Etiket arşivi: A.

Tavası Var Ciğeri Var, Yanında da Biberi Var, A be Güzel Edirne’m Sende Daha Neleri Var

 

Edirne Meşhur Tava Ciğerinin yanında ikram edilen Karaağaç Biberinin hasadıyla birlikte ciğercilerin balkonlarında kurutulmaya başlandı.

Edirne Tava Ciğerinin yanında olmazsa olmazlardan olan ve Tava Ciğerinin yanında ikram edilen ‘’Karaağaç Biberinin’’ hasadının başladığını belirten Edirne Tanıtma ve Tava Ciğer Kalite Koruma Derneği Başkanı Bahri Dinar yaptığı açıklamada;’’  Uğruna türkü yazılan meşhur tava ciğerimizin yanında ikram ettiğimiz Karaağaç Acı Biberinin ilk hasadı başlamıştır. Karaağaçlı bahçecilerimizden temin ettiğimiz biberlerimizi önce ine ve iplik ile oya örer gibi dizdikten sonra, iş yerlerimizin ve evlerimizin balkonlarına asmaya başladık. Bir buçuk ay boyunca çocuğumuza bakar gibi günün her saati onları kontrol edip hava almasını ve çürüyenleri ayıklayarak lezzetli ve kaliteli bir şekilde kurumasını sağlayacağız. Tava Ciğer nasıl merak ediliyorsa, aynı şekilde Meşhur Karaağaç biberi Türkiye’nin ve Dünya’nın her tarafında merak edilmektedir.  Her ne kadar Edirne’ye gelemeyenlere kadar kargo ile tadımlık göndersek de, bunun asıl merkezi olan Edirne’ye hem tava ciğer yemeye hem de mübarek Selimiye camiini, tarihi turisttik yerleri görmeye bekliyoruz’’ dedi.

Son olarak Tüm Türkiye ve Dünya’ya çağrıda bulanan Dinar; ‘’ Ünlü şair şöyle diyor; Tavası Var Ciğeri Var, Yanında da Biberi Var, A be Güzel Edirne’m Sende Daha Neleri Var’’ diyerek sizleri Edirne’ye bekliyoruz’’ dedi.

Kıbrıs’ta ‘devletten devlete’ çözüm

Kıbrıs’ta ‘devletten devlete’ çözüm

 

 

konuk yazarÇözümü federasyonda aradığımız kır kiki yılda ‘asker ve garantiler’ her iki tarafın kırmızıçizgisi olduğundan anlaşmayı kısmen önlediği söyleniyor.  Görüşme masasına sevk edilmeyen bu başlıkların güncelleşmesini takiben, Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu, BM parametreleriyle sürdürülen müzakerelerin bitmişliğini ve olacaksa yeni bir sürecin ‘devletten devlete’ olması gerektiğini 26 Temmuz, 2017’de noktalamıştır.  Öngörülen müzakerelerin çok farklı düzeyde olacağını düşünürsek, KKTC devlet mi, devlet olarak tanınabilir mi gibi soruları sormamız kaçınılmazdır.

 

Asker ve garantilerin kırmızı çizgi oluşunun ardında, müzakere masasında çözüm arar görünümü yaratırken, Rumların Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama yollarını arayışları Türklerin ise Rum boyunduruğuna girmeme azmi saklı olduğu herkesin bildiği, kimsenin söz etmediği bir gizlidir.  Yunanistan’ın Lozan Anlaşmasını hiçe sayarak Midilli, Sakız, Sisam ve 12 adalar gibi deniz sınırı bölgeleri silahlandırdığına; BM kayıtlarında ifade edildiği gibi1960’larda Kıbrıs’a gizlice asker soktuğuna; 1997-98’de Türk askerinin adada olmasına rağmen Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin Kıbrıs’a S300 füzelerini yerleştirme çabalarına bakılırsa asker ve garantilerin devre dışı bırakılması hem Kıbrıs Türkünün güvenini hem de Türkiye’nin güney cephesini tehlikeye atma niteliğini taşıdığı anlaşılır ve kabul edilemez.  Mutlak çözümün önünü açmak uğruna ‘asker ve garantileri’ feda etmeye meyil tutacaksak a) var olan KKTC’yi tanıtmanın ve gereği halinde Türkiye’nin müdahalesine başvurarak güvenimizi sağlamanın veya b) oluşacak federasyondan ayrılıp özgür devlet kurma hakkını federasyon anayasasına yansıtmanın yollarını araştırmamız gerekir.

 

Önce devlet.  Ne kadar da ‘devlet’ ve ‘devletlerarası’ kavramları 1648’ze dayansa da, günümüzdeki devlet anlayışı Amerika Cumhurbaşkanı Wilson’u 1919 ilkelerini temel alan 1945 Birleşmiş Milletler Anlaşmasına dayanır.  Farklı tariflere tabi olsa da, 1933 Montevideo Konvansiyonunun birinci maddesinde ‘devlet’ uluslararası hukukta a) mutlak topluluğu, b) belirli toprakları, c) hükümeti ve d) uluslararası ilişkiler kurma kapasitesine sahip bir oluşum diye tanımlanır.

