|
||
|
|
|
||
|
|
BURSA – Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından hizmete açılan 1. Murat Hamamı Kültür Merkezi’nin ‘İznik Çinisi Müzesi’ olacağını söyledi.
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş, İznik’teki kültürel mirasın ve tarihi mekanların restorasyon çalışmalarını yerinde inceledi, Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafındanilçeye kazandırılan ‘1. Murat Hamamı Kültür Merkezi’nin de ‘İznik Çinisi Müzesi’ olarak faaliyet vereceğini söyledi.
Başkan Aktaş, ‘1. Murat Hamamı Kültür Merkezi’nin işletmesinin Bursa Büyükşehir Belediyesi’nde olduğunu hatırlatarak, “1. Murat Hamamı Kültür Merkezi’nin çini müzesine dönüşmesi hedefiyle, önce fizibilite çalışması yaparak çalışmalara başlayacağız. Mekanın ‘Çini Müzesi’ olmasıyla İznik’e artı bir değer katacağına inanıyorum” dedi.
Tarihi değerlerle birlikte İznik’in çinisinin de ön plana çıkarılması gerektiğini belirten Başkan Aktaş, çininin sahip olduğu özelliklerle ticari olarak gelişime katkı sağlayacağını ve müze çalışmasının da bu noktada doğru bir adım olacağını dile getirdi.
Elektrikli araç sayısı her geçen gün artarken, haziran ayı itibarıyla Avrupa’daki elektrikli araç sayısının 1 milyonu aştığı saptandı.
Medya takip ve raporlama ajansı PRNet, Avrupa’daki elektrikli araç sayılarına yönelik yapılan araştırmayı inceledi. PRNet’in EV-Volumes verilerinden ve medya yansımalarından derlediği bilgilere göre, Avrupa’daki elektrikli araç sayısının 1 milyonu aştığı saptandı. Böylelikle, Avrupa’nın bu alanda 1 milyonluk sınırı geride bırakan ikinci bölge olduğu görüldü. Çin’de ise sadece geçtiğimiz yıl 1 milyon elektrikli araç satışına rastlanırken, Çin’in zirveyi kimseye kaptırmadığı gözlendi. ABD’de bu alanda büyük bir pazara sahip olurken, 900 binlik elektrikli araç satışının gerçekleştiği kaydedildi.
Ajans Press ve PRNet’in konuyla ilgili gerçekleştirdiği medya araştırmasında, yazılı basına yansıyan haber adetleri belli oldu. Gerçekleştirilenmedya incelemesinde, 2017 yılından itibaren elektrikli araçlarla ilgili 9 bin 970 haber yansıması tespit edildi.Raporda, 2018 yılının ilk yarısındaki verilere yer verilirken, Avrupa’da sadece 6 ay içinde 195 bin elektrikli araçsatışının gerçekleştiği ortaya çıktı. Bu rakamlar geçen yılla kıyaslandığında da yüzde 42’lik bir artış olduğu saptandı. 2018 yılının ikinci yarısında da bu artışın devam edeceği öngörüler arasında yer aldı. Avrupa’da elektrikli araç satışıyla liderliği elinde bulunduran ülke Norveç olarak görüldü. Norveç’i Almanya, Birleşik Krallık ve Fransa’nın takip ettiği belirlendi.
Türkiye Elektrikli ve Hibrid Araçları Platformu (TEHAD) verilerinden alınan bilgilere göre ise Türkiye’de 2018 yılının ilk 6 aylık döneminde gerçekleştirilen elektrikli ve Hibrid otomobil satış adedi 2 bin 263 olarak görüldü. Böylelikle 2017 yılının aynı dönemine oranla yüzde 61,5 artış gerçekleştiği gözlendi.
Her yıl geleneksel olarak düzenlenen Yenice Barış ve Kültür Festivali’nin bu yıl 15.si yapılacak.
Tarsus belediyesi tarafından gerçekleştirilecek etkinlik 1 Eylül 2018 Cumartesi Günü saat 19.30’da Yenice Belediye Düğün Salonu arkasında düzenlenecek.
Etkinliküte Grup Yenicem, Tarsus’lu sanatçı Yılmaz Taşoğlu ve Özlem Özdil sahne alacak.
Tarsus Belediye Başkanı Şevket Can “15. Yenice Barış ve Kültür Festivali’ne’ bütün vatandaşlarımız davetlidir.” diyerek festival için davette bulundu.
1 NOLU KARARNAME ADNAN HOCA
1300’de kurulan Osmanlı 1600’e kadar iyi gitmiş, sonraki 1800’e kadar da kötü gitmiştir. O zamanlar Devlet sayılan Padişahlar eliyle düzeltme ve değişim bazen, bazen de güç temerküz eden guruplar vasıtasıyla değişim ve yeni düzene ortak olma gayretleri tarihimiz olmuştur.
II.Mahmut bu guruplardan biri olan Âyanlarla (Feodal Güçlerin Liderleri) İttifak Senedi imzalayarak ve onları yerelde kendi adına yetkilendirerek başa gelmiş (1808), akabinde de Bektaşîlik merkezli ve her daim imtiyazlı Yeniçeri Ocağı’nı ona kaynaklık teşkil eden dinî yapıyla beraber kapatarak (1826) Devleti yeni baştan tanzim etmeye durmuştur. Kabine / Hükümet sistemi, , müsaderenin (mala el koyma) kaldırılması, muhtarlıklar, Danıştay ve Yargıtay ondan kalmadır.
Anayasal sistem, kanun üstünlüğü, miras ve mülkiyet garantisi ise Tanzimat (1839) yani Sultan Abdülmecit ile Mustafa Reşit Paşa ortaklığından kalmadır. Modern bütçe, çeviri hukukî düzenlemeler ve Batılılaşma modası da sonrasının devamıdır. Islahat Fermanı (1856) ise Batılı Devletlerin istediği bir Açılım / Çözüm Süreci idi, tutmadı.
1876’daki 1 yıl 1,5 aylık Meşrutî Monarşi yani Meclisli Sultanlık / Parlamenter Padişahlık II.Abdülhamit ve Jön Türkler ortaklığıydı; 1908’deki ve darbelerle savaşlara, Anayasa değişikliklerine rağmen işgal altındaki İstanbul’da İngilizlerin kapattığı Nisan 1920’ye kadar kesintisiz süren Meclisli İdare / Parlamenter Yönetim ise İttihat ve Terakki imzalıydı.
Kuva-yı Milliye refleksiyle başlayan Millî Mücadele koalisyonunun ilk işi kapatılan Meclisi aynı ay içerisinde Ankara’da kurarak Kurtuluş Savaşı’nın bile Parlamenter bir üst yapıyla yürütülmesini sağlamaktı. Başardılar, “Ve emruhum şûra beynehüm / Ve işleri aralarında bir meşverettir” (Şûra 42) düsturunun bereketini gördüler.
Hele Mustafa Kemal; elindeki büyük güce rağmen Devlet Başkanlığı yetkilerini tek elde toplamadı, Cumhurbaşkanlığı ve Bakanlıklarla beraber Başbakanlığı ayrı tutarak 95 yıllık bir denge & denetim sistemi geliştirmiş oldu. Geçen haftaki 1 Nolu Kararname ile başlayan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Parlamenter Sistem tecrübemizi tekrar Meşrutiyetler havasına sokmuş gibi gözükse de bizce işin özünde başka arayışlar var.
