Etiket arşivi: Aruz

Konya ve Mevlana

İlhan KARAÇAY Mevlana ve Konya’yı anlatıyor…


Öldüğü geceyi ‘Düğün gecesi’ (Şeb-i Arus)
olarak anılmasını isteyen Mevlana’yı,
746’ncı yılında bir kez daha törenlerle anıyoruz.

Dünyadaki en etkin 500 Müslüman arasında gösterilen fotoğrafçı ve film yapımcısı Amerikalı Şems Friedlander, Büyük Türk düşünürü Hz. Mevlana Celaleddin Rumi’nin,  vefat etmeden önce  söylediği şu sözlere dikkat çekmişti:
Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir’,

Gel, Gel, ne olursan ol, gel!
İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!,

‘Ölümsüz aşk istiyorsan, ölümsüze âşık ol. Aşk nasip işidir, hesap işi değil. Aşk adayıştır, arayış değil. Sen adanmış ve yanmışsan bu uğurda, aşk sana uzak değil!’

Friedlander, Mevlana’nın bu sözleri ile, ömrünü ilahi aşka adamış, ölümünü en mutlu gün diye beklemiş, evrensel bir sevgi timsali olduğunu belirtiyor.

Frielander, ‘Mevlana için gerçek aşkın anlamı Allah’a duyulan aşk; Onu sevgili olarak anması da bu yüzden. Ölümü üzüntü değil sevinç olarak görmüş hep; Allah’a kavuşacağı günü hasretle bekleyip bu bekleyişi eserlerine yansıtmış. Şiirlerini okuyanların hasret ve vuslat vurgusunu fark etmemesi mümkün değil. İşte bu yüzden onun ölüm yıldönümü, bir yas günü olarak görülmüyor, kutlama törenleriyle yâd ediliyor. Anısına düzenlenen “Şeb-i Arus” törenleri de ‘düğün gecesi’ anlamına geliyor.’ tanımlamasını yapıyor.

Şeb-i Arus törenlerinin merkezi Konya. 7 Aralık’ta başlayan geniş bir program 10 gün boyunca sürüyor ve 17 Aralık’ta kapanışı yapılıyor. İç turizm için de önemli bir hareketlilik anlamına gelen bu tarihlerde sadece Türkiye’den değil dünyanın birçok yerinden Mevlana ve Şems hayranı Konya’nın yolunu tutuyor. Bu yıl “746. Vuslat Yıldönümü” adıyla düzenlenecek tören, yine geleneksel Kandil Uyandırma Merasimi ile başladı. Tiyatro, panel, sergi, konferans, mesnevi dersleri, tasavvuf konserleri, sema ayinleri gibi birçok etkinliğin yer aldığı program, 17 Aralık Cumartesi günü sema ayinleri ve tasavvuf müziği konseriyle sona erecek.

Konya şenlendi

Şeb-i Arus törenlerinin merkezi olan Konya’da, 7 Aralık’ta başlayan  10 gün sürecek olan geniş bir program kente büyük bir şenlik kazandırdı. İç turizm için de önemli bir hareketlilik olan bu tarihlerde, sadece Türkiye’den değil dünyanın birçok yerinden Mevlana ve Şems hayranı Konya’nın yolunu tutuyor. Bu yıl “746. Vuslat Yıldönümü” adıyla düzenlenen tören, yine geleneksel Kandil Uyandırma Merasimi ile başladı. Tiyatro, panel, sergi, konferans, mesnevi dersleri, tasavvuf konserleri, sema ayinleri gibi birçok etkinliğin yer aldığı program, 17 Aralık Cumartesi günü sema ayinleri ve tasavvuf müziği konseriyle sona erecek.

 

Hollanda’daki anma ve kutlama programı bu yıl 20 Aralık Cuma akşamı saat 18.30’da başlayacak. OBA Oosterdok salonunda yapılacak olan töreni Abdulwahid van Bommel sunacak. Tevazü Grubu, nun organizesine katılmak isteyenlerin, önceden başvuru yapmaları isteniyor.

 

Çeşitli kaynaklardan Mevlana

 

 

 

Mevlana 30 Eylül 1207 yılında Afganistan’da doğmuş. Ailesi Moğol istilasından kaçarak Konya’ya sığınmış. Esas adı Muhammed; Celaleddin ise tıpkı babası ve dedesi gibi kendisine verilen lakap. Mevlana “Efendi, önder, rehber” anlamlarına geliyor. Özellikle batı dünyasının onu anmak için kullandığı “Rumi” lakabı ise “Rum ülkesinden; Anadolulu”  manasını taşıyor.

Annesi, Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun; babaannesi, Harezmşahlar hanedanından Fars Prensesi, Melîke-i Cihan Emetullah Sultan’dır.

Babası, “alimlerin sultânı” unvanı ile tanınmış, Muhammed Bahâeddin Veled; büyükbabası, Ahmed Hatîbî oğlu Hüseyin Hatîbî’dir. Babasına Sultânü’l-Ulemâ unvanının verilmesini kaynaklar Türk gelenekleri ile açıklamaktadır. Etnik kökeni tartışmalı olup; FarsTacik veya Türk olduğu yönünde görüşler mevcuttur.

Ömrünü Konya’da geçirdiği için bu isimle anılmış.

Mevlana hep çok sevilen ve sayılan bir İslam âlimiymiş. Fakat bugün tanıdığımız kimliğine bürünmesini sağlayan yani hamlıktan yanmaya giden yolda ışığı olan Tebrizli Şems’miş. Onu tanıdığı gün değişen hayatı, bir daha asla eskisi gibi olmamış. İslamiyeti yaşamaya bakışındaki derinleşmeyi sığlaşma olarak gören müritleri, özellikle tüm zamanını Şems ile geçirmeye başlamasından rahatsızlık duymaya başlamış. Hiç hoşa gitmeyen bu durum, çok geçmeden şehirde ciddi bir huzursuzluğa neden olmuş ve Şems’i Konya’dan ayrılmaya zorlamışlar. Şems’in gidişiyle kahrolan Mevlana ise değil eskiye dönmek adeta hayata küsmüş. Yaptıklarından pişman olan müritleri Mevlana’dan af dileyip Şems’i tekrar getirmeye karar vermişler. Görevi üstlenen Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, uzun bir yolculuk sonunda Şems’i bularak Konya’ya dönmeye ikna etmiş.

Ne var ki bu geri dönüş uzun sürmemiş ve Şems birkaç ay sonra sonsuza dek gitmiş. Bu gidişe dair görüşler ikiye ayrılıyor. Bir kısım tarihçiler ve İslam bilginleri Mevlana’nın müritlerinin Şems’i öldürdüğünü düşünüyor; bu görüşe katılmayanlar ise Şems’in bir kez daha Konya’yı terk ettiğini ve izini kaybettirdiğini anlatıyor.