 

Bu anlamda ‘mutlak topluluk,’ değişken veya göç eden olsa dahi, sayısı önem taşımayan fakat coğrafi bir bölgeye bağlılığı öngörülen bir halktan oluşur.  Örneğin, Pasifik’te 10,000 nüfuslu Nauru adası ve 24,000 kişilik değişken nüfuslu Vatikan birer devlettirler.  Belirli topraklara gelince, önem taşıyan sınırların değil ‘bölgenin’ var oluşudur.  Kuzey ve Güney Kore, İsrail ve Filistin gibi ülkelerin sınırlarının kesin olamamasına rağmen hepsi birer devlettir.  Hükümetin varlığı ve uluslararası ilişkiler kurma kabiliyeti birbirini tamamlayan ve ülke yönetme özelliğini taşıyan unsurlardır.  Öyle ki Dayton Anlaşmasını takiben Filistin 100 ülke tarafından devlet olarak kabul edilmiştir.  Kıbrıs’ta, ‘dini, dili, kültürü’ kendine öz Türk toplumun varlığı 1960 Anayasasında, BM dosyalarında ve çeşitli ülke kaynaklarında kayıtlıdır.  Kıbrıs’ı kuzey-güney diye ayıran ve dolayısıyla KKTC topraklarını belirleyen Yeşil Hat vardır.  Hükümet dersek, Türk halkının seçimiyle görev başına gelen bir yönetim ve gerek Türkiye gerekse İslam Ülkeleri Örgütü ve benzeri oluşumlarla işbirliği kuran bir hükümet vardır.  Üstelik Emin v Yeldağ [2002] davasında, İngiltere Birleşik Krallığı Yüksek Mahkemesi KKTC yasaları dâhilinde Kıbrıs mahkemesinde yer alan ayrılık davasını geçerli kabul etmiştir.  Kısacası, KKTC 1905’dan beri hukukçu Oppenheim tarafından savunan devlet tarifine ve Montevideo Konvansiyona uyum sağlayan bir kurumdur.

 

Gelelim KKTC’nin aşması gereken özgür devlet (self-determination) hakkı ve daha da çelişkili ‘tanınmak’ sorununa.  Devlet tanımının esasını sağlayan BM Anlaşmasının birinci maddesi toplumların eşitliğini ve özgür yönetim hakkını noktalar ama ayni zamanda var olan devletin millet ve sınır birliğinden söz eder.  Sadece birinci maddeyi itibara alırsak, KKTC 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin millet ve sınır birliğini istila ettiği ileriye sürülür.  Öte yandan, Cumhurbaşkanı Wilson’un ilkeleri, 1960 sonrası geçmişin sömürge ülkelerinin BM katılımı ve takibindeki gelişmeler itibara alındığında ortaya farklı bir tablo çıkar.  Wilson din, dil, kültür paylaşımlı toplumların özgür yönetim hakkını a) yabancı etkenlerin baskısına direnen, b) kendi devletlerini seçme olanağına sahip ve c) halkın kabulünü gören temsilci demokratik hükümetin oluşuna addeder.   1945 sonrası hukuki gelişmelere göz atarsak, 1960 Sömürgelerin ve Halkların Özgürlüğü Bildirisi dış etkenlerin yerel toplumlara baskısını, hâkimiyetini veya istismarını, insan haklarının istilası olarak nitelendirir.  1966 Uluslararası Sivil ve Siyasi Sözleşmesi azınlıklar dâhil tüm toplumların özgür yönetim hakkının inkâr edilmez olduğunu yazar.  1970 BM Genel Kurulu 2625 kararı, 1975 Helsinki Mukavelesi, 2007 Yerel Toplumların Hakları ve benzer açıklamalar ayrılık göstermeksizin toplumların eşitliğinin, özgür yönetiminin ve hükümette temsil edilmelerinin kaçınılmazlığını noktalar.  Üstelik Kıbrıs Türkü Rum vahşetine uğramış, 1960 Cumhuriyetinden kovulmuş ve yılların müzakereleri çözüm bulamamıştır.  Buchheit ve Frank gibi hukukçular devlet sınırları dokunulmazlığı günümüzün insan hakları gerisinde kaldığını ve insan hakları çiğnenen toplumların var olan devletten ayrılmasının yasal hakkı olduğunu savunur.  Uluslararası bildiri ve kararlara rağmen Kıbrıs Türk toplumunun 1960 Cumhuriyetindeki temsili yitirildiği, insan haklarının çiğnendiği ve amansız bir istismara uğratıldığı, örneğin, 1964 BM (Ortega) raporundan 2014 Uluslararası Kriz Gurubun araştırmalarına aktarıldığı, hatta geçmiş Rum yönetimi Cumhurbaşkanı Clerides 2003 tarihli anılarında günümüzdeki çözümsüzlüğü Rumların Kıbrıs’ı Rum ülkesi haline getirme çabalarına bağladığı bilinmektedir.  Öyleyse, yasal ve akademik birikim hem Kıbrıs Türküne yöneltilen ve çözüm bulmayan Rum saldırısı KKTC’nin 1960 Cumhuriyetinden ayrılmasını yasallaştır, hem de Türk toplumun varlığı, bir coğrafi bölgede toplanması ve kendi hükümetini seçmesi KKTC’nin devlet kıldığını onaylar.

