Etiket arşivi: Amerikan

Türk-Amerikan ilişkileri ve ulusal çıkarlar

Türk-Amerikan ilişkileri ve ulusal çıkarlar

 

Haluk Dural

DPT eski Uzmanı

Millî Merkez Genel Sekreteri

28.04.2019 – türkiyeokuyor.com

 

 

Değişen dünya konjonktürü ve ülkelerin 21. yüzyıldaki jeopolitik tercihlerinin yarattığı yeni durumlar karşısında, Türk-Amerikan ilişkilerinin günümüzde yeniden değerlendirilmesi bir zorunluluktur. Bu değerlendirmeye esas alınacak kıstas “ulusal çıkarlar” olmalı, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik içerdeki emperyalist işbirlikçisi ayrılıkçı tehdit ve daha da önemlisi, öncelikle dış tehditler gerçekçi bir şekilde irdelenmelidir.

 

Dış tehdit kaynağı nerededir?

 

Türkiye’nin ulusal savunma mimarisinin kurulması, soğuk savaş döneminde NATO şemsiyesi ile oluşturulmuştur. Ancak, 21. yüzyılda dünyada yaşanan jeopolitik gelişmeler nedeniyle, ülkemizin savunma refleksini etkileyen tehdit algılamasında, geçmiş döneme kıyasla önemli değişiklikler olmuştur. Bu çerçevede ulusal güvenliğimizin yeniden şekillendirilmesi için şu soruya doğru cevap bulmak gerekir:

 

Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kim tehdit etmektedir?

 

Bu soruyu cevaplamadan önce kısa bilgileri hatırlamak gerekir:

 

İkinci Dünya Savaşı öncesinde Amerikan jeopolitiğinin etkili ismi Nicholas John SPYKMAN (1893-1943) kurduğu “Kenar Kuşak Teorisi”nde Polonya’dan Çin’in Sincan-Uygur Özer Bölgesi’ne kadarki alanı, İngiliz jeopolitikçi Halford Mackinder (1861-1947) “Kara Hakimiyet Teorisi”nde belirlediği “kâlpgâh” benzeri, dünya anakarasında “dünyanın kalbi” olarak tanımlamıştır.[[1]]

 

Amerikan Başkanı Lyndon Johnson’un 1966-69 yıllarında Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak görev yapan Walt W. ROSTOV (1916-2003), Amerikan jeopolitiğinin temel ilkelerini, en açık biçimde sıralamıştır. Rostov’un 1960 yılında yayınlanan “The United States in the World Arena-Dünya Arenasında ABD” kitabında, bu ilkeleri şöyle ifade etmiştir:[[2]]

 

  1. Avrasya’da kurulabilecek ittifaklar ABD için tehdit oluşturur.
  2. Avrasya’daki müttefikler güçlerini birleştirirlerse ABD’yi askeri olarak yenebilirler.
  3. ABD, bu nedenle Avrasya’da kurulacak bir ittifakın Avrasya’ya veya ABD’yi tehdit edecek büyüklükte bir bölgesine hakim olmasını önlemelidir.

 

1979 yılında İran’da Şahın devrilmesi döneminde petrol üretiminin düşmesiyle çıkan kriz üzerine ve Hint Okyanusuna 490 km uzaklıkta bulunan Afganistan’daki Sovyet askeri gücünün, dünyanın en büyük petrol suyolu olan Hürmüz Boğazını yaklaşmaları nedeniyle ana fikri “Amerikan askeri kuvvetlerinin Basra Körfezini savunmalarını taahhüt eden” Carter Doktrin’in[[3]] yayınlamasından sonra Carter yönetimi, daha sonra Katar’da yerleşik Merkezi Kuvvetler Komutanlığı-CENTCOM adını alacak olan Acil Müdahale Gücünü-Rapid Deployment Force kurarak, Basra Körfezi ve Hint Okyanusundaki Amerikan deniz gücünü arttırmıştır.

 

Rostov’un stratejik öngörüsüne uygun olarak, 11 Eylül 2001’de yaşanan New York İkiz Kuleler terör saldırısını bahane eden ABD, Avrasya’da oluşan Şangay İşbirliği Örgütü-ŞİÖ ve Rusya-Çin askeri ve stratejik işbirliğinin önlenmesi için Afganistan’ı işgal etti. Afganistan işgalinin diğer önemli gerekçesi ise bölge ülkelerinin komşularına ve Hint Okyanusu üzerinden dünya pazarlarına sevk edilecek olan Petrol ve Doğalgazının geçiş güzergâhlarını kontrol altına almaktır.

 

ABD liderliğindeki batılı emperyalistler jeopolitik hedeflerine erişmek için, 21. Yüzyılı şekillendirmek amacıyla kullandıkları başlıca jeostratejik araçları devreye soktular:

 

– Öncelikle ABD merkezli Tek Kutuplu Dünya kurmak için Sovyetler Birliği’ni dağıttılar,

 

– Yayılmacılıklarına gerekçe yaratmak için Medeniyetler Çatışması adı altında İslam diye yeni bir düşman yarattılar,

 

– Emperyalist yayılmacılığın önündeki en büyük engel ulus devletlerdir. Bu nedenle Ulus Devletleri zayıflatmak ve/veya yıkmak için siyasal ve kültürel silah olarak özünü boşalttıkları “Demokrasi, İnsan Hakları, Bireysel Özgürlük (Bağımsızlık değil!)” kavramlarını hedef ülkelerdeki işbirlikçi bayraksız aydınlar eliyle topluma yaydılar,

 

– Sovyet sisteminin iflasını liberal ekonominin zaferi diye ilan ederek, “küreselleşme” fırtınasıyla işbirlikçi iktidarlar eliyle ulus devletlerin ekonomilerini tüketime-ithalata çevirerek ülkeleri aşırı dış borca sokup, istikrarsızlaştırıp kırılganlaştırarak, müdahaleye açık hale getirdiler.

 

Doğalgazın büyük kısmının karalarda ve deniz altındaki borularla taşınmasına karşın, petrolün neredeyse tamamı denizlerden gemilerle taşınmaktadır. Bu deniz ticaret yolları üzerinde kritik geçiş noktaları (chokepoints) yeralmaktadır.[[4]]

 

 

Amerika liderliğindeki emperyalist batı ittifakının jeopolitik hırsları ilk olarak hidrokarbon rezervlerini ele geçirmek, ikinci olarak ise bu hidrokarbonların dünyaya pazarlanmak üzere sevk edildiği deniz ticaret yolları üzerinde mutlak denetimi sağlamaktır.

 

NATO eski başkomutanı ABD’li general Wesley Clark, 2003 yılında yayınlanan kitabında “Kasım 2001’de Pentagon’da bir kurmay subayla yaptığı gevezelikte, subayın; şimdi beş yıllık bir programla Irak’a gidiyoruz ama sırada Irak’la başlayan Suriye, Lübnan, Libya, İran, Somali, Sudan’ın olduğu yedi ülke var …” dediğini aktarıyor.[[5]]

 

ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell 12 Aralık 2002 tarihinde Arap ülkeleri için Arap sivil toplumunu güçlendirmek, mikro girişimciliği teşvik, politik katılımı genişletmek ve kadın haklarını geliştirmeyi amaçlayan “Ortadoğu Ortaklık Girişimi The Middle East Partnership Initiative (MEPI)”nin kurulduğunu ilan etti.[[6]]

 

ABD Dışişleri Bakanlığı Yakındoğu İşleri Bürosu bünyesinde kurulan bu oluşumun görevi, açıklanan amacın tam tersi olup, söz konusu ülkeleri yıkmaktır. Nitekim, bilindiği gibi “Arap Baharı” adı altında Akdeniz’e kıyıdaş olan Kuzey Afrika ülkelerinde Tunus’tan başlayan iç kargaşalar ve çatışmalar ile bu ülkelerin istikrarı bozulmuş, bu ülkelere demokrasi ve insan hakları yerine her zaman olduğu gibi sadece savaş ve ölüm gelmiştir.

 

ABD Askerî Haberalma Dairesi’ndeki Başkan Yardımcılığı görevinden 1998 yılında emekli olan Yarbay Ralph Peters tarafından kaleme alınan “Kanlı Sınırlar-Blood borders, How a better Middle East would look” isimli bir makale ve yeni Ortadoğu haritası Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nin Haziran 2006 sayısında yayınlanmıştır.[[7]]

Bu makalede yeralan haritaya göre Ortadoğu’da sınırların nasıl yeniden çizileceği açıklanırken, “Diyarbakır’dan Tebriz’e kadar yayılacak Hür Kürdistan, Bulgaristan ve Japonya arasındaki en batıcı devlet olacaktır.” tesbiti yeralmaktadır. Bu arada 1941 tarihli ABD ordu haritasındaki Kürdistan hedefini gözden kaçırmamak gerekir. Gerek bu harita ve aynı haritanın kürt sitelerinde yayınlanan versiyonu Türkiye’den toprak talep edildiği gerçeğini perçinlemektedir.

 

 

1941 tarihli ABD Ordu Haritası (erişilemiyor), guncelyorum.overblog.com (erişime kapalı)

 

Büyük Ortadoğu yerine “Yeni Ortadoğu” terimi ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice tarafından ilk kez Temmuz 2006’da Tel Aviv’de ifade edildi.  Daha sonra “Yeni Ortadoğu”nun, Anglo-Amerikan destekli İsrail’in Lübnan saldırısı sırasında Lübnan’dan sınırların yeniden çizilmesiyle başlandığı ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve İsrail Başbakanı Olmert’in basın toplantısıyla dünyaya ilan edildi.[[8]]

 

Tunus’ta 23 yıl ülkeyi tek adam olarak yöneten Zeynel Abidin Bin Ali 14 Ocak 2011’de ülkeyi terk etmiş, Batı medyası olayı “yasemin Devrimi” diye isimlendirerek şirin göstermeye çalışsa da 23 Ekim 2011’de yapılan seçimleri İhvancı El Nahda Partisi kazandı. Ortaya çıkan rejim tartışmaları nedeniyle El Nahda iktidarı uzun ömürlü olmadı ve 26 Ekim 2014 seçimlerinde lâik Nida Partisi seçimleri ve cumhurbaşkanlığını kazandı. Nida partisi dış politikada batı yanlısı çizgiye girerek Fransa, Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ile ilişkilerini sıkılaştırdı.

