Etiket arşivi: Arayışları

CUMHURİYET DÖNEMİNİN İKTİSADÎ ARAYIŞLAR TARİHİ – XV  

CUMHURİYET DÖNEMİNİN İKTİSADÎ ARAYIŞLAR TARİHİ – XV  

                        

 

Bu arada eleştirel yaklaşımlarını da sürdürmekte olan Yazarımız, 1950 yılında Türkiye nüfusunun % 6’sını teşkil eden ana dış ticaret limanı İstanbul’un bütün Türkiye’de satış hâsılatının % 53’üne sahip olmasını tespiten göstermektedir. Yerli dış ticaret tâcirlerimizin yabancı şirketlerin ‘ajan’ı yada ‘acenta’sı olmaktan öteye gitmediğini, ithalatın kısıtlamalar altına alınmadığı zamanlarda lüks tüketim mallarının satın alınması alışkanlığına (Cumhuriyet’in ilk dönemi) ve büyük motorlu pahalı özel otomobillerin sayısının hızla artmasına (İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönem) tatlı ticaret kârları elde eden kesimlerin devletçe pışpışlanarak sebep olunduğunu, ticarette vergi kaçırmanın kolaylığını ve yurt dışına servet aktarabilme açısından dış ticaretin sağladığı olanak bolluğunu tek tek paylaşmaktadır.

‘Devletçe Sahiplenilen İktisadi Kaynaklar ve Bu Kaynakların Kullanılması’ ara başlığında Tezel’in vardığı hüküm özetin özeti gibidir: “Türkiye’de 1923-1950 döneminde iktisadî kalkınma olarak ne edilmişse bu kalkınmanın itici gücünü devletin gerçekleştirdiği sermaye birikiminin oluşturduğu sonucuna varılmıştır.

‘Türkiye’de 1923-1950 Dönemindeki İktisadi Gelişme Tecrübesinin Karşılaştırmalı Değerlendirmesi’ alt başlığında Yazar önce Dönemler arası karşılaştırma yapmakta ve Cumhuriyet’i kurarak 1950’ye kadar tek partiyle yöneten kadronun ekonomide belirli bir gelişme sağladığını, refah seviyesini de sınırlı ölçüde arttırdığını belirtmektedir. Daha sonra Ülkeler arası karşılaştırma yaparak Yunanistan, Mısır ve İran gibi ülkelerle mukayeseli tablolar sunmaktadır. Netice-i kelâm; kişi başına düşen gerçek hâsılada 1926 ile 1950 yılları arasında % 40’lık artışa rağmen Avrupa’nın en fakir ülkelerinden çok daha fakir olduğumuz ayan beyan sunulmaktadır.

Buna mukabil Türkiye’deki gelişmenin Hindistan, Mısır, Yugoslavya ve Yunanistan’dakinden daha hızlı olduğunu saptayan Tezel, 27 yıllık dönemin Avrupa coğrafyasında bulunup da II.Dünya Savaşı’nda iyice hırpalanan Yugoslavya ve Yunanistan gibi ülkelerle aradaki farkı kapamaya yetmediğini aktarmaktadır. Fakat aşağı yukarı aynı yıllarda sanayileşme hamlesi başlatan ve nüfusları birbirine denk gibi duran Türkiye-Mısır-İran arasında Türkiye’nin kişi başına gelir, sanayinin GSYH içindeki payı ve 10 kişiden fazla işletmelerde çalışan sayısı gibi temel kalemlerde 1950 itibariyle Türkiye’nin öne çıktığı sözkonusu edilmektedir.