Nasıl gittiğine ilişkin görüşler ayrılsa da gidişinin etkisi konusunda herkes hemfikir. Şems’i bir daha yitirmek Mevlana’nın hayatını tamamen değiştirmiş. Her şeyden elini eteğini çekip kendini şiirlerine adamış ve 25 bin beyitten oluşan Mesnevi’yi yazarak asırlardır insanlara ışık tutan muhteşem bir eser bırakmış ardında.

 

 

 

                     ***********

KONYA’YI ANLATMAK İÇİN EHLİNDEN ÖĞRENMEK LAZIM

 

İlhan KARAÇAY yazdı…

Konya’yı çeşitli kalemlerden  okumuş ve de çeşitli görüntülerle tanımışızdır.

Konya, çoğumuzun hatırasında, ‘tutucu’ bir kent olarak canlanmaktadır. Benim Hollandalı eşim bile Konya’yı aynı minvalde hatırlamaktadır. Taaa ki, birkaç yıl önce (2016) Marmaris’ten Mersin’e giderken Konya üzerinden geçmemize kadar.
Konya’yı geçerken gördüğümüz manzara karşısında şaşıran eşim, ‘Muhteşem bir şehir, muhteşem bir yapılaşma, muhteşem bir temizlik ve muhteşem bir medeni görüntü’  diye mırıldanmıştı. ‘Mırıldanma, yüksek sesle söyle’ dediğim eşim, bu görüşünü yıllardır her yerde vurguluyor.

 

Konya,  konakladığım Dedeman oteli ile birlikte, yeni yapılanması ile modern bir kent haline gelmiş.

 

Şahsen ben Konya’ya ilk defa yine eşim ile birlikte gitmiştim. Yıl 1972’ydi. O zaman Mevlana türbesini, Meram’ı gezmiştik. Aklımızda fazla birşey kalmamıştı.

Konya’ya daha sonra Sultan Havayolları’nın konuğu olarak gitmiştim. Kombasan’ı tanıdığımız yıllarda. Birkaç otel ile değişik bir çehre kazanmıştı Konya…

 

Konya’ya son gidişim 25 Temmuz 2017 günü oldu.
Mersin’deki eşimi ve çocuklarımı uçak ile Hollanda’ya gönderdikten sonra, ben de tek başıma otomobil ile yola çıkmıştım. Planım çok geniş kapsamlıydı. Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki dostlarımı ziyaret ederek gidecektim.  Ama olmadı. Sadece Konya’daki Veyis Güngör dostumu ziyaret edebilmiştim.
Veyis dostum benim için Dedeman Oteli’nde bir suit ayarlamıştı. Otelime yerleştikten 15 dakika sonra Veyis otele gelmişti. Beraberinde ortak dostlarımızdan Mustafa Gök vardı.

Turizm Müdürü Abdüssettar Yarar bizi                Konya’nın en çok ziyaretçi çeken Meram
hararetle karşıladı ve makamında misafir etti.     tepesinden kuş bakışıç

‘Nereye gidiyoruz?’ diye sorduğum zaman, ‘Konya’yı gezmek için profesyonel rehberlere ihtiyaç var. Konya amatörlerle gezilmez’ dediler ve Konya İl Turizm Müdürlüğü’ne doğru yol aldılar. Turizm Müdürü Abdüssettar Yarar bizi hararetle karşıladı ve makamında misafir etti. Daha sonra en iyi protokol rehberlerden Osman Sağ’ı çağırdı ve bize eşlik etmesini söyledi. Rehber Sağ bizi önce Mevlana Müzesi’ne götürdü. Daha önce anlamsız bir şekilde gezip gördüğümüz Mevlana Müzesi’ni şimdi çok anlamlı bir şekilde gezmeye başladık. Rehber Osman Sağ müzedeki tüm detayları bize iki saat boyunca uzun uzun anlattı. Ben de size Mevlana’yı anlatmadan önce,  yaşadığımız birkaç anıyı anlatayım.

 

Mevlana Müzesi’nden çıktıktan sonra Veyis Güngör’ün okul arkadaşı Osman Güzel ile buluştuk. Sonra hep birlikte Konya’nın en eski yerleşim birimlerinden, Mevlana Celaleddin döneminde Hıristiyanların yaşadığı Sille’ye gittik. İkindi vaktinde vardığımız Sille’de bizi, yeni restarosyandan geçmiş Aya Eleni Kilise’si karşıladı.Yerli ve yabancı turistler bu kiliseyi ziyaret ediyorlardı. Veyis Güngör, Sille sokaklarını gezerken, ‘Mevlana Celaleddin Rumi’nin zaman zaman şehir dışına çıkıp, Sille’ye geldiği ve burada Hıristiyan rahiplerle fikir alışverişi yaptığını’ söyledi.

İlginç bir konaklama ve mesire yeriydi burası.

Konya’ya gidenleri, etli ekmek yedirmeden     Veyis Güngör ile Sille’yi de ziyaret ettik.
bırakmıyorlar
.

Daha sonra Meram Yaka yolu üzerindeki Konya’nın meşhur Etli Ekmeği’ni en iyi yapan ve servis eden lokantaya gittik. Akşam üzeri de Meram’a çıktık ve onbinlerce insanın dolurduğu Meram’da unutulmaz bir akşam yaşadık. Meram’da Tavusbaba’ya çıktık. Konya’nın meşhur tatlısı höşmerim yedik. Akşam ilerleyen saatlerde gece Konya’yı en güzel şekilde seyredilen Akyokuş tepesinde de kahvelerimizi içtik. Akyokuş tepesi de çok kalabalıktı. Saat bir hayli ilerlemişti, değerli dostlar Mustafa Gök, Osman Güzel ve Veyis Güngör’e veda ederek, istirahata çekildim.

 

Konya her zaman mistik ve huzurlu

Şehirlerin kendilerine göre karekterleri vardır. Mimarisi, insanların birbiriyle iletişimi, gelenekleri hatta mutfağı o karakterin parçasıdır. Konya da Türkiye’nin en mistik, huzurlu ve misafirperver kentlerinden biri. Bu nedenle Şeb-i Arus törenleri için gidenler bu kentin altını üstüne getirmeden, belli başlı yerleri ziyaret etmeden dönmemeli. Bu yerlerin başında ise Çatalhöyük geliyor.

 

Çatalhöyük’e ayak basmak tarih ve arkeoloji meraklıları için büyük bir heyecan kaynağıdır.
O heyecana sahip değilseniz, gördükleriniz toprak yığınından ibaret gelebilir gözünüze. En güzeli, Çumra ilçesindeki Küçükköy mevkiine doğru yol almadan önce, insanlık tarihinin dönüm noktasına tanıklık edeceğinizi düşünün. Çünkü yolun sonunda varacağınız Çatalhöyük, insanlık tarihindeki ilk yerleşim, ilk ev mimarisi ve ilk kutsal yapıların olduğu yer. Mağaralardan çıkıp toplu halde yaşamaya başladıkları yöre burası.