 

Mısır’da ise 2013 Askeri Müdahalesi ile ordu yönetime el koymuş ve seçimle Hüsnü Mübarek’in yerine Müslüman Kardeşler örgütüne bağlılığıyla bilinen Mursi %51,73 oy alarak 5. cumhurbaşkanı olmuştu. Mursi’nin yönetimi döneminde ülkenin ekonomik gidişatı toparlanamamış ve ülke içerisindeki radikal islami örgütlenmeler güç kazanmıştı. Bütün bunların etkisiyle ordu yönetime el koymuştu. Bunun üzerine ülkenin dört bir yanında protestolar başlamış ve Müslüman Kardeşlere mensup kişiler Adeviye Meydanında eylemlere giriştiler. Ordu, olayları bastırmış, 26 Mart 2014’de ordudan istifa eden El Sisi, Mayıs ayındaki seçimlerde Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Mısır’da Amerikan yanlısı bir yönetim kurulmuştur.

 

Libya’da ise 18 Mart 2011 tarihinde “demokrasi getirmek” için Fransa, İngiltere ve Amerika Libya’yı bombalamaya başladı. Kaddafi’nin öldürülmesinden buyana Libya’da iç savaş halen devam etmektedir.

 

Kuzey Afrika ülkelerinde yaratılan istikrarsızlık ve kurulan batı yanlısı hükümetler nedeniyle ABD, Süveyş kanalından Akdeniz’e giren yıllık 277 milyon ton (2016 verisi) petrol sevkiyatı üzerindeki tehditleri sınırlayıp, kontrol sağlamış bulunmaktadır.

 

Irak İşgali

 

ABD ve İngiltere, “demokrasi getirmek” için 20 Mart 2003’de Irak’ın işgaline başlamışlardır. Savaş ve ABD işgali sonrasında Irak fiilen parçalanmış, kuzeyde özerk bir Kürdistan kurulmuştur. Merkezi hükümetin halen ülkenin tümüne egemen olmadığı yapıda, ülkede halen 20 bin dolayında ABD askeri bulunmakta, özellikle kuzeydeki kürt bölgelerinde bulunan hava üslerini ABD istediği gibi kullanmakta, buralardan Suriye’nin kuzeyindeki PKK ordusuna askeri ve lojistik destek vermektedir.

 

Irak’a demokrasi getiren ABD ve batılı müttefikleri savaş sırasında en az 1,5 milyon Iraklıyı öldürmüşler en az 2,5 milyon yetim, öksüz ve sakat yaratmışlar, işgalin bitiminden buyana geçen yıllar içinde ise mezhep ve etnik iç çatışmalarda 500 binin üzerinde insan kaybı yaşanmasına neden olmuşlardır.

 

Suriye’nin işgali

 

15 Mart 2011 tarihinde iç isyan şeklinde başlayan Suriye iç savaşı, ABD’nin başta Libya olmak üzere, Orta Asya Türki devletlerden ve genel olarak 60-80 değişik ülkeden topladığı dinci radikal sapık ve katil sürülerini Türkiye, Irak, Ürdün, Suudi Arabistan gibi ülkelerin yardımıyla Suriye’ye sokup, İŞID terör örgütü adı Suriye’yi iç savaşa ve BM kararı olmaksızın kurduğu koalisyon ile askeri müdahale ve işgale dönüştü.

 

ABD halen, kuzey Suriye’de “müttefikim” dediği PKK/PYD/YPG gibi çeşitli isimler altında 70 bin kişilik ağır silahlarla donattığı kürt ordusuyla ve 20’yi aşkın askeri üssüyle Suriye topraklarının üçte birinde işgalini sürdürmektedir. İşgal bölgesi üzerinde hava kontrolunu Katar’daki El Udeyd hava üssünde konuşlu 100 dolayındaki savaş ve erken uyarı uçaklarıyla sürdüren ABD, Türk hava kuvvetlerinin faaliyetlerini izlemek için Ayn El Arab ve doğudaki Rumeylan hava üslerine 445 km menzilli 2 adet AN/TPS-75 tarama radarı yerleştirdi.

 

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki henüz resmen ilan edilmemiş Münhasır Ekonomik Bölge sınırları içinde ABD, İsrail, Mısır, Katar, İtalyan petrol şirketlerinin doğalgaz ve petrol aramalarına karşısında Türkiye’nin hak ve menfaatlerini koruyan Türk Deniz Kuvvetleri’nin faaliyetlerine karşı ABD, İsrail ve Yunanistan düzenli şekilde Nobel Dina deniz tatbikatları yapmaktadır.[[9]]

 

Bazı ABD düşünce kuruluşları Türk-Amerikan savaşı senaryoları yayınlamayı sıklaştırmış bulunmaktadır. Başkanlığını Yunan asıllı eski NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı (SACEUR), Emekli Oramiral James Stavridis’in yaptığı USNI-United States Naval Institute (ABD Deniz Kuvvetleri Enstitüsü) tarafından 1986 yılından bu yana çıkarılan “Naval Operations and Fleet Tactics (Deniz Harekatı ve Donanma Taktikleri)’’ isimli referans kitabın Temmuz 2018’de tamamlanan üçüncü baskısının Ege Muharebesi (The Battle of Aegean) adıyla yayınlanan 15. bölümünde ABD Donanması ile Türk Donanması savaştırılıyor.[[10]]

 

 

Şimdi sorumuzu tekrarlayalım:

 

Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kim tehdit etmektedir?

 

Bu sorunun cevabı emperyalist ABD ve müttefikleridir. Yani Türkiye’nin gerçek düşmanı doğru ve korkusuzca tanımlanmalıdır.

 

Bu durumda Türkiye’nin ulusal savunma stratejisi, Türk topraklarını tehdit edenlere (düşmanlara) karşı ivedilikle tedbirler almayı gerektirir.

 

S-400 konusuna gelince:

 

S-400 yüksek irtifa hava savunma füze sistemi, dünyanın en etkili sistemi olup, her bakımdan ABD ve diğer NATO ülkeleri tarafından üretilen benzer sistemlerden kesinlikle üstündür.

 

S-400 bir saldırı silahı olmayıp, savunma silahıdır. Sahip olduğu özellikler nedeniyle Türkiye’ye stratejik bir caydırıcılık sağlayacaktır.

 

S-400 sisteminin NATO radar ağına bağlanmasına gerek yoktur, müstakil olarak çalışabilir. Arama radarlarının menzili 600 km’dir. Ayrıca millî üretimimiz olan 450 km menzilli seyyar TRS-22XX radarlarından elde edilecek bilgiler, RADNET benzeri ayrı bir veri yolu ile NATO radar ağından ayrışık olarak S-400 sistemine entegre edilebilir.[[11]]

 

S-400 sisteminin NATO radar ağına bağlanmaması halinde, ülkemize yönelik balistik füze saldırılarına karşı, ABD’nin uzaydaki uyduları ve diğer NATO ve ABD müttefiki ülkelerdeki radar, uçak ve deniz platformlarından elde edilecek erken uyarı imkânından yararlanmayacağı bir gerçektir.[[12]]

 

Bu durumda “Türkiye’ye yönelik balistik füze saldırısı nerelerden gelebilir?” sorusuna doğru bir cevap bulmak gerekir.[[13]]

 

(a)- Eğer Türkiye bölgemizde gelişmekte olan özellikle Suriye eksenli yeni paylaşımlarda, nihaî tercihini Türkiye’ye yönelttiği tehditlerine 14 Ocak 2019 Pazartesi günü attığı tüvitle “Kürtlere saldırması halinde Türkiye’yi ekonomik olarak MAHVEDERİZ” diyerek düşmanlığını yeni bir aşamaya taşıyan ABD’nin yanında yeralırsa, kaçınılmaz olarak ABD’nin İran’a yapmayı planladığı saldırıda, Türkiye Kürecik’teki İran’ı gözetleyen ABD radarı nedeniyle İran’ın bu noktaya yapacağı balistik füze saldırısına maruz kalacaktır.

 

BU durumda, İran sınırının uygun noktalarına yerleştirilecek 450 km menzilli milli seyyar radarlarımızdan alınacak verilerle S-400 sistemini erken uyarmak mümkündür.

 

(b)- Çatışmanın yaygınlaşması halinde ise Türkiye, İncirlik üssündeki Amerikan uçak ve nükleer silahları nedeniyle İran ve Rusya’nın potansiyel balistik füze hedefi olacaktır. Her iki durumda da ama özellikle Rus balistik füzelerine karşı Türkiye’nin kendini koruma şansı, imkân ve kabiliyeti yoktur.

 

(c)- Eğer Türkiye, Türkiye’den toprak talep eden, ABD ve NATO ülkeleri tarafından BOP çerçevesinde kurulmak istenen Kürdistan girişimi için ABD, NATO ülkeleri ve İsrail’in saldırılarına karşı bir anavatan savunmasına başlarsa, bu düşmanlardan ülkemize yönelik balistik füze ve ilâveten hava taarruzlarına karşı sahip olduğu savunma imkânları yetersiz kalacaktır.

 

Son iki şık zaten III. Dünya Savaşı demektir ki, olasılık dışıdır.

 

Türkiye’nin S-400 sistemi almasına ABD neden karşı çıkmaktadır?

 

Söylenen gerekçe, üretimine Türkiye’nin de ortak olduğu 5. nesil F-35 Müşterek Taarruz Uçakları Türkiye’ye geldiğinde, S-400 radarları bu uçakların sırlarını çözermiş!!!

 

Bu gerekçe külliyen “YALAN”dır.

 

Çünkü, ABD ve İsrail, Suriye’de Rusya’nın kullandığı Hmeymim hava üssünde konuşlu olan S-400 sistemine rağmen Suriye üzerinde veya yakınlarında F-35 uçurmaktadırlar. Benzer şekilde Norveç, sınıra yakın konuşlu radar menzili 600 km olan S-400 sisteminin varlığına rağmen F-35’lerini uçurmaktadır.

 

ABD, Hmeymim’den 250 km uzaklıktaki Kıbrıs’taki İngiliz Agratur üssüne F-35’ler konuşlandırma kararı almıştır.

 

İngiliz Deniz Kuvvetleri F-35’lerin dikey kalkabilen modellerinin yüklü olduğu tek uçak gemisini Çin’in elinde S-400 sistemi olduğu bilinmesine rağmen, ABD kuvvetlerine destek olarak Güney Çin Denizi’ne yollama kararı almıştır.

 

Türkiye’nin S-400 sistemi almasına ABD veya NATO müttefiklerinin karşı çıkmalarının esas sebebi Türkiye’ye karşı bir askeri müdahale planları yapmış olmalarıdır.