 

Uzmanların bir kısmı ‘devlet’ Montevideo’nun dört şartını tamamlayan toplumlar devlettir iddiasını, yani KKTC’nin hale hazırda devlet olduğunu, ötekiler böylesi bir oluşumun başka devletler tarafından devlet olarak tanındığı zaman devlet olur görüşünü savunur.  Sözkonusu görüş çelişkisi a) günümüzde 1960 Cumhuriyetinin ve b) sadece Türkiye tarafından tanınan KKTC’nin hukuki durumlarının ne olduğu sorularını zorunlu kılar.  Evet, BM Güvenlik Konseyinin Kıbrıs’a asker göndermesini onaylayan186’ci kararı ‘Kıbrıs Cumhuriyeti kabulü ile’ yürürlüğe girdiğini ve 541’inci kararının KKTC’nin ilanını tanımadığını noktalar.  Fakat 186’ncı kararın Uluslararası Adalet Divanı Namibia [1971] davası yorumunca günümüzde Türk toplumunu temsil etmediğinden geçerliliğini yitiren 1960 Cumhuriyetinden bahsettiğini ve Lauterpacht’ın 541’inci kararın ‘keyfi, ayrımcı … ve yasal olmadığı’ görüşünü hatırlatmak yerinde olur.  Özetle, Güneydeki yönetim (1960 iki toplumlu) Kıbrıs Cumhuriyeti değil Güney Kıbrıs Rum Yönetimidir.   KKTC’ye gelince, 1960 Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi tarafsız başkanı Dr. Heinz federasyon iki devlet arasında hayata geçtiğine bakılırsa, Kıbrıs’ta Federasyon çözümü aramak iki devletin varlığı, dolayısıyla KKTC’nin halen devlet olduğu, anlamına geldiğini vurgular.

 

Tartışma götüren iddialara rağmen kaçınılmaz bir hakikat varsa, örneğin, tanınmamış bir KKTC’nin BM veya Dünya Para Fonuna üye olamayacağı ve devlet tanımlığı hukuki ilkelerden öte siyasi çıkarların üstünlük kazandığı bir ortamda gerçekleştiğidir.  1967’de Fransa’nın Nijerya’daki Biafra ayrımcılarını desteklemesi, 1975’de Batı Dünyasının Doğu Timur’un işgaline göz yumması, 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devletinin kurulmasını ‘üzücü’ bulan BM’nin 1983’de KKTC’nin ilanını ‘yasa dışı’ sayması ve 2007’de Kosova’nın tanımı siyasi nedenlerle bağdaştığı söylenebilir.  KKTC’nin tanınması (asker ve garantileri gerektirmeksizin) Kuzey Kıbrıs’ın Ana Vatanla kültürel, parasal, askeri ve siyasal bağlarının devamını koruyacak; dış dünya ilişkilerinin genişleme imkânını sağlayacak, Rumların Güzelyurt ile Maraş’a taleplerini geçersiz kılacak ve Ercan hava alanına uluslararası alan niteliğini kazandıracak.  Öte yandan, Rumlarla yeni bir sınır oluşturacak, Rumların keşfettiği enerji kaynakları paylaşılmayacak ve Türkiye’nin AB üyeliğine köstek olacak. Doğru ama nasılsa, hale hazırda bir sınırı temsil eden ‘yeşil hat’ vardır ve 1964’de AB üyeliğine başvuran Türkiye günümüze dek iki adım ileri bir adım geri giden tek ülke durumundadır.

 

Söylendiği gibi, siyasetin ağır bastığını kabul edersek, İngiltere’nin AB’den ayrılma kararının, Orta Doğudaki savaşların, Akdeniz’de enerji kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya sevki ve Türkiye’nin dış siyaseti gibi gelişmelerin KKTC’nin tanınmasına yol açacağı sonucuna varabiliriz.  Bilinen, çözümün federasyonda arandığı ama kırk iki yıllık siyasetin çözüm getirmediği, çözüme yaklaştıkça uzaklaştığıdır.  Savunulduğu gibi seçeneğimiz varsa, can güvenliğimizle birlikte insan haklarımızı koruyacak çözümü a) Kıbrıs Türkünün isteği halinde, özgür KKTC devletinin kayıtsız şartsız yaşama geçmesini anayasasında yansıtacak Kıbrıs Federe Devletinde veya b) var olan, KKTC’nin günümüzde tanınmasında bulabiliriz.