Konya’daki zengin tarihin izlerini sürmek için gideceğiniz tek yer Çatalhöyük değil. Beyşehir Gölü’nün güneybatısında yer alan Kubâd-âbad Sarayı, 1. Alaeddin Keykubad tarafından 1226-1236 arasında yaptırılmış. Türklerdeki saray külliyesi örneklerinin en eskilerinden biri kabul ediliyor.

 

Selçuklu ve Osmanlı camileri

Konya’yı camileri olmadan düşünmek mümkün değil. Hem Selçuklu hem de Osmanlı döneminde yapılan çok sayıda cami var kentte. Gezmeye Alaeddin Camii ile başlayabilirsiniz. Anadolu Selçukluları döneminde yapılan Konya’nın en büyük ve en eski camisi.
13’üncü yüzyıldan kalma İplikçi, Sahip Ata, Sadrettin Konevi camilerini de listenize ekleyin. Konya’daki en etkileyici dini yapılardan biri de taşıdığı manevi değer itibarıyla Şems-i Tebrizî Camii ve Türbesi; Şems Parkı’nın içinde yer alıyor.

 

 

Osmanlı döneminden kalan camiler içinde ise klasik Osmanlı mimarisinin izlerini görebileceğiniz Selimiye Camii dikkat çekiyor. 2. Selim’in Konya Valisi olduğu yıllarda yaptırdığı cami, Mevlana Müzesi’nin hemen yanında yükseliyor.Osmanlı’dan kalma en büyük dini yapı ise Kapı Camii. Konya’nın ortasında tüm görkemiyle yer alan Aziziye Camii ise çarşısının ortasında yükseliyor.

 

MEVLANA MÜZESİ

 
Bugün müze olarak kullanılmakta olan Mevlâna Dergâhı’nın yeri, Selçuklu Sarayı’nın Gül Bahçesi iken bahçe, Sultan Alâeddin Keykubad tarafından Mevlâna’nın babası Sultânü’l-Ulemâ Bâhaeddin Veled’e hediye edilmiştir.

Sultânü’l-Ulemâ 12 Ocak 1231 tarihinde vefat edince türbedeki bugünkü yerine defnedilmiştir. Bu defin gül bahçesine yapılan ilk defindir.

Sultânü’l-Ulemâ’nın ölümünden sonra kendisini sevenler Mevlâna’ya müracat ederek babasının mezarının üzerine bir türbe yaptırmak istediklerini söylemişlerse de Mevlâna “Gök kubbeden daha iyi türbe mi olur” diyerek bu isteği reddetmiştir. Ancak kendisi 17 Aralık 1273 yılında vefat edince Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled Mevlâna’nın mezarı üzerine türbe yaptırmak isteyenlerin isteklerini kabul etmiştir. “Kubbe-i Hadra” (Yeşil Kubbe) denilen türbe dört fil ayağı (kalın sütun) üzerine 130.000 Selçukî dirhemine Mimar Tebrizli Bedrettin’e yaptırılmıştır. Bu tarihten sonra inşaî faaliyetler hiç bitmemiş 19. yüzyılın sonuna kadar yapılan eklemelerle devam etmiştir.

 

Mevlevî Dergâhı ve Türbe 1926 yılında “Konya Âsâr-ı Âtîka Müzesi” adı altında müze olarak hizmete başlamıştır.1954 yılında ise müzenin teşhir ve tanzimi yeniden gözden geçirilmiş ve müzenin adı “Mevlâna Müzesi” olarak değiştirilmiştir.

Müze alanı bahçesi ile birlikte 6.500 m² iken, yeri istimlak edilerek Gül Bahçesi olarak düzenlenen bölümlerle birlikte 18.000 m²ye ulaşmıştır.

Müzenin avlusuna “Dervîşân Kapısı” ndan girilir. Avlunun kuzey ve batı yönü boyunca derviş hücreleri yer almaktadır. Güney yönü, matbah ve Hürrem Paşa Türbesi’nden sonra, Üçler Mezarlığı’na açılan Hâmûşân (Susmuşlar) Kapısı ile son bulur. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa türbeleri yanında semahane ve mescit bölümleri ile Mevlâna ve aile fertlerinin mezarlarının da içerisinde bulunduğu ana bina yer alır.

Avluya Yavuz Sultan Selim’in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile “Şeb-i Arûs” havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan selsebil adı verilen çeşme, ayrı bir renk katmaktadır.

Tilâvet Odası

Tilâvet Arapça bir kelime olup,Kur’an-ı Kerim’i güzel sesle ve usulüne uygun olarak okuma anlamına gelir. Geçmişte bu oda da Kur’an-ı Kerim okunulduğu için buraya tilâvet odası denmiştir. Halen Hat Dairesi olarak kullanılmaktadır.

Hat Dairesi’nde Mahmud Celaleddin, Mustafa Rakım, Hulusi, Yesarizâde gibi devirlerinin meşhur hattatlarının levhaları yanında, Sultan II. Mahmud’un yazdığı altın kabartma bir levha da yer almaktadır. Gümüş kapı üzerinde teşhir edilmekte olan Yesarizâde Mustafa İzzet Efendi’nin hattı ile yazılmış olan Molla Cami’ye ait Farsça beyitte şöyle denilmektedir.
Kabetü’l-uşşâk bâşed in mekam
Her ki nakıs amed incâ şod temam
(Bu makam aşıkların kâbesi oldu. Buraya noksan gelen tamamlanır)

 

Huzûr-ı Pîr (Türbe)

Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa’nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan girilir. Burada bulunan iki vitrin içerisinde Mevlâna’nın meşhur eserlerinden Mesnevi’nin, Divân-ı Kebir’in en eski nüshaları sergilenmektedir. Türbe salonunu üç küçük kubbe örter. Üçüncü kubbeye post kubbesi de denilir ve yeşil kubbeye kuzey yönünden bitişiktir.

Türbe salonu doğuda, güneyde ve kuzeyde yüksekçe bir set ile çevrilir. Kuzeyde iki parça halinde yer alan yüksek setlerde 6 Horasan erinin sandukaları yer almaktadır. Horasan erlerinin hemen ayak ucunda ise İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han için yapılmış nisan tası sergilenmektedir.

Yine burada yer alan iki levha, Mevlâna’nın felsefesini ve düşünce sistemini açıklaması açısından mühimdir. 1. levha Türkçedir ve şöyledir;
“Ya olduğun gibi görün
Ya göründüğün gibi ol”

2. levha ise Mevlana’nın Farsça bir rubaisidir. Rubainin Türkçe çevirisi şöyledir;
“Gel, Gel, ne olursan ol, gel!
İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan da yine gel!”