 

Çünkü hatırlanırsa, Afganistan ve Irak’a karşı yapılan işgal savaşları; öncelikle bu ülkelere füze ve uçaklarla yapılan uzun süreli hava bombardımanlarıyla haberleşme, radar sistemleri ve ağır silahlı birlikleri ile ikmal imkanlarının yok edilmesinden sonra kara karekâtı ile sonuçlandırılmıştı.

 

Ancak dikkat edilirse, Suriye’nin çok güçlü bir hava avunma sistemi nedeniyle, Suriye hedeflerine etkili hava taarruzları yapamadıkları için Suriye’ye karşı ABD liderliğindeki koalisyon kuvvetleri 2011’den beri kara harekâtı ile işgal yapamamıştır.

 

Sonuç olarak,

 

S-400 sistemi kesinlikle alınmalıdır. Türkiye’ye stratejik bir caydırıcılık sağlayacaktır.

 

ABD ambargo uygulayabilir. Buna iç cephede birlik sağlanarak karşı koyulur.

 

Türkiye’yi NATO’dan çıkartamazlar, Kuzey Atlantik Andlaşmasının 13. maddesine göre herhangi bir üye devlet kendi rızası ile üyelikten ayrılır.[[14]]

 

Türkiye’ye F-35’leri vermezler, mevcut savaş uçaklarımızı ve helikopterlere veya diğer kritik silah sistemlerimize yedek parça vermezler. Bu durumda başka kaynaklardan tedarik ile yerli üretimi arttırmak imkânı elimize geçer ki, bu durum “tam bağımsızlık” yönünde önemli bir fırsattır.

* * *

[[1]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvTmljaG9sYXNfSi5fU3B5a21hbg

[[2]] : http://www.wikizero.biz/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvV2FsdF9XaGl0bWFuX1Jvc3Rvdw

[[3]] : The Doctrine, Implementation, http://www.wikizeroo.net/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3dpa2kvQ2FydGVyX0RvY3RyaW5l

[[4]] : Oil Chokepoints : https://mansfield.energy/market-news/maritime-chokepoints-critical-global-energy-security/

[[5]] : Wesley K. Clark, Winning Modern Wars: Iraq, Terrorism And The American Empire, sayfa 130.

[[6]] : CSR Report for Congress, RS22053 February 15, 2005, dipnot 2

[[7]] : Makalenin orijinal halinin yayınlandığı link: http://www.armedforcesjournal.com/2006/06/1833899/ olup, artık ulaşılamamaktadır. Haritaların olmadığı makale metni ise http://armedforcesjournal.com/blood-borders/

[[8]] : Secretary of State Condoleezza Rice, Special Briefing on the Travel to the Middle East and Europe of Secretary Condoleezza Rice (Press Conference, U.S. State Department, Washington, D.C., July 21, 2006).

http://www.state.gov/secretary/rm/2006/69331.htm

[[9]] : http://www.maritimeherald.com/2019/israel-completes-noble-dina-2019-trilateral-exercise-with-us-and-greek-naval-forces-in-the-mediterranean/

[[10]] : E. Tüma. Cem Gürdeniz, Doğu Akdeniz’de İkinci Sevr ve Hayali Türk – Amerikan Deniz Savaşı, https://www.aydinlik.com.tr/dogu-akdeniz-de-ikinci-sevr-ve-hayali-turk-amerikan-deniz-savasi-cem-gurdeniz-kose-yazilari-nisan-2019

[[11]] : Haluk Dural, NATO tehdidi ve S-400 radar gerçeği-1, http://www.dunya48.com/haluk-dural/30662-haluk-dural-nato-tehdidi-ve-s400-radar-gercegi1

[[12]] : Haluk Dural, NATO tehdidi ve S-400 radar gerçeği-2, http://www.dunya48.com/haluk-dural/30689-haluk-dural-nato-tehdidi-ve-s400-radar-gercegi2

[[13]] : Haluk Dural, S-400 mü, Patriot mu? https://odatv.com/patriotlarin-tetigi-nato-kararghindaki-abdli-generallerin-elinde-olacak-17011906.html

[[14]] : https://www.nato.int/cps/en/natolive/official_texts_17120.htm

Doğu Akdeniz’de İkinci Sevr ve Hayali Türk – Amerikan Deniz Savaşı

Doğu Akdeniz’de İkinci Sevr ve Hayali Türk – Amerikan Deniz Savaşı

ABD’nin denizlerde ve okyanuslarda en büyük rakiplerinden birisi olan Rusya’ya karşı uygulanacak harp oyunlarında bile suni savaş senaryosu kullanılırken, NATO müttefiki bir ülkenin senaryoda açık şekilde düşman statüsüne alınması Türkiye’ye ciddi bir mesaj ve diplomatik hakarettir.

 

Yüzbaşı Decatur ve Trablusgarp (1804) Çatışması tablosu.

 

Yazılarımı sürekli okuyanlar bilir. Denizde vekalet savaşı olmaz. Karada PKK ve IŞİD gibi devlet dışı aktörlerle savaşırsınız ancak denizde ulus devletler savaşır. Türk ordusu gerek Fırat Kalkanı gerekse Zeytin Dalı harekatında vekiller ile savaşıyor görünebilir ancak savaşın gerçek karşı tarafı topyekun Atlantik cephedir. Bu durumun hükümetler arası ilişkilerin diplomasi yolu ile yürütülmesine engel teşkil etmediğini söyleyebiliriz. Ancak denizde bu strateji uygulanamaz. Hele çıkar çatışma alanı Doğu Akdeniz ise…

 

JEOPOLİTİK AĞIRLIK MERKEZİ: DOĞU AKDENİZ

21’inci yüzyılda Türkiye’nin en ciddi jeopolitik sorun alanı Doğu Akdeniz’dir. Zira Atlantik cephe Türkiye’den neredeyse Mavi Vatanın dörtte birinden vazgeçmesini istemektedir. Bu nedenle yaşanan sürece İkinci Sevr dönemi diyebiliriz. 1919 sürümünde anavatanın, 2019 sürümünde Mavi Vatanın parçalanması hedeflenmektedir. Bu kapsamda Doğu Akdeniz’de yaşananlar ve yaşanacaklar Ege sorunlarını gölgede bırakmaktadır. Zira karşımızda dev enerji firmaları ve arkalarında emperyalizmin tarihsel temsilcisi devletler vardır. (Noble Energy ve Exxon-Mobil: ABD; Total: Fransa; ENI: İtalya gibi)

 

İTTİFAK DÜŞMAN OLUR MU?

Ancak durum görünenden çok daha karmaşıktır. Türkiye, mavi vatanını parçalamak isteyenlerle aynı askeri ittifak şemsiyesi altındadır. Paradokslar silsilesi yaşanmaktadır. Bu nedenle Türkiye’ye donanma üzerinden yapılacak baskı ve uyarılar önce çekirdek ikili (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan) ile onların ayrılmaz müttefikleri İsrail ve Mısır aracılığı ile deneniyor. Sonra baskı cephesi büyütülüyor. Tatbikatlar, yeni silah alımları, denizde ve enerjide işbirliği açıklamaları, Türkiye karşıtı AB ilerleme raporları, ABD’nin çok sayıdaki düşünce kuruluşu ve kongre araştırma raporları, Atlantik cephede bazı siyasi kişiliklerin tehdit dolu beyanatları gibi faaliyetler Türk iradesini değiştirmeyi hedefliyor. Bu baskılara ABD Başkanı Trump’un 13 Ocak tweetinde Türk ekonomisi için kullandığı devastate (mahvetmek) fiilini, ya da 20 Mart Kudüs Zirvesinde ABD Dışişleri Bakanının Türkiye için kullandığı malign (habis) tanımlamasını ve son olarak S-400 ve F-35 uçakları üzerinden yürütülen baskı siyasetini de ekleyebiliriz.

 

AMERİKAN SENARYOSUNDAKİ DÜŞMAN: TÜRKİYE

Fakat bu saydıklarımın hiç biri, Amerikan Silahlı Kuvvetleri ateş gücünün Türkiye’ye karşı kullanılmasını açık bir şekilde dile getirmiyordu. Türkiye’deki Amerikan çıkarlarını ve Atlantik Sistemin Türk dostlarını tamamen kaybetmemek için hassas bir dil kullanan ve dolaylı tutum stratejisi uygulayan ABD, bugüne kadar yaptığı Türkiye karşıtı faaliyetlerde (4 Temmuz 2003 Özel Kuvvetlere Çuval Geçirme hadisesi hariç) ya Türkiye’deki FETÖ benzeri işbirlikçi enstrümanları kullanarak kumpas/baskı kurulmasını sağlıyor ya da gerek NATO, gerekse milli tatbikatlarında (Millenium Challenge 2000 gibi) jenerik bir coğrafya, uydurma isimler ya da semboller üzerinden Türkiye’ye mesaj vermeye çalışıyordu. Şimdi bu stratejinin değiştiğini ve ABD’nin vites yükselttiğini görüyoruz. Başkanlığını Yunan asıllı eski NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı (SACEUR), Emekli Oramiral James Stavridis’in yaptığı USNI-United States Naval Institute (ABD Deniz Kuvvetleri Enstitüsü) bağımsız, kâr amacı gütmeyen bir düşünce kuruluşudur. Temel amacı, Amerikan deniz gücünün geliştirilmesine strateji, taktik ve fikirler üreterek katkı sağlamaktır. Aktif ve emekli, yerli ve yabancı binlerce üyesi vardır. Her sene onlarca yeni kitap USNI markasıyla çıkarılır. 1986 yılından bu yana çıkarılan “Naval Operations and Fleet Tactics (Deniz Harekatı ve Donanma Taktikleri)’’ isimli referans kitabın Temmuz 2018’de tamamlanan üçüncü baskısının 15. Bölümü, Ege Muharebesi (The Battle of Aegean) adıyla yayınlandı. Bu bölümde ABD Donanması ile Türk Donanması savaştırılıyor. Birinci baskıda hayali Amerikan-Sovyet deniz savaşı suni bir harita ve senaryo üzerinden; ikinci baskıda (1999) suni bir coğrafyada kıyı sularında deniz harbi işlenirken, son baskıda gerçek haritalar ve gerçek olgular kullanılmış. USNI’nin yayınladığı referans bir kitapta, bir NATO üyesini açıkça düşman statüsünde görmesi ciddi bir sorundur. ABD’nin denizlerde ve okyanuslarda en büyük rakiplerinden birisi olan Rusya’ya karşı uygulanacak harp oyunlarında bile suni savaş senaryosu kullanılırken, NATO müttefiki bir ülkenin senaryoda açık şekilde düşman statüsüne alınması Türkiye’ye ciddi bir mesaj ve diplomatik hakarettir. Zira kitabın önsözü ABD Deniz Kuvvetleri Komutanı tarafından yazılmış ve imzalanmıştır. NATO’da bile tatbikat senaryolarında hedef ülkenin kim olduğu uzmanlar tarafından bilinmesine rağmen, hiçbir zaman o ülkenin ismi doğrudan zikredilmez, suni bir isim kullanılırken, bir NATO ülkesine (Türkiye) karşı, bir başka NATO ülkesinin (Yunanistan) savaşını adeta kışkırtan ve daha sonra, tüm askeri ve siyasi gücü ile o ülkenin yanda savaşa katılacağın açıklayan bir senaryo, bulunabilecek en hafif tabiri ile, skandaldır. İlk iki baskısı sadece duayen deniz taktik uzmanı Wayne Hughes tarafından yazılan kitabın 3. Baskısında yeni yazar olarak E. Amiral Grier yer almış. Bu baskıda yeni kavramların ve özellikle Türk Amerikan çatışmasının eklenmesinde 90 yaşına gelen Hughes’un rolünden çok, müktesebatı modern deniz taktikleri, bilgi harbi, asimetrik harp, suni zeka, insansız araçlar, mayın harbi ve denizaltı savunma harbi olan, uzun yıllar NATO’da ve ABD Deniz Akademisinde çalışan Amiral Grier’ın rolünün öne çıktığını söyleyebiliriz.