‘Türkiye’de 1923-1950 Döneminde Yaşama Koşullarında Meydana Gelen Değişmeler’ alt başlığında paylaşılanlarsa pek iç açıcı değil. Zira gelişmişlik rakamlarında daha önde olduğumuz Hindistan ve Mısır gibi ülkelerden bile daha düşük beslenme ortalamasına sahip olduğumuz Y.Tezel tarafından net bir biçimde ortaya konulmaktadır. Avrupa’nın fakir ülkeleriyle yarışımız bile mümkün değil gibi görünüyor. 1950 yılına dek işçi ve köylülerin sofrasının pek değişmediği, o yıl itibariyle 40 bin küsur köy yerleşimin yalnızca binde birinde (40 adet) elektirik olduğu, okuma-yazma oranının % 35’e yükseldiği, yatak başına düşen ortalama nüfusun 1.100’e gerilediği ve doktor başına ortalama nüfusun da 3.400’e düştüğünü rakamlarla ilavelendirmektedir.

Son alt başlık olan ‘Türk Toplumunda Yaşama Koşullarının Dağılımı’nda hem çalışan başına hâsıla değerinde sektörler arasındaki farklar hem de yaşam koşullarında coğrafi bölgeler arasındaki farklar irdelenmektedir. Burada dikkati çeken temel husus, gelirin toplumsal katmanlar ve bölgeler arasındaki dağılımındaki problemlerin ve adaletsizliklerin günümüze dek düzeltilemeden devam ettiği hususudur. Yazar; 1950’de Türkiye’deki % 70’lik çalışan nüfusun gelirdeki payının ancak % 40 civarında olduğunu, ülke nüfusunun % 6’sını oluşturan İstanbul’un doktor-taşıt-radyo gibi hususlarda toplam zenginliğin yarıya yakınına sahip olduğunu ve ülkenin Batı ile Doğu illeri arasındaki yaşam koşulları farkının 1923-1950 döneminde azalmadığını aksine arttığını paylaşmaktadır.

 

 

(İşbu kitapla mülâki olmama vesile olan BŞEÜ Tarih Hocalarından Doç. Dr. Taner Bilgin’e teşekkür ederim. Bu derecede kapsamlı ve 600 sayfa boyunca analitik analitik düşündüren bir esere imza attığı için de yazarı Yahya Sezai Tezel’e hem minnettarım hem iyi dileklerimi sunarım.)

CUMHURİYET DÖNEMİNİN İKTİSADÎ ARAYIŞLAR TARİHİ – VIII

CUMHURİYET DÖNEMİNİN İKTİSADÎ ARAYIŞLAR TARİHİ – VIII

                        

 

‘Yabancı Sermaye İle İlişkiler’ başlıklı altıncı bölümün Celal Bayar’a ait “Türkiye Türklerindir, Türklere ait kalacaktır” sözleriyle başlaması ilginç. Lozan’da “Ne reddederseniz cebimize atıyoruz. Memleketiniz haraptır. Yarın geleceksiniz, kalkınmak için yardım isteyeceksiniz” diyen Lord Curzon’a karşı İsmet İnönü’nün “Unutmayalım ki geçmiş zamanlarda yapılan yanlışlıklar çoğunlukla ihtiyaç yüzünden işlenmiştir” yaklaşımıyla birlikte yabancı sermaye arayışına çıkılması da ilginç bir durum.

Müslüman-Türk tâcirlerinin millîciliğinin metropol burjuvazilerinin Türkiye uzantısı olmaktan ibaret olarak gören Tezel, Cumhuriyetin ilk yıllarında Amerikan Chester Şirketi’ne ticarî imtiyaz verilmesinin değil Şirketin dağılarak beklenenin gerçekleşmemesinin Kemalist kadrolarda hayal kırıklığı yarattığını savunmaktadır. 1924’te yabancıların Türkiye’deki belediye sınırları içinde taşınmaz mal edinmelerini sınırlayan yasal engellerin kaldırılmasını ve 1925’te Osmanlı Bankası’nın Hükümete açtığı kredi karşılığında ticarî ayrıcalığının uzatılmasını da bâbda değerlendirmektedir.