Türbe salonunu doğuda ve güneyde çevreleyen yüksekçe set üzerinde ise Mevlâna ve babası Bahaeddin Veled’in soyundan gelme, 10’u hanımlara ait olmak üzere 55 adet mezar ile, Hüsameddin Çelebi, Selâhaddin Zerkûbî ve Şeyh Kerimüddin gibi Mevlevîlikte makam sahibi olmuş 10 kişiye ait toplam 65 mezar bulunmaktadır. Hanımlara ait mezarların üzerinde yer alan sandukalara sikke konulmamıştır.

Yeşil kubbenin tam altında Mevlâna’nın ve oğlu Sultan Veled’in mezarları yer almaktadır. Mezarların üzerindeki iki bombeli mermer sandukayı 1565 yılında Kanunî Sultan Süleyman yaptırmıştır. Sandukaların üzerinde yer alan altın sırma tellerle işlenilmiş Pûşîde ise Sultan Abdülhamid II. tarafından 1894 yılında yaptırılmıştır.

 

Halen Mevlâna’nın babası Bahaeddin Veled’in mezarı üzerinde bulunan ve bazı kişilerin “oğlu gelince babası ayağa kalkmış” dedikleri ahşap sanduka ise, bir Selçuklu şaheseri olup, 1274 yılında Mevlâna için yaptırılmıştır. Kanunî, Mevlana ve oğlu Sultan Veled’in mezarları üzerine 1565 yılında yeni bir mermer sanduka yaptırınca, ahşap sanduka buradan kaldırılmış ve sandukası olmayan Mevlâna’nın babasının mezarının üzerine konulmuştur.

Semâhâne

Semâhâne bölümü, mescid bölümü ile birlikte XVI. yüzyılda Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Semâhâne’de semâ, 1926 yılında dergâh müze oluncaya kadar devam etmiştir. Semâhâne’de yer alan naat kürsüsü ve müzisyenlerin oturdukları mutrib hücresi ile erkekler ve hanımlara ait mahfiller orijinal halleri ile korunurken, Semâhâne’nin uygun duvarlarında tarihi halılar ve yine vitrinler içerisinde madeni ve ahşap eserlerle Mevlevî musiki aletleri sergilenmektedir.

Mescid

Mescide çerağ kapısından girilir. Ayrıca mezarların bulunduğu huzûr- pîr ve semâhâne bölümlerinden de birer küçük kapı ile geçişler vardır. Bu bölümde müezzin mahfili ve mesnevîhân kürsüsü orijinal halleriyle muhafaza edilmektedir.

Mescidin güney duvarı üzerinde çok değerli halı ve ahşap kapı numuneleri sergilenirken, Mescid içerisine serpiştirilen 10 adet vitrinde de çok değerli cilt, hat ve tezhip numuneleri sergilenmektedir.

Mevlana Müzesi ve türbesi, Türkiye’nin en çok turist çeken yerlerinden biridir. Turizm Müdürlüğü’nün protokol rehberlerinden Osman Sağ (sağda), Mevlana Müzesini bize iki saat anlattı.

Halı Kumaş Bölümü – Derviş Hücreleri

Mevlâna Dergâhı’nın ön avlusunun batı ve kuzey yönünü çevreleyen, her birinde birer küçük kubbe ve baca bulunan 17 hücre bulunmaktadır. Bu hücreler Padişah III. Murat tarafından 1584 yılında dervişlerin ikameti için yaptırılmıştır.

Bu hücrelerden giriş kapısının sağında kalan dört hücre, halen gişe ve idare binası olarak kullanılmaktadır. Girişin solunda kalan 13 hücrenin baştan iki tanesi postnişîn ve mesnevîhân hücresi olarak, orijinal eşyaları ile teşhir edilmiştir.

 

En sondaki iki hücre ise değerli kitap koleksiyonlarını müzeye hediye eden Rahmetli Abdülbakî Gölpınarlı ile Dr. Mehmet Önder’in kitaplarına tahsis edilmiştir. Halen kütüphane olarak hizmet vermektedir.

Diğer 9 hücrenin ara duvarları kaldırılarak birbirine bağlı iki büyük koridor elde edilmiştir. Bu koridorlardan birinde ülkemizin Kula, Gördes, Uşak, Kırşehir gibi yörelerine ait tarihi halıları, diğer koridorda ise Konya İli’ne bağlı, Ladik, Karaman, Karapınar, Sille gibi yörelerde dokunmuş tarihi halılar sergilenmektedir.

Bu hücrelerin koridora açılan pencere ve kapı boşluklarına yapılan vitrinlerde ise Mevlevî etnografyasına ait pazarcı maşası, mütteka, nefîr gibi dergâhtan müzeye nakledilen tarihi nitelikteki eşyalarla, müze koleksiyonunda yer alan son derece değerli Bursa kumaşları sergilenmektedir.

 

Matbah Bölümü

Matbah müzenin güneybatı köşesinde yer alır. 1584 yılında Sultan III. Murat tarafından yaptırılmıştır. Dergâhın müzeye dönüştürülüğü 1926 yılına kadar yemek ihtiyacı burada karşılanıyordu.

1990 yılında yapılan onarımlardan sonra bu bölümün teşhir ve tanzimi mankenler ile yeniden yapılmıştır. Matbahın asıl işlevi olan yemek pişirme ve somat denilen sofrada yemek yeme adabı mankenlerle anlatılmaya çalışılmıştır. Matbahın diğer işlevlerinden olan Nev-ni-yâz denilen Mevlevî aday adayı saka postu üzerinde otururken, semâ talim çivisi yanında ise semâ dedesinin can tabir edilen Mevlevî derviş adayına semâ talim ettirişi anlatılmaya çalışılmıştır.

 

 

 

 

 

 

 

Konya’nın en lezzetli 10 hali

Hürriyet Gazetesi yazarlarından  sevgili Saffet Emre Tonguç, ‘Mevlana’nın 746’ncı vuslat yıldönümü’ etkinliklerine katılmak üzere Konya’ya gidecekler için, uzmanlara sorup bir lezzet listesi hazırlamış.

Konyalılardan ve yeme içme yazarlarından oluşan büyük jüride yer alanlar:

Uğur İbrahim Altay / Konya Büyükşehir Belediye Başkanı
İsmail Akkaya / DHA Konya şefi
Yılmaz Sandıkçı / Konya’nın Sesi Gazetesi köşe yazarı
Saffet Emre Tonguç / Hürriyet Seyahat yazarı
Eray Kılıç / Yeme-içme yazarı
Salih Seçkin Sevinç / Harbiyiyorum.com kurucusu
Sinan Hamamsarılar / Yeme-içme, seyahat blogger’ı
Nilhan Aras / Yemek kültürü yazarı
Aylin Öney Tan / Yeme-içme yazarı
Oğulcan Tatar / Hürriyet Seyahat gezgini

İşte Konya’ya gitmişken tatmadan dönmememiz gereken en iyi 10 lezzet ve bunları tadabileceğiniz adresler.

