim mahmur çöl şehri Eriha’nın havası, geri kalan Batı Şeria’dan tamamen farklıdır. Yaz aylarında gelen ziyaretçiler, şehir sakinlerinin sıcaktan korunmak için gece döndüklerini görecektir. Geniş ve düz yollar geceleri sessiz bisikletçilerle doludur. Ein As-Sultan Caddesi boyunca yer alan ve kışın iç mekan masalarına çekilen bahçe restoranlarında begonvil ve yaseminlerin altında geç saatte ağır ağır barbeküler yapılır. Kasr Hisham – Hisham Sarayı – Eriha’nın en görkemli mekanlarından biridir. Bir deprem tarafından yılkılmadan öncekü görkemini, karaöşık oyma taş işçiliğinden anlamak mümkündür ve ünlü Hayat Ağacı mozaiğinde 8. Yüzyıl Emevi ustalarının yeteneği tüm güzelliğiyle kendini göstermektedir.

HEBRON PAZARI

Eski Hebron çarşısının ana girişinin hemen içinde, güzel bir şekilde işlenmiş malzemelerle dolu, Batı Şeria’nın tek kefiye fabrikasından kareli eşarpların satıldığı ve kadınların işlettiği küçük, dar bir dükkan bulunur.

Dükkanın karşısındaki banklarda, bir falafel sandviçiyle (yağlı, tuzlu, lezzetli Hebron tarzında kızarmış patates ve patlıcanla yapılan) oturabilir ve çay içebilirsiniz.

AKKA

Haçlı krallığının başkenti ve Napolyon’un Ortadoğudaki emellerinin tahkimatı olan Akdenizdeki küçük liman kenti Akka’nın eski yerlerine de uğramayı unutmayın. Uykulu limanın hemen bitişiğinde taze balık yemekleri sunan Abu Christo balık restoranı bulunmaktadır. Sadece birkaç metre uzaklıkta yolculuğun sona erdiği İpek Yolu trenlerinin istasyonu, sıra sıra taş kemerleriyle kocaman kervansaraylar ve görkemli hanlar bulunur. Bunlar kısmen terk edilmiş, ziyaretçilerin serbestçe gezinebildiği, yerel moda fotoğrafçılarının ve futbol oynayan küçük çocukların duvarlardan düşecek parçalar için yazılı uyarıları görmezden geldiği yerlerdir.

Kıbrıs’ta kadife ayrılık kapıda

Kıbrıs’ta kadife ayrılık kapıda

 

Kıbrıslı Rum lider Anastasiadis gerçek bir şovmen. Yalan söylemenin de kitabını yazmış.

 

Çok değil daha bir ay öncesi, “Türkiye’nin ve Akıncı’nın, Guterres Çerçeve Belgesini kabul etmesine çok sevindim, takdirle karşıladım” derken sanki de kendisi kabul etmiş de, Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin kabul etmesini bekliyormuş havasını yaratmaya ve uluslararası topluluğun kafasını karıştırmaya çalışıyordu. Birazcık sıkıştırılınca,  zorda kalıp “Guterres Çerçeve Belgesini Stratejik belge olarak kabul etmem söz konusu değil çünkü artık Kıbrıs Helenizmi’nin katı görüşleri, yoğun endişeleri olan bir şeyi, yani güvenliği müzakere olanağım olmaz” demek zorunda kaldı ve kimin müzakerelerde oyunbozan olduğu bir kez daha çıktı ortaya.

 

Anastasiadis’in bu açıklamasını Türkiye ve KKTC Dışişleri Bakanlıkları ortak bir çalışmayla kazanıma çevirmeleri gerekmekte. Son altı aydır, Crans Montana görüşmeleri Rumların çözüm ve barışı isteksizlikleri nedeni ile çöktükten sonra gerek Türkiye Dışişlerinin, gerekse de KKTC Cumhurbaşkanı ve KKTC Dışişlerinin birlikte söyledikleri “Elli yıl daha bu müzakereler ucu açık olarak devam edemez. Kıbrıs sorununa yeni çözüm parametreleri getirilmelidir” savını uygulamaya koymanın zamanı geldi.

 

Çok akıllıca bir kullanımla, Anastasiadis’in Guterres Çerçeve Belgesini reddetmesini Kıbrıs konusunda yeni yol haritasına geçiş kapısına dönüştürülmesinin tam zamanıdır. Özellikle de Anastasiadis’in BM Parametreleri içeriğinde yer alan siyasi eşitlik kavramını ve tarafların yönetime etkin katılımını bir kez daha reddederek, kararların basit çoğunlukla alınabileceği bir düzeni istediğini açıklaması, Türk tarafı için bulunmaz bir siyasi nimet ve altından bir koz değerindedir. Türk tarafı, müzakerelere bu istek doğrultusunda devam edilemeyeceğini ve son noktanın da Anastasiadis tarafından konulduğu iddiası ile şikayetini başta Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği olmak üzere uluslararası ilgili devletlere ve taraflara iletmesi ve yeni bir yol haritası belirlemesi, Kıbrıslı Türkler ve Türkiye için büyük bir kazanım ve siyasi üstünlük olacaktır.

 

Rum tarafının ne istediği çok açık.  Tüm Rum liderler gibi Anastasiadis de aklını garantilere ve güvenliğe takmış. Arkasını da tanınmış bir devlet olmaya, AB üyesi bulunmaya ve İsrail ile kurduğu müttefikliğe dayamış. Zannediyor ki, kendisi ne isterse olacak ve Türkiye ile Kıbrıs Türk tarafı istese de istemese de kabul edecek.

 

Anastasiadis diyor ki; “Yeni bir güvenlik rejimi gerekir, eskisi değil. Tek taraflı müdahale haklarının ve Garanti Anlaşmalarının kaldırılması gerekir. Bu nedenle ben güvenliği sağlamak ve toplumlararası çatışmaları önlemek için iki bin kişilik çokuluslu bir polis gücü oluşturulmasını önerdim ama kabul edilmedi.”