 

DOST GÖRÜNEN DÜŞMAN: TÜRKİYE

Senaryo, Kıbrıs’a Yunanistan’ın balistik füzeler yerleştirmesini Türkiye’nin bunu önlemesi ve fırsattan yararlanarak benzer silahların yerleştirileceği Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve İstanköy adalarını işgal etme niyeti üzerine kurgulanmış. Başlangıçta senaryonun Türkiye’yi hedef almadığı, 1920 yılında Amerikan donanmasının İngiliz donanmasına karşı oynadığı harp oyunlarına benzetilerek kurgulanmış olduğu belirtilse de, metinde Türkiye için ‘dost görünümlü güçlü bir düşman’ ifadesi kullanılması bu kabullenmeyi baştan çürütüyor. Türkiye’nin İslami değerlere sahip çıkan, ancak fanatik teokratik yaklaşıma sahip olmayan bir ülke olduğu belirtilen (her nedense laik-secular kelimesi kullanılmamış) senaryoda, Amerikan ateş gücünü Türk anavatanına yönlendirmenin ABD çıkarları için bir felaket olacağı vurgulanıyor.

Senaryo gereği, Ege’de gerçekleştirilen deniz kampanyasında silahlı çatışma alanı olarak sadece deniz tarafı kullanılmış. ABD 6. Filosu, başlangıçta Yunanistan’ın ve Güney Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünü sağlamak ve Yunan Donanmasının yokoluşunu önlemek için Kıbrıs’a giden Türk amfibi konvoyuna ve filosuna karşı Aegis sınıfı kruvazörleri gönderiyor. Türkiye birini batırıyor. Onlar da adaya giden Türk tank çıkarma gemisini (LST) batırıyor. Gemiyle birlikte 700 kişi kaybediliyor. Daha sonra savaş Ege’ye yayılıyor, Türkiye Boğaz önü ve Doğu Ege adalarını işgale yöneliyor.

 

TÜRKİYE’Yİ TAMAMEN KAYBETMEMEK

  1. Filonun hedefi amfibi gücü adalara varmadan diğer muharip unsurlarla birlikte imha etmek. Bunun için de Türk savaş gemilerinin karşısına yem olarak 6 adet korvet tipi gemi çıkararak Türk unsurları açık denize çekmek. Bu gemiler Türkleri oyalarken senaryoda gelecekte sahip olunması gerektiği vurgulanan 8 adet Phantom ismi verilen ve her biri 10 tane taktik balistik füze taşıyan kıyı sular saldırı gemileri ile Türk donanmasının işini bitirmek hedefleniyor. Senaryoda çok güçlü düşman olarak gösterilen Türkiye’ye karşı Ege’deki Türk kıyılarından itibaren tam bir deniz kontrolünün tesisi amaçlanıyor. Kıyı sularda deniz savaşının değişik taktik, doktrin ve muharebe sistemleri gerektirdiği ve yeni gemi tipleri ile silahlara olan ihtiyaç öne çıkarılıyor. Senaryoda amacın, savaşı karaya yaymadan sadece denizde kısıtlı ve emniyetli bir hareket yaparak riski azaltmak olduğu belirtiliyor. Böylece hem Türkiye’yi tamamen kaybetmemek ve aynı zamanda Amerikan gemi ve can kaybını artırmamak amaçlanıyor. Genelde bilgi harbi ve insansız sistemlerin kullanılmasına vurgu yapılan senaryoda 6. Filo süper kahraman olarak gösterilmiş ve sayısal olarak güçlü Türk donanmasının karşısına zaman kaybetmeden çıkarılmış. Senaryo bu meydan okumayı İkinci Dünya Savaşının Pasifik Cephesinde Japonya’ya karşı kazanılan Midway savaşına benzetiyor. Avrupa Amerikan Deniz Kuvvetleri Komutanının akış içinde “barışı sağlamak için kan dökmenin gerekli olduğuna inanıyorum’’ sözü dikkat çekiyor. Senaryo Amerikan Başkanını tam bir Yunan hayranı yaparken, Amerikan Milli Güvenlik Kurulu Kıbrıs’a yönelik fiili bir harekatın ABD’ye yapılmış olacağı tehdidini ihmal etmiyor. Yunanistan’a da hiç bir adasının işgal edilmeyeceği garantisi veriliyor. Her nasılsa savaşı Türkiye, Amerikan kruvazörünü batırarak başlatıyor. Senaryoda dikkat çeken bir diğer önemli husus, Ege gibi kıyı sularda Amerikan donanmasının bu sahada tecrübeli Türk donanması karşısında büyük riskler alamayacağı ve gemi kayıplarına tahammül edemeyeceğini belirtmesi. Bu nedenle Truman uçak gemisi, Türk Hava Kuvvetleri ve Türk gemilerinin füze menzili içine sokulmuyor. Diğer taraftan kıyı sularda Harpoon benzeri gemiye karşı güdümlü mermilerin de ana kara ve adaların gölgesi nedeni ile güvenilir olmayacağı genellemesi yapılıyor. Senaryoda Ruslar da Türkleri ikna için aracı olarak kullanılmış. “Türklere söyleyin. Adaları işgal etmesin.’’

 

SEMBOLLER VE MESAJLAR

Amerikalı meslektaşlarımız semboller üzerinden mesaj vermeyi de ihmal etmemişler. Amerikalı Oramiralin İtalya’daki NATO görevinden ve Rhode Island/Newport’taki Deniz Harp Akademisinden arkadaşı olan Türk Donanma Komutanının adı Oramiral Mehmet Abdül. Yazar, Abdül’ün Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin Türkleri medyada küçük gördüğü karikatür ve yazılarda kullandığı bir tabir olduğunu bilmediğimizi sanıyor olabilir. Diğer sembol isim açık olarak verilmiş ve izah edilmiş. Phantom filosunun iki komutanından birisinin adı Albay Stephanie Decatur. Bayan subaya verilen soyadı da 1804 yılında Cezayir Dayısını yenerek Berberi gambotunu ele geçiren Deniz Yüzbaşı Stephen Decatur’dan geliyor. Amerikan Donanmasının ilk deniz zaferi olarak kabul edilen olayı resmeden ve yere düşen Türk bayrağını da gösteren Dennis Malone’nun yağlı boya tablosu, Pentagon’da ABD Deniz Kuvvetleri Komutanı makam odası girişinde bulunuyor.

 

GÜNCEL NAVARİN TEHDİDİ

Söz konusu kitabın 15. Bölümü salt bir deniz taktik kitabının çok ötesindedir. Türkiye’nin Ege, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de çıkarlarını korumak için Yunan deniz gücü ile karşı karşıya kaldığında Amerikan gücünün kayıtsız şartsız Yunanistan’ın yanında olacağını ve bu uğurda gerekirse Türk donanmasını imha edebileceğinin açık mesajını veriyor. Durumu 1827 yılında Pilos’ta yaşanan Navarin Baskını şartlarına benzetebiliriz. Reel politik düzlem ile bu senaryo bir arada değerlendirildiğinde, Doğu Akdeniz’de, kontrolü giderek güçleşen askeri yığınaklanmanın devam ettiği; Türkiye ve KKTC’nin deniz yetki alanındaki meşru haklarına şirketleri üzerinden araştırma ve fiili delme, faaliyeti ile meydan okuyan; resmi açıklamada Türkiye’ye “habis” diyebilen siyasi ittifakların yer aldığı bir ortamda, ABD Deniz Enstitüsü tarafından yayınlanan bu senaryo, düşmanca bir niyetin yansıması ve Türkiye’yi hala Bon Pour L’Orient (şark için iyi) olarak görme temayüllerinin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.

 

DİKKAT EGE’YE ÇEKİLİYOR

Senaryonun ve taktiklerin Ege harekat alanı açısından eleştirisi için sayfalar yetmez. Ancak söylenmeden geçilemeyecek husus, senaryoda bir savaşta son sözü söyleyecek Türk denizaltılarından hiç bahsedilmemiş olmasıdır. Pek çok maddi hata ve yanlış bilgi ile bu senaryo ve hal tarzının, hiç bir yerinde Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin kıta sahanlığını koruma kararlılığı ve hidrokarbon kaynakları mücadelesine yönelik gönderme yapılmaması da çok ilginçtir. Halbuki bugün için asıl mesele Ege’deki durumdan çok daha önemli olan Doğu Akdeniz enerji kaynakları mücadelesidir. Bir bakıma kurguda, Türkiye’yi Ege sorunlarına çekerek, Doğu Akdeniz yetki alanı paylaşım mücadelesini ikinci plana atmasını arzulayan bir mesaj verilmeye çalışılmıştır. Senaryoda Türkiye’nin Avrasya’ya ve özellikle Rusya’ya tamamen yönelmemesi için de tedbirler alındığını görüyoruz. Örneğin Türk Amfibi gücünü önlemek için çok fazla can kaybına neden olacağından denizaltıların kullanılması ya da ana karaya hava saldırısı istenmiyor. Yani Türk kamuoyunu kazanmak için açık kapı bırakılıyor.