 

FIRIN KEBABI 

6 saatte pişiyor, jet hızıyla bitiyor
Selçuklular döneminden gelen fırın kebabı, kuzu etinden yapılıyor. “Ön kol ve kaburga etinin kullanıldığı kebabın Konya’da tadımını yapabileceğiniz en iyi adres ise Ali Baba Fırın Kebap Salonu” diyor Saffet Emre Tonguç.
Büyük tencerelere konulan etler, meşe odununda yaklaşık altı saat pişirildikten sonra yanında pide ve kuru soğanla birlikte servis ediliyor.

ETLİ EKMEK 

Tescilli bir Konya klasiği
Konya’nın yöresel lezzetleri denilince akla ilk olarak ince hamur üzerine kıymadan yapılıp, odun ateşinde pişirilen etli ekmek geliyor.
1200’li yıllardan beri Konya’da üretildiği belirlenen ve 1923 yılından itibaren de kebapçılarda sunulan etli ekmeği şehirde yiyebileceğiniz birçok nokta var. İsmail Akkaya coğrafi işaret tescili olan bu lezzetin en iyisinin Havzan Etli Ekmek’te yenilmesini öneriyor.

BAMYA ÇORBASI 

Düğünlerin de damakların da vazgeçilmezi
Konya’da özellikle düğün ve özel davetlerdeki yemeklerin vazgeçilmez lezzetlerinin başında bamya çorbası geliyor. Kuru haldeki bamya önce biraz kavrulduktan sonra, daha önce hazırlanan kavrulmuş kuşbaşı etle birlikte pişirilip servis ediliyor. Bu çorbayı yöresel yemeklerin sunulduğu ve kenti kuş bakışı izleyebileceğiniz Akyokuş Konya Mutfağı’nda tadabilirsiniz. FOTO: Abdullah COŞKUN /Anadolu Ajansı

TİRİT 

Yetişen yiyebiliyor.
Bayat ekmekleri değerlendirmek için yapılan ‘tirit’; kuzu eti ve kare kare doğranmış tandır ekmeği ile yapılıp üzerine yoğurt dökülerek sunuluyor. Bu lezzeti Tiritçi Mithat’ta yiyebilirsiniz. Başka bir yemeğin olmadığı bu lokantada tirit, öğle saatlerinde hızla tüketiliyor ve dükkân kapatılıyor. Lokantanın şırası ve zerdesi de çok seviliyor, gitmişken denemeden dönmeyin. FOTO: Halil Fidan / Anadolu Ajansı

SAC ARASI 

Çıtır çıtır bir final
Konya’nın lezzetli yemeklerini taçlandırmak için tatlılar arasında yöreye özgü sac arası öne çıkıyor. Kaymakla yağlanan hamuru rulo halinde fırında pişirildikten sonra üzerine şerbet ekleniyor.
Salih Seçkin Sevinç “Sac arası Konya’ya özgü çıtır çıtır meşhur bir tatlı ve bu tatlının en güzel örneklerinden birini ‘Mevlana Konya Mutfağı’nda yiyebilirsiniz” diyor.

ARABAŞI ÇORBASI 

Bozkır kışının vazgeçilmezi
Konya lezzetleri arasında önemli yer tutan çorba çeşitlerinden biri de arabaşı. Bütün tavuğun içi didiklenerek yapılan bu çorba üzerine maydanoz serpilerek ve yanında baklava dilimi şeklinde kesilen hamurla servis ediliyor.
Konya’da soğuk kış günlerinde sık tüketilen arabaşı çorbasını ‘Zemzem Çorbacı’da deneyebilirsiniz.

PATLICAN ORTA KEBABI 

Yemeden dönen kaybeder.
Patlıcan orta, diğer bir deyişle patlıcan orta kebabı Konya mutfağına has yemeklerden… Bu lezzet patlıcan, domates, biber ve kuzu kaburgadan yapılıyor. Birçok restoranda yapılan bu yemeğin en iyilerinden birini Lokmahane’ye Lokantası’nda tadabilirsiniz. Uğur İbrahim Atalay “Patlıcan Konya’nın tadılmadan dönülmemesi gereken lezzetlerinden birisi” diyor. FOTO:Müslüm ETGÜ / Anadolu Ajansı

KONYA KÜFLÜSÜ 

Tarihi Konya kadar eski
Bu bir peynir çeşidi… Yerli rokfor da denilebilir. Türkiye’nin en iyi peynirleri arasında gösteriliyor ve yerlileri tarafından Konya’nın tarihi kadar eski olduğu iddia ediliyor. Koyun, keçi, inek sütlerinden tek tek yapılabildiği gibi, karışık sütlerden de yapılıyor. Püf noktası ise sütün yağının tamamen alınmış olması ve özel olarak deri tulumlar içinde küflendirilmesi. En iyisini alabileceğiniz adres ise ‘Kadınlar Pazarı’.

RECAİ BÖREĞİ 

Bir börekten daha fazlası
Bir çeşit pide olup, ‘zırhla’ çekilmiş bıçak arası etin üzerine, Konya küflü peyniri koyularak fırınlanması ve fırından çıkarken de tereyağı ile yağlanmasıyla yapılıyor. Ekstra lezzet vermesi için, bıçak arası ete çok az domates ve taze yeşil biber de karıştırıyor. Börekle birlikte masaya maydanoz, salata, turp ve soğan ezme de geliyor. Eray Kılıç bu özel ve lezzetli böreğin ‘Halk Etliekmek’te yenilmesini öneriyor.  FOTO: DHA

YAĞ SOMUNU 

Yedi çeşit peynirle yapılıyor
Hamur işi sevenlerin mutlaka denemesi gereken bir lezzet… Yağ somunu içine yedi çeşit peynir koyularak fırınlanan bir somun. Aylin Öney Tan “Küflü peynir düşkünüyseniz hemen Konya’ya doğru yola çıkın. Mis gibi tereyağı ve Konya küflü peyniri ile hazırlanan susamlı ve çörek otlu yağ somunu aklınızı başından alacak. Pideci Hasar Şendağlı Fırın’ında bu lezzeti tadabilirsiniz” diyor. FOTO: İHA

 

 

Güney Azərbaycan Aydınları və Türkiyə

pervane1828-ci ilin məlum hadisələrindən sonra Azərbaycan iki hissəyə bölündü. Bir hissəsi İranın, digər hissəsi çar Rusiyasının tərkibinə qatıldı. Həmin dövrdən etibarən Quzey və Güney Azərbaycanda mədəniyyət, o cümlədən ədəbiyyat mətbuat, ictimai-siyasi, tarixi amillərlə şərtlənən özünəməxsus inkişaf qanunauyğunluqları inkişaf etməyə başladı.