28 Şubat’ın en cafcaflı zamanlarında Harp ve Polis Akademilerinde misafir öğretim görevlisi olarak İktidar için hazırlanan Davutoğlu ve onun Stratejik Derinlik kitabı üzerinden Türkiye’nin başarısızlıkla sonuçlanan bir vites yükseltme serencamı olduğuna dair analizler yapmıştık. Zira 2001 sonrası Dünya yeni bir konsepte sokulmuştu, biz de kendi çapımızda durumdan vazife çıkarmaya çalışmıştık.
Çin ve Rusya gibi ABD’yi dengeleyerek yükselen Küresel Güçlere bakarsak güçlü bir tek adam, piyasa ekonomisi ve kapalıya yakın bir rejim ortak noktaları gibi duruyor. Sanki Amerika da Trump’la buna yanaşmak istiyor ama hem ABD hem de G.Kore’deki Başkanlık sistemleri kuvvetler ayrılığı nedeniyle buna geçit vermiyor. (Bu fasılda Koç gibi arkadaşıma fikrî ilhamlarından ötürü teşekkür ederim)
Sanki bu yeni sisteme geçiş için herkes koalisyon yapmış görünüyor, bilhassa da devlet aklı diye teşmil olunan kesimler..
Yeni kararnamelerle lağvedilen ve oluşturan yeni teşkilatlar, İçişler Bakanlığı ve Valilere verilen ekstra yetkiler, kuvvetli bir merkeziyetçi yapı bakalım Türkiye’yi nelere ve hangi dönemlere hazırlıyor?
Sıkılabilirsiniz ama Magazinci Hoca’yı değil bunu konuşmalıyız.
Sanayide ara eleman ihtiyacını meslek lisesi mezunları ile karşılanmasını sağlamak amacıyla bir dizi adım atan hükümete bir öneri de Takım Tezgahları Sanayici ve İş adamaları Derneği (TİAD) Başkanı Hakan Aydoğdu’dan geldi. 
Meslek lisesi mezunlarının, iş hayatında kalıcı olması gerektiğini vurgulayan Aydoğdu, bunun için bazı teşviklerin uygulanması gerektiğini söyledi. Bu kapsamda meslek lisesi öğrencilerine ‘bedelli’ veya ‘kısa dönem’ askerlik uygulamasının getirilebileceğini dile getiren Aydoğdu, bunun öğrenci açısından sanayide kalması için cazip bir durum yaratabileceğini su sözlerle belirtti: “Böylece öğrencilerin meslek liselerini tercih etmelerinde ve öğrenim gördükleri alanda iş hayatına atılmaları için önemli bir neden olacaktır”.
3 Yıl Sanayide Kalma Şartı
‘Kısa dönem’ veya ‘bedelli askerlik’ konusunun belli şartlar dahilinde olması gerektiğini de söyleyen Aydoğdu “Meslek liselerinin durumu içler acısı. Okul kursanız da müfredat yeterli değil. Meslek liselerinde okuyanların yüzde 80’i sanayide çalışmak istemiyor. Tablo vahim! Kalan yüzde 10’u askerlik nedeniyle üniversiteye gitmek istiyor. Bu sorunu aşmak için meslek liseliye kısa dönem askerlik getirilmeli. Öğrencilere Mezun olduktan sonra sektöründe en az 3 yıl çalışmak kaydı ile kısa dönem askerlik getirilebilir, böylece çocuklar AVM’ye gitmek yerine sanayi de kalmış olur” diye konuştu.
Hakan Aydoğdu “Sanayici meslek lisesi öğrencilerinin ihtiyaca uygun olmamasından şikayet ediyor. Çözüm yaratabilmek için TİAD; Tezmaksan Eğitim Üssü Derneği ile birlikte Maktek 1. Altın Pergel Ulusal CNC Takım Tezgahı Tasarım Yarışması’nı düzenliyoruz. Seçilen 10 okulu destekleyeceğiz. Unutmamalı ki Almanya’yı geliştiren meslek lisesi çıkışlılar. Biz bu sorunu hala çözemedik” ifadelerini kullandı.

CHP 9 Eylül 1923’te kurulmuş bir partidir. Kurtuluş Savaşı’nda mücadele vermiş, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin bir devamıdır.
Bu anlamda, Sivas Kongresi partinin ilk kurultayı olarak kabul edilebilir. Önce Halk Fırkası daha sonra bugünkü adıyla 27 yıl tek parti olarak, 1950’den 1960’a kadar ana muhalefet partisi olarak 10 yıl bu ülkenin siyasi yaşamında rol oynamıştır. Partiyi kuranlar devletin de kurucusu olan kadrolardı. Asker ve aydın kesimdi.
Partinin amblemi olan 6 ok partinin de ilkelerini belirler.
CHP bugünkü siyaset dünyasının anladığı anlamda bir kadro partisi değildir ama kitle partisi de değildir. Bir yarı kadro partisi görünümündedir.
Bilindiği gibi kadro partileri, daha çok milletvekili çıkarma çabası duyan, iktidarı milletvekillerine tanıyan zümre partileridir. Üyeleri arasındaki ilişkiler menfaat ve paraya dayanır. Örgüt disiplinleri zayıf, lider ve kurucuları sadece işadamı, tüccar gibi varlıklı kesimden oluşan elittir.
Oysa kitle partileri bu kesimler karşısında devletin ve halkın çıkarlarını korur. Akılcı, rasyonel, somut konulara ve sorunlara dönük siyaset yapar. Çatışma yerine tartışma, bölünme yerine birlik ve beraberlik ile katılım gibi ilkeleri esas alır.
Türkiye’nin üst yapı kurumlarında nitelikleştirme olmayışının doğurduğu toplumsal koşulların etkisiyle doğal olarak karşı fikre tahammülsüzlük oranı yüksektir. Genel kabul gören ama toplumun çıkarına olan alanlarda, sosyal sorunlara dönük, farklılıkları azaltan, işbölümü ve fırsat eşitliği yaratan, insancıl ve sağlıklı söylemler geliştirilmelidir.
Çokluğun her zaman demokrasi olmadığını da değerlendirmek gerekir. Meşruluk halk egemenliğine dayanmak demek olmalıdır.
Doktriner partiler siyasal evrim sürecini aşamazlar. Bu iddiada olan CHP’de de bu gelişim süreci aşılamadı. Bugünkü siyasal yapı devrimci, ilerici ve katılımcı değildir. Günümüzün Türkiye’deki popüler particiliği gibi belirli bir yapı tanımlanmaktadır.
CHP’nin tek parti dönemindeki rolü tıpkı Meksika Devrimci Kurumlar Partisi gibi, genç Afrika cumhuriyetlerinde olduğu gibi bir dönem ülkede modernleştirici nitelik taşımaktaydı. Ancak bu rol daha sonra değişmiştir. Atatürkçülük bir evrim geçirmiştir.