 

Bir de önerisini ekliyor; “Türk askerinin çekilmesi ışığı altında, bir süreliğine iki bin kişilik çokuluslu bir polis gücü olabileceğini ve olası toplumlararası çatışmaları – tescilli organ olarak- göğüsleyebileceğini ifade ettim!”

Diyor da, BM kuruluş ilkelerinde, 1964-1974 yılları arasında Kıbrıs’ta kan gövdeyi götürürken yaşandığı gibi, BM Barış Gücünün veya da BM’nin görevlendireceği bir Polis gücünün gözlemcilikten ve rapor yazmaktan öteye, silahlı müdahale gibi bir yetkisi olamayacağını söylemiyor.

 

Devamla “nüfusu daha küçük olan Kıbrıs Türk toplumunun imtiyazlı toplum haline geleceği ve nüfusu fazla toplumu kontrol edeceği bir rejime doğru sürükleniyoruz. Özde ‘çoğunluk yönetir azınlık garanti edilir’i, ‘çoğunluk yönetir’e, ‘azınlık ta azınlık haklarına sahip olur’a dönüştürecektik, hedefimiz de budur” diyor.

 

Kısaca Anastasiadis, “biz Kıbrıs adasının mutlak yöneticisi olacağız, Türkler de bizim idaremiz altında azınlık haklarına sahip AB vatandaşları olacaklar, aynen Batı Trakya’da Türkler gibi” demekten artık çekinmiyor.

 

BM’nin 1977 Şubatında Makarios ile Denktaş arasında gerçekleştirilen “Birinci Zirve Toplantısı”ndan sonra geliştirdiği “Federasyon Parametreleri”nden vazgeçmesi ve sürdürülebilir başka bir çözüm yolu üretmesi gerekmektedir.  Bunun aksinin, kesin ve kadife bir ayrılık olacağından kimsenin şüphesi olmasın.

 