Azərbaycanı iki yerə ayıran sərhəd 1925-ci ilə qədər nisbi xarakter daşıyırdı. Yalnız Pəhləvilər sülaləsi(1925-1978) hakimiyyətə gəldikdən sonra Arazın  hər iki tayı arasında əlaqələrə son qoyuldu.

Əhalisinin yarıdan çoxunu  azəri və digər türk xalqlarının təşkil etdiyi İran  o illərdən etibarən tarixi-kültüroloji baxımdan onlarla yaxın olan Türkiyə ilə təmasda olur, ondan mənəvi dəstək alırdı. Bu  vaxtdan başlayaraq ziyalılar Güney və Quzey Azərbaycan arasında yaranmış «boşluğu» qismən də olsa doldurmağa çalışırdılar. Güney və Quzey Azərbaycanın tanınmış ziyalılarının böyük bir qismi Türkiyədə ali  təhsil alıb, təcrübə keçib formalaşmış, türk  təfəkkür tərzinə və mədəniyyətinə yiyələnmişlər. Geri qayıdarkən onlar qazandıqları təcrübəni, görüb əxz etdikləri yenilikləri İranda yayırdılar. Belə ziyalılardan biri də Mirzə Həsən Rüşdiyyə idi. O, XIX əsrin ikinci yarısında Osmanlı İmperiyasının ərazisi daxilində olan Beyrut şəhərində türk ziyalılarından dərs aldıqdan sonra Türkiyəyə gəlir. İstanbulun elm, maarif və mədəniyyətlə zəngin ortamı onda maarifçilik ideyalarının yaranmasında və gəlişməsində böyük rol oynayır. M.H.Rüşdiyyə sonralar vətənə qayıdıb yeni üslubda məktəblər açmaq təşəbbüsü ilə fəaliyyətə başlayır. Təbriz, İrəvan və Tehranda açdığı bu məktəblərə Türkiyədə qəbul edildiyi kimi, «Rüşdiyyə» adını verir: həmin tarixdən Rüşdiyyə sözü Mirzə Həsənin təxəllüsünə çevrilir. H. Rüşdiyyə ibtidai məktəblər üçün Azərbaycan və fars dillərində 20-dən çox dərslik yazır. Onların içində türk balalar üçün yazdığı  «Vətən dili» adlı kitabı xüsusi önəm daşıyır. Qeyd etmək lazımdır ki, onun İrəvanda və Azərbaycanın bir çox şəhərlərində açdığı məktəblərdə tədris ana dilində aparılırdı.

M.H.Rüşdiyyə o zamankı İran tədris sistemində yenilik olan yeni tipli ilk məktəbin əsasını qoymuşdur. Artıq XX əsrin əvvəllərində Rüşdiyyənin təsiri ilə İranda və Güney Azərbaycanda onlarla yeni «Rüşdiyyə»lər, «Kamal», «Tərbiyət», «Nübar», «Pərvəriş», «Loğman» kimi bir çox məktəblər açılmışdı.

XIX əsrin sonlarında İranda hökm sürən despotizmə və mütləqiyyətə qarşı çıxıb xalqın tərəqqisi uğrunda mücadilə edən mütəfəkkir ziyalılar az deyildi. Onların böyük qismi ölkədən uzaqlaşaraq xaricdə bir çox cəmiyyətlər yaradır, onun ətrafında birləşir, təsis etdikləri qəzetlər vasitəsilə İranda yaşayan xalqların ictimai fikrinin inkişafında və siyasi hazırlığında müstəsna rol oynayırdılar.

Tanınmış mühacirət mətbu orqanlarının ən nüfuzlusu Türkiyənin İstanbul şəhərində nəşr olunun «Əxtər» (1875-1896) qəzeti idi. Tək Güney Azərbaycanın deyil, İran mətbuatı tarixində ilk mühacirət mətbu orqanı sayılan bu qəzet təbrizli Ağa Məhəmməd Tahir tərəfindən nəşr olunurdu.

Tanınmış rus şərqşünası K.Çaykin «Əxtər» qəzetini fövqəladə təsir buraxan bir mətbuat orqanı kimi təqdim edərək yazırdı: «Onun məqalələri İran cəmiyyəti üçün vəhy kimi bir şey idi». İranda yaşayan xalqların ictimai-siyasi baxışlarının inkişafında müstəsna rol oynayan bu qəzet mövcud quruluşu tənqid edən və bu quruluşda dəyişiklik aparmaq zərurətini irəli sürən mühacirət qəzeti sayılırdı.

Görkəmli Güney Azərbaycan yazıçısı Əbdürəhim  Talıbov, tanınmış maarifpərvər xadim Məhəmməd Şəbüstəri (Əbu-Ziya) tərəfindən  İstanbulda çap olunan «Şahsevən» qəzeti İran mühacirət mətbuatında ilk satirik nəşr  idi. Qəzetin nüsxələri Paris, London və Avropanın digər şəhərlərində də yayılırdı.

Tarixdən məlum olduğu kimi, 1918-ci ilin aprelində Güney Azərbay­cana türk hərbi hissələri daxil olmuşdu. Qeyd etmək yerinə düşər ki, 1918-ci ilin əvvəllərində rus ordusunun Güney Azərbaycanı istila etməsindən istifadə edən erməni quldurları Şimali  Azərbaycanda və Şərqi Anadoluda olduğu kimi hərbi ordu yaradıb Maku, Səlmas, Xoy və Urmiya şəhərlərində soyqırım törətmişdilər. Tağı Rüfət həmin günlərdə  ürək ağrısı ilə yazdığı «Novruz və kəndli» şeirində Urmiyadakı soyqırımına işarə edirdi;

 

Novruz, yadımdadır Urumiyyədə,

Cəmşid bayramında coşdu cəmiyyət,

Azuş kəndliləri tutuldu dərdə,

Neynəvadakıtək qırıldı millət

Yaranmış ağır vəziyyətdə Osmanlı Ordusu Cənubi Azərbaycan türklərinin köməyinə çatır.

Türklərin gəlişi  ilə vilayətdə milli əhval-ruhiyyəli dairələrin fəaliyyəti canlanmışdı. Təbrizdə və Urmiyada türklər islamçı təşkilat olan «İttihadi-islam»ın şöbəsini yaratmışdılar. Onlar həmçinin Azərbaycan türkcəsində  «Azərbay­can»  qəzetinin nəşrini təşkil etmişdilər. Qəzetin redaktoru gənc müəllim, şair, təbrizli Tağı  Rüfət idi. Qəzet türkçülük ideyasının təbliğinə xidmət edirdi. Bu mətbu orqanın səhifələrində türklər, farslar, İran və Turan, Azərbaycanın qədimdən türk ölkəsi olması haqqında yazılar dərc edilirdi.