 Yazar: Hasan A. Deveci 

TOPRAK VE DOĞA SAVUNUCULUĞU’NDA FARK YARATAN İL EDİRNE!

 

 

_MG_2597TEMA Vakfı Saha Koordinasyon Toplantısı İstanbul’da yapıldı

TEMA Vakfı Saha Koordinasyon Toplantısı “Umut Yeşertiyoruz” temasıyla 03 -06 Ağustos 2017   tarihleri arasında Özyeğin Üniversitesi’nde gerçekleşti.

 

TEMA Vakfı Saha Koordinasyon Toplantısı İstanbul’da yapıldı

TEMA Vakfı Saha Koordinasyon Toplantısı “Umut Yeşertiyoruz” temasıyla 03 -06 Ağusto017   tarihleri arasında Özyeğin Üniversitesi’nde gerçekleşti. TEMA Vakfı Edirne İl Temsilcisi Şirin ÇOĞAL İstanbul’da yapılan Saha Koordinasyon Toplantısı hakkında bilgiler verdi.’’Vakfımızın 25.yılında ülkemizin dört bir yanından gelen il temsilcilerimiz, ilçe gönüllü sorumlularımız ve Genç TEMA başkanlarımızla İstanbul’da bir aradaydık. Toplantıya 65 ilden ve Kıbrıs’tan il temsilcisi ve yardımcısı, ilçe gönüllü sorumlusu ve yardımcısı, Genç TEMA başkanları ile saha ve genel merkez çalışanlarımızla birlikte 357 doğa gönüllüsü  katıldı. TEMA Vakfı Kurucu Onursal   Başkanı  A. Nihat Gökyiğit’in yanı sıra Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç, Yönetim Kurulu Üyeleri de toplantı kapsamındaki faaliyetlere katılarak gönüllülerle bir araya geldi.’’

_MG_2622Toplantı   TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç’ın açılış konuşması ile başladı. Ataç konuşmasında, 2016 – 2017 faaliyet yılında Örgütlenme ve gönüllü kazanımı çalışmalarını, Ağaçlandırma  Çalışmalarını, Kırsal Kalkınma ve Koruma  projelerini, Saha ve Gönüllülük Çalışmalarını, AB-TR Sürdürülebilir Tarım Ağı Projesini ,  Savunuculuk Çalışmalarını , Eğitim programlarını ,Su Kanunu Tasarı Taslağı hakkında TEMA Vakfı görüş metninin Su Yönetimi Genel Müdürlüğü veTBMM Çevre Komisyonu Üyelerine iletilmesi hakkında  gönüllülere bilgi verdi. TEMA Vakfı’nın gücünü gönüllülerinden alan bir sivil toplum örgütü olduğunu ifade eden Ataç, tüm gönüllülere teşekkür ederek, Vakfın gelecek yıla yönelik hedeflerini paylaştı.

Av.Ömer Aykul, İlber Ortaylı ve Tanfer Dinler’in sunumları farklı açılardan etkileyiciydi.
İlber Ortaylı söyleşisinde geniş bir perspektifte kentlinin ve kırsalın açmazını, farklı açıdan yorumladı. Çevre sorunlarının ekolojik boyutunu yadsımadan, güncel sıkıntılara sosyolojik açıdan bakmamızı sağladı. Sadece kırsala göçerek, yerel halkı tekrarlayan bazı basit adımlar atarak değil kentte ve kırsalda kültürel üretime de katkıda bulunmayı, yaratıcı çözümleri ve üretkenliği övdü. İstanbul Üniversitesi öğretim görevlisi ve Risk danışmanı Tanfer Dinler ise  gençlik, gıda, girişimcilik konularına değindi.. Tabağımızdaki gıdayı tanımanın, bizi tanımlandığını anlattı. Olmaz denen işlerin çoğunun olabileceğini, hayal kurmanın dünyaları değiştireceğine dair gerçek hikayeleri  gönüllülerle paylaştı.

‘’Umut Yeşerten Örnekler’’ Panelinde  Temsilciliğimizin  Edirne’de Savunuculuk konusunda   gösterdiği başarılı  ve  örnek çalışmalardan dolayı Türkiye genelinde Fark yaratan   il olarak bölgemizde  gerçekleştirdiğimiz; Enerji ve Madencilik,İklim Politikaları,Toprak Koruma Kurulları,Ağaç Kesimleri,Tarım Topraklarının  ve  Meraların Amacına Yönelik kullanılması ,TEMA Vakfı su kaynaklarına yönelik tehditler haritasının oluşturulması  çalışmasına Ergene Nehri kirliğinin haritaya dahil edilmesi  Konularında , doğa ve toplum adına yaptıklarımızı TEMA  gönüllülerimizle paylaştık.özyeğin

  • Temsilciliğimiz tarafından, çevre ve insan sağlığını tehdit eden ve bölgenin sahip olduğu doğal değerlerin kaybolmasına neden olan tahribatın engellemesine yönelik çalışmalarımızı gönüllülerimizle paylaştık.