Prof. Dr. Ata ATUN

KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı

“KUZEY IRAK REFERANDUMU: KERKÜK VE TÜRKMENLER KONULU” PANEL GAZİMAĞUSA’DA YAPILDI

IMG_2022Gazimağus Belediyesi’nin katkılarıyla  KKTC  Ahiska Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği’nin düzenlediği “Kuzey Irak Referandumu: Kerkük ve Türkmenler” Konulu Panel Rauf Raif Denktaş Kültür ve Kongre Sarayı’nda yapıldı. Gazimağusa Belediye Başkanı İsmail Arter’in de katıldığı ve kendisine bir plaket takdim edildiği gecede, Irak Milli Türkmen Partisi Kurucusu Dr. Muzaffer Aslan ile Gazeteci Yazar, Kerkük Kültür Derneği Başkanı Dr. Şemsettin Kuzeci konuşmacı olarak yer alırken, Sanatçı Ömer Türkmenoğlu ise programın sonunda şarkılar seslendirdi. Panelin açılışında KKTC Ahiska Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Hakan Uygun, TC Lefkoşa Büyükelçiliğinde Müşavir Sefa Ekin konuşma yaparken, Irak Türkmen Cephesi Lideri Eşrat Salihi’nin görüntülü konuşması yayınlandı.IMG_2023
Panelin açılışında konuşan KKTC  Ahiska Türkleri Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Hakan Uygun, Ahiska Türkleri olarak Osmanlı egemenliği sonrasında birçok mağduriyete uğrayan Türkmen kardeşlerini çok iyi anladığı ve onlarla duyudaş olduğunu ifade etti. Osmanlı devletinin 1. Dünya savaşından çekilmek için Mondro Ateşkes Anlaşması yürürlüğe girdiğinde Musul ve Kerkük Türk ordusunun kontrolü altında olduğunu, ancak İngiliz kuvvelerinin ateşkese rağmen Musul ve Kerkük’ü işgal ettiğini ve bu işgali kalıcı hale getirdiğini ifade ederek, Kuzey Irak’ta yapılan referandumun ise Irak Anayasası’na göre geçerliliğinin olmadığını söyledi. “Adına referandum denen komedi uluslararası hukuka da aykırı olduğu için kabul edilmemiştir” diyen Uygun, referandumun hiçbir geçerliliği olmadığını söyledi.
Uygun, 2003’te Amerika’nın Irak’ı işgalinin ardından Kürtleri Kerkük’e yerleştirerek Türkmenleri azınlığa düşürme planları yapıldığını, ancak bu tür girişimleri şiddetle reddettiklerini ifade ederek Kerkük’ün kadim Türkmen yurdu olduğunu belirtti. Türkiye’nin hem Ahiska Türkleri hem batı Trakya Türkleri hem de Irak’taki Türkmenleri korumak için sürekli çaba sarfettiğini, KKTC’de özgürlüklere sahipsek bunun Türkiye sayesinde olduğunu söyledi.IMG_2018
TC Lefkoşa Büyükelçiliği Müşaviri Sefa Ekin ise, Doğu Türkistan kökenli bir ailenin çocuğu olarak, Kerküklüyü, batı Trakyalıyı, Kırımlıyı, Ahıskalılar’ı çok iyi anladığını, Türkmeneli’nde çok bulunduğunu ifade ederek, kendisinin ortaokul çağındayken Kerkük’te şehit edilen Kerkük Türklerinin lideri Ata Hayrullah’ın hikayesini öğrendiğini ve çok duygulandığını anlattı ve bu olaydan dolayı Kerkük’ün Türk yurdu olarak kalacağına inandığını belirtti. Ekin, Ata Hayrullah’ın öldürüldüğünü, ve etlerinin kemiklerinden ayrıldığını ve 10 kuruşa satışa çıkarıldığını söyleyerek,  böyle bir atanın çocuklarının her türlü esaret altında tutulamayacağını ve Kerkük’ün birgün kendi yönetimine kavuşacağını söyledi.  Kerkük’te yaşanan acıyı ve korkuyu anlatan Sefa Ekin, Türklerin birbirine sahip çıkması gerektiğini, Türkiye’siz hiçbir şeyin olamayacağını belirtti.
Gazeteci Yazar, Kerkük Kültür Derneği Başkanı Dr. Şemsettin Kuzeci konuşmasında, Türkmeneli’nin Irak haritasında kuzeyden güneye kadar 70 civarında yerleşim yerini kapsadığını, Osmanlı’dan önce 6 Türk devletinin kurulduğu Irak’ta Türkmenlerin varlığının eskiye dayandığını, 1918’te Osmanlı’nın çekilmesiyle Irak’ın İngiliz mandasına girdiğini söyledi. Kuzeci, Irak’ta 1921’de kraliyet kurularak Faysal’ın başa getirildiğini, 1932’de Irak devletinin resmi devlet unvanı kazandığını, 1958’de darbeyle cumhuriyet ilan edildiğini, Türkmenlerin 1980’den 2003 yılına kadar ise Saddam rejiminin Araplaştırma politikasına maruz kaldığını söyledi. Yüzlerce Türkmen için idam raporu çıkarıldığını, Türkiye yanlısı, MHP yanlısı gibi gerekçeler gösterildiğini ifade ederek, Türkmenlerin 99 yıldır varlığını ayakta tutmak için mücadele verdiğini söyledi. Kuzeci, Cumhurbaşkanının Kerkük için eşit yönetim modelini Kürtlerin kabul etmediğini, referandumun Irak anayasına aykırı olduğunu, Irak’ın bütün olarak federal bir ülke olduğu ve bölünemeyeceğine dikkat çekerek, bu nedenle Kerkük vilayet meclisinin referandum yapma yetkisi olmadığını kaydetti.
Irak Milli Türkmen Partisi Kurucusu Dr. Muzaffer Aslan ise, Atatürk’ün Kıbrıs’a yavru vatan, Kerkük’e de balavatan dediğini aktararak, balavatandan yavruvatana selamlar diyerek konuşmasına başladı ve Balkanlar Kafkaslar ve Ortadoğundan birine hakim olan bir milletin mutlaka dünyaya hükmettiğini ifade ederek, Türk milletinin her 3 noktaya hakim olduğunu söyledi. Türk milleti olarak mutlaka buralarla ilgilenmek zorunda olduğumuzu, Allah’ın buralarda Türkleri görevlendirdiğini ifade ederek, Türklerin bu topraklarda yaşayan her etnik gruba sahip çıkması gerektiğini belirtti. Kerkük ve Türkmeneli’ndeki doğal zenginlikler ve stratejik konumunun Türkiye’nin düşmanlarının iştahlarını kabarttığını, Türk idaresinden ayrıldıkları 100 yılda başlarına gelmeyen kalmadığını ifade etti ve 1959 Kerkük katliamını yaşadıklarını, geçmişte seslerini duymayan Türkiye’nin şu anda en büyük destekçileri olduğunu belirtti.
“Kuzey Irak” diye nitelendirilen bölgeyi kendisinin “Irak’ın kuzeyi” diye ifade eden Aslan, Saddam yönetimi süresince Irak’ın kuzeyinde ilk çalışmalarında eğitime çok önem verdiklerini, 17 okulda Türkçe eğitime başladıklarını, 2003’ten sonra da eğitim seferberliğiyle 140 okula ulaştığını söyledi. 2003’ten sonra Türkmenlere yasaklanan siyaset, teşkilatlanma sivil toplum kuruluşu kurma gibi faaliyetler gibi  çalışmaları bugün yapabildiklerini, çalışmalarının sadece Kerkük’te değil bütün Türkmeneli’ye yayıldığını, tüm bunların Türkiye sayesinde olduğunu söyledi.  Irak, Yemen, Suriye ve Lübnan’da yapılanların tek amacının haçlı seferlerine karşı koyan Türk ve Müslüman ordulara liderlik yapan Türkiye’den intikam almak olduğunu ifade eden Aslan, Türkiye’yi parçalamak için atılan adımlar olduğunu ifade etti. Kerkük, Halep, Erbil gibi yeleri ele geçirip Türkiye’nin bölünmez bütünlüğüne teşebbüs etmek istendiğini, bütün oyunların kursaklarında kaldığını, referandum konusunun da oldu bittiye getirilmek istendiğini söyledi. Amaçlananın Türkmeneli bölgesinde bir oldu bittiyle o bölgeleri Kürt veya Arap toprağı ilan etmek olduğunu, oluşturdukları yapmacık bir yönetime Kerkük’ü de katmak istediklerini, bir Türk bölgesi olan Erbil’i Kürtleştirmek istediklerini söyledi. Aslan, Kerkük’te önce Saddam yönetimi kanlıyla on binlerce Arabı ve kısmen de Kürtleri yerleştirdiklerini, 2003’ten sonra da Amerika’nın desteğiyle 820 bin olan Kerkük nüfusunu, Kürtleri bölgeye taşıyarak  1milyon 400 bine çıkardıklarını söyledi.
Aslan, 2003’ten sonra Irak’ta birinci etnik grup Araplar olmasına rağmen ikinci etnik grup olan Kürtlerin en çok söz sahibi olduğunu ve Irak’ın yönetiminin zaafından faydalanarak çok sayıda makama sahip olduklarını, Kerkük’ü de referandumla Irak’ın kuzeyinde oluşan Kürt bölgesine dahil  etmek istediklerini söyledi. Dünyaya meydan okuyan Kürtlerin yaptığı referanduma ABD’nin, Irak yönetimi, komşu ülkeler, Türkiye, İran, Suriye, Arap ülkeleri ve Avrupa’nın karşı çıktığını ifade eden Aslan, Kürtlerin hezimete uğradığını, peşmergelerin şehri boşalttığını, valinin kaçtığını, Irak yönetiminin idareyi eline aldığını söyledi. Aslan, Kerkük’te eşit yönetim istediklerini, Türkiye’nin BM nezdindeki girişimleriyle yüzde 32 oranında yönetime katılım istediklerini, bu yönde Irak’ın başbakanının olumlu tavrı olduğunu söyledi. “Güçlü bir Türkiye hepimize sahip çıkacaktır” diyen Aslan, haklı olmanın yetmediğini güçlü de olmak gerektiğini belirtti.