Urmiya şəhərində isə tədrisin Azərbaycan türkcəsində aparıldığı məktəb­lər açılmışdı. Məktəbdə şəhərin savadlı ziyalıları və türk zabitləri dərs deyirdilər. Məktəbdə Urmiya uşaqları və gənclərinə onların türk olduqları təlqin edilir, fars dili xarici dil kimi tədris edilirdi. Təbrizdə nəşr edilən «Azərbaycan» qəzeti və Urmiyadakı türk məktəbi türk birliyi ideologiyasının yayıçıları və Azərbaycanın türkçülük əsasında milli şüurunun dərinləşməsi və genişlənməsi vasitəsi idi.

Haqqında bəhs etdiyimiz gənc şair və müəllim T. Rüfət təhsilini əvvəlcə Təbrizdə, sonra isə İstanbulda almışdı. Türkiyədə olarkən türk və fransız dillərini mükəmməl öyrənir. Aradan bir az keçəndən sonra gənc Rüfət fars dilində olduğu kimi türk və fransız dillərində də şeirlər yazır.

T.Rüfət Türkiyənin Trabzon şəhərində iranlı uşaqların təhsil aldığı  «Nasiri» məktəbində bir neçə il müdir işləyir. Fransa  mətbuatında fransızca yazdığı məqalələrə görə hətta Fransa konsulluğu tərəfindən ödülə də layiq görülür. Birinci  Dünya müharibəsi başlayanda isə yenidən vətənə qayıdır və Təbriz məktəblərində fransız dilindən dərs deyir, müəllimlik fəaliyyətini davam etdirirdi.

Təbrizin Məhəmədiyyə mədrəsəsində müəllim işləyən Tağı Rüfət haqda həmin məktəbdə oxuyan tanınmış şair Həbib Sahir sonralar yazırdı ki, « Bir gün səhər sinfimizə  İstanbulda ali təhsil alan, başına «gənc türklər»ə məxsus börk qoyan, boynuna rəngli fokul bağlayan, əyninə gözəl qara paltar geymiş gənc bir müəllim varid oldu. O, fars şeirində yenilik yaratmış Tağı Rüfət idi.  …Məktəbdəki gənc şairlər artıq qəsidə və mədhiyyələri buraxıb əruz vəznində “Sərvəti finun” ədəbiyyatı üslubunda lirik və ictimai şeirlər yazmağa başladılar.

Tağı Rüfət haqda Sahir onu da qeyd edirdi  ki, «biz sonralar bildik ki, bizim gənc müəllimimiz həm də şair imiş. Türkiyədə təhsil alan və çağdaş türk ədəbiyyatının pərəstişkarı olub, o cümlədən «Sərvəti-fünun» ədəbi məktəbinin İranda davamçısı olan Tağı Rüfət ədəbiyyatı həm forma, həm də məzmun cəhətdən yeniləşdirmək, dili sadələşdirmək, Şərq motivlərini və poetik sistemini dəyişdirmək və s. kimi ədəbi məramı qarşısına məqsəd qoymuşdu. Çalışdığı «Təcəddüd» qəzetində, eləcə də «Azadistan» dərgisində özünə həmfikir və məsləkdaşlar tapmışdı.

Qəzetlə yaxından əməkdaşlıq edib, yazdıqları şeirlərlə müntəzəm çıxış edən Cəfər Xamneyi, Şəms Kəsmai və başqaları idi. C. Xamneyi ali təhsilini Fransada, Şəms isə Qafqazda almışdı. Sözsüz ki, onların təhsil aldığı ölkələrdəki ədəbi ortam bu iki istedadlı gəncin sonrakı yaradıcılığında dərin iz qoymuşdu. Türkiyədə təhsil alıb, İstanbulun ədəbi mühitində formalaşmış, dərs dediyi mədrəsələrdə gəncləri Türkiyədəki yeni ədəbi axınları yaradıcılığında yansıdan həm türk, həm də farsca  yeni üslublu şeirlər yazmağa ruhlandıran Tağı Rüfətin özünün də türkcə şeirlər yazması istisna deyil. «Təcəddüd» qəzetinin saylarından birində onun bir türkcə yazılmış şeirinə rast gəldiyim üçün bunu yazmağı əhəmiyyətli bildim.

Tağı Rüfət özü kimi istedadlı şair olan Həbib Sahirin fransız dili müəllimi olmuşdur. Sahir isə öz növbəsində Tağı Rüfətin  və özünün layiqli davamçısı olan doktor Həmid Nitqinin coğrafiya müəllimi və yaxın dostu olmuşdur.

Türkiyədə ali təhsil alan Həbib Sahirə İstanbul ədəbi-mədəni mühiti dünyagörüşünün yetkinləşməsinə böyük etki göstərir. Sahir orada Tofiq  Fikrət, Yəhya Kamal, Nazim Hikmət kimi görkəmli şairlərlə şəxsən tanış olur, onların əsərlərini mütaliə edir. Bütün bunlar onun həm zəngin şərq ədəbiyyatı, həm də Avropa ədəbi-bədii,  estetik  və fəlsəfi fikir tarixi, müasir ədəbi proseslərlə tanış olmağa imkan yaratmışdı.

İstanbulda fəaliyyət göstərən «Amerikalılar klubu»nda fransız missionerlərindən yeni fransız ədəbiyyatını öyrənir. Sahir şeir yaradıcıdlığından daha çox ciddi mütaliəyə vaxt ayırır. Ara-sıra şeirlər, İstanbul türkçəsində isə bir-iki şeir   yazsa da, əsasən böyük fransız şairi Şarl Bolderin yeni səpkili şeirlərini fars dilinə tərcümə edir. Klassik şeir ənənələrindən fərqli, əruz vəznində türk  dilində yazıb-yaradan Türkiyənin böyük novator şairi Yəhya Kamalın əsərlərini daha çox oxuyur və bu şeirlər ruhunda güclü iz qoyur.

Tanınmış Türkiyə tədqiqatçısı Əli Yavuz Akpinar yazır ki, «Sahirin bir  çox  şeirində Türkiyə türkcəsinin havasını, ifadə xüsusiyyətlərini duymaq olar. Şairin İstanbul həyatının izlərini daşıyan mənzumələrində Azərbaycan dilinin  dil  və üslub  xüsusiyyətlərini  duymaq olar. Şairin İstanbul həyatının izlərini daşıyan mənzumələriAazərbaycan dilinin dil və üslub  örnəkləri ilə zövqü  oxşar bir tərzdə qarşıya çıxır».