 

  • Ayrıca toprak varlıklarımızın karşı karşıya olduğu en önemli tehdit olan; tarım alanlarının amaç dışı kullanımı, doğa koruma alanlarının tahribatı, erozyon, yanlış arazi yönetimi gibi konularda Toprak Koruma Kurullarına katılarak  yerel ölçekte toprak varlıklarının ve tarım alanlarının korunmasına yönelik çalışmalarımız hakkında bilgilendirmelerde bulunduk.

 

Saha Koordinasyon toplantımızın 2. günü, sunumlar, paneller ve atölye çalışmalarıyla geçti. Savunuculuk-İlk Adım” başlıklı atölyemizde kömür meselesi üzerinden savunuculuğu tartıştık. Sorun ağacı, önceliklendirme, paydaş analizi ve planlama çalışmaları üzerinde durduk.

Toplantımızın 3. ve son gününde  YK Bşk Deniz Ataç’ın sunumu , Gıda Güvenliği ve Biyolojik Çeşitlilik paneli, atölyelerimizin ardından. Prof. Dr. Hilal Elver ekosistemin haklarını özetledi: “Haklarımız açısından, insan insanla sınırlıysa, bizler neden tabiatla sınırlı olmayalım?” Ayrıca gıda güvenliği tartışmasının ortasında gıda egemenliğinin olduğunu örneklerle anlattı.
Prof. Dr. Kani Işık  ise ‘’En kolay görünen ve gözlemlenen çeşitlilik düzeyi, tür çeşitliliğidir. En zor düzeyi ise olay çeşitliliğidir’’  diyerek biyolojik çeşitliliğin yaşamsal önemini vurguladı.” Saha Koordinasyon toplantımız  Onursal Bşk. Nihat Gökyiğit’in söyleşisi  ile sona erdi.IMG_2728

 

Zalime merhamet mazluma ihanettir

 

A Haber Canlı yayınında konuşan Başkan Toçoğlu, “Hainlerden biri hiçbir şey olmamış gibi mahkemeye kahraman yazılı tişörtle çıktı. Bu hainler cesaret göstergeleri yaparak içerideki yandaşlarına güç vermeye çalışıyorlar. Sayın Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi zalime merhamet, mazluma ihanettir. Bu mücadeleyi sonuna kadar sürdüreceğiz”dedi.2

 

Sakarya Büyükşehir Belediye Başkanı Zeki Toçoğlu, A Haber Canlı yayınında Sakarya’da sürdürülen Demokrasi nöbetlerini değerlendirdi. Sakarya Demokrasi Meydanı’ndan tüm Türkiye’yi selamlayan Başkan Toçoğlu, “Fetullahçı çetenin ülkemizde gerçekleştirmeye kalkıştığı darbe girişiminde Sakaryalıların direniş gösterdiği meydandayız. Hamdolsun programlarımızın 3. akşamında da önemli bir kalabalık Demokrasi Meydanı’nda” diye konuştu.

 

Direniş her zaman sürecek

Başkan Toçoğlu, “Darbenin üzerinden 1 yıllık bir süre geçti. Hemşerilerimiz işin ciddiyetinin farkında. Hain darbecilere geçit vermeyeceğimizi, hükümetimizin bu hainlerle sürdürdüğü mücadelede yanında olduğumuzu ve tüm gücümüzle desteklediğimizi gösteriyoruz. Bu meydanda tüm hemşerilerimizle birlikte darbeyi ve darbecileri bir kez daha lanetliyor, bu gibi ihanetlere her zaman direneceğimizi ifade etmek istiyorum” ifadelerini kullandı.

 

Dik duruşumuz sürecek4

Başkan Toçoğlu açıklamalarını şu şekilde sonlandırdı; “Sakarya darbe akşamı en erken harekete geçen illerden birisi. Valilik binası işgal edilen tek il, bizim ilimiz. Takviye güçlerle birlikte valiliğimizi kurtardık ve direnişimizi sürdürdük. Bu direnişlerin çok önemli bir tarafı var: Hainlerden biri hiçbir şey olmamış gibi mahkemeye kahraman yazılı tişörtle çıktı. Bu hainler cesaret göstergeleri yaparak içerideki yandaşlarına güç vermeye çalışıyorlar. Sayın Cumhurbaşkanımızın da ifade ettiği gibi zalime merhamet, mazluma ihanettir. Biz bu meydanlarda Sayın Cumhurbaşkanımızın çağrısıyla dik durmaya devam edeceğiz. Dün olduğu gibi yarın da hainlere geçit vermeyeceğiz” diye konuştu.