 

YUNANİSTAN’A VE RUMLARA GÖREV

Diğer yandan Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a bu senaryo ile aslında bir görev verilmektedir. “Türkiye’nin askeri gücü çok artmıştır, siz şimdi ön alırsanız, bizim de desteğimizle Türkiye’yi yener, karada ve denizde siyasi hedeflerinize ulaşırsınız.” Geçmişte emperyalizmin benzer teşvikleri ile kendi başlarına “Küçük Asya” felaketini getirmiş olanların, bu ucuz ve çok tehlikeli senaryoda yer alıp almayacaklarını bilemeyiz.

 

BİLGE DEVLET ADAMLARI NEREDE?

Diğer taraftan bazı Amerikalıların İkinci Dünya Savaşının bilge amirallerinden ders alması gerekiyor. Mesela Amiral King ve Amiral Leahy başta Başkan Truman olmak üzere karşı cephenin yoğun baskısına rağmen 1945 yılında Japonya’ya karşı nükleer silahların kullanılmasına açıkça karşı çıkmıştı. Bugün de ABD devlet sisteminde savaş çığırtkanlığı yapanları dizginleyecek akil devlet adamlarına ihtiyaç var. Sadece denizde kısıtlı kalacağını hayal ettikleri Türk Amerikan savaşının söz konusu koşul sağlansa bile yaratacağı deprem ve kıracağı fay hatlarını Amerikalılar düşünemiyor mu? Türkler ve Türk Donanması, anavatan ve mavi vatanın bir karışını vermez. Bu uğurda güç kullanım tehdidi ve savaş ile caydırılamaz. Ege’de veya Doğu Akdeniz’de 1827 ve 1919 koşullarını geri getirmenin, mantık dışı senaryolarla Türkiye’ye mesaj vermenin zamanı geçmiştir. Zaman, deniz dibi kaynaklarının ve deniz yetki alanlarının kıyıdaşlar arasında hakça paylaşılması için müzakere edilmesi; Ege’de başta karasuları genişliği sorunu olmak üzere Yunan oldu-bittilerinin Türkiye’nin hayat alanını nasıl kısıtlayacağının anlaşılması zamanıdır. Zaman, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın ulusal güçlerinin ötesinde hayaller ile Türk mavi vatanından hırsızlık yapma teşebbüslerine son vermeleri zamanıdır.

 

CHURCHİLL DERSLERİ

Diğer yandan yazarlara, Birinci Dünya savaşında Türkler için kullanılan Abdül’ün yerini Mehmetçiğin aldığını hatırlatalım. Beğenmedikleri Abdül, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşında Mehmetçiğe dönüştü. Churchill’in Lozan sonrası hatıratındaki ifadesi ile: “Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri, müttefikler için en kötü aşağılanmadır… Müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır.” Amerikalı meslektaşlarımızı tarih okumaya davet ediyoruz. Unutulmamalıdır ki, karşılıklı saygı ve anlayış üzerine inşa edilecek Türk – Amerikan dostluğunun küresel barış ve istikrara katkısı, bu ucuz senaryoların yaratacağı karmaşa ve yıkımdan çok daha değerlidir.

Başta Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarımız olmak üzere devletimizin sorumlu makamları kuşkusuz bu senaryoyu ciddi şekilde değerlendirecektir. Ancak, Türk ve KKTC kamuoyu, devlet yönetiminde bulunanlardan, bu konuda yaptıkları/yapacakları resmi girişimler ve gösterdikleri kararlılıkla ilgili aydınlatıcı açıklamayı da beklemektedirler.

Amerikan askerleri Türk ordusunu böyle gözetliyor

Mutabakata göre 4 Temmuz’da PKK’nın Suriye kolu YPG’lilerin tamamının kentten ayrılması gerekiyorken, belli başlı kişiler dışında, YPG’nin Münbiç’teki esas varlığı devam ediyor.

Türkiye ve ABD arasında Haziran ayında imzalanan Münbiç mutabakatında henüz bir ilerleme sağlanamadı. Mutabakata göre 4 Temmuz’da PKK’nın Suriye kolu YPG’lilerin tamamının kentten ayrılması gerekiyorken, belli başlı kişiler dışında, YPG’nin Münbiç’teki esas varlığı devam ediyor.

Mutabakata göre Türk ve ABD askerleri Münbiç’te ayrı ayrı bağımsız devriye faaliyeti gerçekleştireceklerdi. Türk askerleri şu ana kadar 12 devriye görevini gerçekleştirdi. Güvenlik kaynakları, devriye faaliyetlerinin ABD’nin oyalaması olduğunu öne sürülüyor.

Güvenlik kaynakları, ABD askerlerin attığı devriyelerin, Türk askerinin devriye rotasından çıkıp, çıkmadığını denetlemekten ibaret olduğunu söyledi ve devriye faaliyetlerinin Münbiç kent merkezinde değil, kentin dışında yapıldığını da vurguladı.

Münbiç’te şu an 400-500 civarında YPG’li olduğu ifade ediliyor. Aynı zamanda YPG’lilere askeri eğitimlerin verildiği bir askeri kamp da bulunuyor. YPG’nin Münbiç’ten çıkması durumunda PKK’nın Fırat’ın batısındaki varlığı tamamen sona ermiş olacak.

İşte TSK’nın 28 Haziran’da yaptığı 6. devriye görevini izleyen ABD askerlerinin fotoğrafları: 

 

Masum Gök

Odatv.com

Türk Sağı’nın Amerikan Seviciliği

TÜRK SAĞI’NIN AMERİKAN SEVİCİLİĞİ

 

Yada TÜRK HALKI’NIN BATI SEVİCİLİĞİ başlığı mı daha uygun düşerdi? Osmanlı’dan bugüne milliyetçi ve muhafazakâr özellikleriyle maruf halkımızın Tanzimat sonrasındaki 180 yıllık zaman zarfında İngiltere, Fransa, Almanya, Amerika gibi ülkelerle münasebetlerine bakın; ya vassal & senyör ilişkisidir, ya da metres hayatıdır. Ve fakat milliyetçiliğimizden, muhafazakârlığımızdan da kıl kadar eksilme olmamıştır nedense.

1838 Baltalimanı Antlaşması ile 1948 Marshall Yardımı Anlaşması arasında metbuiyet ilişkisi bakımından bir fark yoktur. Veya 2008 AB Müktesebâtı..

Osmanlı saraylarında görev yapan cariyeler arasında has odalık, peyk ve gözde olanların ‘ikbal’ yani Padişahla karı-koca hayatı yaşayan ama genelde çocuk sahibi olmayan ünvana erişmek için yarış vardı. 4 ilâ 6 arasındaki bu maaşlı ikballerin bir tanesi de ‘baş ikbal’ pozisyonuna yükseltilirdi. Şimdilerde diyeceğim ama değil, Atatürk sonrasındaki 70 yılın özeti; Batı’nın padişah olduğu ve bizim de göze girmek için birçok şeyi yaptığımız, roller bakımından da tarihî gerçeklikle ters orantılı bir hâli andırmaktadır.

Ben de dahil olmak üzere milliyetçi-ülkücü camia ile muhafazakâr-İslamcı camia evvelâ ülke içinde Komünizme karşı geliştirdikleri Cihad anlayışını 1979-1989 arası Rusya’nın Afganistan’ı işgaline karşı, 1992-1995 arası Sırbistan’ın Bosna-Hersek’i işgaline karşı, 1994-1996 arası yine Rusya’nın Çeçenistan’ı işgaline karşı hep zinde tuttular; gerek kültürel etkinliklerle ve gerekse sahada çarpışarak.

Hatta dıştan ‘sağ’ olarak adlandırılan bu yapılanmaların ilk kanadı ikincisi olmaksızın 1991-1994 arası Ermenistan’ın Karabağ’ı işgalinde ve 1997, 2001, 2002, 2009, 2013 gibi yıllarda tansiyonu daha da yükselen Doğu Türkistan’daki Çin zulmüne karşı cihadımsı faaliyetler yürüttü.

Yalnız Şair’in “Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihad” dediği gibi bu cihad bir tek Batı’ya sökmedi. Ne Amerika’nın 1991’de Irak’ı ilk işgalinde, ne 2003 ile 2011 arasındaki ikinci işgalinde; ne de 2011’de ABD ve müttefiklerinin hem Libya’da hem de Suriye’de bombardıman ardı iç savaş çıkarmalarında cihad’ın ‘c’si söz konusu olmadı. Hatta her birinde ya yancılık veyahut figüranlık, illâ bir rol kapmaya da çalıştık.

Bu durumu 2013’te Âkil Heyeti’ne cihadın hep Batı ötesi devletlere yönlendirilmesi meyanında “Türk Milletinin imanını Amerika mı kontrol ediyor?” diye sormuş ve 2014’te de “Âlem-i İslâmın imanını İngiltere mi kontrol ediyor?” diye genişleterek yazıya dökmüştük. Ve hatta o yıllardaki bir başka yazıda “Ne güzel iş, yürüyüş kararı gibi Amerika’dan sipariş: “Cihad yapılacak; yap!” demiş idik.

Netice-yi kelâm, Miraç Gecesi Ortadoğu’da Müslümanlar dua ve niyazdayken Amerika, İngiltere, Fransa Suriye’yi bombaladı. Yok kimyasal silahlarmış, yok kıyamet füzeleriymiş, yok diktatörlükmüş; biz bu filmi çok gördük. Hastalığı teşhis eden biri olarak cihad falan beklediğimiz yok da bari bir kınama olsaydı. Afrin Operasyonu’nu başarıyla ama Putin’in aleni, Esad’ın da örtülü desteğiyle tamamlayan bir ülkenin en azından kendi pişmiş aşına su döktürmeyecek sözler söylemesi gerekirdi.

Ne dedik: Destekliyoruz. Nasıl dedik: “Atılan füzeler içimizi serinletmedi; çok az vuruş yapıldı.” Ne demedik: Hukuksuz saldırı, içişlerine müdahale, barışı bozma ve savaşı derinleştirme. Niye demedik: Batı seviciliğimizden, Amerika’yla metres pardon stratejik ortak olmak isteyişimizden.

Bazılarının zihninde Amerika maalesef Allah’tan daha büyük bir yer kaplıyor.

Önümüzdeki günlerde benzin ve motorin fiyatlarında indirim yapılmasını bekliyoruz

Son bir hafta içinde dolar kurunda ve Brent petrolün varil fiyatında hızlı bir düşüş görüldüğünü belirten TESK Genel Başkanı Bendevi Palandöken, “Önümüzdeki günlerde benzin ve motorin fiyatlarında indirim yapılmasını bekliyoruz” dedi.