1924’te İstanbul’da bir Belçika Şirketine, 1925’te İzmir’de bir İsveç Şirketine, 1926’da İzmir’de bir Belçika Şirketine, 1927’de biri Belçika, biri Alman, biri de Fransız olmak üzere 3 ecnebi şirkete, 1928’de Adana’da Alman, Ankara’da İngiliz ve Fethiye’de Fransız şirketlerine, 1929’da bir Amerikan ve Fransız Şirketine hem de madencilik, telefon, elektirik, gaz gibi alanlarda ayrıcalıklı statü tanınmasını tek tek yazan Yazarımız, Kurtuluş Savaşı kadrolarının sanıldığı gibi antikapitalist veya yabancı sermayeye karşı olmadıklarını ıspatlamaya çalışmaktadır.

TBMM’nin bazı önemli üyelerinin ve Atatürk’ün bazı etkili arkadaşlarının da karma sermayeli şirketlerde yer aldığını tespit eden Yahya Tezel, 1931’de Maliye Bakanı Saraçoğlu’nun Amerika’ya 50 yada 100 milyonluk kredi bulmak için gönderilmesini fakat eli boş geri gelmesini de üst paragraftaki kanaatine destek mahiyetinde işlemektedir. T.C. Hükümetlerinin bazı yabancı şirketleri satın alarak kamulaştırması da dahil Türkiye’de Devletçilik’in ‘devlet kapitalizmi’ olarak yürüdüğünü iddia etmektedir.

1923 – 1950 döneminde demiryolları, limanlar ve belediye hizmetleriyle ilgili 24 ayrıcalıklı yabancı şirketin millîleştirildiğini ve bunun 21 tanesinin 1933’le 1945 arasındaki Devletçi kalkınma döneminde olduğunu anlatan Yazar, yabancı şirketlerin de anlaşmazlık çıkarmayarak adeta satın almalarda gönüllü olduklarını vurgulamaktadır. Başbakan Bayar’ın “Ecnebi sermayesinin düşmanı değiliz. İstemediğimiz sermaye ‘vagabond’ yani serseri sermaye, spekülatif sermayedir” sözünde olduğu gibi millileştirmelerin yoğun olduğu 1934-1938 yıllarında 32 yeni yabancı şirketin açılmasını da kanaat pekiştireç olarak işlemektedir.

Osmanlı’nın dış borçlarının uzun tartışmalardan sonra % 67’sinin Türkiye tarafından ödenmesi söz konusudur (1925). Yazar, Türk Hükümetlerinin bu borçları bazen öteleyerek, bazen indirim yaptırtarak ve taksitlendirerek 1940’da kapatma başarısı gösterdiğini ifade etmektedir. Fakat yeni sanayi programı için Amerika’dan ve Avrupa ülkelerinden yeni borçlar arandığı, ancak Sovyetler Birliği’nden alınabilen 8 milyon dolarlık kredi ve teknik yardımla (1932) sürecin başladığı vurgulanmaktadır. Bunu 1936’da İngiltere’den alınan 3 milyon sterlinlik (18 milyon TL) ve 1938’de Almanya’dan alınan 100 milyon TL’lik kredi izlemektedir.

II.Dünya Savaşı sırasında Almanya, Fransa, İngiltere, ABD’den ve çoğunluğu askerî malzemeden kaynaklanan 360 milyon liralık dış borç yüküne girildiğini belirten Tezel; Ankara Hükümetinin İkinci Dünya Savaşı’nı   16 yaşındaki genç Cumhuriyet’i yok edebilecek ciddi bir tehlike olarak gördüklerini düşünmektedir. Zira bir yandan Almanların Yunanistan’ı ve 12 Ada’yı alarak Türkiye ile karadan ve denizden sınır olması (Nisan 1941), diğer yandan Ağustos 1941’de İran’ın kuzeyden Sovyetler ve güneyden İngiltere tarafından işgal edilmesi savaş sonuna dek Türkiye’yi daimî bir teyakkuzda tutmuştur.