Rus bilim adamı akademik A. Olovintsova göre Cengiz Han Türk’tür

 

pervane memedliCengiz Han tarihini inceleyen Rusiyalı akademik Anatoli Olovintsov iddia ediyor ki, “Moğol milleti tarih boyunca mevcut olmayıp, bu siyasi isimdir” O, böyle düşünür ki, XIII yüzyılda Avrasya mekanı Cengiz Han da dahil Türklerden oluşuyordu ve bu Türkler çeşitli kavimlere ayrılıyordu. Daha sonra Cengiz Han tüm aşiretleri bir araya getirerek ona “Moğolistan”, yani “Sonsuz ordu” adını verdi. Sizlere Atev.az-a istinaden akademik Anatoli Olovintsovun müsahibesini sunuyoruz.
– Neden düşünüyorsunuz ki, Cengiz Han Türk’tür?
– Birçok tarihi belgeleri araşdırandan sonra bu sonuca geldim. Kendinizi bir düşünün, tarihte Moğol dilinde tek bir söz de bulmak mümkün değil. Ancak Türk dilinde ne kadar isterseniz, bulabilirsiniz. O dönemden Cengiz Han’ın bazı hükümdarlarla olan yazışmaları kalıp. Onların hepsi türk dilindedir. Orta Asya’dan Kubilay Han’ın torunlarına gönderilmiş mektuplar türk dilinde, eski Uygur alfabesi ile yazılmıştır. Ayrıca, büyük fatehin yaşadığı dönemde üzerinde Türk dilinde yazı olan Tau taşı günümüze kadar ulaşmış. Eğer o dönemde moğol dili var idiyse, Cengiz Han’ın Türk dili neyine gerekir idi?
– Peki, Moğollar nasıl göründü?
– Böyle bir etnik grup genellikle mevcut olmayıp. “Moğolistan” siyasi bir isimdir. Bunu ABD’deki Amerikalılar ile karşılaştırılabilir. Amerikalılar kimdir? İngiltere, Afrika, İtalya, Fransa ve başka yerlerden buraya yaşamaya gelmiş insanlardır. Ya da biz hepimiz önceleri Sovyet halkı idik, ancak hiç kimse Sovyet dilinde konuşmuyordu. Kazaklar Kazak Türkçesinde, Ruslar Rusça konuşuyorlardı. Cengiz Han’ın döneminde Asya çöllerinde sadece Türkler yaşıyordu. Onlar tatarlara, kereylərə, cəlairilərə, Nayman oğullarına vb. ayrılıyordu. Eski yazılarda denir ki, günlerin birinde Çin Büyükelçisi Menxun Cengiz Han’ın görüşüne gidiyor, ancak fatih kendisi orada olmuyor. Böylece, büyükelçi Cengiz Han’ın Valisi Muxalı ile konuşuyor. “Sen Kimlerdensen?” sorar, o ise cevabında “Ben tatarım”, – diyor.
Eskiden tatarlar çok saygılı idiler. Cengiz Han’ı çeşitli milletlerden insanlar kapsıyordu. O kendi devletini yaratmaya karar verdiğindetüm milletleri bir nam altında birleştirdi. Peki, bu kadar çok uluslu olan halkı nasıl isim verile bilir? “Moğolistan” kelimesi “Menqu” – “sürekli” ve “kol” – “ordu” kelimelerinden oluşan en tarafsız ve güçlü seslenen söz idi.
– Yani şimdi Moğollar Türk dilinde konuşuyor?
– Yok. İşbu xalx-Moğol dili mancurlar onlara galip geldiği dönemde, XVII yüzyılda ortaya çıktı. Moğollar Çin’i işgal etmiş ve Çinliler onları kovalayana kadar 100 yıl burada iktidarda olmuşlar. Çinliler iki defa katliam gerçekleştirerek nüfusun yarısını kılıçtan geçirmişlerdir.
Cengiz Han’ın ölümünden sonra ise elit tabaka arasında iktidar mücadelesi başladı. Sonuçta XVII yüzyılda yerel nüfusun, kendisi Türk’tür ve Türk dilinde konuşan insanların sayısı 60 bine kadar azaldı. Bunu gören mancurlar Monqolustanı ele geçirdiler. Onların dili türk dilinden önemli ölçüde farklıydı. 100 yıl sonra dillerin karışması sonucunda günümüzde xalx-Moğol dili adlandırdığımız Tunguz-türk-mancur dili oluştu.
Eskiden Moğollar tenqriçilər idi, yani Gök Tanrı’ya inanıyorlardı. Fakat sonradan Budizm’i kabul ettiler. Budizm onları mancurlarla birleştiren tek ortak nokta idi. Bu dönemde yetenekli monqolustanlı gençleri Çin, Tibet ve Türk dillerini öğrenmek için Tibet’e yollayırdılar. Bu gençler döndükten sonra bu günümüze kadar ulaşmış anılarını yazdılar. Bu yazılar artık Çin hiyeroglif ile yazılmıştı. Bilim adamlarının 30 yıllık araştırmasına rağmen, Türk dilinde yazılar bulunamadı.
pervane-hoica-yaz-ici– Cengiz Han meselesine geri dönelim. Onun Kazak olması ihtimali var mı?
– Şimdi bunu söylemek zor. Sanırım, onun milli kimliğini kendi tarafına çekmek ve onu Kazak adlandırmak doğru değildir. Gerçi şimdi herkes bunu yapmaya çalışıyor. Tatarlar, hatta yakutlar bile iddia ediyor ki, ulusal kimlik açısından Cengiz Han onların yanında. Bu doğru değil. O, Türk idi. Sadece tüm devletleri birləşdirəndə Moğol oldu. O vasiyet etmişti ki, öldüğünde onu bu ülkenin topraklarında basdırsınlar.
– Yeri gelmişken, Kazaklar Moğollardan kaynayıp-karıştıktan sonra biraz esmer olmuşlar. Ancak siz diyorsunuz ki, önceleri sarışın olmuşlar.
– Kazak Hanlığı Cengiz Han’ın ölümünden 250 yıl sonra şekillendi. Kazaklar o zamanlar gerçekten sarışın idiler. Yeri gelmişken, Kazakistan topraklarında kurqanların birinde bulunan Altın Savaşçı de sarışın vardı. Kazak hanlarının adını hatırlayın: Kenesarı. Türk tarihinde Toqum adında Han oldu. Savaşda dokuz çocuğu ile birlikte öldü. Sonradan bu olay hakkında “Toqız sarı”, yani “Dokuz sarı” olarak epos oluştu. Kazakların karışımı Moğollara değil, Çinlilerle idi. Türklerde Çin seddini aştı oralara saldıran Mete isminde hükümdar olup.
– Peki, Çin’i işgal etmekte Türklerin ilgisi neydi??
– Çay, ipek, binlerce esir alınan genç kızlar. Karışıklık da tam olarak aynı genç kızların dünyaya getirdiği çocuklardan başladı. Çin’e bu tür saldırılar bin yıla kadar sürdü. Böylece, Kazakların dış görünümü değişti. Sarışından esmere çevrildiler.