Mustafa Kemal’den sonraki CHP 1960’larda Demokrat Parti karşısında yükselen bir hareketlilik ve geniş yığınları içinde taşıyan bir toplumsal muhalefetliğe soyundu. Özellikle ordu içindeki genç subaylar ve kurtuluş savaşına dayanan bir geçmişin izlerini CHP’de arayan ve heyecan duyan üniversiteli gençliğin buluşma ve kaynaşma noktasıydı. 1960’lardaki sol ve sosyalist görüşlerin şekillenmesinde ve oluşan tabanda kurumsal olarak CHP’nin de kısmen rolü olacaktır.
Efsanevi kurucu ve önderlerini daha başta kaybetmiş olması ve ardından toplumun iç dinamiklerine açılamaması nedeniyle büyük kitlelere ulaşamayan TKP ile 1960’larda özellikle köy ve kırsal tabanlı TİP’in kuruluşuyla gelişen muhalefet çizgisi arasında birçok denemeye rağmen CHP geniş yığınları yakalamasını bilmiştir.
Fakat CHP içinde burjuvazinin temel unsurlarıyla emeği temsil eden kesimler içiçeydi. Bu yüzden taban içinde bir iktidar kavgası partinin iktidar ve özellikle muhalefet rolünü oynaması öncesinde de yaşanıyordu. Yani partinin karman çorman yapısı daha başlarda göze çarpıyordu. Bu bütün sosyal demokrat partilerde yaşanan süreçti. Ancak CHP’de işçi ve köylüleri temsil eden tavandan çok orta sınıfların özellikle de küçük burjuvazinin ve devletin bürokratik yapıları içinde yeralmış unsurların ağırlığı sözkonusuydu.
Sosyalistleşme sürecinde yaşanan önderlik kavgası ise CHP’de yine daha baştan fikir olarak tam merkezinde ortaya çıkmaktaydı. Yani bir yandan liberal burjuvazi ile öte yandan işçi köylü hareketi önderlik kavgası sürdürüyordu. Ancak CHP’de emekçi kitleler açısından hiçbir gelişme yaşanmamaktaydı. CHP’de burjuva kitle partisinden sınıf partisine geçiş kararı henüz verilememişti.
Çünkü 1960’lara kadar Türkiye’de böylesi bir hareket ne vardı ne de söz konusu olabilirdi. Varolma çabası gösterenler ise daha başlangıç noktasında Kemalizm tarafından ezildiler. Daha sonraki özellikle resmi partileşme çalışmaları ise hep cılız ve ilgisizlikle başbaşa kaldı ve tarih içinde silinip gittiler.
Kemalistler daha baştan sol ve komünist hareketler üzerinde hem ideolojik etki hem de hegemonya kurmuşlardı. Bu yüzden ciddi bir muhalefetle karşılaşmadı. Muhalefetin doğduğu yıllar 1960’lı yıllardır. 1950’li yıllarda ise Amerika ile işbirliği içine giren DP iktidarına ve eski TKP’li ve TİP’li aydınların, özellikle gençliğin ve işçilerin ilerici kesiminin üzerindeki etkisiyle Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya gibi öğrenci gençlik önderliğinde toplumsal muhalefet giderek “Milli Demokratik Devrim” tezi teorisyeni Mihri Belli’nin çağrılarına rağmen burjuvazinin merkezine kayan CHP’nin tutumuna da yönelecektir.
CHP’ye karşı artan muhalefetin nedeni açıkça parti içindeki antiemperyalist unsurların varlığına rağmen işbirlikçi diye nitelendirilebilecek kesimlerin de ortaya çıkmasıydı. CHP’ye karşı muhalefetin daha başta ileri gidememesinin nedeni ise o ana kadar proleter sosyalist bir partinin olmayışına bağlanabilirdi.
Gençlik önce TKP çizgisindeki Milli Demokratik Devrim öngörüsüne sarıldı. Buna göre sivil-askeri bir zümre ile “ilerici ordu” biraraya gelebilir, toplumsal muhalefet geliştirilebilir hatta işçi-köylü temeline dayanan bir iktidar da kurulabilirdi. Ancak umulan olmadı. Ne MDD’nin solda ilerici ordu illizyonu ne de Doğan Avcıoğlu’nun liderliğinde aydınların kemalizmin yozlaştırılmasına tepki olarak ortaya attıkları “çalışanların partisi” projesi tutmadı.
Sol ve sosyalist kesim politik önderlerini, örgüt ve ideolojik çizgisini bulmuştu. Kemalizme ve CHP’ye karşı ilk ciddi ve radikal eleştiriler gelmeye başladı. Örneğin Mahir Çayan şöyle diyordu: “Feodal komprador devlet mekanizması parçalanmış, yerine tek parti yönetimi altında küçük burjuvazinin diktatörlüğü egemen kılınmıştır”. Köylülük ve kır etkinleri çerçevesinde büyüyen radikal solun bir diğer temsilcisi İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalist iktidar hakkındaki görüşleri ise Çayan’dan pek farklı değildi, Kaypakkaya’da: “Kemalist diktatörlük işçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, küçük memurlar ve demokrat aydınlar üzerinde askeri faşist bir diktatörlüktür” diyordu.
Gençlik en başta bağımsızlık ve bunun için milli kurtuluşun önemine ve bilincine varmıştı. 1960’lı yıllarla büyüyen antiemperyalist gençlik mücadelesi, ilk defa “Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye” sloganını kullanarak alanlara çıkıyor, aynı içerikteki MDD teziyle mücadelesine dayanak noktası yapıyor ve taktik ile eylemlerinde kullanıyordu. Kemalizmin milli kurtuluşçu ve laik yanı öğrenci gençliğin eylem perspektifini iyi karakterize ediyordu. Gençlik ve aydınlar 5 yönlü bir demokratik savaş yürütmeyi amaçlıyordu: Tam bağımsızlık, düşünceye ve inanca özgürlük, eşitlik, işçi ve köylüye öncelik, toprak reformu gibi.
Solcu ve sosyalist öğrenciler üniversitelerdeki sosyal demokrat ve kemalist öğrencilerle de bu perspektifte birarada yürüyor fakat gerici unsurlarıyla mücadele etmekten geri durmuyorlardı. Başını Deniz Gezmiş’in çektiği Devrimci Öğrenciler Birliği DÖB’ün organize ettiği 29 Ekim 1968’deki “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü” siyasal iktidarın engeliyle karşılaşıyordu. Buna karşılık DÖB lideri Deniz Gezmiş “antiemperyalist mücadele verilirken gençliğin politik partilerden bağımsız olmak zorunda” olduğunun altını çiziyordu.
Aynı yıllar bütün dünyada geniş kitlelerin katılımında benzer toplumsal olaylar yaşanmaktayken Türkiye’nin buna kayıtsız kalması beklenemezdi. Üstelik Türkiye’de geçmişten devralınan milli kurtuluşçu bir çizgi vardı. Bütün dünyada burjuva devrimlerden sonra gelişen modernizmin ulus-devlet ilkesinin etkisi altında kapitalizmin ortaya çıkarttığı sınıflı topluma karşı mücadele geleneği yaratılmıştı. Gençlik eylemlerinde Kemalizmin bağımsızlıkçı yönü ön plana çıkartılıyordu. Mustafa Kemal Atatürk 1923’teki İktisat Kongresi’nde “siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferlerle sağlamlaştırılmadıkça husule gelen zaferler payidar olmaz, az zamanda söner” diyordu. Buradan çıkışla devlet eliyle kalkınma yoluna gidildi. Ulusal burjuvazi yaratıldı. Tabi işçi sınıfı da bu toplumsal değişmenin içinde yer alarak ortaya çıkan çelişkilerin sonucunda zıddı olarak gelişti, büyüdü. M.Kemal’in şu sözleri hiç unutulmuyordu:
“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme, bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören doktrin izleyen insanlarız”.