BİR ATTİLA İLHAN TİLMİZİ OLARAK BANU AVAR

BİR  ATTİLA  İLHAN  TİLMİZİ  OLARAK  BANU  AVAR

 

süleyman pekinGeçen hafta Banu Avar’ı konuk ettik Selçuklu Düşünce Kulübü olarak. Konu başlığı da ‘Dünya Düzeni’ olunca belgesel tadında bir dünya turu yapmış olduk.

Bu ülkede halk temsilcileri, kanaat önderleri, sivil toplum kuruluşu yada siyasî parti mensubiyeti taşıyanlar veya aydın pozisyonundakiler için en büyük eksiklik resmin bütününü görememek ve hayatı görebildiği / gösterilen belli renklerden ibaret bilmek.

Bu konuda kendisini iyi yetiştirmiş ve küresel resmin tamamını okuyan, okumakla kalmayıp çare / çıkış arayan bir sunuşa şahit olduk. Çay ve sair sohbetlerdeki samimî iletişimi, her insana değer hissettirişi, yatay teşkilatlanmadaki mütevazı başarısı ile tam bir “yerli” ve “millî” aydın / münevver tanıdık.

Bakalım anlattıkları arasında dikkatimizi çeken hususlar dikkatinizi çekecek mi?

  • Hem Batı’ya entegre hem de millî olmazsınız.
  • Dayatılan formata karşı savaşmak devrimciliktir.
  • Yontulmuş dinlerle insanlığı ele geçirmek istiyorlar.
  • Türkiye laboratuvar ülkedir, Batılı kalıpta itaatkâr kuşak yetiştirmek için.
  • Dünyadaki doğal kaynakların 4/3’ü Türkiye ile Çin arasındadır.
  • Batı’yla uyuşma kaçınılmaz olarak Türkiye’nin köleleştirilmesidir.
  • 1939’un baharında Üçlü Anlaşmayla (İngiltere, Fransa) Gazi’nin yolundan saptık.
  • NATO’nun verdiği görev bir Ortadoğu – İslam Federasyonu kurmamızdır (1951).
  • İmam-Hatip Okulları ABD isteğiyle açılıyor.
  • Ulus Devletten çıkışımız İkiz Yasalar iledir.
  • 2003 Tezkeresi’nden biz işgal edilecektik.
  • Çırpınan bir millet var, Karadeniz yerine.
  • Tek Dünya Devleti için İnternet Vatandaşı..
  • Mahşerin 4 atlısı: Facebook, Google, Twitter, YouTube.
  • CIA’nın açık istasyon çalışmasıdır tüm dünyanın Duygu Haritasını çıkarmak.
  • Balon Teknolojisi; ülke liderlerinin gazlanıp şişirilmesi ve sonra patlatılmasıdır.
  • Korkmazsan korkarlar.
  • Aşırı derecede zekiyiz ve garip bir genetik hafızamız var.
  • Kadın, spor ve folklor dernekleri üzerinden örgütlenmeliyiz.
  • Atatürk’ün dediği üzre “Bir elektrik şebekesi gibi çalışan bir organizma” kurmalıyız.

Daralan dış politikamız için bizce Banu Avar gibilerin fikirlerine ihtiyaç var. En azından

Onun  ‘uyandırma servisi’ hükmündeki Televizyon Programlarına kanal açılmalıdır.

Bu meyanda son yıllarda coğrafyamızın çeperlerinde olanı biteni anlamak isteyenlere Banu Hanım’ın son çıkan kitabı ZEMBEREK’i öneririz. Önümüzdeki yıllarda olup bitebilecek hadiseleri öngörme adına da aynı önerimiz geçerlidir.

Ne diyorduk; Er yada Geç Atatürk’e Varmaktayız, kardeşlerim.

CEHALETİN KOLEKTİF TAHSİLİ

 

CEHALETİN KOLEKTİF TAHSİLİ

süleyman pekinSon zamanların meşhur yazarı Yuval N. Harari’nin ‘Sapiens’ kitabında CEHALETİN KEŞFİ diye bir bölüm var. Batı’nın “İgnoramus / Bilmiyoruz” diyerek Cehaletini kabullendiğini, Doğu’nun ise hala kabullenmediğini tespit eder ve günümüzde medeniyetler arası derin uçurumun bundan kaynaklandığını söyler. Bir de bireysel ve kolektif cehaletten bahseder.

Bizde de bu alanda ilginç kitaplar var: Biri Bakan Nabi Avcı’nın doçentken yazdığı ENFORMATİK CEHALET ve diğeri Prof. Hüseyin Atay’a ait CEHALETİN TAHSİLİ. Her ikisi de Kolektif Cehaletle alâkalı görünse de Siyasetçi Nabi Avcı’nın yazdıklarıyla Millî Eğitim ve Kültür Bakanı iken yaptıklarıyla hiç örtüşmediği için es geçiyoruz.

Tarih disiplininde yüz yıllık birikimiyle Halil İnalcık Hoca ne ise İlâhiyatta da Hüseyin Atay Hoca odur. Geçen yıl kaybettiğimiz Tarihçilerin Pîri’ni yakın zamanda andık. İlâhiyatçıların Pîri ise 87 yaşında; Allah ömrünü uzattıkça bereketlendirsin. 15 yaşında medreseyle tanışan, liseyi ve üniversiteyi Arapça aşkına Bağdat’ta bitiren, Cehaletin Tahsili kitabını yazdığı 2000’li yıllardan beri de bazen basın bazen sosyal medya üzerinde mesajlarını iletmeyi sürdürüyor.