 

 

 

Türkiye’nin yepyeni sesi Ayşe Çınar ilk albümü ”Deniz Gibi Sev”i dinleyicilerin beğenisine sunmaya hazırlanıyor

Türkiye’nin yepyeni sesi Ayşe Çınar ilk albümü ”Deniz Gibi Sev”i dinleyicilerin beğenisine sunmaya hazırlanıyor.ayşe

“Hayatım boyunca isteklerimin peşinden koşmaktan hiç yorulmadım. Dönüp arkama baktığımda gerçekleştirmek adına çabaladığım ne varsa hayatın da benim için parçaları birleştirdiğini gördüm. Herkesin, yaşamında öncelikle kendi için keyif alarak yapacağı bir şeyler olduğuna inanıyorum. Bu benim için müzikti ve bunu insanlarla paylaşmak istedim” diyen Ayşe Çınar, çıkış şarkısı olarak aynı zamanda albüme ismini veren ”Deniz Gibi Sev ” şarkısını müzikseverlerin beğenisine sunuyor.

Yıllardır üzerinde çalıştığı şarkılarını ilk albümü olan “Deniz Gibi Sev”de toplayan Ayşe Çınar,  albümde büyük bir tesadüf eseri tanıştıkları dünyaca ünlü şarkıcı Monica Molina’nın “A Paso Lento” şarkısını  “Kalbimin Çaresi” adıyla Türkçe olarak seslendirdi.

İlk albümü ”Deniz Gibi Sev” de Erkin Hadimoğlu ile birlikte besteledikleri “Paramparça” şarkısı dışında; Erkin Hadimoğlu, Ender Gündüzlü,  Noel Molina, Tolis Keklidis, Metin Yavuzer ve Zafer Rengin Baykal’ın bestelerinin olduğu 10 şarkı ve Deniz Gibi Sev’in remix’i de olmak üzere toplam 11 şarkı yer alıyor.

Naif ses tonu ile kendine hayran bırakan Ayşe Çınar’ın, Akdeniz ve Latin müziği tınılarını taşıyan ilk albümü ”Deniz Gibi Sev” Pasion Turca etiketi ile 20 Mayıs’ta dijital platformlar, Haziran ayının ilk haftası da tüm müzik marketlerde yerini alacak. 

ayşe.jpg1AYŞE ÇINAR HAKKINDA

İzmir doğumlu Ayşe Çınar küçük yaşlardan beri müzikle iç içe bir hayat sürmenin hayalini kurdu. Kıbrıs’ta okuduğu yıllarda Beyhan Demirdağ ve Sabahat Tekebaş ile başladığı şan derslerine halen Gül Sabar ile devam etmektedir. Üniversite yıllarında solistlik yaparak katıldığı radyo ve televizyon programlarıyla müzik çalışmalarına devam eden Çınar, Kuzey Kıbrıs’taki Pazarlama Yüksek Lisansının ardından, 1997 yılında müzikle daha yakından ilgilenebilmek için İstanbul’a yerleşti.