Özellikle üniversiteli gençliğin sol kanadının içinde bulunduğu kesimde M.Kemal’in emanet ettiği bağımsızlık ve cumhuriyete sahip çıkmak, emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadele etmek yönünde bilinç gelişiyordu. Ancak kemalist devrim ve uygulamalarına karşı gençlik içinde daha radikal görüşlerde ortaya çıkmaya başlıyordu. İbrahim Kaypakkaya bunun nedeni olarak , Kemalist devrimle komprador büyük burjuvazi ile feodal ağaların orta sınıfları giderek yedeğine almalarını gösteriyordu. Kurtuluş savaşından sonra komünistlerin görevi kemalist iktidarı devirip işçi-köylü ittifakına dayanan bir iktidar kurmaktır.
Yani 1960’lar ve 70’ler Sovyet, Çin, Latin Amerikan solculuğunun savunulduğu yıllar olmuştur. Küçük burjuvazinin paternalist anlayışı ile büyük burjuvazi parlamenterizmi arasında yoksul ve emekçi kitlelerin politik hareketi gelişimini tam olarak sürdüremedi. CHP’nin durumu ise bu güçlerin hegemonyası altında liderlikle kararsızlık gelgitleriyle sürüp gitmektedir.
CHP’ye egemen komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliği iktidarı ele geçirdikten sonra 27 Mayıs hareketi içinde önemli bir rol oynayan orta burjuvaziyi de birden karşısına almayı doğru bulmamıştır. Orta burjuvazinin 27 Mayıs Anayasası’na da giren bazı sınırlı demokrasi istemlerini bu nedenle kabul etmiştir.
1950’de iktidardan düşen komprador burjuvazi ile toprak ağaları kliğinin en baş temsilcisi DP ise kendisine de yönelen faşist baskılar karşısında “demokrasi” havariliğine çıkmış, orta burjuvazinin ve gençliğin bu yönde katılımını bir kaldıraç gibi kullanarak 1960’da iktidarı yeniden almıştır.
İşte gençlik bu oluşumu iyi gördü. 27 Mayıs hareketine önderlik eden ve sonunda iktidarı ele geçiren sınıf CHP’ye egemen olan komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliğidir. Orta burjuvazi ise onun peşinde yedek güç olarak kalmıştır. Örneğin Kaypakkaya’nın 27 Mayıs Cuntasını değerlendirmesine göre DP Amerikancı, CHP ise Almancı komprador burjuvazi ve toprak ağalarının işbirliğini temsil etmekteydi.
Yarı sömürge ülkelerde burjuva parlamentosu, şekilcilik ve göz boyama aracı, formalite bir meşrulaştırma biçimiydi. Yarı bağımlı, yarı sömürge komprador ekonomisi işçinin, köylünün, küçük kentli burjuvazisinin, küçük memurların baskı altında tutulduğu, ezildiği, susturulduğu ve şiddet, zindan, ağa zulmü her türlü yasaklar altında inim inim inletildiği bir düzendi.
Kısaca işte böyleydi toplumun muhalif, ilerici ve yoksul kesimlerinin gözünde egemen devlet anlayışı… Daha sonraki dayatmalar ise hep revizyonist, reformist ve küçük burjuva oportünizmi olarak görülmüştür.
CHP tek parti döneminde programı Batıdan, değişik ideolojilerden etkilenme, bir sentez dönemiydi. Mesela devletçilik ilkesi batılı uygulamalardan etkilenmeydi. Bugün özelleştirmeyi savunmaktadır. Parti programına bakıldığında görülebilir.
1946-1960 dönemine bakıldığında CHP’nin dışında DP’nin de Atatürkçülükle bağlantı kurma çabaları vardır. Ancak bu uygulamalar çoğu zaman Atatürkçülük karşıtı gerici ve popülist karakter taşımaktadır. Düşünce deformasyona uğratılmıştır.
1960-1971 arasında Atatürk devrimlerine sahip çıkma zorunluluğu duyulmuşsa da bir ortanın solu sloganı tutturularak sosyal tabanı değiştirme yönünde uygulamalara girişilmiştir. Gelinen durumda da farklı gruplar farklı yorumlarla Atatürk’e izafe etmeye çalışmışlardır.
Rustow’un deyişiyle kemalist temel hedefler bugün güçlü bir savunmaya muhtaçtır. Kalabalık ve gürültülü bir siyaset sahnesinde çözüm ile yeni tekniklere ihtiyaç vardır.
Artık sistem ile özellikle yeni dünya düzeni ve batı emperyalizmi karşısında kemalizmin güncel tutumuyla bir yere varmak zordur. Aslında bugün bayraktarlığı yapan kesimler de toplumun en tutucu, kastlaşmış ve değişime direnen kesimleri olup çıkmıştır. Bu günkü haliyle sekülerizmde ısrarcı olan tiplerin çoğu dünyanın sömürgeci ve kapitalist güçlerinin yanında yeralmak istemektedir.
Kişilerin siyasete yaklaşımlarına ve siyasete girişleriyle siyasal partilerde yer alış amaçlarına bakıldığında çeşitli kriterler görmek mümkündür. Bunlar, etkilenme, ideolojik bağlılık, kişisel, mesleki ilerleme hırsı ile beklentiler ve bireysel itilerdir. Bu açılardan bakıldığında da bir kitle partisi olan CHP’nin ilkelerine ve parti disipline ciddiyetle eğilmesi beklenir.
Katı olmamakla birlikte halkçı ideolojiye bağlılık, parti içinde örgütsel sululuk gösteren ve kafa değiştiren tipler yerine devrimci, yenilikçi zinde güçlere yer verme, örgütsel disiplinci, elitist değil çok sayıda aktif katılımcı, kadrocu olmayan, tartışan çoğunlukçu ve demokrat bir ilkelilik yapısına kavuşturulmalıdır.
Bilindiği gibi geleneksel toplumlar duygusal ve ideolojik çevre içinde gelişir. Doğal olarak tartışmalar da ödünsüz ve katı olabilir. Ancak ideoloji sadece kişilerin, grupların üzerine kurulduğunda daha da katılaşıp despotlaşabilir. Parti içinde demokrasiden sözedilmek isteniyorsa o zaman üyeler ve parti yönetiminde eşitlik, katılım, halka açık denetim, tartışma ve doğruyu bulma gibi kriterleri öne almak gereklidir.
CHP’nin kadro partisi yapısı ikinci dünya savaşı yıllarına kadar sürdü. 22 yıl yani 1945’e kadar. 1960’larda toplumsal yapı değişmekle birlikte siyasal yapıyla çelişmeye başlamıştı. Birbirine benzeyen partiler Türkiye siyasetine egemen oldu.
CHP eğer bugün halka dayalı bir parti olma iddiasını sürdürmek istiyorsa hem bu kriterleri hem de yapısında bulundurulması gereken kesimleri aramalıdır. Aydın, emekçi, işçi, köylü’den oluşturulacak bir taban bu…Ve bu tabana seslenecek bir söylem geliştirmelidir. Şeyhlerin eteklerine yapışmamalıdır.