Hüseyin Atay; “Toplumda üç şey eksik: 1.Allah korkusu 2.Kanun korkusu 3.Kamu vicdanı korkusu” derken ve bunu ‘İman eksikliği’ne bağlarken gözümün önündeki otobanda da Dindar ama Allahsız, Şeriatçı ama Kanuntanımaz, Müslüman ama Hırsız çelişkileri yarış yapıyor. Atay Hoca’nın “İnandıklarına inanmış değiller” cümlesini görünce Sezai Karakoç’un “Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum” mısrası takılıyor aklıma.

Prof. Atay; “Niçin sorusu düşünmenin başlangıcıdır” ve “Medeniyet kurmak felsefe yapmakla olur” derken de zihnimize halkımızın başucu sloganları olan –Felsefe yapma! –İcat çıkarma! –Fazla merak iyi değildir! –Çok düşünme, kafayı yersin! replikleri şekere karıncaların üşüşmesi gibi üşüşüyor. Sonra kafama takılıyor: Düşünen Adam Heykeli neden Ankara Siyasal’ın yada Marmara İlâhiyat’ın bahçesinde değil de Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları bahçesinde; Hüseyin Atay gibilere Deli muamelesi yapmak için mi?

Atay, “İslam’da düşünmek farzdır” der ve Kuran’ı iki kelimeyle özetler: İlim ve İman. Yani bilerek inanmak yada inanarak bilmek.. “Dünya tarihinde Kuran’dan başka hiçbir kitap ‘Oku’ buyruğu ile başlamamıştır. Bundan dolayı da adını ‘Okumak’ olarak Kur’ân koymuştur.” Yani Müslüman okur / kaari, Kur’an da okunan demek.. H. Atay son mesaj olarak da Ta-Ha 114’ün sonunu esas alır: “Rabbî zidnî ilmâ / Rabb’im ilmimi arttır!” De ve söyle!

“Kuran’ı çoluk çocuk, okuryazar, okumaz yazmaz, âlim, düşünür, edip, fâkih, müçtehit, filozof, ilkokul mezunu, lise mezunu, hiçbir yerden mezun olmayan, doktor, doçent ve profesör, herkes, her türlü durumda, abdestli, abdestsiz okuyacak. Çünkü o, insanlık kitabıdır” diyor Hüseyin Hoca; hem de “Dinsiz de, dinli de okuyacak” notuyla.. Kur’an okumayı engellemenin de ya fizikî güç kullanımıyla veyahut okumaya şartlar getirerek mümkün olabileceğini söylüyor.

Bireye Tapma bahsinde de Atay, seçkin bireyleri putlaştırmanın her şeyi ondan beklemenin haricinde sorumluluğun da putlaştırılanlarda yoğunlaşması ve öbür bireylerin sorumsuzlaşmasıyla ilgili olduğunu kaydeder. İnsan düşünmeden edemiyor; kültürümüzdeki bu Tekadamlık düşkünlüğü ve Kulperestlik Yunan mitolojisinin mi, Türk mitolojisinin mi örnekleridir?  

Dürüstlüğü de hırsızlık yapmamak ve yaptırmamak olarak tarif eden Prof. Atay, “Kendi hırsızlık yapmaz görünerek sırtından hırsızlık yaptıranlar; hırsızlığın ahlâksızca, korkusuzca aşırı derecede yapılmasına sebep oldukları için hem hain hem de en kötü hırsız sayılırlar” diyerek toplumsal algının kendi sonunu hazırladığına dikkat çeker. Yani bindiğimiz dalı kendimiz kesiyoruz.

Ve ömrünü emrolunduğu gibi dosdoğru bir çizgiye adayan Hoca’nın 65 yıldır tekrarladığı şu Arapça mısra kitabının yazılma gerekçesi gibidir: “İzâ kâne hâze’d-dînu dîne mezelletin felestü bîmüslimi / Eğer bu din alçaklık dini ise ben Müslüman değilim”

Prof. Dr. Okan Bölükbaşı; Kına’nın Güçlü Bir Ağrı Kesici Olduğunu Biliyor Muydunuz?

Okan Üniversitesi Hastanesi Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Okan Bölükbaşı, ‘’Kına başta ağrı olmak üzere birçok tıbbi sorunun tedavisinde kullanılıyor’’ dedi.

OKAN BÖLÜKBAŞIEfsanevi Mısır kraliçesi Kleopatra’nın kına yağından elde edilen bir koku kullandığı bilinmektedir. Kleopatra Roma’lı sevgilisi Antonius ile buluşmaya giderken geminin güvertesine bu losyondan bolca dökülürmüş. Eski Mısır mumyalarının el ve ayak tırnaklarında sıklıkla kına bulunmuştur. Kına o zamanlarda da hem makyaj, hem süsleme ve hem de tedavi amacı ile kullanılmaktaydı.

Kına,  litrasea familyasından bir bitkiden elde edilmektedir. Birçok türü olmakla birlikte sıklıkla kullanılan yeşil kına, Güney Batı Asya, Kuzey Afrika, Avustralya, Batı Hint Adaları halkaları tarafından endemik olarak kullanılmaktadır. Tüm bu kültürlerde, kına kullanımının dini bağlantıları da vardır.

Kına, naftokinon gibi onu güçlü bir “boya” yapan bileşiklerin yanı sıra; tanin, kumarin, flavinoidler, fenolik asit, steroller ve ksantonlar gibi birçok biyolojik etkiye yol açan ve tedavide çeşitli tıbbi sorunların çözümünde yararlanılan maddeler de içerir.