EN AZ 20 KURUŞ İNDİRİM YAPILMALI

Afrin operasyonundan önce 3,83’TL’ye kadar ulaşan Amerikan Doları kurunun 3,76’a kadar düştüğünü açıklayan Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu (TESK) Genel Başkanı Bendevi Palandöken, “Doların yanı sıra Brent petrolün uluslararası varil fiyatı da 73 dolardan 68-69 dolara kadar düştü. Finans uzmanları brent petrolün varil fiyatı ile dolar kurundaki düşüşün süreceğini belirtiyorlar. Buna göre benzin ve motorin grubunda yapılan indirim oranında fiyatların aşağı çekilmesi artık kaçınılmaz” diye konuştu.

AKARYAKITTA VERGİ ORANLARI YÜZDE 10 İNDİRİLMELİ

Son 6 aydır enflasyon oranlarındaki artışta en büyük paylardan birinin ulaştırma grubundaki fiyat artışları olduğunun altını çizen Palandöken, “Merkez Bankası, yıl sonu enflasyon oranı beklentisini yüzde7’den yüzde 7,9’a yükseltti. Akaryakıtın fiyatının artması demek, tüm mal ve hizmetlerin fiyatının artması demektir. Dolayısıyla, enflasyon oranlarında kalıcı bir düşüş sağlanana kadar benzin ve motorinin vergisi 10 puan azaltılmalıdır. Böyle bir adım atılırsa ekonomide görülecek canlanmanın vergi gelirlerine olumlu etkisi akaryakıtta indirim yapılan ÖTV’den daha fazla olacaktır” şeklinde konuştu.

Bayramda Çocuklarda Aşırı Şeker ve Çikolata Tüketimine Dikkat

Aşırı şekerli, çikolatalı gıdaların tüketimi, başta ağız ve diş sağlığı olmak üzere mide-barsak şikayetlerinin de ortaya çıkmasına neden olabilir. Çocukların sağlıklı, mutlu ve sorunsuz bir bayram geçirmesi için şeker ve çikolata tüketimlerine sınırlama getirilmesi gerekir.

Okan Üniversitesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Evrim Şenkal, ‘’Ebeveynlerin çocuklar için tatlı tercihlerini sütlü tatlılardan yana kullanmaları yanında çocukların yeterli miktarda sıvı tüketmelerini ve dişlerini fırçalamalarını sağlaması gerekir. Bayramlarda büyüklerin şeker, çikolata ikram edip bir de ısrarcı olmaları aileleri de zor durumda bırakmakta ve çocukları aşırı yeme eğilimine sürüklemektedir. Özellikle şeker tüketimi sonrası dişler fırçalanmadığında ağızda kalan yiyecek artıkları bakteri üremesine yol açar ve diş çürümesini hızlanır. Bu yüzden en azından bu tarz gıdalar tüketildikten sonra, o sırada diş fırçalanamıyorsa çocukların su içmesi sağlanarak ağızdaki artıklar giderilebilir. Bu tür yiyecekler kabızlık gibi sorunlara da yol açabilir. Dolayısıyla çocukların her zaman olduğu gibi bayramda da bol sebze ve meyve tüketmeleri sağlanmalı, bol sıvı alabilmelerine özen gösterilmelidir’’ dedi.

Okan Üniversitesi Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Evrim Şenkal, Bayramda Tüketilen Şeker ve Çikolata Tüketimi ile ilgili önerilerde bulundu.evrim şenkal

Normal zamanlarda da çocukların şeker, çikolata ve bisküvi tarzı gıdaları çok tüketmemelidir. Şekerli gıdalar tokluk yaratarak besleyici gıdaların alınmasını engeller.

Şekerli gıdaların çok tüketilmesi, yağlı dokuyu arttırarak ve kandaki kolesterol düzeylerini bozarak kardiyovasküler hastalık riski artışı ile ilişkilidir.

Şekerli meşrubatların tüketimi aynı zamanda özellikle kalsiyum gibi ana elementlerin az alımı ile ilişkili çünkü süt yerine tercih edilmiş olur.

Çocuklarımız için önerebileceğimiz sağlıklı atıştırmalıklar; taze meyve, peynir, tam tahıllı kraker ya da ekmek ürünleri, süt, çiğ sebze, taze meyve suyu, sandviç, yoğurt olabilir.

Amerikan Pediatri Akademisinin önerilerine göre şekerli içecekler 2 yaşından önce hiç tüketilmemeli, 2 yaşından sonra ise haftada 240 ml ile sınırlı olmalıdır.

 

Başkanlık Sistemi Diktatörlüktür…

 

 

 

haluk_duralAKP, 3 Kasım 2002 seçimleri sonuçlarına göre tek başına iktidara geldiğinden bugüne kadar geçen 14 yılda neredeyse sıfırlanmış olarak devraldığı PKK terörüne, artık Amerikancı-dinci Fettullah ve dinci-vahşi IŞİD terör örgütlerinin de eklenmesiyle, ülkemizi her gün onlarca şehidin verildiği bir iç çatışma ve silahlı isyanın yaşandığı bir ortama sürüklemiş bulunmaktadır.

  • Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının verdiği bir aylık süre sonunda AKP Genel Başkanlığından ayrılması gereken Recep Tayyip Erdoğan’a, CHP’nin desteğiyle Anayasanın 76 maddesi değiştirilerek, milletvekilli seçilme yolu açılmıştır.

 

  • Recep Tayyip Erdoğan, 9 Mart 2003 tarihinde yenilenen Siirt’teki milletvekili seçimlerinde, 2 Kasım 2002 seçimlerinde aday olmadığı halde, Seçim Kanununun 25. Maddesine aykırı olarak aday yapılarak milletvekili seçilmiştir.hitler0001

 

  • Başbakan olduktan sonra Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanı olarak görev yaptığını itiraf etmiştir.hitler0002

 

  • ABD+İngiliz istihbaratçılarının gözetiminde Oslo’da PKK terör örgütü ile MİT’in pazarlık yapmalarını sağlamıştır.hitler0004

 

  • Türk Milleti yerine sürekli olarak etnik köken ve mezhep farklılıklarını dillendirerek “millet bütünlüğünün” ayrıştırılmasına yolaçmıştır.hitler0005

 

  • Demokratik Açılım adı altında, AB’nin talimatları doğrultusunda Terörle Mücadele Kanununda yumuşatmalar yapmış, PKK ile açılım pazarlıkları yürüterek, askeri kışlaya, polisi karakola kapatarak PKK’nın yurtiçinde silah ve mühimmat yığmasına izin vermiştir.hitler0006

 

  • Ordu içinde Fetö terör örgütünün yuvalanmasına izin ve destek vermiş, Amerikancı-dinci Fetö terör örgütü aracılığıyla TSK’ya kumpaslar kurarak TSK’nın en güzide komutanlarının hapse atılmasını, ordudan tasfiye edilmesini sağlamış, bu davaların “savcısı” olduğunu ilan etmiştir.hitler0007

 

  • Milli ekonomimizin direği olan kârlı ve tekel niteliğindeki tesislerimizi özelleştirme adı altında satıp savmıştır. 2002 yılında 130 milyar dolar dış borçla devraldığı ekonominin dış borcunu 420 milyar dolara çıkarmış, bu borçlanmaya karşılık doğru dürüst sanayi tesisi kurmamıştır.hitler0008

 

  • Uygulanan yanlış dış politika ile ülkemizi bütün sınır komşularımızla düşman haline getirmiş, tapuları Aydın ve İzmir illerinde kayıtlı olan karasularımız içindeki adalarımızın Yunanistan tarafından işgal edilmesine, vatan toprağına Yunan bayrağı dikilmesine göz yummuştur.hitler0009

 

  • Anayasanın amir hükmüne rağmen Cumhurbaşkanı seçildiği ilan edildiği halde AKP parti başkanlığını bırakmamış, kongresine katılarak oy kullanmıştır.hitler0010

 

  • 15 Temmuz’da TSK içinde yuvalanmasına göz yumdukları Amerikancı-dinci bir kısım vatan haini subayların silahlı isyanının, TSK’nın vatansever, Atatürkçü büyük gövdesi tarafından bastırılmasını fırsat bilerek, TSK’nın emir-komuta hiyerarşini parçalamış, askeri liseleri ve harp okullarını kapatarak TSK’nın insan kaynağını kurutarak, gücünü kırmıştır.hitler0011

 

  • 2002 yılında bitirilmiş olan PKK terörü ve neredeyse devlet hakimiyetinin tüm yurt sathında tesis edildiği bir Türkiye devralan AKP, 2016 yılında ülkeyi Suriye ve Irak’ta savaş durumuna getirmiş, kuzey Irak ve kuzey Suriye’ye yerleşen Amerikan destekli PKK ile verilmekte olan savaş nedeniyle bölgeden her gün onlarca şehit cenazesinin gelmesine yolaçmıştır.hitler0012

 

  • İktidar, ilan edilen OHAL’i kullanarak, TBMM’i devre dışı bırakılarak, OHAL’in amacı dışındaki kararnamelerle devlet yapısı üzerinde kalıcı düzenlemeler yapmakta, muhalefeti baskı altına almaktadır.

 

  • İktidar zihniyeti marifetiyle Atatürk ve Cumhuriyet ile şiddetli bir kavga verilmekte, ülkemiz ve bütün kurumlarımız din eksenli bir yapıya, lâik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti adeta bir din devletine dönüştürülmeye çalışılmaktadır.

Gelinen bu baskıcı şartlar altında AKP, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı “Başkan” yapmak üzere bir anayasa taslağı hazırlayarak Meclise getirecektir. Ön hazırlıkları yapılan anayasa taslağı için Başbakan “Başkanlık gelmezse Türkiye bölünür” diyerek, muhalefet partilerini halkı tehdit etmektedir.

Bu tehdit artık, ana muhalefet partisi CHP’nin Genel Başkanının önüne kurşun atarak, daha sonra silahlı saldırı ile suikast düzenleyerek, CHP milletvekiline silahla saldırı yaparak giderek arttırılmaktadır.