CHP’nin batıcılığı ise Jöntürk batıcılığına ve pozitivizmine dayandırılan bir batıcılıktı. Bu anlamda Comte ve Durkheim’in Jöntürk pozitivizmi, bilimsellik, ve ilerleme hem Atatürk’ün hem de CHP’nin resmi söylemi olmuştu. Siyasi konjenktür değiştikçe partinin karakteri de değişiyor.
Pozitivizmin hristiyanlıktan kopuş, halkçılık sürekli ilerleme yani terakki, inkilapçılık gibi ilkeleri kemalizmide etkilemişti. Zaten Kemal Tahir’in Şeyh Edebali’nin denen metni asıl kaleme alan kişi olduğu iddiaları da daha sonra dile getirilmişti. Devlet Ana romanından yola çıkılarak tarihçi-romancı tarzıyla yazan Kemal Tahir’den etkilenme olabileceği bile söylenmişti. Kemal Tahir’in marksist olmadığı ATÜT kavramını sık sık işlediği vs. medyada tartışılan konulardan biri olacaktır.
Yeri gelmişken burada Kemal Tahir’in devletçilik anlayışının Osmanlı-Selçuklu-İslam köküne dönmek olarak dile getirildiğini de söyleyelim.
Marx, Eski Roma’dan Hindistan ve Çin’e kadar bütün Asya’da uygulanan üretim yapılarını incelemiş, Avrupa dışındaki kimi toplumlarda kimi yer ve zamanlarda uygulanan üretim ve mülkiyet ilişkilerini, tarzlarını tanımlandırmıştı.
İç dinamikler incelendiğinde feodal beylerle merkezi devletin toprak mülkiyeti iktidar kavgasıdır da… Mülkiyetin devlete ait olduğu toplumlarda toplumsal yapının ve kentlerin daha çabuk geliştiğini, altyapıların devlet tarafından meydana getirilmesi nedeniyle de meta üretiminin arttığını ve kır-kent bağının güçlendiğini ortaya koymuştur, Marx.
Marx’ın vardığı sonuç toplumun alt yapısının yani ekonomisinin üretim ilişkileri tarafından belirleniyor olduğunu ortaya koymasıydı. Üretim üretim tekniğini, üretim tekniği üretimin biçimini, üretim biçimi de sosyal yapıyı belirlemekteydi.
Osmanlı Toplumunun da Asya’daki toplumsal kuruluşların özelliklerini yansıttığı biliniyor. 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı’da toprakta mülkiyet devlete aitti. Bu topraklara devlete ait anlamında da “miri” topraklar denirdi. Bu dönem İkinci Mehmet yani Fatih dönemine denk gelmektedir.
1960’lı yıllarda MDD çizgisinde ve YÖN hareketi içinde yeralıp YÖN Bildirisi’ne imza koymuş bazı sol aydınlar marksist olmayan kalkınma modellerini öne sürmek ve sosyalist olmayan unsurlardan çözüm bekleyen tutumlarından dolayı eleştirilmiştir. Deniz Baykal’ın söylemi çerçevesinde gündeme taşınıp dile getirilen tartışma kısmen Kemal Tahir’in bu tutumudur. Yani Osmanlı’nın sadece bir tarihsel dönemine bakıp Osmanlı’nın “sol” olduğunu açıklamak…
Son günlerde bu konularla ilgili tartışmalar son hızda aldı başını gidiyor. Politik çevrelerdeki bu tartışmalara edebiyat çevresi de katıldı. Özellikle de Kemal Tahir ve İdris Küçükömer adını anarak yapıyorlar bu tartışmaları. Şimdilik “en azından bu da yeter” demek geliyor içimizden…
Başta Nazım Hikmet ve Kemal Tahir olmak üzere sol aydınların neredeyse tümünü bütün yönleriyle sorgulamadan sağa maletme hastalığı başladı. Bu da “Muhafazakar Demokrat !”ların yeni bir taktiği olsa gerek…
Yapılan eleştirilerde marksizmin batılı olup olmadığı tartışılıyor. Marks, Engels’le ve Lenin’le birlikte dünya enternasyonalist işçi ve komünist hareketinin üç önemli isminden biriydi. Elbette felsefesinin bilimsel temelleri Alman filozofu Hegel’e ama ondan da önceleri Eski Yunan düşünürlerine kadar iniyordu. Klasik İngiliz İktisadı’nın teorisine ve Fransız soluna dayanacaktır. Lenin’e göre hareketin başı diyalektik materyalizm teorisiydi. Marksizm devrimciliğin ilmidir. Marks’ta sistemin merkezine “ekonomi politik” oturtulmuştu. Marks” insanlık tarihi sınıfların savaşımlarının tarihidir” diyordu. Lenin ise marksist görüşü pratik alanda geliştirip proletarya diktatörlüğü aşamasına geçmeyi marksistlik olarak değerlendiriyordu.
Lenin’e göre pratik bilgi hem evrensel hem de gerçeklikle içiçe olduğundan teoriden daha üstündü. Bir bilim haline geldiğine göre sosyalizmin bir bilim gibi ele alınması yani öğrenilmesi gerekirdi. Engels’in bu görüşü ise bilimin ne bir ulusa ne de bir coğrafyaya izafe edilemeyeceğini göstermektedir. 1970’lerin konusu da Kemal Tahir’in yaklaşımlarının çelişkili ve bilimsel olmadığı yönündeydi.
Bizim amacımız da yazının bu kısmında tam anlamıyla sadece Baykal’ın görüşlerinin kökenine inmek değil. Bir tartışmayı varolan gerçeklikler ve objektif kriterleri ışığında doğru zemine oturtabilmekti. CHP’nin kısmen 1999 seçimleri sonrası başlatılan yeniden yapılanma çalışmaları sırasında yaşananları hatırlatmak da istedik. Öteden beri Türkiye solunun sahiplendiği ortak mülkiyeti savunan Simavna Kadısı İsrail’in oğlu Şeyh Bedrettin’e karşılık ahi örgütünün kurucusu Şeyh Edebali’nin devletten önce insanı öne çıkaran yaklaşımının CHP Genel Başkanı tarafından dile getirilmesi “CHP sağa mı kayıyor” tartışmalarını alevlendirmişti. Devlet ile birey ekseninde tartışmalar hep yapılageldi. Ama insanın insanla-doğayla ilişkilerini etraflıca ayakları üstüne oturtan toplumcu düşünce gerçekte yine solculuk olmuştur. Sömürünün ilk adımı emekte başlıyor, çok uluslu tekellerde bitiyor. Birey ve devlet bunun neresinde; hepsinde… Marks, teori yığınlara aktığında maddi güç olacaktır diyordu. Buanlamda düşünce insanın beyninin içinde durmasıyla bir şey ifade etmiyor, bireyci, faydacı ve pragmatik olmaktan öte insanlığın yararına olmak için eyleme dönüşmek zorunda.