Prof. Dr. Okan Bölükbaşı, ‘’Kınanın tıbbi kullanımında; verem ilerlemesini durdurduğu, antiviral, antimikrobik, antifungal (Mantarlara karşı), protein glikasyonu önleyici, yara iyileştirici, antipiretik (Ateş düşürücü), analjezik (Ağrı kesici), antiinflamatuvar (Yangı-iltihap önleyici) özellikleri olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Mollusc, tyripanasoma, gibi hastalık etkenlerine karşı da yararlı olduğu bilinmektedir. Kına, ayrıca kanser, parazit, şeker hastalığı önleyici özelliklere sahipti. Karaciğeri korur. Bu nedenle sarılıkta kullanılagelmiştir. Kına, bağışıklık sistemini olumlu yönde düzenleyici etkilere de sahiptir. Günümüzde Ayurvedik tıp ve Unani tıp (Hindistan’da halen kullanılan eski yunan tıbbının bir formu) kına gargaralarını bademcik iltihabı, farenjit, diyare, dizanteri, ülser, barsak kurdu ve ateş tedavisinde uygulamaktadır’’ açıklamasını yaptı.

Yararları yanında dikkat edilmesi gereken durumlar da vardır. Nadir bir kan hastalığı olan favizm (Bakla yenmesi ile şiddetli iç kanama gelişmesi), ülkemizde nisbeten daha yaygın görülebilmektedir. Bu hastalığı olan ama hasta olduğu bilinmeyen bir çocuğun eline kına sürülmesi, az miktarda olsa bile, iç kanamaya neden olabilir!

Okan Üniversitesi Hastanesi Nöroloji Uzmanı Prof. Dr. Okan Bölükbaşı, Kınanın ağrı kesici özelliğinin nerelerde kullanılması gerektiği konusunda önemli bilgiler verdi.

Kına, halk hekimliğinde, uyuz, saç kepeği, saç dökülmesi, sarılık, mantar hastalıkları, dalak büyümesi, kanser, amipli dizanteride kullanılmaktadır.

Kına yağı, kınadan elde edilen ve tedavi amaçlı olarak kullanılan bir maddedir. Özellikle eklem iltihabı ve romatizma kaynaklı ağrılarda etkilidir.

Kına, yanık yüzeyler üzerinde serinletici etki yapmakta, bu nedenle yüksek ateş tedavisi ve yanık bakımında kullanılabilmektedir.

Kınanın özellikle nöropatik ağrıda etkili olabileceği, doksanların sonlarına doğru bilimsel araştırmalarla ispatlanmıştır. Normal ağrı kesicilere cevap vermeyen nöropatik ağrı türü ağrılar, geniş bir grup hastalığı içermektedir. Trigeminal nevraljiden diyabetik nöropatiye (Şeker hastalarında görülen ayak yanmaları bu durum ile ilişkilidir); kanser ağrılarından fibromiyaljiye dek birçok ağrılı hastalığı barındırır.

Prof. Dr. Okan Bölükbaşı, ‘’Uzun bir süredir nöropatik ağrıya neden olan sinir sıkışması (En sık görüleni karpal tünel ) ve boyun fıtığı hastalarının kına sürdüklerini gözlemliyorduk. Bazı Ortadoğu ülkelerinde doktorlar karpal tünel sendromunda ellere kına sürülmesini bir hastalık işareti olarak görmektedir (Yani neredeyse kına varlığına bakıp karpal tünel tanısı koymak!). Gerçekten de kına, bu gibi durumlarda gözlenen “yanma”, “elektrik çarpması”, “batma” , “iğnelenme” benzeri nöropatik ağrıları ciddi biçimde azaltmaktadır. Halk arasında bu tür ağrılarda deriye kına sürmek uygulamasının boş bir inanç olmadığı, bilimsel bir temeli olduğu anlaşıldı. Kınanın içerdiği ağrı kesici maddeler ayrıntılı olarak tanımlanmış ve Birleşik Devletler patent dairesi tarafından tescil edilmiştir’’ dedi.

MUSUL ve SREBRENİTSA

fevzi yurtoğluMusul nihayet Irak Ordusu’nun eline geçti. 100 yıl önce terk ettiğimiz bu ata toprağı, Deaş’li teröristlerden temizlendi. Şehir; havadan ve karadan aylarca bombalandı, tarihi Türk yapıları dahil taş taş üstünde bırakılmadı! Teröristlerle birlikte 13 bin masum da öldürüldü. Ve Musul güvenli şehir haline geldi. Aslında kapitalist devletlerce taşın altı önemliydi, yani yer altındaki petrol ve doğalgaz. Çünkü Kuzey Irak’ta 50’den fazla uluslararası enerji şirketi çalışma yapmakta. Günlük bir milyon varil petrol üretilebilen bölgenin değerinin 4 tirilyon doları geçmekte.Türkiye’nin 300 yıllık doğalgaz ihtiyacını karşılayacak kaynağa sahip. Bu geleceği de gören 2. Abdülhamit, zengin toprakları şahsi mülk haline getirmişti! Fakat Lozan’da bu gerçeği görememek ne acı!
Türkmenler, savaşarak vatan bildikleri bu toprağı terk etmediler. Can verdiler, kan verdiler, lakin bırakıp kaçmayı düşünmediler. Musul Türkmen Lideri Aydın Maruf diyor ki; “Türkiye bizim ana vatanımız, ancak burası da bizim vatanımız. Biz, başkaları gibi yaşadığımız yeri terk etmeyiz. Türkiye gibi, Irak Hükümeti de bizim Hükümetimizdir. Irak Ordusu içinde en az 500 askerimiz şehit oldu. Son harekatta 200’de Türkmen katledildi. Buna hem Irak Ordusu ve hem de Avrupa sessiz kaldı. Pkk ve Şafi teröristlerin yeni operasyonlara katılmasını istemiyoruz. Yine bizlere katliam yapabilirler.” şeklinde endişelerini açıklamıştır.
Bizler de bu endişeleri dile getiriyor ve ayrıca kahraman evlatlarımızla gurur duyduğumu ifade ediyorum. Umarım Türkiye’deki Suriyeliler de uyanır. Mülteciliği bırakarak, vatanları için toparlanırlar ve silahlanarak ayağa kalkarlar.
Bu arada, 22. yılda, 11 Temmuz 1995’de Müslüman Boşnaklara karşı gerçekleştirilen soykırımı da unutmadık. Her yıl 11 Temmuz’da acısı yinelenen ve 8.372 “Srebrenitsa Şehitleri”ni rahmetle anıyoruz. Bu yıl da toplu mezarlardan kimlikleri tesbit edilen 71 şehit Bosna-Hersek’te göz yaşları içinde törenle defnedildi. 22 sene önce, kendilerine güvendikleri için teslim olan müslümanları, emanete hıyanet ederek Sırplara teslim eden Fransız-Hollandalı Haçlı askerlerini ve katliamı yapan Sırpları (özellikle general Mladic’i) de lanetliyorum. Hâlâ bu suçlular ceza alacak diye bekliyoruz. Irak, Suriye, Afganistan ve Filistin’de yapılan katliamları gerçekleştiren “Haçlı-Siyonist-Batı’nın” ceza almasını beklediğim gibi!
Ve gençlerimiz bilmeli ki; “Amerika, Batı ve Siyonist’lerin 40-50 senelik yakın tarihi gibi, uzak tarihi de ” katliamlarla doludur. Haçlı Seferlerinde Anadolu’da milyonlarca Müslüman, Amerika’da milyonlarca kızılderili ve köle ticaretinde ise milyonlarca Afrikalının vahşice öldürüldüğü kayıtlıdır. İşte adaleti ve demokrasiyi dillerinden düşürmeyenlerin gerçek yüzleri! Lakin, tarih kitaplarını ve film senaryolarını kendileri yazıp yine kendileri çektikleri için, ittifakın bu kanlı-vahşi yüzünü asla göremezsiniz. 15 Temmuz Kahramanlığı’nı karartmaya çalışan da bu hain, eli kanlı ittifak ve uşaklarıdır! Selam ve saygılarımla…