Eş zamanlı olarak iş hayatında da kariyer yapan Çınar çalıştığı özel bir şirket için hazırladığı sahne performansı sırasında müzisyen Erkin Hadimoğlu ile tanıştı ve bu tanışma aynı zamanda ileride birlikte yapacakları müzikal çalışmaların başlangıcı oldu.

Ayşe Çınar müzik direktörlüğünü Erkin Hadimoğlu’nun yaptığı 2006 yılında yayınlanan “Geçmişten Geleceğe Yunus Emre” adlı albümde  “Gel Tanış Olalım “ parçasının Almanca versiyonunu yorumladı.

Müzikal anlamda bir dönüm noktası olan bu karşılaşma sonrası birlikteliklerini özel hayatlarına da taşıyan çift, 2008 yılında hayatlarını birleştirdi. Çınar, yıllar içerisinde seslendirdiği jingle, dizi müzikleri, müzikal parçaları ve orkestra şarkıcılığıyla çalışmalarına devam etti.

Ayşe Çınar, 2009 yılında özel bir televizyon kanalında yayınlanan “Maskeli Balo” dizisinin jenerik vokallerini ve “Başka Bir Hayat” şarkısını seslendirdi.

Diyarbakır Devlet Tiyatrosu için 2012 yılında hazırlanan “Oz büyücüsü” müzikal şarkılarını ve 2014 yılında “Rumuz Goncagül” müzikalinde yer alan “Bundan Sonra” şarkısını yorumladı.

Ayşe Çınar, 2014’te yıllar içinde yaptıkları şarkıları ilk albümleri olan “Deniz Gibi Sev”de toplamaya karar verdi.  Albümde, ilginç bir tanışma hikâyeleri olan dünyaca ünlü sarkıcı Monica Molina’nın “A Paso Lento”  parçasını Türkçe olarak ilk defa 2014 Ağustos ayında Harbiye Açık Hava Tiyatrosunda birlikte seslendirdi.

“Deniz Gibi Sev” 2016 yılının Haziran ayında  Pasion Turca etiketi  ile yayınlanacak.

Eczacılara Milli Takım Eğitimi

 

A Milli Erkek Basketbol Takım Doktoru Prof.Dr.Tahsin Beyzadeoğlu İzmir’de “Spor Eczacılığı” eğitimi verdi

            Pharmetic Girişimci Eczacılar Derneği ve Menarini Group tarafından İzmir’de düzenelenen “Hızlı İyileşme ve Oyunda Kalmanın Püf Noktaları” konulu eğitim A Milli Erkek Basketbol Takım Doktoru Prof.Dr.Tahsin Beyzadeoğlu tarafından gerçekleştirildi. Çarpma, burkulma, ödem ve spor yaralanmalarında eczane de verilebilecek danışmanlık hizmetleri ile kullanılabilecek malzemelerin anlatıldığı eğitime Pharmetic Girişimici Eczacılar Derneği üyelerinin yanı sıra ege bölgesi eczacıları da katıldı.

 “SPOR ECZACILIĞI” YAYGINLAŞACAK

            Spor Eczacılığı üzerinde çalışmalar yapan  Ecz.Gül Kara Spor Eczacılığının sadece sporcuları ilgilendirmediğini, yaşanabilecek bir çok rahatsızlığa danışmanlık yapılabileceğini dile getirdi. Spor yapan insan sayısının giderek arttığını belirten Ecz.Gül Kara  “Spor Eczacılığı tüm dünya da olduğu gibi Türkiye de de yaygınlaşıyor.” dedi.

“ECZACI DANIŞMANLIĞI” ÖNEMİNİ ARTIRIYOR

İlaç ve İlaç dışı ürünlerde her geçen gün önemini artıran “Eczacı Danışmanlığı” spor alanında da yeni bir alan olrak dikkat çekiyor. Gelişmeler hakkında bilgi alınan Pharmetic Girişimci Eczacılar Derneği Başkanı Ecz.Armağan Ener “Eczacı Danışmanlığı” halk sağlığının korunmasında birinci derecede önemlidir. Eczacı en yakın sağlık danışmanıdır ve bütün donanımını, bilgilerini danışanların sağlığına kullanmak için hazırdır” dedi. Gelişmeleri takip ettiklerini ve eğitimlerin çok verimli geçtiğini belirten Ecz.Kazım Aykanat İstanbul’la başlayan eğitimlerin, İzmir’den sonra Ankara ve Antalya’da yapılacağını belirtti.ecz

Eğitim sonunda Pharmetic Girşimci Eczacılar Derneği Başkanı Ecz.Armağan Ener Menarini Group ve Prof.Dr.Tahsin Beyzadeoğlu’na katkılarından dolayı teşekkür etti.