Başkanlık Sistemi Diktatörlüktür

Basına sızan AKP anayasa değişiklik taslağında “başkanlık” için yapılan tanımların, AKP yetkililerince açıklandığı üzere, Amerikan sistemine % 95 benzetildiği ifade edilmiştir. ABD’den farklılık; çift meclis olmayışı ve “üniter” yapının korunması olarak görülmektedir. Başkan için istenen başlıca yetkiler aşağıda sıralanmaktadır:

  • Başkan “devletin ve yürütmenin” başı olacak.
  • İç ve dış siyaset başkan eliyle yürütülecek.
  • ‘Başkomutan’ sıfatı taşıyacak. Yürürlükteki anayasamızın 104. Maddesine göre başkomutanlık TBMM’e ait olup, Cumhurbaşkanı tarafından temsil “Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil etmek,”
  • Başkanın partisiyle ilişkisi kesilmeyecek, partili olacaktır. (Böylece milletvekili adaylarını başkan belirleyecek, akrabalarını, şoförünü ve istediği kişileri milletvekili yapacaktır.)
  • TBMM tarafından çıkarılan kanunları onaylayıp, veto edebilecek, referandum kararı verebilecek.
  • Başkanlık kararnamesi çıkaracak ancak bunlar temel hak ve özgürlüklere ilişkin olamayacak. Böylece devletin yapısını istediği gibi yeniden düzenleyecektir.
  • TBMM, kararnamelerin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) başvurabilecek ya da referandum kararı alabilecek.
  • Aynı şekilde Başkan da TBMM’de kabul edilen yasalar için Anayasa Mahkemesi’ne başvurabileceği gibi referandum kararı da verebilecek.
  • Bürokrat atamaları başkan tarafından yapılacak.
  • YÖK üyeleri, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve HSYK üyelerinin belli bölümü başkan tarafından seçilecek. (Diğer önemli bir bölümü TBMM tarafından, gerçekte çoğunluk partisi olan AKP tarafından seçilecektir.)
  • Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ve rektör atamaları da başkana bırakılacak. (Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı aynı zamanda Cumhurbaşkanı/Başkan’ın yargılanacağı Anayasa Mahkemesinin savcısıdır. Diğer bir deyişle başkan aynı zamanda başsavcı olacak.)
  • Bakanlar, parlamento dışından başkan tarafından atanacak. Başkana karşı sorumlu olacaklar ancak milletvekili dokunulmazlıklardan yararlanabilecekler. (Ancak anlaşıldığı kadarıyla bakanlar aleyhine TBMM’nde güven oylaması yapılmayacak, gensoru verilmeyecektir. Yani başkan ve bakanlar denetlenmeyeceklerdir.)
  • Başkanın icraatları Meclis denetimine tabi olacak. (Ancak yine anlaşıldığı kadarıyla yürürlükteki anayasamızın 105. Maddesine göre icraatlarından sorumlu olmayacaktır.)
  • Başkan hakkında suç işlediği iddiasıyla TBMM’nin üçte ikisinin (2/3) yani 367 imza ile soruşturma açılabilecek. Kurulacak komisyonun raporu Genel Kurul’da gizli oylanacak. Başkanın Yüce Divan’a sevki için dörtte üçünün (3/4) 413 ‘kabul’ oyu verilmesi gerekecek. (Diğer bir deyişle başkan fiilen yargılanamayacak.)

Amerikan sistemi başkanlık

Başkan için istenen yetkiler, ABD anayasası ile başkana tanınmış olan yetkilerle uyumludur. Ancak bu başkanlık yetkileri konusunda önemli bir gerçekler merkez medyada Türk milletinden saklanmaktadır:

  • 4 Temmuz 1776 tarihinde 13 İngiliz sömürgesi bağımsızlıklarını ilan ederek Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşunu duyurmuştur.
  • 15 Kasım 1777 tarihinde 13 bağımsız devlet bir Konfederasyon kurmuştur.
  • 17 Eylül 1787 tarihli anayasa ile gevşek bağlı konfederasyon yerine, bir “Federal Devlet” kurulmuştur. Böylece eski sömürgeler olan 13 bağımsız devletten önce bir konfederasyon sonra 13 eyaletli bir federal devlete dönüşülmüştür.

Amerikan devlet yönetiminin oluşumu tarihsel, sosyolojik ve kültürel açıdan Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine geçişe hiçbir şekilde benzememektedir.

17 Eylül 1787 tarihinde kabul edilen Amerikan anayasasına göre:

  • Kısım I, Bölüm I: Bütün yasama yetkisi Senato ve Temsilciler meclisinden oluşan Birleşik Devletler Kongresine aittir.

 

  • Kısım I, Bölüm II, Madde 1: Her devletin (eyaletin) en az bir temsilcisi vardır ve temsilcilerin sayısı eyaletin seçmen sayısı ile orantılıdır. Temsilciler iki yıl için seçilirler. (Şu anda 435 temsilci vardır.)

 

  • Kısım I, Bölüm III: Birleşik Devletler Senatosu her devletin (eyaletin) halkı tarafından altı yıl için seçilecek olan ikişer Senato üyesinden teşekkül eder; her senato üyesinin bir oyu vardır. (Şu anda 50 eyaleti temsil eden 100 senatör vardır.)

 

  • Kısım II, Bölüm I: Başkan yürütmenin başıdır.

 

  • Kısım II, Bölüm II, Madde 1: Başkanı, Birleşik Devletler ordusunun ve bahriyesinin ve Birleşik Devletler nam ve hesabına faal vazifeye çağrıldıkları zaman muhtelif devletlerin milis teşkilâtının başkomutanıdır.

 

  • Kısım II, Bölüm II, Madde 2: Başkan senatonun görüş ve üçte ikisinin onayı ile andlaşmalar akdetmeğe yetkilidir. Başkan büyükelçileri, elçileri, konsolosları, Yüksek Mahkeme (bizdeki Anayasa Mahkemesi) hâkimlerini ve Birleşik Devletlerin işbu anayasanın belirtmediği memuriyet makamları ve sonradan kanunlarla ihdas edilecek olan diğer bütün memurlarını (federal mahkeme hâkim ve savcıları) önerir ve senatonun görüşünü ve onayını aldıktan sonra tayin eder. Kongre, bir kanun ile uygun gördüğü bazı ikinci derecede memurların tayinini ya yalnız Başkana, ya mahkemelere veya sekreterlere (bakanlara) bırakabilir.

Görüldüğü üzere, ABD örneğinde Başkana anayasa ile tanınan yetkiler, 13 ayrı bağımsız devletin oluşturduğu federal bir devlet yapılanmasında vardır.

Türkiye Cumhuriyeti devlet yapılanması

Türkiye Cumhuriyeti, İstiklâl Harbi zaferimizden sonra 29 Ekim 1923 yılında “üniter” bir devlet olarak kurulmuş olup, ABD’ye hiçbir şekilde benzememektedir. Dolayısıyla federal bir devletten örnek alınacak bir anayasa değişikliği kabul edilemez.

Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi sonrasında, Kuvayı Milliye döneminde yurdun pekçok yerinde vatanseverler halkımızca toplanan 30 dolayındaki Ulusal ve Yerel Kongrelerde ortaya çıkan “milli irade” beyanından sonra ölümsüz önderimiz Mustafa Kemal tarafından bütün kongrelerin birleştirilerek, 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılmasıyla kurulmuş bir HALK CUMHURİYETİDİR.

Bölünemez, paylaşılamaz ve devredilemez egemenliğine “kayıtsız ve şartsız” sahip çıkan milletimiz; İstiklâl Harbi zaferimizle taçlandırdığı mücadele sonunda 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetimizi ilan etmiş ve tüm kuvvetlerin tek elde toplandığı monarşiyi tarihe gömerek, 1876 Kanunu Esasi ile başlamış olduğu anayasal yönetim sistemini, iktidarı yasama-yürütme-yargı arasında paylaştırarak kesin kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanan “parlamenter yönetim” şeklini benimseyerek çağdaş demokrasiler düzeyine adım atmıştır.

Bazen kesintiye uğramış olsa da 93 yıldır sürdürdüğümüz “parlamenter demokratik” yönetimimizin nimetlerinden yararlanarak 14 yıldır ülkemizi yöneten AKP çoğunluk iktidarı bugün; yasamayı işlevsiz, yargıyı bağımlı hale getirecek, demokrasimizin 93 yıllık kuvvetler ayrılığı ilkesi zedeleyecek bir “Başkanlık” hedefli anayasa değişikliğine kalkışmaktadır. Üniter ve merkezi devlet yapımızla bağdaşmayacak olan “Başkanlık” sistemi, DİKTATÖRLÜĞE geçişin ilk adımıdır. Bu adım gerçekleşirse, ülkemiz lâik devlet düzenini kaybedecek, bir din devletine ve ABD’nin isteğine uygun en azından iki bölgeli bir federal devlete dönüştürülerek bölünecektir.

Başkanlıktan diktatörlüğe geçiş

Türkiye gibi imparatorluktan cumhuriyete geçmiş olan devlet modelinde, başkanlık sistemi için bilinmesi gereken çok önemli bir örnek vardır:

Birinci Dünya Savaşından mağlup çıkan Almanya’da 9 Kasım 1918-11 Şubat 1919 arasındaki Geçici Cumhuriyet Hükûmeti Başbakanı Philipp Scheidemann’ın 9 Kasım 1918 tarihinde cumhuriyetin kurulduğunu ilan etmesi ile başlayan ve Ocak 1919’daki seçimler sonucunda Weimer kentinde toplanan kurucu meclisi “Alman Ulusal Meclisi”nin hazırladığı anayasa 11 Ağustos 1919’da kabul edilerek Almanya İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçmiştir.

  • 28 Ocak 1933’te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi başkanı Adolf Hitler Başbakan olmuştur.

 

  • 27 Şubat 1933’de Alman Meclisi Reichstag Hitler’in SA’ları tarafından yakılmıştır. (Türkiye’de TBMM Amerikancı-dinci vatan haini Fetö isyancıları tarafından bombalandı)

 

  • 23 Mart 1933’te Yetki Kanununun kabulüyle Reichstag’ın (Alman Meclisinin) tüm yetkilerini dört yıl süre ile kabineye, dolayısıyla Başbakan Hitler’e devrediliyor ve Meclisin çalışmalarına bu süre için ara veriliyordu. (Olağanüstü Hal ilan edilerek, tüm yasama ve yürütme yetkisi Bakanlar Kurulu ve Cumhurbaşkanında toplandı.)

 

Komünistler dahil bütün sol kanat meclisten dışlandı. O yıl içinde halkın bütün demokratik haklarına son verildi ve Führer’e kayıtsız şartsız itaat dönemi başladı. Bu kanun ile Reichstag’ın tüm yetkileri dört yıl süre ile kabineye devrediliyor ve çalışmalarına bu süre için ara veriliyordu. Ancak böyle bir kanunun onaylanması için parlamentoda üçte iki çoğunluk kararı gerekmekteydi. Nürnberg Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi tutanaklarına göre oylamanın yapılacağı gün parlamento Hitler’in milisleri SA’lar tarafından kuşatılmış, bazı sosyal demokrat parlamenterler içeri alınmayarak, Hitler’in Nasyonal Sosyalist Partisi baskı ile Reichstag’da çoğunluğu sağlamıştır.