Kıbrıs konusu: Adjurned sine die

 

 

ata-atun-HocaBen yıllar önce, 2008 yılında kısa adı ile “Kıbrıs Planları ve Anlaşmaları” adlı 2 ciltlik bir kitap yayınlamıştım. Esinlenme konum da Annan Planı idi. Müzakereler katılmış, hiç bıkmadan ve usanmadan geçmişte neler yapıldığını ve Kıbrıs sorununu çözmek için hangi yılda kim tarafından nasıl bir planın tarafların önüne konduğunu araştırmış, sonra da sonuçları ile birlikte kitaplaştırmıştım. Yakında fırsatım olursa bu serinin 3. cildini hazırlamaya niyetliyim.

Ki, Crans Montana’da sürdürülmekte olan Beşli Kıbrıs Konferansının gidişatı bundan sonra Kıbrıs konusunun farklı bir mecraya gireceğini işaret etmekte.

 

Gerçekte Kıbrıs sorunu Rumların iddia ettiği gibi 1974 yılında, bizim iddia ettiğimiz gibi de 21 Aralık 1963 gecesi Rumların Türklere saldırı ile başlamış değil. Adanın fethinin başladığı 1570 yılı ve fethin tamamlandığı 1571 Ağustos’undan sonra Lüzinyan, Ceneviz ve Venedik dönemlerinde hiçbir hakları bulunmayan “Köle” statüsündeki adanın eski Bizans vatandaşları, Osmanlı Devleti hükümranlığı döneminde, Osmanlı Devletinin hoş görülü yönetimi sayesinde  üzerlerinden kölelik baskısı kalkınca, Ortodoks olmaları ve Yunanca konuşmaları nedeni ile kendilerinin Helen ırkından olduklarını varsaymışlar ve özgür kişiler olarak hayatlarını idame ettirmeye başlamışlar. Adanın Osmanlı Devleti tarafından fethinden bir müddet sonra da kendi seçtikleri bir temsilci heyeti, uzun bir yolculuktan sonra payitahtın bulunduğu İstanbul’a gitmiş ve yürekleri ağızlarında, adaya Sadrazam tarafından atanan, daha doğrusu en yüksek teklifi veren kişiye lütfedilen günümüz tanımlaması ile “Vali”lik makamındaki kişi ile ilgili şikayetlerini ve birtakım diğer isteklerini dile getirmek için dönemin Sadrazamı ile görüşme talebinde bulunmuşlar.

 

İşte Kıbrıs konusunun kırılma noktası tam da burası olmuş. Bazı tarihçilere göre 1660 yılında Osmanlı Devleti’nin 21. Padişahı II. Ahmet, bazı tarihçilere göre de 1754 yılında Osmanlı Devleti’nin 24. Padişahı I. Mahmut tarafından yayınlanan bir fermanla, Başpiskopos, Osmanlı Valisinden sonra adanın ikinci politik ve nüfuzlu kişisi olma hakkını kazanmış ve bu tarihten itibaren de Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu, Rumların hem siyasi, hem milli, hem de ruhani lideri olarak “Ulusal Lider” anlamına gelen “Etnarh” unvanını almış.

 

Adada Osmanlı Devleti’ne karşı başkaldırılar bu tarihten sonra hep Etnarh’ın başının altından çıkmış, kilise, tüm başkaldırıların planlama merkezi olmuş. 1821’deki adada darbe yapma ve adayı Yunanistan’a bağlama isyanı, 1832 Kalogeris isyanı, 1921 Enosis Plebisiti (tek taraflı referandum) ,1931 Enosis isyanı, 1950 Enosis Plesibiti, 1955 EOKA’nın Kuruluşu, 1963 Noel katliamı ve Türklere saldırı, 1964 Erenköy’e saldırı, 1967 Geçitkale’ye saldırı, 1974 adaya Yunanistan’a bağlamak için darbe yapılmasının kökeninde Rum Ortodoks Kilisesi ve hep adanın Yunanistan’a bağlanma isteği yatmakta.