Türkiyə şairi Tofik Fikrətin

Çal, mən də olum şövqi ilə ahənginə həmkar

Ruhlardakı sevdaları çuşan edəlim.

misraları ilə başlayan «Ey yari nəğməkar» şeirindən ruhlanıb 1977-ci ildə aşağıdakı şeiri yazır;

Bax, Çamlıcadan ay ucalır

Rəngi qızıl qan

Andıqca səni nazlı pəri,

Sanki çıxar can.

Qumral saçını tök üzünə

Al ələ udun.

Əli Yavuz Akpinar Həbib Sahir lirikasıyla türk şairi Əhməd Haşimin lirikası arasında bir  çox oxşarlıqları qeyd edib yazır; «Həbib Sahirin şeirlərində hakim rəng olaraq, eyni ilə Haşimdə olduğu kimi qırmızını görürük. Onların  hər ikisi təbiət mənzərələrinin ifadəsində bu rəngə siyasi-ictimai bir məna  qazandıırırlar. Şah rejiminin  zülmünü, İranın qana bulanmasını bu rənglə anlatmağa  çalışır».

Tehran Universitetinin Hüquq fakültəsini bitirdikdən sonra H.Nitqi 1943-cü ildə Türkiyəyə gedib orada elmi yaradıcılıqla məşğul olur. İstanbul mühiti onun dünyagörüşü və yaradıcılığında böyük iz qoyur. O, hüquqşünaslıq sahəsində biliyini artırmaqla yanaşı, türk dünyasının ədəbi mühiti ilə də yaxından tanış olur. Tehranda adını belə eşitmədiyi şairlərin əsərlərini oxuyur, onların bir çoxu ilə görüşə bilir.
Ədəbiyyata  olan həvəsini H.Nitqi özü, atası və müəllimi Həbib Sahirlə bağlayırdı. Bu barədə o, xatirələrində yazırdı: «Mənim atam ədəbiyyatçı idi. Onda qədim qəzetlərin kolleksiyası vardı. Mən «Nəsimi-şimal» və «Molla Nəsrəddin»i oxuyurdum. Məlüküş-şüəarının həftəlik çıxardığı «Növbahar» qəzetini o qədər oxumuşdum ki, əzbər bilirdim. «Şahin» adlı qəzeti çox kiçik yaşlarından oxuya-oxuya məqalələr yazmağa başladım. Elə yazı xəstəliyim də o vaxtdan başladı. Şeirə gəlincə, atam şeir həvəskarı idi, özü yazdığı şeirlər də az deyildi. Mən də ona baxıb həvəslənirdim. Mən elə bilirdim ki, bizim dilimizdə ancaq komik, məzhəkəli şeirlər yazılır, ciddi şeirlər isə farsca olur. İbtidai məktəbdə türkcə danışdığım üçün məndən ilk cəriməni aldılar, mən türkcə ilə farscanın fərqinə vaqif oldum… Anladım ki, pul fərqləri varmış. Evdə olanda atam deyərdi ki, filan kəlmənin farscası yoxdur. İstanbula gəldikdən sonra gördüm ki, türkcə ciddi şeirlər də varmış. Təəccüb etdim, yavaş-yavaş gördüm ki, bizim də ciddi şeirlərimiz ola bilər. Sonralar Abadanda işləyərkən oranın kitabxanasında filologiya və ədəbiyyatla bağlı kitabları oxuyub araşdırmağa başladım»  Həbib Sahir  «Yadımdadır, o məntiqlər və hikmət, Cami-Cəmlə nakam olan gənc Rüfət»lə başldığı «Məktəb xatirələri» şeirində sevimli müəllimi Tağı Rüfəti anırdısa, Həmid Nitqi idə müəllimi və yaxın dostu Həbib Sahiri belə xatırlayırdı:
Oxudun
şeirinin axışı məni,
uzaq sahillərə aldı apardı
daldığım xülyalar sərxoşluğundan,
bir yanğın yerində birdən oyandım
yıxılmış yuvamın halına yandım…
Oxudum
hicranlı nəğmələrini;
qanayan ürəklər dilə gəldilər
köhnə yaraları eşdin
və deşdin
ən gizlin diləklər dilə gəldilər.

İran ədəbiyyatında həm forma, həm də məzmunca «Təcəddüd» (yeniləşmə) hərəkatının qaranquşları sırasında Cəfər Xameneyi, Şəms Kəsmayi kimi şairlərlə bərabər gənc Tağı Rüfət də vardı. Həbib Sahir Həmid Nitqinin ədəbi meyil və yönümünə hansı təsiri göstərmişdisə, Tağı Rüfət də Həbib Sahirin bir şair kimi formalaşmasında həmin işi görmüşdür. Beləliklə, zəncir tək bir-birinə bağlı və bir-birinin davamçısı olan bu üç şair İranda çağdaş Azərbaycan şeirinin yaranması və inkişafında önəmli rol oynamışlar. Türkiyəli tədqiqatçı Yavuz Akpinarın təbirincə desək, onların şeirlərini qarşılaşdırmalı bir şəkildə incələsək, İranda modern şeirin hansı yollardan keçdiyinin, necə təşəkkül tapıb formalaşdığının şahidi olarıq.

Tehranda türkcə çıxan «Varlıq» dərgisinin fəaliyyəti ilə bağlı qeyd etmək  yerinə düşər ki, nəşr olunduğu ilk dövrlərdən (1979-cu ildən) başlayaraq dərgi Azərbaycan ədəbiyyatını, mədəniyyətini ümumtürk ədəbiyyatı kontekstində öyrənilməsi nəzəriyyəsini və ortaq türk dili düşüncəsini müdafiə etmişdir. Dərginin səhifələrində eyni  zamanda Zeynəb Qorxmaz, Əli Yavuz Akpinar, Faruq Sümər və başqa Türkiyə alimlərinin  də əsərləri yayınlanmışdır.

«Varlıq» jurnalı iyirmi ildən artıqdır ki, fəaliyyət göstərir. C. Heyətin İrandakı böyük nüfuzu bu jurnalın yaşamasının təminatçısıdır.  Cavad Heyət dünya şöhrətli cərrah kimi böyük nüfuz qazanmış böyük şəxsiyyət, hərtərəfli savadı, geniş erudisiyası olan ziyalı-vətəndaş kimi öz imkanlarını «Varlıq»da ifadə etmiş və bu gün də böyük ehtirasla bu işi davam etdirir.

Göründüyü kimi, bolşeviklərin kommunist rejimi və pəhləvilərin yerli türklərə qarşı yönəldilmiş siyasəti nəticəsində keçmiş Sovetlər Birliyinindəmir sərhədləri Quzey Azərbaycanı Güney Azərbaycandan ayıranda İranda yaşayan  Azərbaycan türkləri öz mənəvi ehtiyaclarını  ödəmək və dəstək almaq üçün üzlərini Türkiyəyə tutmuş, orada qazandıqları təcrübəni əməli həyata tətbiq edərək faydalanmışlar.