Sınıfsız bir topluma işaret eden halkçılık, sürekli ilerleme demek olan inkilapçılık kavramlarına İttihad ve Terakki döneminde de yer verilmiştir. Tahir’in romanlarında olduğu gibi mesela Yorgun Savaşçı’da…
“Hayatta en hakiki mürşid ilimdir” diyen bilme ve fenne dayanan pozitivist açıklama da CHP’nin öncülü Kemalizme dayandırılmaktadır. Laiklik, yazı, kadın hakları, giyim kuşam, eşitlik gibi sürekli yenilikler hedefleyen devrimcilik ve gerçekçilikle çakışan bir zamanlama ustalığı taşıyordu, Atatürkçülük…
Ancak… Niyazi Berkes’in şu saptaması çok dikkat çekici ve yerindedir:
“Kemalizmin talihsizliği, devrimciliğin, henüz geri yapısı değişmemiş bir topluma daha ileri bir uygarlığın gerektirdiği zihniyeti yazı, kıyafet, takvim, kanun gibi araç veya sonuç niteliğinde olan şeyler yoluyla yerleştirme olarak anlaşılması, arkadan gelen kuşaklara da böyle tanıtılması oldu. Atatürk’ün asıl başardığı iş toplumsal değişmelerin yapılması için gerekli olan yeni bir yönü ve ortamı açmak olmuştur”.
Şimdi 1960’larda 70’lerde Türkiye’de siyasete egemen olan Mahir Çayan’ın üstüne basa basa dile getirdiği devrimci güçte “politik öncülük” tartışmalarının ne kadar yerli yerinde ve yararlı olduğu ortaya çıktı. Kaldı ki Can Yücel’in “insan gibi insan” dediği bilim adamı İdris Küçükömer ve Doğan Avcıoğlu gibi isimler de layık oldukları takdiri görmüşlerdir.
Bugün gelinen noktada kapitalizm kendine özellikle iki düşman yaratmıştır. Birincisi devrimci güçler, ikincisi ise radikal dinci-ihtilalci güçler.
Bu anlamda da tıkandığını görüyoruz, Şeyh Edebali’yle ilgili söylemin.
13 Mart 2001 itibariyle de bölünmüşlük, eski liderlerin istifası ve istifalara giden bir süreç yaşandı CHP’de…
Atatürk’e hep 4 temel düşünce alternatifi sunuldu. Biri islamcılık, diğeri osmanlıcılık, ve turancılık ile batıcılıkla, Ziya Gökalp’in milliyetçiliği. Atatürk dine dayalı teokratik ve yayılmacı yani expansiyonist, ırkçı akımları reddetmiştir. Özünde devrimcidir. Değişmenin amacı da üstyapılar, ekonomi ve devletçilik uygğulamalarıydı.
Az gelişmiş ülkelerde ideoloji ulusal birlik sağlamak için kullanılan güçlü bir yapıştırıcıydı. Aşiretler arasında, etnik kökler arasında ayrılıklar gideriyor, farkları kaldırıp uyum sağlatan bir rol oynuyordu.
İnsan ve toplum arasındaki sosyal ilişkiler de bu ideoloji ve adalet çevresinde düzenlenebilmiştir. Biz de Atatürkçülük bir parti misyonu olmuştur, CHP’de. Ancak ideologlar da beraberinde gelmiştir. Kemalizm onların ağzıyla öğretilmiştir. Örneğin 6 ilkenin ulusçuluğu tamamlayan değerler olduğu söylenmiştir.
Atatürk’e ve kemalizme yansıtılan yanıyla jöntürk hareketinin de ittihad ve terakkinin de temel stratejik hedefleri bu olmuştur; Osmanlı İmparatorluğunun parçalanışını durdurmak…
Bilinçli hedef ise burjuva sınıflı olmayan bir toplumdan, Türkiye toplumundan çağdaş, kapitalist bir toplum yaratmak.
Cumhuriyete miras kalan bu hedef strateji, ekonomik yapıyı değiştirecek, parçalanmayı önleyecekti. Milli işletmeler kurulacak, milli ekonomi geliştirilecek, sermaye birikimi hız kazanacaktı. Ekonomik bağımlılık adeta parçalanmayla eşdeğer tutuluyor ve kurtuluşun ikinci bölümü ve devamı gibi kabul ediliyordu.
Ancak ne CHP’nin ne de kemalizmin geldiği süreç bugün için en azından TC’nin bunu doğrulayan durumundan çok uzakta kalmıştır.
Jöntürk hareketi de, ittihad ve terakki hareketi de burjuva sınıfını oluşturmak için her türlü çabayı göstermişti. Osmanlıdan umut kalmayışı, Cumhuriyet kadrolarıyla organik ilişkilerin kurulması sonucunu doğurdu. Osmanlı istibdadını teşhir etmek için programlarını Fransız devrimci literatüründe ve pozitivist sosyolojik kuramlardan alan hareketlerin bugünkü durumuna da iyi bakmak gerekli.
Hürriyet, eşitlik, halkçılık gibi kavramlarla süslenen, halk kitlelerinin desteğini bekleyen, daha sonra da halktan destek görmeyince bunları defterden silen hareketin bugünkü durumuna bakmak gerekir.
Gelinen nokta işte şudur: Otoriter, seçkinci, militarist, siyasi ve askeri eylemle karışık bir karakterize olma durumu.
Başından sonuna muhafazakar, despot, giderek yayılmacılığa dönüşen ve sonu trajediyle (Enver Paşa) biten bir yaşanmış öykünün başlarında gelinen modern-burjuva toplumlu bir süreç. Başında Alman heyyülası, şimdilerde Amerikan Emperyalizminin kıskacında yozlaşan, yozlaştırılmış, başındaki anlamını da içinde barındırmayan günümüzün cilalanmaya çalışılan versiyonu ve yeni macerası.
Halkçı-Emekçi, tam bağımsızlıkçı bir yapıdan giderek uzaklaşan bir anlayış ve yaklaşım.
İşte bugünün CHP’sinde yansıyan partiler üstü durumun özeti bu.
-DEVAM EDECEK-
TAMER UYSAL
KOSGEB, illerde rekabet avantajına sahip imalat sanayi sektörleri ve yazılım sektörlerindeki KOBİ’lerin rekabet gücünün geliştirilmesi ve sanayide dijitalleşme oranının artırılması için KOBİ Gelişim Destek Programı kapsamında yeni bir proje teklif çağrısı yayımlandı.

KOBİGEL – KOBİ Gelişim Destek Programı kapsamında hazırlanan 2018 – 01 sayılı Proje Teklif Çağrısının genel amacı, “illerde rekabet avantajına sahip imalat sanayi sektörleri ve yazılım sektörlerindeki KOBİ’lerin rekabet gücünün geliştirilmesi”dir.
Proje Teklif Çağrısına;
başvurabilecek.
Proje sunacak işletmelerin KOSGEB Veri tabanına kayıtlı ve aktif olmaları, bilanço usulünde defter tutmaları gerekiyor. 2017 yılı KOBİ Beyannamesi onaylı olmayan işletmeler başvuru sistemine giriş yapamayacak.
Orta düşük ve düşük teknolojili imalat sanayi sektörlerindeki ve yazılım sektöründeki KOBİ’lerde 2017 yılı net satış hasılatının en az 300.000 TL ve yıllık ortalama çalışan sayısının en az 3 olması şartı aranacak. Orta yüksek ve yüksek teknolojili imalat sektörlerindeki işletmelerde yukarıda belirtilen satış hasılatı ve çalışan sayısı kısıtı dikkate alınmayacak. İşletmelerin proje bütçe tekliflerinin, 2017 yılı net satış hasılatını aşmaması gerekecek.