 

Kıbrıs sorunu gerçekte, 1821 yılında Yunanistan’da gerçekleşen Mora isyanı ile eş tarihli olarak başlamış 2 asırlık, bir konu. Halen daha da çözülebilmiş değil.

 

BM’nin Kıbrıs konusunu “Çözümsüz” ilan etmesi gerekiyor ama “Yiğitliğe leke sürülmesin, BM’nin şanı ayaklar altına alınmasın” diye böyle bir kararı çıkaramıyorlar. Çıkarabilmiş olsalar  Kıbrıs konusunda daha eski olan “Batı Sahara” konusunda çıkarırlardı ve örnek de olurdu.

 

Gelelim başlıkta kullandığımız Latince kelimelere; “Adjurned sine die” diplomasi dilinde kullanılan bir tanım ve “Bundan sonraki toplantı çıkmaz ayın son Çarşamba’sında…” anlamını taşımakta.

 

Diplomasiye aslında tam bir kelime oyunu veya kelimeleri istendiği tarafa çekebilme sanatı ise BM’nin Kıbrıs Sorununu “Adjurned sine die” tanımlaması ile kapatması gerekmekte Crans Montana’daki bu son Beşli Konferans’tan sonra.

 

Prof. Dr. Ata ATUN

Cenevre’de Güvenlik ve Garantiler tuzağı

 

 

ata-atun-HocaNew York zirvesinde varılan mutabakata göre 2’nci tur 5’li Kıbrıs Konferansı ucu açık olarak 28 Haziran’da Cenevre’de gerçekleştirilecek. Konferans BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in huzurunda gerçekleşecek. Masaya BM Genel Sekreter’in Kıbrıs Özel Danışmanı Espen Barth Eide BM’yi temsilen, Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar taraf olarak, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantörler olarak, Avrupa Birliği de gözlemci olarak oturacak. Avrupa Birliği ilk kez resmi olarak gözlemci sıfatı ile masada yer alacak.

 

Tezgah büyük aslında. Girit’te de aynen bu yöntem uygulanmıştı.

Anastasiadis 1. Cenevre konferansında kurduğu Harita tuzağına düşürdüğü KKTC ekibini 2. Konferansta da Güvenlik ve Garantiler tuzağına düşürmek için paçaları sıvamış gözüküyor. Gündeme hiçbir konu konuşulmadan ve tartışılmadan Güvenlik ve Garantiler konusunu koydurmak peşinde. Bunun için de önkoşul yaratmaya çalışıyor.

 

Resmi gözlemci olarak Avrupa Birliği’nin ne işi var masada pek de anlaşılır gibi değil. Zaten Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi Avrupa Birliği üyesi, İngiltere ayrılma sürecinde ama halen daha Avrupa Birliği üyesi, buna ilaveten bir de Avrupa Birliğinin kendisi oturuyor masaya, geri kalan 25 ülkeyi temsilen. Bunların da muhatapları ve Kıbrıs konusunu görüşecekleri taraflar da Türkiye ve KKTC.

 

1963-1974 yılları arasında Rum Yönetiminin Kıbrıslı Türklere uyguladığı insanlık dışı soykırım,  insafsızca kısıtlanan dolaşım, mülk edinme, eğitim, kültürel faaliyet, spor yapma hakları ile acımasız ekonomik uygulamalar göz ardı edilerek ve de kasten unutularak, Orta Doğu’da kan gövdeyi götürürken ve de terör Avrupa Birliğine sıçrama yapmışken Kıbrıs Rum tarafı ile baryaları (kankaları) AB grubunun ilk önerisi “Güvenlik ve Garantiler” konusunu görüşelim, sonra içeriğini çağa göre uyduralım olacak. Ardından da “nasıl olsa Güvenlik ve Garantiler konusunu gündeme getirdik, masaya koyduk ve tartışmaya açtık artık bundan hiç kimse geri dönemez” düşüncesi ile Yunanistan masayı bozmazsa, Toprak, Mülkiyet, İç Yönetim ve Güç Paylaşımı konuları masada kerhen görüşülecek.

 

Anastasiadis. Batı Trakya’da yaşayan kardeşlerimize, soydaşlarımıza halen daha AB üyesi Yunanistan’ın uyguladığı baskıyı görmezlikten gelerek, arlanmadan, utanmadan “Güvenlik ve Garantilerin” kalkmasını istiyor.

 

Yüksekten uçuyor Rum lider. Hayal gücü göklerde uçuşurken, 2. Cenevre Konferansında beklentileri de çok yüksek düzeyde.  Saf saf, Türkiye’nin Avrupa Birliğinin resmi gözlemci olduğu masada, Kıbrıs Rum Yönetimi muhatap alacağını ve garantörü olduğu 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasasında yer alan Güvenlik ve Garantiler konusunun değiştirilmesini ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadan tümüyle ayrılmasını tartışacağı rüyasını görüyor.

 

Yunanistan ise masaya oturmak için Batı Trakya’daki soydaşlarımıza uyguladığı kısıtlamalar ve baskılar, normal bir uygulamaymışçasına ne koparırsak kardır zihniyeti ile “Sıfır garanti, sıfır güvenlik, sıfır asker” gibi çağdışı bir isteği öne sürmüş durumda.

 

Anastasiadis harita konusunda başarılı bir şekilde uyguladığı “Kasaya koyma” yöntemi ile, Türk tarafının “Güvenlik ve Garantiler” konusunda ne gibi tavizler verebileceğini yazılı olarak sunmasını ve  kimseler görmeden kasaya konulması talebini daha açıklayamadı ama onun da kokusu önümüzdeki günlerde çıkacak elbette…

Anlaşılan Türkiye ve KKTC’yi aptal, kendilerini çok akıllı sanıyorlar…

 

Prof. Dr. Ata ATUN