 

  • 2 Ağustos 1934’te Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg vefat etmiş, bunun üzerine Hitler Cumhurbaşkanlığı makamını da üstlenmiştir. Onun Cumhurbaşkanlığı makamına yükselişinin halkın onayına sunulması için 19 Ağustos 1934 tarihinde bir referandum düzenlenmiş (Volksabstimmung über das Staatsoberhaupt des Deutschen Reichs) ve Referandumun sonucunda %89,93 “evet” oyu çıkarak Hitler’in Cumhurbaşkanı olmasına, bununla birlikte Şansölyelik görevini de sürdürmesine halk tarafından onay verilmiştir. (AKP tarafından Meclise sunulacak olan anayasa değişikliği aynı amacı taşımaktadır.)

Böylece Reichstag’da Nasyonal Sosyalist Partinin çoğunlukta olması, cumhurbaşkanlığı ile başbakanlığın tek elde bütünleşmesi ile fiilen bütün yasama ve yürütme yetkisi Hitler’in elinde toplandığından, Cumhuriyet fiilen ve hukuken ortadan kalkmış, Hitler, Weimar Anayasasının cumhurbaşkanına verdiği bütün yetkileri sonuna kadar kullanmıştır. Hitler anayasasının özellikle;

–   46. maddesi ile verilen, “bütün memurların (Beamte) atanması ve azledilmesi” yetkisini kullanarak devlet kadrolarını kendisine biat edenlerle doldurdu.

–   47. maddeye göre Alman silahlı kuvvetlerinin tam yetkili başkomutanı oldu.

–   48. Madde [1] ile devletin yükümlülüklerine yerine getiremediği veya kamu güvenliğinin tehlikeye düştüğü hallerde Silahlı Kuvvetleri kullanma yetkisini fütursuzca ve sonuna kadar kullanarak orduyu halkın muhalif kesiminin üzerine sürerek, faşist Almanya diktatörlüğünü kurdu.

Silahlı Kuvvetleri kullanma yetkisini eline alan Hitler, tek yetkili olarak, diğer devletlere savaş açarak insanlığın karşılaştığı en büyük felaketin yaratıcısı oldu.

Cumhuriyet Halk Partisi’ni bekleyen tarihi görev

Türkiye Cumhuriyetini kuran parti olarak CHP’nin önünde, cumhuriyetimizin bir “tek adam diktatörlüğüne” dönüştürülmesi gibi yakıcı tehlikeyi göğüslemek için tarihi bir görev bulunmaktadır. Bunun için:

  • CHP, AKP tarafından Meclise getirilecek “başkanlık” hedefli anayasa değişikliği konusunda Anayasa Komisyonu ve Genel Kurul çalışmalarına katılmamalıdır. Bu anayasa değişikliği AKP+MHP ve eğer belli pazarlıklardan sonra HDP’nin de desteği ile kabul edilirse, üç partinin anayasası olarak kalmalıdır. CHP bu tasarının kanunlaşmasına, tartışmalara katılarak meşruiyet kazandırmamalıdır. Böyle bir tasarıyı CHP’nin az sayıdaki milletvekili ile engellemesi mümkün değildir. Eğer tartışmalara katılırlarsa, anayasa değişikliğinin kabul edilmesi halinde R. Tayyip Erdoğan her zaman olduğu gibi, “tasarı bütün partilerin katılıyla demokratik şekilde tartışıldı, ancak milli irade böyle tecelli etti” diyecek ve CHP katılımıyla iktidara yardım etmiş olacaktır.

 

  • CHP, AKP’nin başkanlık hedefli anayasa değişikliğine ve daha genelde Türkiye Cumhuriyetini bir din devletine dönüştürmesine karşı, devletimizin kurucu partisi olarak, “laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan” cumhuriyetimizi savunacak, sağdaki milliyetçilerden, sol-sosyalistlere kadar en geniş siyasi yelpazedeki kitlelerin bir “milli cephe” etrafında toplanmasına öncülük etmeli, mücadeleyi halkla bütünleşilecek meydanlara taşımalıdır.

 

 

 

 

Haluk DURAL

Millî Merkez Genel Sekreteri, 2.12.2016

                                                                                         *  *  *

Büyükelçi Serdar Kılıç’ın 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Mesajı

Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Serdar Kılıç, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle Türk Amerikan toplumuna yönelik bir mesaj yayınladı.

buyukelci-serdar-kilicBüyükelçi Serdar Kılıç’ın mesajı şöyle:

Türk-Amerikan toplumunun değerli mensupları,

Cumhuriyetimizin kuruluşunun 93. yıldönümünü mutluluk ve gururla kutluyoruz.

Kahraman milletimiz tarafından Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde yürütülen Kurtuluş Savaşımız, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetimizin ilanıyla taçlanmıştır. Bu anlamlı günde, Cumhuriyetimizin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk’ü, silah arkadaşlarını, kahraman şehitlerimizi ve gazilerimizi minnet ve rahmetle anıyorum.

Geride bıraktığımız 93 yılda ülkemiz, demokratik ve laik yapısı, evrensel değerlere bağlılığı, genç ve dinamik nüfusu ve güçlü ekonomisiyle, çatışma ve istikrarsızlık içerisinde bulunan bölgesine ilham veren, barış, istikrar ve refah yayan bir ülke konumuna erişmiştir. Tüm bu kazanımlarımızın temelinde yer alan Cumhuriyetimiz, hepimizin koruması ve yaşatması gereken en değerli ortak varlığımızdır.

Milletimiz bu bilinçle, 15 Temmuz 2016 tarihinde seçilmiş liderlerimizi, demokratik kurumlarımızı ve herşeyden önce Cumhuriyetimizi ve demokrasimizi hedef alan hain terörist darbe girişimini, her türlü siyasi ve ideolojik farklılıklarını bir yana bırakıp, birlik, beraberlik ve dayanışma içerisinde kenetlenerek bertaraf etmeyi başarmıştır. Sözkonusu darbe girişimine karşı sokaklara dökülen, darbecilerin kontrolündeki tanklara vücutlarını siper eden, kendilerine yöneltilen silah namlularına göğüs geren kahraman vatandaşlarımızdan 241’i şehit olmuş, 2 bin 194’ü de yaralanmıştır. Bu vesileyle, sözkonusu demokrasi şehitlerimizi ve gazilerimizi saygıyla anıyorum.

Türk Amerikan toplumumun siz değerli mensuplarına da, 15 Temmuz sonrası dönemde darbe karşıtı gösteriler, demokrasi nöbetleri ve imza kampanyaları gibi faaliyetler yoluyla ülkemize verdiğiniz aktif destekten ötürü şükranlarımı sunuyorum. Bu vesileyle, dış politikamızın en önemli eksenlerinden birini teşkil eden ve ortak değer, hedef ve çıkarlar temelinde şekillenen Türkiye-ABD ilişkilerinin daha da geliştirilip güçlendirilmesine yönelik değerli katkılarınız için de sizlere bir kez daha teşekkür ediyorum.

Şanlı tarihimiz, ortak hedefler doğrultusunda, birlik ve beraberlik içerisinde hareket etmeyi başardığı sürece, Türk milletinin ulaşamayacağı hiçbir hedefin bulunmadığının en somut göstergesidir. Türk-Amerikan toplumunun da bu bilinçle, milletimizi birbirine düşürmeye, aramıza fitne ve fesat sokmaya çalışan ihanet şebekelerinin melce bulmasına asla izin vermeyip, birlik, beraberlik ve dayanışma içinde hareket etmeyi sürdüreceğine inancım tamdır.

Bu duygu ve düşüncelerle, milletimizin bu en büyük bayramı olan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramınızı içtenlikle kutluyor, hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum.

Serdar Kılıç

T.C. Vaşington Büyükelçisi

Amerikan Özel Kuvvetleri Türk Birliklerine Destek Verdi

Pentagon, Türkiye’nin talebi üzerine Amerikan özel kuvvetlerinin, Cerablus ve Çobanbey’de Türk birliklerine ve Suriyeli muhalif güçlere destek verdiğini bildirdi.destek

ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon) yetkilileri, Türkiye’nin talebi doğrultusunda bazı Amerikan özel kuvvetleri birliklerinin, Suriye sınırındaki Cerablus ve Çobanbey bölgelerindeki operasyonlarda Türk birliklerine ve Suriyeli muhalif güçlere destek verdiğini bildirdi.

ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü Yüzbaşı Jeff Davis, konuyla ilgili AA muhabirine değerlendirme yaptı.

Yüzbaşı Davis, Türk hükümetinin talebi doğrultusunda Suriye sınırındaki Cerablus ve Çobanbey (El Ray) bölgelerinde Amerikan özel kuvvetleri birliklerinin Türk ve Suriyeli muhalif güçlere destek verdiğini belirtti.

Davis, “Amerikan özel kuvvetleri birliklerinin Türk birliklerine ve Suriyeli muhalif güçlere verdiği destek, DAEŞ’le mücadele eden diğer yerel unsurlara da veriliyor.” ifadelerini kullandı.pentagon

“Türkiye-Suriye sınırı stratejik olarak çok önemli”

Türkiye-Suriye sınırının, hem Suriye’de hem de Irak’ta DAEŞ’le mücadele anlamında stratejik olarak çok önemli olduğunu vurgulayan Davis, DAEŞ’in terörü Türkiye’ye, bölgeye ve daha sonra da Avrupa ve ABD’ye ihraç etmeye çalıştığını ifade etti.

Konuyla ilgili AA muhabirinin sorularını yanıtlayan Pentagon sözcülerinden Adrian Rankine-Galloway de Türkiye’nin talebi üzerine bazı Amerikan özel kuvvetleri birliklerinin, Türkiye-Suriye sınırında Türk birliklerine ve Suriyeli muhalif güçlere destek verdiğini söyledi.

ABD’nin Kuzey Suriye’nin tamamen DAEŞ unsurlarından temizlenmesi yolunda atılacak tüm adımlara destek vermeye devam edeceğini vurgulayan Galloway, nihai hedefin DAEŞ’in yenilmesi olduğunu bir kez daha dile getirdi.

DAEŞ’in tüm lojistik kaynaklarının kesilmesinin önemine işaret eden Galloway, bu bakımdan Türkiye-Suriye sınırının DAEŞ unsurlarından temizlenmesinin stratejik anlamda değerli olduğunu belirtti.