Destek oranı tüm bölgeler için %60 olup, proje çağrısı ile işletme başına 300.000 TL’ye kadar geri ödemesiz, 700.000 TL’ye kadar geri ödemeli (teminat karşılığı) olmak üzere toplam 1.000.000 TL’ye kadar destek verilebilecek.
Başvuru şartlarını karşılayan KOBİ’ler, “rekabet gücünün geliştirilmesi” genel teması ile ilişkilendirilen aşağıdaki stratejilerden biri veya birkaçını birlikte içeren proje sunabilecek. Yazılım işletmeleri için ise 6 numaralı strateji zorunlu, diğerleri seçenek.
Proje çağrısının toplam bütçesi; imalat sanayi sektörü için 500 Milyon TL, yazılım sektörü için 200 Milyon TL olmak üzere toplam 700 Milyon TL’dir. Başvuru yapılmış olması işletmeye herhangi bir hak doğurmayacak. Başvurular, KOSGEB tarafından belirlenen değerlendirme kriterlerine göre puanlanacak ve puan sıralamasına göre bütçe imkanları dahilinde desteklenmesi mümkün olan sayıdaki başvuru desteklenecek.
Proje çağrısı için başvuru sistemi 22 Haziran 2018 günü saat 23.59’da kapatılacak. Son başvuru tarih ve saatinden önce başvuru sahibi tarafından onaylanmayan başvurular değerlendirmeye alınmayacak olup, KOSGEB Veri Tabanına kayıtlı ve 2017 KOBİ Beyannamesi onaylı işletmeler, işletme yetkilisinin e-devlet şifresiyle ile sisteme girerek başvurularını oluşturabilecek.
Proje Teklif Çağrısı hakkındaki daha detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz. Haberimizi tüm okurlarımızın ilgi ve bilgisine sunuyoruz.
Veya Bağlantıyı Kopyalayıp: http://www.kosgeb.gov.tr/Content/Upload/Dosya/KOB%C4%B0GEL/20.04.%20Proje%20Teklif%20C%CC%A7ag%CC%86r%C4%B1s%C4%B1-Copy2.pdf

19.yy ile 20.yy’ın ilk yarısına kadar dünyada “Üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk / The Empire On Which The Sun Never Sets” olarak adlandırılan İngiltere (E) yada İskoçya ve Galler’le birlikteki adıyla Büyük Britanya (GB) veyahut BB + Kuzey İrlanda ile beraberki ismiyle Birleşik Krallık (UK) hâl-i hazırda Akıl Oyunlarında etkili bir ülke.
92 yaşındaki Kraliçe Elizabet, sadece Birleşik Krallık’taki 2 tane adanın değil İmparatorluk Güneşinde sömürüldükten sonra nadasa bırakılan toplamda 2,5 milyarlık bir nüfusa ve 30 milyon kilometrekarelik bir yüzölçüme sahip tam tamına 53 ülkenin de Ana Kraliçesi; hemi de Pakistan, Bangladeş, Malezya, Nijerya gibi dev İslam ülkeleri dahil.
Bizim 1450-1600 arası rakipsiz, 1600-1700 arası ise diğerleriyle rekabet içerisinde Süper Gücümüzü temsil eden 600 küsur yıllık Osmanlı Güneşinin zeval dönemine denk gelse de 2’si onun son nefesinde ve 2’si de onun vârisinin doğuş ve yükseliş evrelerinde olmak üzere 4 kez İngilizlerin canını yakmışlığımız var.
Bunlardan ilki Çanakkale! 18 Mart’ta kutladığımız Deniz Zaferinin haricinde devrin Süper Gücü olan İngiltere’ye 25 Nisan’da başlayan ve tâ 9 Ocak 1916’daki Türk Zaferiyle neticelenen kara muharebelerindeki malûm başarılarımız ki artık kamuoyuna mâlolmuş durumda. Belediyeler ve muhtarlıklar günaşırı sefer düzenlemekteler.
İkincisi Kut’ül-Amare! Çanakkale’de işin sonuna gelmişken başlayan ve tam 5 ay sonra 29 Nisan 1916’da Türk Ordusu’nun kesin galibiyetiyle sonuçlanan, şimdilerde daha yeni yeni farkına varmakta olduğumuz Kut’lu Zafer. Burnundan kıl aldırmayan İngilizlere 23 bin kayıp verdirmekle kalmamış 13.800 İngiliz askerini de esir almışız. Bu alınanların 500’ü subay, bu subayların da 13’ü general, bu generallerden biri de İngiliz Ordu Komutanı Charles Ferrers Townshend.. Ve bu zaferin bizdeki karşılığı 350’si subay olmak kaydıyla 10 bin şehit.
Irak’ın başkenti Bağdat’ın güneyindeki Kut’a gidemesek de Elazığ’ın Hazar’ından doğan Dicle Nehri Kut Şehriyle her daim irtibatımızı sürdürmekte. Bir de Kut’ül Amare’deki şehitliğimizde tarihimizin hâlâ canlı şahidi 50 şehidimiz..
Üçüncüsü Kurtuluş Savaşı! Ve en önemlisi, ve en uzun sürelisi, ve en çetini… İstanbul derseniz; 13 Kasım 1918’te kaybettik, 6 Ekim 1923’te geri kazandık. Bizim İzmit derseniz, 15 Kasım 1918’de İngiliz işgali ve Ağustos 1920 başı Yunan işgali; Yunanlıları kovduğumuz 28-29 Haziran 1921 tarihine varmadan 26 Ağustos’ta Servetiye Mevzilerinde öldürülen İngiliz Generali ve onun cenazesini almak için 27 Ağustos 1920’de Haydarpaşa’dan özel gönderilen Kızılhaç Treni var.
İzmir dersiniz, Çanakkale dersiniz, Samsun dersiniz, Eskişehir dersiniz, Merzifon dersiniz, Kütahya dersiniz, Afyon dersiniz; bir tek “Biz Kurtuluş Savaşı’nda yalnızca Yunanlılarla savaştık” diyemezsiniz. İstihbarat savaşlarını ve şimdi sınırlarımızın dışında kalmış yerlerdeki sömürge savaşlarını da unutmamak lazım.
Dördüncüsü Kıbrıs Savaşı! Biri 20 Temmuz’da ve diğeri 14 Ağustos’da olmak üzere çifte Harekât ile kazandığımız Kıbrıs Zaferi de İngiltere, Amerika ve NATO’ya rağmen gerçekleşmiştir. Bu sırada bizim taraf 500 asker, 70 mücahit ve 270 sivil olmak üzere toplam 840 şehit; karşı taraf ise 4 bin kayıp vermiştir. Kıbrıs’ta birkaç ilçe büyüklüğünde İngiliz üsleri var ve Ortadoğu için Kıbrıs İngiltere’nin devâsa bir uçak gemisi hükmünde.
NATO’ya girişimizden sonra İngiltere’yi gücendirmemek adına Kut Bayramı’nı kutlamayı bıraktık da, Kıbrıs’ta İngiltere’nin dayatmasıyla bir türlü bitmek bilmeyen müzakereler yapıyoruz da, şu Yunanistan’ın çöktüğü 17 adamız ve 1 kayalığımıza neden sahip çıkamıyoruz? yoksa orda da rakibimiz İngiltere mi?
Beykoz Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ve Yeditepe Üniversitesi akademisyenleri bir araya gelerek İstanbul trafiğindeki 500 bin aracın koordinatlarını ve hızını 5 yıl boyunca takip etti. Raporun sonuçlarına göre İstanbul’da yaşayanlar hayatlarının ortalama 3.5 yılını trafikte geçiriyor. Bu da haftada bir iş günü mesai fazladan yapmış etkisi yaratıyor. Beykoz Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Serkan Gürsoy, trafik nedeniyle kısa vadede zaman, enerji ve fırsat kaybı; orta vadede çevre kirliliği ve sağlık kayıpları; uzun vadede ise sosyoekonomik ve sosyokültürel kayıplar yaşattığını söyledi
Beykoz Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ve Yeditepe Üniversitesi’nden akademisyenler bir araya gelerek, ‘İstanbul Trafik Otoritmi 2017’ raporunu açıkladı. İstanbul ili ana arterlerindeki trafik yoğunluğuna bağlı gecikmelerin düzeylerini ölçerek kent sakinlerinin hareketlilik kabiliyetlerini konu alan rapor, çarpıcı bilgileri ortaya koydu.
Raporun sonuçları, trafiğin insanı çevreleyen insanlar ve diğer unsurları anlatmak için kullanılan ‘Bir şehirde trafik yoksa, hayat da yoktur’ sözünün anlamını resmen değiştirdi. Trafikteki yoğunluktan kaynaklanan gecikmeler ilişkileri de olumsuz etkiledi. Girilen zahmetin, gidilecek yere değip değmeyeceği ikilemleri de artış gösterdi.
Rapora göre; İstanbul’da yaşayanlar hayatlarının ortalama 3,5 yılını şehir trafiğinde yaşanan yoğunluktan kaynaklanan gecikmelere feda ediyorlar.
Zamanın yüzde 67’si trafikte geçti
2017 yılında İstanbul ana arterlerinde hareket eden sürücüler ve yolcular seyahatleri süresince harcadıkları zamanın yaklaşık yüzde 55’ini trafik yoğunluğu nedeniyle kaybettiler. Açık trafikte 20 dakikada alacak mesafeleri yaklaşık 45 dakikada ancak kat edebildiler. Ortalama sürüş hızı 36 km/saat olarak belirlendi. Trafik yoğunluğu sabah ve akşam saatlerinde daha da arttı. Hafta içi sabahları ortalama hız ana arterlerde yaklaşık 27 km/saate indi, trafikte kaybedilen süre toplam zamanın yüzde 67’sine ulaştı. Açık trafikte 20 dakika süren mesafe, sabah ve akşam saatlerinde yaklaşık 1 saat sürdü. Hafta içi sabah ve akşamlarında 30 km araç kullanan kişiler yaptıkları her seferde 40’ar dakika kaybettiler. Günde 2 saatlerini harcadıkları trafikte, 1 saat 20 dakika yoğunluktan dolayı harcandı. 5 gün boyunca benzer yoğunluk seviyelerinin yaşanmasından dolayı haftalık kayıp 7 saate başka bir ifadeyle neredeyse 1 iş günü mesaisine yaklaştı.
10 dakikalık yol 47 dakika sürdü
Raporun verilerine göre;
– 7.5 km’lik Maslak-Mecidiyeköy arası 2017 yılı sabahlarında ortalama 25 dakika sürdü, tersi yönde aynı rota 23 dakika sürmüş. Trafik açık olsaydı yalnızca 12 dakika sürecekti.
– 17 km’lik Taksim-Kozyatağı arasında 2017 akşamlarında sürüş hızı ortalama 15 km/s olmuştur. Açık trafikte yaklaşık 15 dakika sürmesi gereken yol bir saatten fazla sürmüştür (69 dk). Aynı saatlerde tersi yönde hareket eden sürücüler ise aynı mesafeyi yaklaşık 45 dakikada almışlardır.
– 10 km’lik Mecidiyeköy Bakırköy arası açık trafikte 10 dakika sürebilecekken, sabahları 17 dakika akşamları ise yoğunluktan dolayı 47 dakika sürmüştür. Tersi yönde hareket eden sürücüler Bakırköy’den Mecidiyeköy’e giderken yolda sabahları 42 dakika akşamları ise yaklaşık 30 dakika harcamışlardır.
500 bin araç 5 yıl takip edildi
Trafipper ve Başarsoft iş birliği ile desteklenen çalışma 500 binden fazla aracın 5 yıl boyunca kesintisiz takip edilmesi sonucu elde edilen koordinat ve hız verilerinin analiz edilmesi ve işlenmesiyle oluşturuldu.
Bu çalışma için işlenen veriye İstanbul’da yaklaşık 4 bin km’lik bir yol ağı takip edilerek ulaşıldı. Bu uzunluk İstanbul ile Atlantik Okyanusu’na kıyısı olan Lizbon arasındaki karayolu mesafesine (4.092 km) eşit. 5 yıl boyunca, 120 arterde her 2 saniyede bir bu mesafedeki hareket kayıt altına alındı. Çalışma, trafiği 3 farklı hareketlilik üzerinden değerlendirmeye aldı: Ana Koridor, Doğu-Batı Aktarma Koridoru ve Batı-Doğu Aktarma Koridoru.
Orta vadede sağlık kaybı uzun vadede ekonomik ve kültürel kayıp
Trafik yoğunluğunun yarattığı gecikmelerin neden olduğu kayıpların kısa, orta ve uzun vadede değerlendirilmesi gerektiğini belirten projenin sorumlusu Beykoz Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Serkan Gürsoy, “Kısa vadede ortaya çıkan zaman, enerji ve fırsat kayıpları orta vadede genişleyerek çevre kirliliği, sağlık kayıpları, aşınma ve yıpranma artışları olarak ortaya çıkıyor” dedi. Gürsoy, uzun vadede ise kent insanın eş zamanda erişebileceği çevrenin giderek küçülmesinin yaratacağı sosyoekonomik ve sosyokültürel kayıpların boyutlarına dikkat çekti.
www.türkiyeokuyor.com Okuruna Önemli Not: İstanbul Kavacık’ta 2016 yılında kurulan Beykoz Üniversitesi’nin temeli, 2008’de Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu’nun kurulması ile atıldı. Rektör Prof. Dr. Mehmet Durman’ın yönetimindeki Beykoz Üniversitesi’nde; ‘İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi’, ‘Sanat ve Tasarım Fakültesi’, ‘Sosyal Bilimler Fakültesi’, ‘Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi’ olmak üzere dört fakülte, ‘Yabancı Diller Yüksekokulu’, ‘Sivil Havacılık Yüksekokulu’ olmak üzere iki yüksekokul, ‘Meslek Yüksekokulu’, ‘Beykoz Lojistik Meslek Yüksekokulu’ olmak üzere iki meslek yüksekokulu ve yüksek lisans ve doktora programlarının sunulacağı bir ‘Lisansüstü Programlar Enstitüsü’ yer almaktadır.